Sermaye birikim sürecinin nitelikleri, aynı zamanda kendine özgü siyasal yönetim biçimlerini de belirliyor. Bu yönüyle neoliberalizmin siyasal yönetim biçimlerine etkileri sizce neler?
Trump, Bolsonaro, Putin, Erdoğan, Orbán, Modi gibi isimlerde simgeleşen günümüz siyasal yönetim biçimleri “popülist”, “otoriter”, “diktatoryal”, “faşist”, “neofaşist” olarak tanımlanıyor. Bu tanımlamalara nasıl bakıyorsunuz?
Michael Löwy: Neoliberalizm burjuva demokrasisinden tutun da neofaşist yarı diktatörlüğe kadar birçok politik biçime girebilir. Bu durum her ülkenin içinde bulunduğu somut koşullara bağlıdır. 2008 sonrasında neoliberalizmin neden olduğu ekonomik ve toplumsal krizin tüm dünyada neofaşist rejimlerin yükselişe geçmesi için uygun koşullar yarattığı bir gerçek. Sözünü ettiğiniz liste iyi bir örnek, gene de ben Putin’i bu listeye dahil etmem, zira kendisi her ne kadar otoriter olsa da neofaşist değil. Neoliberal medya ve bazı siyaset bilimciler tarafından çok fazla ön plana çıkarılan, ancak bence anlamsız olan “popülizm” kavramını kullanmayı reddediyorum. “Popülizm” nedir? Siyaset bilimciler bunun elitlere karşı halkın yanında olmak anlamına gelen politik bir söylem olduğunu söylüyor. Bu, herhangi bir siyasi lidere atfedilebilecek muğlak bir tanım! “Popülizm” aşırı sağ ya da neofaşizm gibi sert sözcüklerden kaçınan örtmeceli bir terim. Ve neoliberal medya, “sağ ya da sol popülizmi” mevcut siyaset kurumunu eleştiren herkesi suçlamak amacıyla kullanıyor.
“Popülizm” aşırı sağ ya da neofaşizm gibi sert sözcüklerden kaçınan örtmeceli bir terim. Neofaşizm günümüz liderlerine ve yükselen sağ politik akımlara atfedilecek en iyi tanımlamadır. Neoliberalizm hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde neofaşisttir.
Neofaşizm sözünü ettiğiniz günümüz liderlerine ve yükselen sağ politik akımlara atfedilecek en iyi tanımlamadır. 1930’ların faşist akımlarıyla birçok ortak noktası var: Fanatik milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, otoritercilik, komünizm karşıtlığı, ırkçılık, dini ve etnik azınlıklara –günah keçilerine– ve göçmenlere eziyet. Öte yandan, özellikle ekonomi alanında, bazı önemli farklılıkları da var: 1930’ların milliyetçi korporatizminin tersine, neoliberalizm hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde neofaşisttir.
Neoliberal dönemde sermayenin nüfuz etme süreci, sadece iktisadi değil toplumsal, siyasal, sınıfsal ve kültürel anlamda da birçok tahribata yol açtı. Başta azgelişmiş ülkelerdekiler olmak üzere, neoliberalizmin yarattığı bu tahribat hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kapitalizm her zaman yalnızca acımasız bir sömürü sistemi değil, aynı zamanda vahşi bir yıkım sistemi olagelmiştir. Bu neoliberalizm için daha da geçerlidir: Her şeyi metaya indirgeyerek her bir toplumsal ve kültürel değeri ezip geçen bir buldozer gibi işler: Aşk, din, insan ilişkileri, kültür, spor, sanat… Ancak, hepsinden beteri de doğal çevrenin, “Ortak Yuvamızın”, “Toprak Ana”nın katlidir. Bu durum insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir ekolojik felâkete, gezegendeki yaşamın kaynağını yok edebilecek olan küresel ısınmaya neden oluyor. Bu tehditle başa çıkmak üzere –COP toplantıları olarak bilinen ve sonuncusu bu yıl Glascow’da yapılan– “dünya liderlerinin” bir araya geldiği uluslararası toplantıların hayal kırıklığı yaratan başarısızlığı kapitalist sistemin çizdiği sınırlar içinde bu krize bir çözüm bulunamayacağının en net göstergesidir.
Sistemin bu yıkıcı dinamiklerinin ilk kurbanları da elbette küresel Güney halklarıdır, yani az gelişmiş ülkelerdir. Ekolojik yıkımı, toprağın, nehirlerin ve havanın zehirlenmesini de içeren neoliberal küreselleşmenin sonuçları dünyanın başka hiçbir yerinde bu kadar ortada değildir.
2008’de başlayan ve halen devam eden küresel ekonomik krizi ve iktisadi, toplumsal, ekolojik yaşamda gerçekleştirdiği yıkımları göz önünde aldığınızda, neoliberalizmin sonunun geldiğini düşünüyor musunuz? Neoliberalizm bu krizleri çözebilecek seçenekleri üretme kapasitesine sahip mi? Tarih, özellikle “ilkel birikimin sürekliliği” ve “kapitalizmin meta-dışı alanlara nüfuzuyla kendi sonunu hazırladığı” tezleriyle, Rosa Luxemburg’u haklı mı çıkarıyor?
Rosa Luxemburg’un –ve son zamanlarda da David Harvey’in– ilkel birikimin asla sona ermediği ve mülksüzleştirmenin, tahakkümün, metalaştırmanın ve yıkımın en vahşi biçimleriyle günümüze dek devam ettiği yönündeki saptamalarına bütünüyle katılıyorum. Ancak, neoliberalizmin sona yaklaştığına ya da kapitalizmin kendisini imha ettiğine inanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, Walter Benjamin 1930’larda “Kapitalizm asla doğal yollarla ölmez” dediğinde fazlasıyla öngörülüydü ve meselenin özünü kavramıştı.
Bu da sistemin krizden çıkmak için öyle ya da böyle –gerekirse savaşla ya da neofaşist rejimlerle ve hatta herhangi bir başka “çözümle”– her zaman bir yol bulacağı anlamına geliyor. Kapitalizm ancak ve ancak insanlar onu “imha etmek” için ayağa kalkarsa ve büyük bir devrimci hareket onun temel yapılarını parçalarsa sona erer. Kapitalizmin ekoloji krizini çözemeyeceği gün gibi ortada, ama kendisi olarak işlevinden vazgeçmeden insanlığın bu duruma doğal afet demesini sağlayabilir. Sistemin kendi kendisini imha etmesini bekleyemeyiz, onu yok etmek ve yerine sosyalist, demokratik, insancıl ve ekolojik bir toplum kurmak için örgütlenmek ve savaşmak zorundayız.
Rosa Luxemburg’un –ve David Harvey’in– ilkel birikimin asla sona ermediği ve mülksüzleştirmenin, tahakkümün, metalaştırmanın ve yıkımın en vahşi biçimleriyle devam ettiği saptamalarına katılıyorum. Ancak, kapitalizmin kendisini imha ettiğine inanmıyorum. Benjamin 1930’larda, “Kapitalizm asla doğal yollarla ölmez” dediğinde meselenin özünü kavramıştı.
Kapitalizmin, özellikle pandemiden sonra, sadece insanlığı değil tüm yaşam formlarını tehdit ettiği geniş kesimler tarafından kabul ediliyor. Bu açıdan, önümüzdeki dönem toplumsal muhalefetin devrimci yönelimi hangi kısıt ve olanaklara sahip?
Son yıllarda tüm dünyada kayda değer toplumsal ve ekolojik hareketlere tanıklık ettik. Yerli topluluklar, gençler, kadınlar ve köylüler toplumsal muhalefetin en aktif bileşenleri oldu. Zorluk şurada: a) İşçi sınıfını, emekçi kitleleri harekete kazandırmak ve b) Aynı zamanda toplumsal ve çevresel olan sosyo-ekolojik mücadeleler ve hareketler inşa etmek. İnsanlar öz-örgütlenmenin önemini bu tür mücadeleler aracılığıyla öğrenir ve düşmanlarının kim olduğunun farkına varır: Yönetici sınıf, hükümetler, çokuluslu şirketler, IMF, –ve son tahlilde– kapitalist sistemin kendisi. Ancak bu tür mücadelelerle bir anti-kapitalist bilinç gelişebilir ve belki de bir anda toplumu değiştirecek devrimci bir ilham ortaya çıkar. Bu güçlü sisteme karşı verilen eşitsiz savaşta galip gelebilmek için devrimci güçler günümüzde hâlâ çok mu zayıf? Bertolt Brecht’in bir zamanlar dediği gibi: Savaşanlar kaybedebilir, savaşmayanlar zaten kaybetmişlerdir.