OSMANLI’YI VE II. MEHMET’İ NASIL BİLİRİZ?

Söyleşi: Yücel Göktürk
30 Haziran 2020
SATIRBAŞLARI
İtalyan ressam Gentile Bellini’nin II. Mehmet portresini İBB’nin satın alması çok boyutlu bir tartışmaya yol açtı. Konu tarih, hele Osmanlı tarihi olunca mitoloji ve ideoloji gene iç içe geçti. Müzayede alımına –İBB’nin Sabancı Müzesi’nden daha yüksek bir pey sürüp 7 milyon liraya tablonun sahibi olmasına– Fatih mitolojisi ve fetih ideolojisi dayanak yapıldı. Filmi en başa saralım: 1450’lerde İstanbul nasıl bir şehirdi, fethi ve başkent yapılması ne anlama geliyordu, karşı çıkanlar ne diyordu? Dahası, II. Mehmet nasıl bir padişahtı, Fatih Kanunnamesi oğul ve kardeş katlini nasıl meşrulaştırıyordu? Cem Sultan hangi kesimleri temsil ediyordu? Ve asıl önemlisi, Osmanlı tarihi nasıl “ütüleniyor”? Bu sorular etrafında kısa bir gezinti yapmak üzere tarihçi Cemal Kafadar’a bağlanıyor, Bir+Bir dergisindeki nehir söyleşinin ilgili bölümlerini Mayıs 2010, Eylül 2010 ve Mart 2011 tarihli sayılardan aktarıyoruz.
Gentile Bellini, Fatih ve Genç bir Mevki Sahibi’nin Portresi, 1481
 

1600’lerde, İstanbul’da 600 küsur kahve olduğunu söylediniz. Üstelik bunların çoğu sazlı, sözlü, meddahlı, Karagöz’lü. İstanbul bu sosyo-kültürel dinamizmini neye borçlu?

Cemal Kafadar: Bir, siyasi olaylar çerçevesinde; iki, 16. yüzyılın ilk yarısına ait birtakım sosyolojik gelişmeler çerçevesinde bakmak gerekiyor. Öncelikle siyasi tarafından bakalım. 1516-17’de Yavuz Selim’in fetihlerinin, Kahire’nin fethinin muazzam etkisi var İstanbul şehir kültürünün oluşumunda. Yepyeni bir şehir hayatı var Kahire’de; kukla oyunu, gölge oyunu çok gelişkin. İbn-i Danyal diye çok meşhur bir kukla oynatıcıları var. Tıflî’nin meddah olarak ulaştığı şöhret gibi bir şöhrete sahip. Aynen Tıflî gibi, yarı mitik, yarı tarihi bir karakter. Kahire büyük bir nüfus odağı o yıllarda, 200-250 bin kişinin yaşadığı bir şehir. Dolayısıyla, Arap alemiyle bütünleşen bir siyasi yapının ortaya çıkması, Arap coğrafyasının entegrasyonu İstanbul’un Osmanlı coğrafyasının kültür merkezi olmasında çok önemli bir rol oynuyor. Ama aynı şekilde, Anadolu Türkmenliğinin Osmanlı yapılarıyla tanışması ve metazori de olsa onların hakimiyeti altına girmesi de çok önemli, çünkü sonradan âşık edebiyatı olarak palazlanacak, kahvehanelerde serpilecek kültür, daha çok Türkmen çevrelerin Anadolu’dan İstanbul’a taşıdığı bir kültürel kodun evrilmiş hali.

Cemal Kafadar

Yani Osmanlı’dan çok diğer beyliklere borçluyuz bu kültürel zenginliği…

Önemli ölçüde öyle. Anadolu’nun bütünleşmesi hikâyesini büyük bir demir ütüyle ütülüyoruz. Sanki Anadolu’daki değişik kimlikler, birimler Türk birliği altında, bir Türk bayrağı altında birleşmek için can atıyorlar da, kimin nasıl yapacağına karar veremiyorlar. Osmanlı’nın Anadolu’ya egemen olması 200 küsur sene sürüyor ve kanlı, zulümlü yollardan geçiyor. 1530’lara kadar İstanbul hâlâ en büyük şehir değil, en önemli şehir de değil. Fatih döneminin sonlarında İstanbul’un nüfusu 70-80 bin. Kahire çok daha büyük bir şehir, Halep de öyle. Bursa ve Edirne de o çapta şehirler. Kültürel olarak Bursa çok önemli o devirde. Mesela, Lamii Çelebi (1472-1533) gibi adamlar Bursa’da sürdürüyorlar hayatlarını. Ama 50 yıl sonra, o tür adamların hepsi İstanbul’a gitmek zorunda kalıyor. Şimdilerde olduğu gibi, İstanbul’a akın akın insan geliyor. Tam tarih vermek çok zor, ama 16. yüzyılın ilk yarısında Arap coğrafyasıyla ve Anadolu Türkmen coğrafyasıyla, kendi içinde gerilim unsurları taşıyan bir entegrasyon oluyor. Osmanlı devlet şemsiyesi, eksikli gedikli de olsa kendini tesis ediyor buralarda. Ve bu entegrasyon İstanbul’un sonraki kültürel ve sosyal gelişmesi için çok önemli rol oynuyor.

Anadolu’nun bütünleşmesi hikâyesini büyük bir demir ütüyle ütülüyoruz. Sanki Anadolu’daki değişik kimlikler, birimler Türk birliği altında, bir Türk bayrağı altında birleşmek için can atıyorlar da, kimin nasıl yapacağına karar veremiyorlar.

İstanbul’un fethinden yüzyıl sonrasını konuşuyoruz. Fethedildiğinde, İstanbul henüz bu coğrafyanın kültürel, sosyal merkezi değil. Hatta, fetih sonrasında Edirne’nin başkent kalması isteniyor. Bu Edirne-İstanbul çatışmasının ardında bir sınıfsal gerilim var, değil mi?

Bu çok önemli. 1453’ten sonra, en az 50-60 yıl bu gerginlik sürüyor. İstanbul’un başkent olması, başka türlü bir devlet düzeni, devlet anlayışı, imparatorluk tarzı demek olduğu için muhalefet ediliyor. Saltukname’de çok çarpıcı bir hikâye var. Bir gazi beyi rüyasında Sarı Saltuk’u görüyor. Saltuk ona diyor ki, “İstanbul’u payitaht yapmayın”. Bir anahtar veriyor, “Bu anahtar İstanbul’un anahtarıdır ve hep Edirne’de kalmalı” diyor. Saltukname’de ortaya çıkan ses, İstanbul’un emperyal bir merkez olmasını istemeyen ses. Şehre girmeyen, girmek istemeyen mutasavvıflar var. Akşemsettin (1389-1459) mesela, fetihten sonra İstanbul’da oturmuyor, Göynük’e gidiyor. Balkanlar’ın bazı uçbeyleri merkezileşmeye muhalif. İstanbul merkezli emperyal bir yapının oluşumu, özerkliklerini yitirmeleri anlamına geliyor çünkü. Birtakım gazi çevreleri, örneğin Mihaloğulları, Malkoçoğulları hiç hoşlanmıyor Fatih’ten. Ama devletle bağlarını tamamen koparmıyorlar. Bu arada Fatih fetihten sonra bir tasfiyeye girişiyor. Örneğin Çandarlı’yı hemen tasfiye ediyor. Bu tasfiye kafasında sırtını dayayacağı yeni bir elit oluşturma projesi olduğuna işaret ediyor. Birtakım “Bizans artıkları”na –bu kelime hakaretamiz kullanılıyor, ben o şekilde kullanmıyorum–, yani bir yerde patrikhaneye yaslanıyor. Patrikhane Fatih’in muazzam bir stratejisi, açılış törenine bizzat katılması çok önemli bir hadise. Fetihten sonra iktidar yeni bir yapının eline geçiyor, uçbeyleri özerkliklerini yitiriyor ve memura dönüşüyorlar.

Benjamin Constant, II. Mehmed’in Kostantiniye’ye Girişi (The Entry of Mahomet II into Constantinople), 1876

Kendi içinde gerilim unsurları taşıyan bir entegrasyon oluyor” dediniz. O gerilim unsurlarından birini çok güzel ifade eden anonim bir dörtlük var: “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok, biçende yok / Yemede ortak Osmanlı…”

Osmanlı devleti en yetkin ve etkili halini kazanırken, devlete ve o aygıta yönelik muhalefet de kimliğini edinmiş –Bektaşilik altında– ve kendi kodlarını oluşturuyor. Osmanlı devleti ve karşısındaki muhalefet, 16. yüzyılın ilk yarısında bu oluşumu yaşıyor. Bu çok gerilimli bir süreç ve hep sürecek. Bir yandan okuduğunuz kıtadaki ses var, bir yandan da çok ciddi bir entegrasyon var.

Kuruluş hikâyesini şöyle öğrendik okullarda: Çekirdek halinde bir merkezî devlet var, Balkan fütuhatı yapılıyor. Bu fütuhatı yapan gaziler Osmanlı; Osmanlı’nın şekillenmiş bir devlet anlayışı, ideolojisi var, onlar da bu ideolojinin taşıyıcıları, Osmanlı yiğitleri…

Osmanlı yiğitleri de bire bir Türk yiğitleri, çünkü bütün Türk yiğitleri, başından beri Türk birliğini tesis eden bir hanedanın yanında olmak ve orada çalışmak istiyorlar, Türk birliği Osmanlılık olarak tecelli ediyor, bunlar da Osmanlı yönetiminde rol alıyorlar. Halbuki böyle bir merkezî yapı henüz yok; söz konusu gaziler şekillenmekte olan Osmanlı ideolojisini, devlet anlayışını benimsemiş değiller, çeşitli kesişmeler olsa da farklı tahayyülleri var.

Saltukname’de çok çarpıcı bir hikâye var. Bir gazi beyi rüyasında Sarı Saltuk’u görüyor. Saltuk diyor ki, “İstanbul’u payitaht yapmayın”. Bir anahtar veriyor, “Bu anahtar İstanbul’un anahtarıdır ve hep Edirne’de kalmalı” diyor. Saltukname’de ortaya çıkan ses, İstanbul’un emperyal bir merkez olmasını istemeyen ses.

Mesela Bedreddin’in sosyal ve siyasi vizyonu, Osmanlılarınkinden farklı görünüyor. Ya da Aydınoğulları’nınki mesela… Aydınoğulları beyi Cüneyt çok anti-Osmanlı bir rol oynuyor, Osmanlılara çok baş ağrısı oluyor. Düzmece Mustafa (Mustafa Çelebi, Yıldırım Çelebi’nin veliaht olan en büyük oğlu, 1392-1422) diye bir olay çıkıyor, ki düzmece olmadığı kuvvetle muhtemel; Osmanlılar, yani sultan I. Mehmet Çelebi’nin (1382-1421) güçleri zar zor altediyor onu. Sonradan bir rivayete göre, o rivayetin çıkması bile yeterince ilginç, Düzmece Mustafa tac-ı taht kavgasını kendisi bırakıyor… Başka bir hikâyeye göre Orhan Gazi’nin kardeşi Alaaddin de tahttan vazgeçiyor. Osman Gazi öldüğünde, Orhan diyor ki ona, “Sen büyüksün, sen başa geç”. Alaaddin de diyor ki, “Bu yol benim yolum değil, ben derviş olacağım”. Çekiliyor, Orhan’a bırakıyor. Böylece kardeş kavgası olmadan ilk taht meselesi hallediliyor. Bunu anlatanlar sonradan Osmanlılarda kardeş katlini tasvip etmeyen kaynaklar. O konuda da tavırlar çok farklı. Her toplum içinde olduğu gibi farklı görüşler, farklı çıkarlar, farklı tavırlar, farklı değerler var. Osmanlılığa hizmet eden, ama kardeş katlini tasvip etmeyenler var.

Fatih Kanunnamesi’nden: “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı alem içün katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz itmiştir. Anında amil olalar.”

Kardeş katli ancak devlet aklıyla meşrulaştırılabilir, insan aklının kolay alacağı şey değil.

Kardeş katlinin Kanunname’ye girişi Fatih’le, ama uygulanması Yıldırım’la başlıyor. Fatih kanuna geçiriyor ve şöyle meşrulaştırıyor: “Zarar-ı âmmdan ise zarar-ı has yeğdür deyu.” Burada âmm, amme; has ise özel, kişisel. Has aynı zamanda sultan soyu demek olabiliyor, orada iki türlü gidebiliriz yorumda. Her halükârda aynı kapıya çıkıyor. “Kamu zararından ise kişi zararı yeğdir deyü, ulemanın ekseriyeti kabul etti” diyor. Ulemadan bir azınlık kabul etmemiş ki, “ekseriyet” diyor. Çok ilginç o da. Hakikaten kardeş katlinin kabulü çok zor. Bir rivayete göre, Düzmece Mustafa “Nefes Baba” olmuş. Bu hikâyelerin anlatılması önemli şeyler gösteriyor. Tabii tersi dönüşümler de olabiliyor. Ruhanî otorite platformundan siyasi otorite platformuna sıçramak da mümkün. İki tarafa da gidebilen bir şey bu. Aslında Düzmece Mustafa’yla bitirmek lâzım Fetret Devri’ni. 1402’de Osmanlı rejiminde çatırdama belirtileri çok bariz, Timur boşa gelmiyor oraya. Nitekim sonraki Osmanlı tarihleri Yıldırım’ı çok eleştiriyor. Yıldırım’ı eleştiren sesler çoktan ortaya çıkmış toplumda. Onlar işte Bedreddin’in babası, Hacı İlbegi / Kızıl Deli gibi çevrelerin ve onların etrafında öbekleşmiş insanların sesleri. Ve 1402’de Yıldırım’ın Ankara savaşı yenilgisiyle tak diye çatlıyor Osmanlı. Fetret Devri dediğimiz hikâyeyi, Çelebi Mehmed’in tahta geçmesiyle (1413) kapatmamak lâzım. II. Murat’ın başlarına kadar, 1422’ye kadar gelir. Düzmece Mustafa “varta”sının atlatılması 1422. 1402’den 1422’ye, o yirmi yıllık süreç erken Osmanlı dönemiyle ilgili farklılaşmaların, çelişkilerin birbirine girdiği, son kozların oynandığı dönem. Bedreddin isyanı da bunun tam göbeğine düşüyor.

Kardeş katlinin Kanunname’ye girişi Fatih’le, ama uygulanması Yıldırım’la başlıyor. Fatih kanuna geçiriyor ve şöyle meşrulaştırıyor: “Kamu zararından ise kişi zararı yeğdir deyü, ulemanın ekseriyeti kabul etti.” Ulemadan bir azınlık kabul etmemiş ki, “ekseriyet” diyor.

Dolayısıyla anlatılagelenin aksine, basit bir taht kavgası değil mesele. Başka bir tasavvur, başka bir düzen tahayyülü söz konusu.

Şehzadeler arasında bile fark olmuş olmalı. Biraz daha ileri gelelim, Cem Sultan’ı öyle bir algılarız ki, abisi II. Beyazıt değil de o başa geçseydi, başka bir yere doğru gidecekti devlet. Bu abartılmıştır, romantize edilmiştir, şudur budur, ama farklı bir yanı var hakikaten Cem’in. Çocuklarından birinin adı Oğuz. Bir dakika şimdi, Osmanlılarda o devirde böyle bir şey kalmamış. Saltukname’yi derlemeleri için talimat veren, Eb-ül Hayri Rumî’ye “Yahu ne güzel anlatıyorsun, git şu hikâyeleri derle, bir kitap yap” diyen, Saltukname’nin önümüze çıkmasını sağlayan Cem Sultan. Beyazıt’ın kültürel patronajında böyle bir şey yok. Kültür üzerinden ne kadar çok siyaset yapıldığını günümüzden de biliyoruz. Burada müthiş tercihler yatıyor. Saltukname, oğluna Oğuz adını vermesi, şu anda aklıma gelmeyen başka şeyler de vardır muhakkak. Cem’e Türkçü demek çok anakronistik olur, ama farklı bir vizyonu var. Cem için dövüşenler Turgut, Varsağı ve Avşar boyları, orta Anadolu’da Tuz Gölü civarında. Sonradan bunların önemli bir kısmının kızılbaş olup Safevilere geçeceğini biliyoruz. Yani Cem, daha önce Karaman’da sancak beyliği yaptığı için şehzade olarak, Konya’da bunlarla yakın ilişki kurmuş ve kendisine siyasi bir taban bulmuş. “Taban” kelimesini isteyerek kullanıyorum. Şehzadelerden şunun ya bunun gelmesi hiç tesadüfî olaylar değil ya da sadece bir saray kliğini ele geçirmekle ilgili değil. Şehzadelik sürecinde bunlar kendilerine ciddi bir siyasi, sosyal taban arıyor. Cem de Konya’da oluşturduğu o tabanı katıyor mücadelesine ama malûm, gerisi trajedi. Ama Cem’le birlikte dövüşenler için bir alternatif doğuyor az sonra. Cem Sultan’ın hikâyesi 1482, Şah İsmail’in taç giymesi 1501. Cem Sultan olayını yaşayan ve orada kaybetmiş insanların çoğu hayatta.

Trabzon seferi sırasında çok yaman bir yardan iniyorlar, orada Fatih çok zorlanıyor. Yeniçeriler onu taşıyarak ancak indirebilecekler, bahşiş istiyorlar. Fatih vermiyor. Bayağı bir gerilim oluyor. Sonunda anlaşıyorlar. Fatih’i bir yamaçtan indirip öteki yamaçtan çıkartıyorlar. Sefer devam ediyor. Trabzon alınıyor.

[Bir Yeniçerinin Hatıraları’nın yazarı] Konstantin Mihailoviç nasıl biri, neler anlatıyor?

Mihailoviç, Sırbistan’da Fatih’in başarısız olduğu Belgrad seferi (1456) sırasında Osmanlılara esir düşüyor. Sarayda kapıkulu teşkilâtı içinde uzunca bir süre görev yapıyor. Mesela, Trabzon seferinde bulunuyor, o seferi çok güzel anlatıyor. Trabzon seferi sırasında çok yaman bir yardan iniyorlar, orada Fatih çok zorlanıyor. Yeniçeriler onu taşıyarak ancak indirebilecekler, bahşiş istiyorlar. Fatih vermiyor. Bayağı bir gerilim oluyor. Yeniçeriler “Sen ne dersen olur” diyen insanlar değiller, kendilerine göre beklentileri, talepleri var, pazarlıkları var. Pazarlık kötü bir şey de değil ki… Yüzyıllar içinde birikmiş gelenekleri var. Birçok toplumda insanların kendilerini korumak için kullanabilecekleri en iyi meşrulaştırıcı argüman gelenek üzerinden tesis ediliyor. Bu gerici bir şey değil. Gelenek dediğimiz zaten hep evrilen bir şey, onlar da bunu biliyor. Neyse, sonunda anlaşıyorlar. Diyelim bin altın veriyor Fatih; onlar da onu taşıyor, bir yamaçtan aşağı indirip öteki yamaçtan çıkartıyorlar. Sefer devam ediyor. Malûm, Trabzon alınıyor. Dönüyor Mihailoviç, bir süre kapıkulu hayatına devam ediyor. Sonra bir fırsatını buluyor, kaçıyor veya öyle anlatıyor: “İlk fırsatını bulunca, hemen kaçtım, çünkü hiçbir zaman kendimi Türklere teslim etmedim, hiçbir zaman gönülden Müslüman olmamıştım”. Neyse… Mihailoviç Osmanlılar hakkında Avrupa’da yazılmış ilk önemli eserlerden birini yazıyor. Enteresan, kendi Slav dilinde değil, Çekçe yazıyor; sonra o çeşitli Slav ve başka Avrupa dillerine tercüme ediliyor, yakın zamanlarda da Türkçeye çevrildi.

Bir+Bir, sayı 3 (Mayıs 2010), sayı 6 (Eylül 2010), sayı 10 (Mart 2011)

^