TÜRKİYE’NİN SİYASİ İKTİSADINA PANORAMİK BİR BAKIŞ

Yahya Madra
24 Kasım 2022
Resimler: Roland Devolder ("Yüzleşme", 2012)
SATIRBAŞLARI

1. Cumhuriyet ikili bir kriz içinde, siyasi ve iktisadi. Siyasi krizin birbiriyle iç içe geçmiş iki nedeni var. Birincisi, Refah Partisi geleneğinden gelen AKP’nin önce 28 Şubat sonrası iktidara gelmesinin yarattığı öncü krizin, Arap Baharı’nın getirdiği heyecanla Erdoğan’ın kendisini İhvan’ın hamisi olarak görerek Ortadoğu sahnesine (“One minute”, Mavi Marmara ve Rabia işaretleriyle simgeleşen) çıkışıyla derinleşerek, devletin içinden yarılmasına (15 Temmuz) neden olan kriz.

Bu kriz Erdoğan’ı iktidara gelmek için devletin içindeki bir kanatla (Cemaat) kurduğu ittifakı bozup diğer kanatla yeni bir ittifak (Ergenekon) kurmaya itti. İki ittifak arası kısa dönemde ise Erdoğan iktidarını, sırtını çözüm sürecine yaslayarak korudu. Bu da bizi siyasi krizin ikinci nedenine getiriyor: Kürt siyasi hareketinin iradesinin güçlenerek özneleşmesi ve siyasi alanın dağılımını belirleyebilecek hale gelmesi (7 Haziran).

Gezi Ayaklanması geçiş döneminin yarattığı açılım ortamı içinde oldukça geniş bir muhalefet cephesine dayanıyordu, ama 15 Temmuz’dan sonra, önce HDP’nin Yenikapı sürecindeki tecridine CHP’nin verdiği onayla, sonra Devlet Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’na katılmasıyla parçalandı. 15 Temmuz sonrası kendisini başkanlık modeli çevresinde yeniden inşa etmeye çalışan rejim, Erdoğan’ın Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek’e muhtaç olduğu, kendisini sınırın güneyindeki savaşla ayakta tutan bir (iç) savaş ekonomisine dayanıyor.

2. Bugün siyasi alandaki üç ittifak bu siyasi krizin yarattığı kırılgan bir denge bağlamında vücut bulmaya çalışıyor ve bu bağlamın çelişkileriyle boğuşuyor. Cumhur İttifakı bir yandan AKP’nin (muhafazakâr Kürtlere de uzanan) siyasal İslâm tabanını takviye etme ihtiyacı, öte yandan milliyetçi kadro ve yüzde 7’lik MHP’nin örgüt ve tabanını bir arada tutma gerekliliğinin yarattığı çelişkileri idare etmeye çalışıyor.

Neoliberalizm bir imparatorluk projesidir, çünkü sömürgesizleşme süreci Keynesgil politikaların çerçevesinde güçlenen örgütlü emeğin artan taleplerini sermayenin kâr oranlarını düşürmeden karşılamayı imkânsız hale getirmiştir ve dolayısıyla “merkez” sermayesinin “çevre” ile olan ilişkisinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Millet İttifakı ise bir yandan İyi Parti’nin ülkücü reflekslerini ve derin devletle olan bağlarını terk edememesini, öte yandan CHP’nin net bir sosyal demokrat ekonomi politika programı ortaya koymak yerine Altılı Masa’nın vasatı olarak neoliberal bir restorasyon programıyla uzlaşmış olması ve “ulusolcu” kanadın etkisinden özgürleşememesi nedeniyle muğlaklıklar ve kifayetsizlikler içinde yalpalayarak, bir Altılı Masa buluşmasından diğerine, yerinde sayıyor.

Emek ve Özgürlük İttifakı ise, önümüzdeki seçim sürecinde anahtar olma iddiasında ve kapasitesinde olmakla birlikte, üzerindeki baskı nedeniyle hayatta kalma mücadelesine kilitlenmiş, yeni bir söylem üretmeye takati yok, sadece “ez livirim” diyebiliyor.

3. Ekonomik kriz bu siyasi krizin içinde biçimleniyor, derinleşiyor. Burada bazı temel saptamaları yaparak ilerlemek gerekiyor. Türkiye uluslararası ekonomi ile eklemlenmiş bir toplumsal yapı. Bu sadece dış ticaretin ekonominin önemli bir kalemi (toplam ithalat ve ihracat 2021’de GSYH’nin yüzde 71’ine denk, ondan önceki üç yılın ortalaması yüzde 60’lardaydı) olmasından kaynaklanmıyor.

Genç bir nüfus olan Türkiye toplumunun tasarrufları ülkenin yatırım talebini (özellikle siyasi olarak sürdürülebilir büyüme oranlarını gerçekleştirecek miktarda) karşılayabilecek düzeyde değil. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Turgut Özal liderliğinde uygulanmaya başlanan neoliberal ekonomi politikaları bu açığın yabancı sermaye akışı ile kapatılması yönünde kurumsal ve yapısal bir tercih yaptığı için bugün Türkiye ekonomisi uluslararası ekonomik düzen ile yapısal olarak hem ticaret ilişkileri hem sermaye akışı açısından oldukça sıkı sıkıya eklemlenmiş bir durumda. 

4. Bu iç içe olma hali (ya da “bağımlılık” ilişkisi), Türkiye’deki ekonomik süreçlerin, kendine özgü özellikleri olmakla birlikte, uluslararası jeopolitik gelişmelerin bir parçası olduğu gerçeğini sürekli göz önünde bulundurmamızı gerektiriyor. Örneğin, Türkiye’nin ithal ikameci, kalkınmacı büyüme modelini uyguladığı 1950-1980 dönemi dünyada da kalkınmacı paradigmanın egemen olduğu, Batı’da Keynesgil refah devletinin kapsamlılaştığı, küresel Güney’de ise planla kalkınma modellerinin tartışıldığı ve uygulanmaya çalışıldığı bir döneme denk geliyor.

Neoliberalizm, kuşkusuz sadece bir makroekonomik model değil, aynı zamanda bireylerin birbirleriyle, kurumlarla ve devletle olan ilişkilerini artan bir şekilde iktisadi teşvik ve cezalarla idaresini hedefleyen bir davranış şablonu olarak da düşünülmeli.

Keza 1980 sonrası neoliberal dönemde de Özal ve prenslerinin hikâyesinin, Şili’de Pinochet’nin darbe sonrası ekonominin yeniden yapılandırılma işini ihale ettiği neoliberal iktisatçı Milton Friedman’ın öğrencileri “Chicago Boys” hikâyesiyle olan benzerlikleri dikkat çekici. Öyleyse, Erdoğan’ın Kemal Derviş modelini uyguladığı “fabrika ayarları” döneminden çıkıp “yerli ve milli” döneme geçişini de küresel dinamiklere bakarak anlamaya çalışmak önemli.

Trump, Modi, Bolsonaro ve Orban’la karşılaştırıldığında, Erdoğan’ın öncü bir figür olduğunu söylemek mümkün. Ne var ki, tarihsel perspektifi biraz daha geniş bir aralığa yayarsak, Erdoğan’ın bir türlü netleştiremediği, sürekli deneme yanılma yoluyla, mehter marşı ritmiyle inşa etmeye çalıştığı rejimin onun failliğini aşan daha yapısal –tarihsel, jeopolitik ve iktisadi– belirleyenleri olduğu görülüyor. Bu perspektifi göz önünde tutmak, içinde bulunduğumuz kriz bağlamına müdahale kısıtlarımızı ve olasılıklarımızı daha net tespit edebilmemizi sağlar.

5. Kriz, her şeyden önce kapitalist birikim rejimini 1970’lerin ortalarından beri düzenleyen neoliberal modelin kendisini yeniden üretmekte zorlanmaya başlamasının krizidir. Neoliberalizm, bir imparatorluk projesi olarak, dünyanın enerji krizini petro-dolar kurgusu üzerinden yeniden düzenleme projesidir.

Neoliberalizm bir imparatorluk projesidir, çünkü 1960’larda meyvelerini vermeye başlayan sömürgesizleşme süreci (sadece Cezayir ve Sahra-altı Afrikası’nda değil, aynı zamanda Ortadoğu’da stratejik petrol yatakları üzerinde mücadeleler veren Arap Sosyalizmi öncülüğünde), savaş sonrası dönemin Keynesgil ekonomi politikalarının çerçevesinde güçlenen örgütlü emeğin artan taleplerini sermayenin kâr oranlarını düşürmeden karşılamayı imkânsız hale getirmiştir ve dolayısıyla “merkez” sermayesinin “çevre” ile olan ilişkisinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Yeni Merkantilist politikaların bir özelliği de ulus devletlerin belirleyici ekonomik aktörler olarak devreye girmesidir. Ancak, buradaki Keynesgil refah devletine bir geri dönüş değildir. Geri dönen devlet, kendisine bağlı kıldığı sermayeye kılavuzluk yapan, kendisini bir holding olarak gören şirket-devlettir.

1970’lerde su yüzüne çıkan enerji krizi aslında lojistik bir krizden ziyade siyasi bir krizdi.[1] Lojistik değildi, çünkü gerçek anlamda petrol kıtlığı yoktu. 1970’lerin “stagflasyon” (yüksek enflasyon, durgun ekonomi) dönemine yol veren petrol krizi aslında petrol üreten ülkelerin, Batı merkezli çokuluslu petrol şirketlerinden daha fazla egemenlik hakkı istemelerine karşı çokuluslu şirketlerin kâr paylarından vazgeçmek yerine, artan maliyeti tüketicilere yansıtmayı tercih ettikleri ve ABD’nin bu krizde kapitalizmin birikim rejimini finansal sermayenin iktidarını yansıtacak şekilde yeniden düzenleme fırsatını gördüğü için çıktı. 

Kriz çokuluslu şirketlerin göz yumduğu, hatta tartışılmasını desteklediği yerkürenin kapasitesinin ve büyümenin sınırları söylemiyle çerçevelendi. Neoliberalizm bu krize bir yanıt olarak sunuldu. Böylelikle, hem ABD’nin merkez bankasını küresel bir belirleyici haline çeviren petrolün dolarla fiyatlandırılması ve alınıp satılması anlamına gelen petro-dolar rejiminin egemenleşmesine dayandı hem de bir model olarak küreselleşti.[2]

6. Neoliberalizm, kuşkusuz sadece bir makroekonomik (tam konvertibilite, serbest ticaret, uluslararası tahkim anlaşmaları, sermaye serbestliği, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, kurullarla idare, özelleştirme, finansallaşma ve borçlanma) model değil, aynı zamanda bireylerin birbirleriyle, kurumlarla ve devletle olan ilişkilerini artan bir şekilde iktisadi teşvik ve cezalarla idaresini hedefleyen bir davranış şablonu olarak da düşünülmeli.

Özal’ın “Benim memurum işini bilir” lafı, bu bir çeşit rasyonel “fırsatçılık” olarak tanımlanabilecek davranış şablonunun Türkiye insanına müstehcen bir şekilde sunulduğu tarihsel anlardan birini imler –bkz. hayali ihracat skandalı, Banker Kastelli skandalı, vesaire. Chicago Okulu iktisatçılarının öne sürdüğü “beşeri sermaye” kavramı her bir bireyin kendisini bir “girişimci” olarak kurgulayarak eğitimine, sağlığına, imgesine, ağlarına yatırım yapması gerektiğini vazederek “rasyonel fırsatçılığın” ya da “iktisadi aklın” herkesin benimsemesi gereken bir davranış modeli olduğunu iddia eder.

7. Kısa zamanda küreselleşen bu model, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle tüm siyasal yelpazeyi kapsayan ve belirleyen bir paradigma haline geldi. ABD’de Bill Clinton, Britanya’da Tony Blair, solun iktidar olabilmek için neoliberal paradigma içinden konuşmak zorunda kaldığını gösterdi.

Bu tek-kutuplu dünyada, ABD’nin küresel egemenliği iki büyük “canavar” yarattı. Birincisi, petro-dolar rejimini ayakta tutabilmenin yolunun Ortadoğu’nun kontrol edilmesinden geçtiğini düşünen şahin ve sağ neoliberaller (ya da “neo-conlar”), siyasal İslâm’la olan anti-Sovyetik ortaklıkları (“McJihad”) bitince, 11 Eylül sonrasında yeni bir soğuk savaşı ilan ederek “medeniyetler” ekseninde birçok cephede İslâm adına mücadele ettiği iddiasında olan ulus-altı (örneğin Taliban) ve uluslararası (örneğin El Kaide) ağ-örgütlerle savaşa girişti.

İkincisi, dünya toplam tüketim talebinin yüzde 16’sı ve dünya petrol tüketiminin ise yüzde 20’sinin (ki bu yüzdeye ABD’ye mal üreten Çin gibi ekonomilerin petrol tüketimi dahil değil) müsebbibi olan ABD’nin yarattığı bir ekonomik dev olarak Çin ve onun hemen ardından gelen Brezilya, Hindistan, Rusya ve diğer “yükselen ekonomiler” gerçekliği var. (Bazıları, bu gruptan söz ederken ülkelerin İngilizce adlarının baş harflerinden oluşan BRIC, ya da Güney Afrika’yı da dahil ederek BRICS kısaltmasını kullanıyor.)

2010’larda sağ popülist hareketler bir önceki on yıl boyunca küreselleşme-karşıtı sol hareketlerin bazı söylemlerini kullanarak küreselleşmenin milliyetçi, yabancı düşmanı ve reaksiyoner bir eleştirisini yapmaya başladılar. Erdoğan’ın “anti-emperyalist” kokulu “yerli ve milli” dönemi bu dinamiğin bir parçası.

Çin ve ABD arasında simbiyotik bir ilişki söz konusu. Çin için ABD vazgeçilemez bir pazar. ABD ise kendi emekçilerinin maaşlarını Çin’den (ve diğer “yükselen ekonomilerden”) ithal ettikleri ucuz tüketim malları sayesinde denetim altında tutabiliyor. Çin ABD’nin hazine bonolarının yüzde 3,2’sine sahip.

Bu al gülüm-ver gülüm dinamiği aralarındaki gerilimin derinleşmesinin önündeki en önemli engel olmakla birlikte, Çin’in ve doğal kaynaklarıyla Batı Avrupa’yı nasıl rehin aldığı Ukrayna Savaşı sonrasında net bir şekilde ortaya çıkan Rusya’nın yükselişi neoliberal paradigmanın –davranış kalıpları (mikro) düzeyinde olmasa bile– makro politika düzeyinde sorgulanmasına neden oldu.

Bazı yazarlar, 16. ve 17. yüzyıllarda –yani, 19. yüzyıl İngiltere’sinde kapitalizmin serbest ticarete dayalı “liberal” bir çeşidi yükselişe geçmeden önce– egemen olan, devleti belirleyici bir aktör olarak ekonominin merkezine koyan, ticaret fazlası vermeye yönelik ticaret politikalarını sömürgeci politikalarla desteklemeyi vazeden “Merkantilist” döneme atıfla, BRIC ülkelerinin neoliberal makro politikalara karşı geliştirdiği stratejiler bütününe “Yeni Merkantilizm” adını veriyor.

Yeni Merkantilizmi neoliberalizmden ayıran önemli özellik uluslararası ticaret ilişkilerine bakışı. Neoliberalizm küresel serbest ticareti ulaşılması gereken bir ufuk olarak görüp onun kurumsal yapısını uluslararası (küresel ya da bölgesel) anlaşmalarla kurallara oturtmaya çalışırken, Yeni Merkantilizm dış ticareti uluslararası ilişkilerde hem iktisadi hem de siyasi bir araç olarak kullanmayı düstur ediniyor.

Bunun yakın zamandaki önemli bir örneği, Çin’in dış ticaret fazlası vermek için para birimini düşük tutması karşısında Trump’ın uluslararası ticaret anlaşmalarındaki stratejik savunma maddelerini kullanarak çelik ve alüminyum gibi metalarda Çin’e gümrük vergi ve kotaları uygulamaya yeltenmesidir.

Yeni Merkantilist politikaların bir başka özelliği de ulus devletlerin tüm lojistik kapasiteleri ile belirleyici ekonomik aktörler olarak devreye girmesidir. Ancak, buradaki Keynesgil refah devletine bir geri dönüş değildir. Geri dönen devlet, koruyup kollayarak kendisine bağlı kıldığı sermayeye gerek yurt içinde, gerek uluslararası arenada lojistik destek vererek ona kılavuzluk yapan bir devlettir. Yani, kendisini bir holding olarak gören şirket-devlettir, geri dönen devlet.[3] 

Nedir Erdoğan’ın çözümü? Enflasyon, devalüasyon, kronik ve yüksek işsizlik ve örgütlü emeğe baskıyla Türkiye’yi ucuz emeğe dayalı bir ihracat merkezi haline getirmek. Artan enerji fiyatlarının kâr hadlerine yaptığı baskıyı ortalama maaşı asgari ücrete kadar gerileterek hafifletmeye çalışan bir çözüm programı.

8. Yeni Merkantilizmin, ya da ekonomik milliyetçiliğin yükselişini neoliberal birikim rejiminin küresel kamusal alanda yaşadığı meşruiyet kaybına verilen bir yanıt olarak okumakta fayda var. Neoliberal birikim rejiminin krizinin de en az iki boyutundan söz edebiliriz.

Bir yanda, birikim rejiminin kendi iç dinamiklerinin yapısal sınırlarına varmış olduğu gerçeği var. 2008 krizinde görüldüğü üzere finansallaşmanın derinleşmesinin yarattığı kırılganlaşma, sermayenin örgütlü emeğin direnci karşısında ve teknolojik gelişmelerin itkisiyle yükselme eğilimi gösteren organik bileşiminden (değişmez sermayenin değişen sermayeye oranı) kaynaklanan kâr oranlarının seküler düşüşü, artan eşitsizliğin (yüzde 1 ve yüzde 99 arasındaki uçurumdan ziyade, yüzde 10 ve yüzde 90 arasında uçurumun) yarattığı toplumsal maliyetler (artan borçlanma, giderek kronik işsizliğe mahkûm olan fazlalıklaşan kitleler, kültür savaşları, vs.) ve birçok etkeni kapitalizmin krizini kronikleştiren iç dinamikler olarak tartışmak mümkün.  

Öte yanda, küresel alanda vücut bulan çokmerkezli, çokkutuplu yapının –Soğuk Savaş’ın iki kutuplu ve 1990’lı ve 2000’li yılların tek kutuplu yapılarından farklı olarak– getirdiği yeni çatışkı hatlarının (özellikle iklim krizinin dayattığı kaynak savaşlarının) yarattığı kırılganlıklar ve tehditleri (küreselleşme sonrası) jeopolitiğin geri dönüşü başlığı altında değerlendirmek mümkün.

2010’lu yıllarda sağ popülist hareketler bir önceki on yıl boyunca küreselleşme-karşıtı sol hareketlerin bazı söylemlerini kullanarak küreselleşmenin milliyetçi, yabancı düşmanı ve tepkisel bir eleştirisini yapmaya başladılar. Erdoğan’ın “anti-emperyalist” kokulu “yerli ve milli” dönemi işte tam da bu küresel kriz dinamiğin bir parçası.

9. Tek adam yönetimi de aslında Erdoğan’ın daha 2010’lu yılların başından beri dile getirdiği, “devleti bir şirket olarak yönetme” iddiasına dayanıyor. Aslında bu, mikro-anlamda neoliberalizm ile birebir çatışmaz. Devletin başındaki başkanların birer CEO olarak görülmesi Erdoğan’a ait bir söylem değil. Ondan önce, Berlusconi, Sarkozy, hatta Obama bile bu metaforu kullanmıştı.

Devletin kamu-özel işbirliğinde bir şirket olarak yönetilmesi kurgusu (Türkiye AŞ) aslında tam da neoliberal mikro mantığın devleti yeniden düzenlemesinin şablonu olarak görülebilir. Bu anlamda Yeni Merkantilizm de, devleti bu çerçeve içinden yeniden düzenlemeyi öngördüğü ölçüde, neoliberalizm sonrası bir oluşumdur, neoliberalizmin mikro mantığını sorgulamadan devralır. Burada daha saf (arı anlamında) neoliberallerin itirazı, Erdoğan’ın devleti bir aile şirketi olarak yönetmeye kalkması ve neoliberal makro politikaları ve kurumsal çerçeveyi terk etmesidir.

Çokkutuplu küresel düzene geçiş sürecinde, Erdoğan’ın el yordamıyla uygulamaya koyduğu aslında bir (iç) savaş ekonomisidir. 1930’ların Almanya faşizmi gibi, toplumu sürekli olağanüstü halde tutarak bir yandan zor ve ikna yoluyla emeği baskılayan, diğer yanda da sermayeyi şirket-devletin programına çapalayan bir birikim rejimi.

Kuşkusuz, neoliberaller hukuk konusunda da tek adam düzeninden rahatsızlık duyar. Ama unutmamak gerekir ki, 1970’lerden itibaren küresel neoliberalizmin egemen paradigma haline geldiği ülkelerin de hukuk karneleri çok parlak değildir. Tam da bu yüzden neoliberallerin temel derdi hukuksal yapının her alanda eksiksiz ihdasından ziyade, mülkiyet haklarına (kentsel dönüşüm ve büyük projeler için kullanılan istimlâk ve acele kamulaştırma gibi durumlar hariç) dokunulmaması, ekonomi alanında öngörülebilirliğin artırılması ve kâr oranlarının üzerine baskı yapacak dinamiklerin (çevre kirliliği, sağlık, iş güvenliği gibi sosyal maliyetlerin şirketler tarafından içselleştirilmelerini sağlayan düzenlemelerin netleşmesi ve denetlenmesi, vergi oranlarının yükseltilmesi, sendikalaşmanın artması, işsizliğin belli bir seviyenin altına inmesi, ve benzeri) dizginlenmesidir.

Şu sonuncusu konusunda da, neoliberallerin hukuksal yapının “gereği görüldüğünde” (askeri darbeler ve polisiye önlemlerle) olağanüstü hal altında askıya alınmasına da itiraz etmediğini, hatta bu müdahalelerin piyasanın esnekleşmesi ve etkinleştirilmesi için gerekli “acı reçeteler” ve “şok terapileri” olarak görülmesine katkı sağladıkları da biliniyor.

İklim krizi konusunda da sürekli piyasa-temelli düzenlemeleri öne sürerek giderek kaçınılmaz hale gelen (hem de küresel ölçekte) planlama tartışmasını perdelemeleri de, neoliberal çevrecilerin, her ne kadar kendilerini bilim düşmanı kesimlerden ayırmak isteseler de (örneğin, Macron’un kendisini Paris Antlaşması’ndan ABD’yi geri çeken Trump karşısında konumlayışı) aslında iklim mücadelesinde bir müttefik değil, tam tersine kapsamlı bir müdahalenin ertelenmesine neden olan aktörler arasında olduklarını gösteriyor.

10. İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz, öyleyse, belli bir ölçüde neoliberalizmin küresel krizinin Türkiye’nin siyasi krizi ile etkileşimi içinde biçimleniyor. Örneğin, ABD ve Avrupa merkez bankalarının faizleri yükselttiği dönemde Türkiye’ye sermaye akışının yavaşlaması kaçınılmaz. Çokkutupluluğun yarattığı çatışkıların keskinleştiği bir süreçte, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı da aslında çok beklenmeyen bir risk değildi.

Kamu sağlığına yapılan yatırımların neoliberalizmin egemen olduğu onyıllar boyunca aksatılmış, azaltılmış olmasının da (ve keza artan eşitsizliğin de) küresel bir olgu olarak pandeminin etkisinin daha sert olmasına neden olduğunu da biliyoruz. Öyleyse, meselenin sadece Erdoğan’ın sabit fikirli politikalarından kaynaklanmadığını, neredeyse kırk yıllık neoliberalizm egemenliğinin enkazını yaşadığımızı teslim etmek gerekiyor.

11. Tam da bu yüzden, Erdoğan’ın ve çevresindeki “kadroların” gerçekleştirmeye, somutlaştırmaya çalıştığı ekonomi politikalarının aslında neoliberalizmin krizine, ortaya çıkmakta olan çokkutuplu küresel düzen bağlamında verilen bir yanıt, bir çözüm çabası olduğunu görmek faydalı olabilir.

Nedir Erdoğan’ın çözümü? Enflasyon, devalüasyon, kronik ve yüksek işsizlik ve örgütlü emeğe baskı ile, Türkiye’yi ucuz emeğe dayalı bir ihracat merkezi haline getirmek. Artan enerji fiyatlarının kâr hadlerine yaptığı baskıyı ülke genelindeki ortalama maaşı asgari ücrete kadar gerileterek hafifletmeye çalışan bir çözüm programı Erdoğan’ın önerdiği.

Bu açıdan bakıldığında, “nas” söyleminin sakladığı sadece dolarizasyonu durdurmak için yapılan Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat Hesapları üzerinden sabit gelirliden sermaye sahiplerine yapılan aktarma değil. Ya da aile şirketinin ilksel birikim sürecini Merkez Bankası ve Hazine yoluyla gerçekleştirmesi de değil.

Kuşkusuz bunlar sürecin bir parçası, ama asıl mesele şu: İklim krizi bağlamında kızgınlaşan kaynak savaşlarının belirleyici etken olduğu bu çokkutuplu küresel düzene (ya da düzensizliğe) geçiş sürecinde, Erdoğan’ın programının Türkiye’ye önerdiği ve el yordamıyla uygulamaya koyduğu aslında bir (iç) savaş ekonomisidir.[4]

Tıpkı 1930’ların Almanya faşizmi gibi, toplumu sürekli teyakkuzda, sürekli olağanüstü halde tutarak bir yandan zor ve ikna yoluyla emeği baskılamak, diğer yanda da sermayeyi şirket-devletin programına çapalayarak, ama Türkiye’nin beşeri kaynakları ve teknolojik altyapısının belirlediği sınırlar içinde, bir ayağında hafif silahlar (SİHA, vb.) odaklı savunma sanayii, diğer ayağında inşaat sektörü ve onun geri bağlantıları (geçtiğimiz eylül ayında açıklanan toplu konut projesi bu alanda yapılan yeni bir hamledir), üçüncü ayağında ise ucuz emeğe dayalı, emek yoğun ihracat malları olan bir birikim rejimi öneriyor Erdoğan.[5]

Sermayenin Avrupa ve ABD sermayesiyle daha entegre olmuş ve finans alanında da varolan “büyük” kesimlerinin Erdoğan’ın Batı’dan kopuşundan kültürel olarak rahatsızlık duyduğu ve Merkez Bankası’nın faiz politikalarının bariz “irrasyonellik”lerinden hazzetmediği biliniyor. En azından sermayenin bu kesimleri için Erdoğan rejimi kendilerini görmek istedikleri yerin çok uzağında.[6]

Diğer yandan, tekstil gibi emek yoğun ihracat sektörlerindeki orta ve küçük ölçekli sermaye açısından bu politikaların getirdiği faydalar (örneğin düşük kur, düşük faiz) itiraz edilecek taraflarının (örneğin seçim sath-ı mailinde yapılan bonkör asgari ücret artışları) oldukça ötesinde. Ama en önemlisi, Erdoğan’ın her zaman anımsatmaktan haz duyduğu üzere, tüm farklı kanatlarıyla Türkiye sermayesinin bu modele henüz çok sert bir itirazı olmadığı gibi, emeğin bu şekilde baskılanmasından hayli memnun olduğu görülüyor.[7]


[1] Petrolün siyasi iktisadı üzerine oldukça kapsamlı tarihsel bir çalışma için, bkz. Timothy Mitchell, Karbon Demokrasi: Petrol Çağında Siyasal İktidar, çev. Fırat Berksun, Dergâh Yayınları, 2020.

[2] ABD Merkez Bankası’nın savaş sonrası dönemde artan önemi için bkz. Yanis Varufakis, Küresel Minotauros: Amerika, Avrupa ve Küresel Ekonominin Geleceği, çev. Ferhat Kohen, Encore, 2015.

[3] Şirket-devlet kavramı üzerine bkz. Yahya M. Madra, “Neo-merkantilist Şirket-Devlet: Bir İlksel Birikim Süreci Olarak OHAL,” Express, sayı 150, (2017), s. 34-5. Daha kuramsal ve kapsamlı bir tartışma için, bkz. Yahya M. Madra ve Ceren Özselçuk, “Sermayenin Egemen İstisnası: Liberal Matris ve Hoşnutsuzlukları,” Praksis, sayı 55, (2021), s. 185-204.

[4] (İç) savaş ekonomisinin oluşum süreci için, Yahya M. Madra ve Sedat Yılmaz, “Turkey’s Decline into (Civil) War Economy: From Neoliberal Populism to Corporate Nationalism,” South Atlantic Quarterly, Vol. 118, no. 1, (2019), s. 41-59.

[5] Savunma sanayiinin Türkiye’nin eksen siyasetindeki artan rolü için, bkz. Sedat Yılmaz ve Yahya Madra, “Eksen siyasetinin yapısal sınırları,” Gazete Duvar, 29 Mayıs 2019. İnşaat odaklı birikim stratejisine geri dönüş ve ihracata yönelik birikim stratejisinin sınırları için, bkz. Şehriban Kıraç, “Doç. Dr. Ümit Akçay Türkiye’de yabancı sermaye kalmadığına dikkat çekti: Rota yeniden inşaata döndü”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2022.

[6] Türkiye’de sermayenin farklı kanatlarının iktidar ile olan ilişkisi ve TÜSİAD’ın yeni bir “devlet projesi” gereksinimi üzerine toparlayıcı bir değerlendirme için, bkz. Kansu Yıldırım, “‘Sermaye’ Yeniden Hegemonya Tesis Ederken: Devlet Projesi ve KrizSiyasal İktisat, 22 Aralık 2021.

[7] Örneğin, bu kriz koşullarında bile Koç Holding’in kârlılık performansı, enflasyon ve devalüasyon etkilerini de aşan şaşırtıcı bir eğilim sergiliyor. “Koç Holding’in 3. çeyrek kârı 4 kat arttı”, Capital, 5 Kasım 2022.

^