TANZİM SATIŞLAR VE ÖTESİ

3 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Tanzim Satış hamlesi iktidarın yararına mı, zararına mı? Ana muhalefet bu “gollük pozisyonu” niye değerlendiremiyor? CHP kurmaylarının “normalleşme” çağrısı ne anlama geliyor? Gittikçe derinleşen ekonomik krize karşı alternatifler neler? Bu resimde HDP nerede duruyor? İki iktisatçı, Kenan Erçel ve Yahya Mete Madra, bu soruları ve ötesini tartışıyor. 

Kenan Erçel: AKP’nin enflasyonla mücadele kapsamında sebze fiyatlarındaki pahalanmayı frenlemek için yerel seçimler arifesinde giriştiği Tanzim Satış hamlesi ülke gündeminin üst sıralarında birkaç haftadır. Muhalif cenah diyebileceğimiz kesimin verdiği tepki kabaca ikiye ayrılabilir. Bir yanda, bu uygulamanın iktidarın çaresizliğini ayyuka çıkardığını, ucuz sebze kuyruklarının, hele seçimler için son düzlüğe girildiği bir safhada, AKP’yi zor duruma düşürdüğünü söyleyenler var.

Gerçekten de bundan bir ay önce birileri çıkıp AKP’nin büyük şehirlerde –pazar esnafını, manavları küstürmeyi göze alıp– sanki bir afet bölgesine yardım götürürcesine seyyar sebze satışlarına başlayacağını söylese pek ciddiye alınmazdı herhalde. Diğer yandan, bu hamlenin halkın geniş bir kesimince takdir toplayabileceğini, ucuz sebzenin AKP’ye oy olarak dönebileceğini düşünenler var.

Senin Twitter’da yaptığın paylaşım da bu minvaldeydi. Sanırım meramın, ekonomik krizden medet umma rehavetine kapılma riskine karşı uyanık olmak. Ve fakat görünen o ki, her iki taraf da muhalefet partilerinin, özellikle de CHP’nin, bu durumdan istifade etmekte basiretsiz davrandığında hemfikir.

Peki ama, CHP kendisine altın tepside sunulan bu fırsatı değerlendirmekte niçin bu kadar tutuk? Ve nasıl oluyor da kuyruklarda mikrofon uzatılan bazı vatandaşlar pahalılığın sorumlusunun CHP olduğunu iddia edebiliyor?

Yahya Mete Madra: Tanzim satış kuyruklarını krizin somutluğunun iktidar tarafından ikrarı olarak okuyanlar, Erdoğan’ın “bir mermi kaç para?” seslenişini iktidar adına bir zafiyet itirafı olarak yorumlayanlar haksız değil. Fakat dar gelirli vatandaşlar krizi tüm somutluğuyla, özellikle enerji ve gıdadaki fiyat artışlarıyla yaşamaya başlamışken, krizin varlığını inkâr etmek, kabullenip olumsuz etkilerine karşı önlem almaktan daha riskli bir strateji olacaktı. Bu noktada AKP krizi kabullenip krizin etkilerine karşı etkin mücadele eden aktör rolünü oynamayı tercih etmiş görünüyor.

Ve evet, eğer “normal” bir sürecin içinden geçiyor olsaydık, AKP’nin hamlesinin Ruşen Çakır’ın ifadesiyle, “bumerang” misali dönüp kendisini vurması ihtimal dahilinde olabilecekti belki. Ne var ki, 15 Temmuz ertesinde ilan edilen, “Yenikapı mutabakatı” ile siyasi olarak perçinlenen ve resmi olarak kaldırılmış olmakla birlikte fiilen devam eden OHAL koşulları söz konusu.

Bu bakımdan, ekonomik krizin nasıl çerçevelendiği, nasıl tanımlandığı çok önemli. Fiili OHAL koşulları meşruiyetini Türkiye’nin beka tehlikesi altında olduğu iddiasına dayandırıyor. Ve ne yazık ki, bu varoluşsal tehdit anlatısı toplumda yaygın bir şekilde kabul görmüş durumda. “Yenikapı mutabakatı”ndan kastettiğimiz tam da bu. O mutabakatta dışlanan, Rancière’in tabiriyle, toplumun “parçası olmayan parçası” (part of no part) olarak işaretlenen, HDP ve Kürt siyasi iradesidir.

CHP hem Yenikapı’ya giderek, üstelik sahnede eğreti bir şekilde yer almayı da kabul ederek, hem de ondan önce, başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere, önde gelen Kürt siyasetçilerinin rehin alınmasının yolunu açacak şekilde dokunulmazlıkların kaldırılmasına –üstelik “anayasaya karşı olduğunu” bilerek– evet oyu vererek siyasi olarak yeni oluşmakta olan rejimin parçası olmayı kabul etmiş durumdadır. Tam da bu yüzden CHP, AKP’ye karşı inandırıcı bir muhalefeti örgütleyememektedir.

Tanzim satış kuyruklarını krizin iktidar tarafından ikrarı olarak okuyanlar, Erdoğan’ın “bir mermi kaç para?” seslenişini zafiyet itirafı olarak yorumlayanlar haksız değil. Fakat krizin varlığını inkâr etmek, önlem almaktan daha riskli bir strateji olacaktı. AKP krizi kabullenip, etkin mücadele eden aktör rolünü oynamayı tercih etmiş görünüyor.

Erçel: AKP’nin, memleketteki her türlü olumsuzluğu iç ve dış mihrakların T.C.’nin altını oymak için çevirdikleri oyunlara bağlamasına o kadar alıştık ki, Kartal’da çöken bina yetkililer tarafından Pensilvanya ya da Kandil’e fatura edilse şaşırmayacaktık. Devlet Bahçeli, önümüzdeki seçimlerde MHP’nin yeterince ilçe almadığından yakınan parti mensuplarına “Bana belediye mi, beka mı diye sorarsanız, beka derim” buyurdu. Erdoğan attığı “Zillet İttifakı” tweet’iyle iyice el artırdı. Sanki Türkiye yerel seçimlere değil, oy pusulasında ölüm ve kalım seçeneklerinin olduğu bir referanduma gidiyor; “kalım” eşittir Cumhur İttifakı demeye gerek yok herhalde.

Bir yandan, kullanıla kullanıla beka söyleminin inandırıcılığı gittikçe aşınmaya başladı. Gene de azımsanamayacak miktarda alıcısı var anlaşılan hâlâ bu hamasetin. Nitekim, işaret ettiğin üzere, bekaya yönelik bir tehdit algısı Millet İttifakı saflarında da mevcut. İyi Parti’yi zaten geçtik de, CHP’nin, HDP’nin ötekileştirilmesine/öcüleştirilmesine, birkaç cılız ses haricinde, cevaz vermesi ana muhalefet partisinde ulusolculuğun sosyal demokratlığa çok daha ağır bastığını bir kez daha gösteriyor. “Ulusolcu” demişken, bu tabirdeki “sol” da nostaljik bir kalıntıdan ibaret zaten. Zira, tanzim sebze satışları konusunda CHP’nin sergilediği edilgen tavrın bir sebebi de partinin ekonomiye dair özgün bir kelâmının olmayışı herhalde. Tamam, özelleştirmeleri –biraz da Atatürk’ün mirasına hıyanet üzerinden– kınama ve “tarımı bitirdiniz” serzenişi var, ama beka meselesinde olduğu gibi, ekonomide de hakiki bir karşı-hegemonik söylemi, anlatısı yok CHP’nin. Haksızlık mı ediyorum?

Madra: Bence hayır. CHP gerek siyasette gerek ekonomide Türkiye’nin, Cumhuriyet’in kangrenleşmiş sorunlarına derman olabilecek, kapsamlı bir karşı-hegemonik söylem üretmekten imtina ediyor, sanki AKP kendiliğinden çöksün de sıra kendisine gelsin diye bekliyor. En fazla bir “normalleşme” öneriyor. Burada şunu sormak zorundayız: CHP küresel neoliberalizmin “iyi yönetişim” başlığı altında düzenlediği yönetim zihniyetini “biz daha iyi uygularız”dan başka ne söylüyor?

CHP’nin iktisat ideolojisinin önemli metinlerinden biri Refik Gürkaynak ve Selin Sayek Böke’nin, AKP Gezi-sonrası virajını alırken yazdıkları kısa değerlendirme yazısıdır. Bu yazıda ve örneğin Daron Acemoğlu’nun son dönem yazılarında ve verdiği söyleşilerde belirginleşen sol-liberal ve kurumsalcı yönelimin bize söylediği özetle şu: AKP’nin iktidarının ilk yıllarında yaptığı doğruydu, CHP o kurumsal çerçeveyi –kurullarla idare, bütçe disiplini, akılcı para politikaları– restore etmeli ve birikim rejimini inşaat, altyapı, turizm gibi düşük katma değerli sektörlerden teknoloji ve bilime dayalı yüksek katma değerli sektörlere yöneltmenin koşullarını oluşturmalı. Belki sol bir vurgu olarak toplumsal yardım ve yeniden dağıtım politikalarını daha evrensel ve eşitlikçi bir çerçeveye oturtmalı deniyor.

Sosyal politika alanındaki sol vurguyu kenara koyduğumuzda, akla gelen ilk soru şu: Bugün geldiğimiz noktada CHP’nin restore etmeye talip olduğu neoliberal politikaların hiç mi sorumluluğu yok? Bütün mesele, AKP’nin bu politikaları yanlış uygulaması, bütünlüğünü bozması, manipüle etmesi mi?

Bahçeli “Bana belediye mi, beka mı diye sorarsanız, beka derim” buyurdu. Erdoğan “Zillet İttifakı” tweet’iyle iyice el artırdı. Sanki Türkiye yerel seçimlere değil, oy pusulasında ölüm ve kalım seçeneklerinin olduğu bir referanduma gidiyor; “kalım” eşittir Cumhur İttifakı.

Erçel: Söz konusu Gürkaynak – Böke imzalı yazıda, AKP’nin Kemal Derviş’ten devraldığı akılcı politikaları terk etmesinin zamanlama itibariyle 2008 küresel ekonomik kriziyle çakışmasının Türkiye’deki yanlış gidişatı, doğru reçeteden sapmayı gölgelediği tespiti var. Bu tespiti buradaki tartışmaya şöyle uyarlamak mümkün belki: AKP’nin iktisadi icraatlarının vahim çarpıklıkları CHP’nin kendi yetersizliklerini, AKP ile örtüştüğü alanları maskeliyor. İktidarda olmamanın sağladığı bir masumiyet de var tabii.

Biraz ABD’deki duruma da benziyor sanki: Cumhuriyetçilerin gelir/servet dağılımındaki adaletsizliği pekiştirmeye, sosyal devleti budamaya yönelik çabalarıyla mukayese edilince Demokratlar daha muteber, daha ilerici görünüyor, ama aslında aralarında önemli bir ortak payda var: ekonominin “gereklilik”lerine dair mutabakat.

Örneğin, her vatandaşa devletten sağlık sigortası talebine –“Medicare for All”– itiraz sadece Cumhuriyetçilerden değil, Demokrat siyasetçilerden de geliyor, hem de gayet güçlü bir şekilde. Zaten 2016 seçimlerinde Trump ve Sanders’ın sürpriz yükselişi ABD seçmeninin de bu müesses nizamdan bıkkın, rahatsız olduğunu tescilledi.

Peki, Türkiye’de bu sıkışmışlıktan mustarip seçmen neylesin? CHP’nin “neoliberal iyi yönetişim” modeli ile AKP’nin rant odaklı “neo-merkantilist şirket-devlet” modeli cenderesine alternatif bir vizyon var mı ortalıkta?

Madra: Aslında önümüzdeki seçimin yerel seçimler olduğu göz önüne alındığında –tabirin iyi anlamıyla– bir “üçüncü yolu” tasarlamanın ve uygulamaya koymanın daha mümkün olduğunu bile söyleyebiliriz. HDP’nin 2013-2015 döneminde geliştirmeye çalıştığı bölgesel ölçekte, belediyeleri kaldıraç olarak kullanmayı tasarlayan “Demokratik Ekonomi” programı tam da bir “üçüncü yol”du.

Bu “üçüncü yol”un temel düsturu toplumun ve ekonominin demokratikleştirilmesidir. Demokratikleşmenin bir yolu mahalle, kadın ve gençlik meclisleri aracılığıyla yerel yönetimleri (katılımcı bütçe vb. uygulamalarla) katılım süreçlerine açmak ise, bir öteki yolu da üretici ve tüketici kooperatifleri aracılığı ile üretim tarzı seviyesinde bir toplumsal dönüşümü tetiklemek. Ekonominin sadece büyük kapitalist şirketlerden ve finansal aracılardan değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerden, zanaatkârlardan, aile işletmelerinden, küçük ölçekli çiftçilerden ve çok büyük çeşitlilik içeren bir enformel sektörden oluştuğu fikrinden ilham alan “çoklu ekonomi” kavramı Demokratik Ekonomi’nin odağında yer alıyor. HDP (ya da BDP) sol popülist bir siyasi parti olduğu ölçüde, özellikle bölgede, farklı toplumsal sınıflardan müteşekkil bir toplumsal koalisyonu bir arada tutmak zorunda. Ekonominin çoklu bir yapı olduğu saptamasından yola çıkıldığında hem belediyelerin “kapitalist” blok tarafından kuşatılma riski tanınmış oluyor hem de belediyelerin demokratikleşme süreçlerini uygulamasını mümkün kılacak, merkezinde kooperatiflerin olduğu, ama diğer kapitalist-olmayan ya da yarı-kapitalist melez yapıları birbirine eklemleyen “demokratik ekonomi” bloğunun örgütlemesi bir ekonomi politik program olarak gündeme alınabiliyor.

Ekonomi ile siyasetin Türkiye sathında en iç içe geçtiği alan belediyeler. AKP’nin kapitalizmin krizine –ki, bu içinden geçtiğimiz sürecin adını doğru koyalım, döviz krizinden ya da borç krizinden söz etmiyoruz, bizzat kapitalizmin, yani birikim rejiminin krizinden bahsediyoruz– verdiği yanıt, başkanlık sisteminde vücut bulduğu şekliyle iktidarı her alanda –siyaset, iktisat, kültür, yargı, eğitim vb.– tek bir elde toplamak, tüm toplumu bu merkezin çevresinde tahkim etmektir.

Bu “merkezileş(tir)me” hamlesinin karşısında CHP’nin “normalleşme” çağrısı yetersiz kalıyor, çünkü aslında herkes birikim rejiminin krizinin normalleşerek –yani Derviş’in teslim ettiği fabrika ayarlarına dönerek– çözülebilecek bir kriz olmadığının farkında.

HDP’nin, eğer bugün siyaset yapmasına, toplumun somut sorunlarına eşitlikçi, katılımcı ve ekolojik çözümler üretmesine ve önermesine müsaade edilseydi, kapitalizmin krizine karşı “demokratikleşme” seçeneğini daha güçlü bir şekilde öne sürebilirdi. Ama, televizyonlarda HDP’nin tartışıldığı, HDP’nin konu olarak önceden açıklandığı programlarda dahi HDP’yi temsil eden tek bir kişi bile çıkamıyor ekranlara.

Erdoğan’ın ona oy veren kitleyi “konsolide” etmek için kullandığı kutuplaştırma siyaseti –Schmitt’in tabiriyle “dost ve düşman” siyaseti– kitleler üzerindeki büyüsünü yitirmedikçe “normalleşme” ikna edici siyasi bir seçenek olarak belirmiyor. Durumu şöyle formüle edebiliriz: Normalleşmek için normalleşmeden fazlasına ihtiyacımız var.

Erçel: HDP’nin “Demokratik Ekonomi” programı bahsettiğimiz ikilemi aşan, yeni bir paradigma önermekle birlikte, pratikte sınanamamışlığın avantajına da sahip. Öte yandan, sınanmamışlığın faturasını HDP’ye kesmek hakkaniyetli olmaz. Önümüzde “kayyum” diye bir vakıa var mesela. Kayyum atanan belediyeler olgusu söz konusu beka paranoyası üzerine bina edilmiş merkezileşme sürecinin OHAL koşullarında aldığı en absürt biçimlerden biri. Ve bölgedeki illerdeki belediyelere kayyum atandığında birkaç istisna dışında sessiz kalan CHP böylelikle bu merkezileştirme sürecine destek vermiş oluyor. Aynı zihniyet Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 24 Ocak 2019’da kabul edilen Türkiye raporuna CHP’li temsilcilerin red oyu vermesinde de kendini göstermişti. CHP’liler red oylarını raporun fazla HDP/Kürt meselesi odaklı olmasıyla gerekçelendirmişti.

Madra: Hadi raporun odağına muhalifler, neden çekimser kalmıyorlar da red oyu veriyorlar? Ya da metne eklemeler yapmayı talep etmiyorlar? Demek ki o noktada CHP muhalefeti “Yenikapı mutabakatı”nın sınırlarına dayanıyor.

Erçel: Kayyum olgusuna dönersek, kayyum rejiminde somutlaşan merkezileşme kapitalizmin krizine karşı demokratikleşmenin bir seçenek olarak önerilmesinin koşullarını ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla, toplum merkezileşme ve normalleşme seçenekleri arasında sıkışıp kalıyor. Ama normalleşme ne iktisadi olarak mümkün –çünkü küresel ekonomi 2002-2008 ve hatta 2009 sonrası dönemin likidite bolluğunun çok uzağında; çünkü Türkiye ekonomisi inşaat, altyapı, enerji yatırımlarıyla gidebileceği yolun sonuna gelmiş durumda– ne de beka tehdidi algısı ortadan kalkmadıkça siyasi olarak mümkün. Erdoğan’ın ona oy veren kitleyi “konsolide” etmek için kullandığı kutuplaştırma siyaseti –Schmitt’in tabiriyle “dost ve düşman” siyaseti– kitleler üzerindeki büyüsünü yitirmedikçe “normalleşme” ikna edici siyasi bir seçenek olarak belirmiyor. Belki de durumu şöyle formüle edebiliriz: Normalleşmek için normalleşmeden fazlasına ihtiyacımız var. Zira 2008 öncesindeki “normal”in 2019 Türkiye’si için çare değil ve ikna gücü yok.

Reisçilerin lider kültü ve bu kesintisiz seferberlik hali belli bir tutkudan gücünü alıyor. Bu tutku içgüdüsel bir süreç değil, belli bir fantezinin, “Yeni Türkiye” fantezisinin dinamiği. Tüm fantezileri harekete geçiren ve fantezinin bir türlü gerçekleşememe durumunu açıklamak için kullanılan bir etken vardır: “günah keçisi”.

Madra: Reis çevresinde merkezileşme siyasetine yatırım yapan kitlede “zaten kim normalleşme istiyor ki?” tavrı hâkim. Sanki, “normalleşme,” eski Türkiye’ye, onun Ortadoğu’da pısırık davranan, NATO’nun uysal piyadesi olarak emperyalist güçlerin bir piyonu olan, dünya sahnesine çıkma cesareti olmayan, “monşerler”in iktidarda olduğu “ezik” Türkiye’ye dönüş demek. Reisçilerin lider kültü ve 15 Temmuz göstereni çevresinde kurmaya çalıştıkları bu kesintisiz seferberlik hali belli bir tutkudan gücünü alıyor. Belki siyasetin alışılageldik kavramlarından bakışla bu tutkuyu anlamak kolay değil, ama ciddiye almak zorundayız. AKP’ye oy veren bütün toplumsal katmanlar bu ruh halinde olmayabilir, ama hatırı sayılır ve sesi çıkan bir kitle böyle düşünüyor, böyle davranıyor. Bunun “maaşlı trol” deyip geçilemeyecek kadar geniş bir kitle olduğu gerçeği ile yüzleşmek gerekiyor. Kürtlere yönelik, artık sıradanlaşan ırkçı şiddet –en son örneklerini Amedspor ve Cizrespor’un maruz kaldığı linç saldırılarında gözlemliyoruz– bu hınççı tutkunun en somutlaşmış hali. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri hamlelerine verilen geniş toplumsal destek de buradan besleniyor.

Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Bu tutku doğal, içgüdüsel bir süreç değil, belli bir fantezinin, “Yeni Türkiye” fantezisinin çerçevesini kurduğu, bu çerçeve içinden enerjisini yeniden üreten bir öznellik dinamiği. Tüm fantezileri harekete geçiren ve fantezinin bir türlü gerçekleşememe durumunu açıklamak için kullanılan bir etken vardır, “günah keçisi” dediğimiz. “Yeni Türkiye” fantezisinin günah keçisi “terörist” göstereni ile işaretlenen ve “yerli ve milli” olanın –sanırım bu Türk-Sünni kimliğine tekabül ediyor– dışında kalan her kesimdir: Öncelikle Kürtler, ama tabii ki Cemaat mensupları, Suriyeliler, Aleviler, solcular, liberaller; kısacası tüm “gavurlar”, Yeni Türkiye fantezisinin çerçevelediği tutkuyu ateşleyen ögelerdir. “İç ve dış mihraklar” kalıbı bu unsurların yabancı güçlerle işbirliğinin de bu fantezinin önemli bir parçası olduğu anlamına geliyor.

Tabii, Freud’un “gerçeklik ilkesi” dediği noktadan bu merkezileştirme şehvetine baktığımızda görülen tablo neredeyse “Yeni Türkiye” fantezisinin negatifi: Emperyalist güçlere karşı başkaldıran, eksenleri birbirine vuruşturarak kendi tam bağımsızlığının idrakine varmış ve onun gerekliliklerini icra eden bir Yeni Türkiye değil karşımızdaki. Tam tersine, karşımızda Suriye’de belli alanları işgal etmiş olsa dahi, gerek Esad’ın Fırat’ın batısında inisiyatifi ele almış olması gerek Kürt güçleri öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri’nin Fırat’ın doğusundaki başarısı bakımından yenilgiye uğramış bir Türkiye var. Tam tersine, iki eksen arasında bînamaz, bir yandan ABD ile ilişkileri dibe vurmuş, diğer yandan Rusya tarafından kelimenin her anlamıyla kullanılan bir Türkiye var. Tam tersine, dışa bağımlı ekonomisi çok uzun sürecek bir krizin daha henüz ilk etkilerini hissetmekte olan bir Türkiye var. Ama soru şu: Türkiye halkı, özellikle Reis’in çevresinde kenetlenen kitleler, bu yenilgi ile yüzleşebilecekler mi, bu yenilgiyi hazmedebilecekler mi? Türkiye Devleti’nin HDP’nin 7 Haziran seçim başarısını, TBMM’de üçüncü parti olarak 80 milletvekiliyle, hem de MHP’nin önünde, temsil edilmesini ve daha da “korkuncu” HDP’nin geçici hükümet dönemi boyunca bile olsa MGK’ya girebilme olasılığını hazmedemediğini biliyoruz. Ama bugün sorun daha da derin. Toplumsal düzeyde varoluşsal bir hayal kırıklığına doğru gidiyoruz. Bilhassa böylesine derin ve öznellik seviyesinde yaşanan kriz konjonktüründe, devlet aygıtının başında bu kitlenin sırtını kollayacağı umulan/inanılan bir lider figürünün olması önemli bir çıpa görevi görebilir. İşte tam da bu yüzden Tanzim Satış icraatının iktidarın işine yaramayacağını iddia etmek zor.

Tanzim Satış hamlesinin geniş toplum kesimleri tarafından nasıl anlamlandırılacağı, AKP’nin yarar hanesine mi, yoksa zarar hanesine mi yazılacağı siyasi-ideolojik bir mücadele meselesi.

Erçel: Evet, gerçeklik ile hayaller arasındaki makas açıldıkça inançlarını sorgulamak yerine fanteziye daha sıkı sıkıya sarılan, o fantezinin ikonu olan baba figürüne daha çok tapınan bir kitle var. Gerçeklik ile hayaller arasındaki makas demişken, sırf 2018 genel seçimlerinden bu yana çok övünegeldiği alanlarda AKP’yi zor duruma düşüren peşpeşe o kadar çok hadise cereyan etti ki: Çorlu tren “kazası”, 3. İstanbul Havalimanı işçi eylemleri, Rahip Brunson ve döviz krizi, Kartal’da çöken bina vs. işlerin hiç de yaldızlanıp parlatıldığı gibi gitmediğini gözler önüne serdi. Bütün bunların üstüne hem de yerel seçimlere yakın bir tarihte bir de Tanzim Satış’ın eklenmesi muhalif kanat için bir ümit ışığı oldu. Bunun, tünelin sonundaki ışık değil, belki de karşı istikametten gelen trenin ışığı olabileceği ihtarında bulunmaksa AKP’nin gücünü abartmak, mağlubiyete çanak tutmak şeklinde yorumlanabiliyor. Ve bu yüzden Tanzim Satış’ın iktidarın aleyhine işlemeyebileceği saptaması muhalif kesimde, amiyane tabirle, “bu da mı gol değil?” itirazıyla karşılanabiliyor.

Madra: Tanzim Satış hamlesinin geniş toplum kesimleri tarafından nasıl anlamlandırılacağı, AKP’nin yarar hanesine mi, yoksa zarar hanesine mi yazılacağı siyasi-ideolojik bir mücadele meselesi. Bu manevranın AKP’nin aleyhine olmayabileceğini söylerken söz konusu mücadelenin açık uçluluğunu inkâr ediyor değiliz. Tanzim Satış kuyruklarının, kelimenin iyi anlamıyla, politize edilmesinde son derece fayda var. Bu bağlamda bir başka nokta da bu kuyrukların bizzat bir karşılaşma alanı olması. Bu noktaya Sinan Erensü dikkat çekti. Evet, kamusal alanda insanlar kendilerini artık çok daha dikkatli bir şekilde sansürlüyor, ama bu kuyruklarda gündemi ekonomik kriz olan bir kamusal alan oluşuyor ve bu, iktidar açısından beklenmedik etkiler yaratabilir. Bu açıdan, bir yandan Türkiye’yi Tanzim Satış noktasına getiren gıda ürünlerindeki fiyat patlamasının tarihsel nedeni olarak tarımın son 15 yıldaki neoliberal yeniden-yapılandırılması sürecini anlatmak –bu konuda Orkun Doğan’ın değerlendirme yazısına bakılabilir–; diğer yandan, Tanzim Satış’ı “piyasaya müdahale ediliyor” diye eleştirmek yerine, neden yeterince yaygınlaştırılmıyor –sadece İstanbul ve Ankara’da ve seçime kadar uygulanması planlanmış–, neden daha kapsamlı, küçük üreticiyi koruyucu, üretim ve tüketim kooperatiflerini destekleyen ve ihdas eden bir tarım reformunun parçası olarak kurgulanmıyor diye sorgulamak gerekiyor. Son tahlilde, çok derin bir kriz sürecindeyiz ve krizin faturası en ağır şekilde dar gelirlilere, borç yükü altındaki hane halkına, emekçilere ve emeklilere çıkacak. Sol, Tanzim Satış konusundaki muhalefetini bu gerçekliği odağına alarak kurmalı. Aksi takdirde AKP kendi mağdur ettiklerinin kurtarıcısı olarak “beka”sını sürdürecek.

^