Grup maçları bitti, 16’ya kalan takımlar eşleşti. Bugün (30 Haziran) önce Arjantin-Fransa, ardından Uruguay-Portekiz karşı karşıya. Kim, nasıl bu tura geldi? İbre kimlerin lehinde, gönüllerde yatan ne? Buyurun tefrikamızın üçüncü bölümüne…
Nerede kalmıştık? “Kısmet faktörü”nde. Ya da onun eşdeğeri olan “Prekazi ilkesi”nde. Grup maçlarının son düzlüğünde ikisi de bizdendi. Bizden, yani mavi formalılardan. Milli marşımızla başlayalım: “Mavi Enternasyonal”…
Tefrikamızın birinci bölümüne zaplayarak devam edelim: “Ezcümle, ‘kazansın’ların en başına Arjantin’i yazıyoruz. ‘Kaybetsinler’in en başına ise Almanya’yı… Bir ‘oh olsun’ çekmek fena mı olur? Sosyal medya kalıbıyla söylersek, ‘dünya birkaç saatliğine güzelleşir’. Ve ‘Kamerun ilkesi’ni hatırlayalım.”
Önceki kupanın şampiyonu, 1938’den beri gruplardan çıkmadığı vaki olmayan Almanya’nın erken vedası mümkün müydü? Twitter’da “Bu kupada erkenden yolculuyoruz. Her şeyin bir ilki vardır. Önce Meksika, sonra İsveç” derken “wishful thinking” frekansındaydık, dilek kipiyle düşünüyorduk.
Dilediğimiz gibi oldu, Meksika müthiş dirençli savunması, canavar gibi orta sahası ve kasırga misali kontra-ataklarıyla Almanya’yı sürklase etti. Sıra İsveç’teydi. 1-0 galibiyetten beraberliğe düştüğümüze hayıflanırken, ama bir yandan da 1-1’in Almanya’ya bavul toplatmaya yeteceği mutluluğundayken… Ah be Jimmy Durmaz!
90+5’te, ceza sahasının kıyısında, o faul yapılır mı! Sonrası kahır. Ve hayranlık: Kroos dahiyane bir serbest vuruş kullandı. Atışı pas olarak yaptı, geri aldı, topu köşeye astı. Jimmy Durmaz’ın faulüne “kısmet faktörü” denebilirdi belki, ama Kroos’un golüne diyecek yoktu.
Boateng’in iki sarı kartla oyun dışı kalmasıyla son on dakikayı on kişi oynayarak kazanan Almanya, Gary Lineker’e ünlü sözünü revize ettirmişti: “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi 82 dakika topun peşinden koşturur. Almanya’nın bir oyuncusu sahadan atılır, dolayısıyla 21 kişi 13 dakika topun peşinde koşturur ve neticede Almanlar bir şekilde kazanır.”
“Spor olsun diye”
Hayaller suya düşmüş gibiydi, ama “Kamerun ilkesi” devredeydi. Kupadan elenmeyi garantileyen Güney Kore, “spor olsun diye” deyişini en radikal şekilde yorumlayarak Almanya’yı hüsrana uğratabilir miydi? İçimizden bir ses maça dakikalar kala şöyle tweet’letmişti: “Büyük sürprize hazırlanalım. Almanya Kore’ye takılıyor, Meksika ile İsveç el ele 16’ya. Ya da Almanya Kore’yi yeniyor, ama İsveç de Meksika’ya galip geliyor ve ikisi averajla gruptan çıkıyor, Almanya eleniyor.”
“Ya da” kısmı yedek kulübesinde kaldı, Almanya Kore’ye takıldı. Hem de ne takılma! Bir yandan Prekazi ilkesi devredeydi –topun canı Kore kalesine girmek istemedi–, bir yandan da Kamerun ilkesi iş başındaydı. Kısmet faktörü de bu kez Almanya’nın aleyhineydi. İsveç maçında takımını ipten alan Kroos’un ayağına eskaza çarpan top o karambolde ofsaytı bozdu, Kore Kim Young-gwon’la golü buldu.
Yine de nefesimizi tutmuş bekliyorduk, neticede Almanların kazandığı bir oyundu bu. Kore kalesini ablukaya almışlardı, maç altı dakika uzatılmıştı. Kaleci Neuer bile hücuma çıkmıştı ki… Kore defansının ileriye açtığı topla buluşan Heung-Min Son bomboş yarı sahayı idmandaymışçasına geçip boş kalenin filelerini havalandırdı. Auf wiedersehen. DAF’tan gelsin. “Kebab Traume”: “Deutschland Deutschland, alles ist vorbei / Wir sind die Türken von morgen (Almanya, Almanya bitti her şey / Biz yarının Türkleriyiz).
Maçtan sonra, Kroos “hak ettiğimiz neyse onu aldık” diyecekti. Meksika yenilgisine mazeret bulunabilirdi, ama İsveç maçı ciddi sinyaller vermişti. Meksika karşısında ziyadesiyle etkisiz kalan Özil ve Khedira’yı kenara alıp taze kan olarak sahaya sürülen Reus ve Rudy de çare olamamıştı. Orta saha, geleneksel “makine intizamı”ndan uzaktı, hücumda Müller’in formsuzluğu aşikârdı, Löw Meksika ve İsveç maçlarında olduğu gibi, yine Mario Gomez’den medet ummuştu.
Yıldızlar ve “o fotoğraf”
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aşağı yukarı. Tefrikanın birinci bölümündeki şu satırların sebebi o çarşambaydı:
“Almanya’nın belkemiği Bayern Münih’in form grafiğine bakılırsa, 2014’teki performanslarını tekrarlamaları zor. Kadronun dört yıl yaşlanması cabası.”
Ve işin latife kısmı: “Ayrıca, yıldızlar da bizden yana. İstatistiklere bakılırsa, Almanya yirmi yıllık fasılalarla şampiyon oluyor: 1954, 1974, 1986, 2014 –iki Almanya’nın birleşmesiyle fasıla 28 yıla çıkıyor. Bu hesapla, en erken 2034’e kadar rahatız…”
Dahası, yeni binyılda yeni bir yıldız haritası zuhur etmişti: 1998’de şampiyon olan Fransa 2002’de gruptan çıkamamıştı, 2006’da şampiyon olan İtalya 2010’da gruptan çıkamamıştı, 2010’da şampiyon olan İspanya da 2014’te… Bu hesaba göre, 2014’te şampiyon olan Almanya’nın da 2018’de gruptan çıkamaması gerekiyordu. Bu yeni haritanın istisnası 2002 şampiyonu Brezilya’ydı. 2006’da gruptan çıkmıştı, ama çeyrek finalden ötesine gidememişti. Almanya da en iyi ihtimalle 2006’nın Brezilya’sı gibi, çeyrek finale kadar gidebilirdi, ancak o bile Meksika yenilgisinden sonra zor görünüyordu, zira gruptan çıkmaları halinde, 16’da Brezilya’yla eşleşeceklerdi.
Gökteki yıldızlardan yerdekilere gelelim. Neuer geçirdiği ağır sakatlık sonrası eski cevvalliğinde değildi, defansın aksadığını bizzat Löw beyan etmişti, önceki kupanın yıldızı ve gol kralı Müller iki senedir tekliyordu, Mario Gomez emekliliğin eşiğindeydi. Ama asıl sorun orta sahadaydı. Ne o ünlü “gegenpressing”den eser vardı ne de rakibi bunaltan pas oyunundan.
Manu Chao kimi tutuyor acaba? Franco faşizminden yakayı kurtarıp Fransa’ya kapağı atan İspanyol anne-babanın Paris doğumlu evladı. Yolun başında Arjantinli rasta-punk grubu Todos Tus Muertos’tan esinlenen, Mano Negra günlerinde “Santa Maradona” şarkısını yapan Manu Chao kimi tutuyor? İspanya? Fransa? Arjantin?
Khedira epeydir “etkisiz eleman” konumundaydı, Özil de kritik maçlarda –Arsenal taraftarlarının da şikâyetçi olduğu üzere– ortada görünmüyordu. İki sezondur fazlasıyla inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Özil Meksika maçında silikti, İsveç karşısında ise 2010’dan beri ilk defa bir dünya kupası maçında yedek oturuyordu. Kore maçında yeniden 11’deydi, ama 90 dakika boyunca varlığını hissettiremedi.
Özet: Kroos’un dediği gibi… Ve de içimizden geçtiği gibi: “O fotoğraf”ın ahı…[i] İster Yeşiller Partisi eşbaşkanı Cem Özdemir’in beyan ettiği gibi, takımın moralini bozmuş olsun, ister Meksika maçından sonra medyada sözü edilen takım içi gruplaşmaları derinleştirmiş olsun, ister akıbetle hiç alâkası olmasın, Almanya’nın elenmesi “o fotoğrafın ahı” dedirtiyor. Metafiziğin bu kadarının bir zararı yok, faydası var. Öyle veya böyle, “dünya birkaç saatliğine güzelleşti”.
“Messive Attack”
Gelelim “kazansın”ların en başına yazdığımız Arjantin’e. Ama önce Massive Attack’in “Karmacoma”sını döndürelim. “Emin misin benimle olmak istediğine / Verecek bir şeyim yok, ona göre…”
Nijerya maçında “karma komalar”a girip girip çıktık 90 küsur dakika. Hırvatistan mağlubiyetinden sonra, “gitmek mi zor, kalmak mı zor”un The Clash’cesi “Should I Stay or Shoud I Go”yu çalmadan önce şu ikircikli satırlar vardı tefrikanın önceki bölümünde:
“Arjantin Nijerya’ya galip gelebilir mi? Karşılarındaki takım kupaya havlu atmış değil, aksine istim üstünde. İzlanda galibiyetiyle 3 puandalar. Grup ikincisi olabilmeleri için Arjantin’le berabere kalmaları yetiyor. Arjantin içinse tek çare galibiyet.”
O tek çarenin asli koşulu “Messive atak”tı, hem Messi’nin sürükleyeceği ataklar hem Messi’ye yoğunlaşarak geliştirilecek ataklar. Ve aynen öyle oldu başlangıçta. Daha ilk çeyrek dolmadan, Messi Banega’nın dört dörtlük pasını Bergkamp’ın sözünü –“Benim için temel olan şey ilk dokunuştur. Kendi zamanını yaratırsın”– yankılarcasına alıp indirdi, akabinde unvanı GOAT’a (Greatest Of All Times / Tüm Zamanların En İyisi) yaraşan bir vuruşla fileleri havalandırdı.
Golle birlikte ekrana art arda iki görüntü geldi: İşaret parmaklarıyla gökyüzünü işaret eden Messi –maçtan sonra “tanrının bizim yanımızda olduğunu biliyordum” diyecek, Dan Soff isimli twitter fenomeni de cevabı yapıştıracaktı: “Nijeryalılar, duydunuz mu, tanrı ırkçılık yapıyor” .
Barok’un ünlü ressamı Caravaggio’nun Maradona isimli eseri:
Messi, golden yirmi dakika sonra, Di Maria’nın düşürülmesiyle kazanılan frikiği kullanmak üzere topun başındaydı. Dakika 34, Prekazi ilkesi devrede: O nefis vuruş milim farkla filelerle değil, direkle buluştu. Ve o dakikadan sonra Messive atak sönmeye yüz tutacak, sahneye “Afrika kartalı” çıkacaktı.
İkinci yarının başında, 51’de, Mascherano’nun “bu ne tecrübe, bu ne acemilik” dedirten hareketini Cüneyt Çakır’ın ıskalamayışı, penaltı noktasını gösterişi, Moses’ın Hırvatistan maçındaki ölümcül hatanın kahramanı Caballero’dan kaleyi devralan Armani’yi ters köşeye gönderişi ve sonrasında, bizleri ekran başında, Maradona ve Arjantin taraftarlarını tribünlerinde fücceten götürecek 35 “karma koma” dakikası…
Taraftarlığın şanı hocaya akıl vermek olduğundan, “alsana artık Agüero’yu” diye köpürüp dururken Maradona’nın sabık damadının nihayet oyuna girmek üzere hazırlandığını görünce bir umut ışığı belirmişti… Çok geçmeden, sağbek Mercado’nun orta çizginin biraz ilerisinde topu önüne atıp yaptığı koşu nedense “olacak galiba” hissi yarattı. Mercado’nun havada süzülen ortasıyla birlikte biz de tribünler de yerimizde doğrulduk… Ve topu ağlarda gördük. “Agüero muydu, o vuruş onun kalemi” derken Rojo’nun sevinç koşusunu idrak ettik. Taç çizgisine geldiğinde, Messi’yi sırtına zıplamış buldu.
Ve hop, kamera Maradona’da. Kendinden geçmiş, orta parmak çekiyor. Kime? O dakikaya azap çektiren kör talihe herhalde… Fakat dört dakika var, arkasından gelecek kayıp zaman cabası. Maazallah bir kaza olmasın. Olmuyor. Derin bir nefes. Saha, tribünler bayram yeri, Maradona küfelik. Koluna girip güç bela götürüyorlar ilkyardım alanına. Hastaneye kaldırıldığı haberi geliyor sonra. Çok geçmeden de iyi haber: Korkulacak bir şey yok. Fransa maçına yetişecek!
Evet, bir sonraki durak Fransa. Ya da Próxima Estación: Esperanza, umut istasyonu. Bir Manu Chao molası verelim. Próxima Estación: Esperanza’dan “Merry Blues” gelsin.
Manu Chao demişken… O kimi tutuyor acaba? Franco faşizminden yakayı kurtarıp Fransa’ya kapağı atan İspanyol anne-babanın Paris doğumlu evladı. Hot Pants olarak başlayıp Paris metrosunda Mano Negra olarak pişen, Madrid’e göçünce Kübalı devrimcilerin Sierra Maestra dağlarında kullandıkları iletişim sisteminin adını alarak Radio Bemba Sound System’a evrilen grupların lokomotifliğini yapan, sonrasında solo devam eden Manu Chao. Yolun başında Arjantinli rasta-punk grubu Todos Tus Muertos’tan esinlenen, Mano Negra günlerinde “Santa Maradona” şarkısını yapan Manu Chao kimi tutuyor? İspanya? Fransa? Arjantin?
Biraz Todos Tus Muertos dinleyelim:
Kırmızı kurdele
Geliyoruz “sadakat ilkesi”ne… Arjantin-Fransa maçında biz kimi tutacağız? Tefrikanın ikinci bölümünde şöyle diyorduk:
“Fransa’nın 16’da büyük ihtimalle Arjantin’le eşleşecek olması, bizim açımızdan fena; yaman çelişki. Ama, son kertede, “sadakat ilkesi”nde ibrenin Arjantin’i göstereceği aşikâr –“Kamerun ilkesi” de devreye girecek ister istemez. Hırvatistan yenilgisi –“hezimet” de diyebiliriz– sonrasında Arjantin, La Casa de Papel’deki mecaz misali, Kamerun konumunda.”
Evet, fena, evet, yaman çelişki, ama artık çözümü “son kertede” değil, Nijerya maçının sonrasında yapılan bir kaydın sosyal medyaya düşmesinden beri, “kırmızı kurdele” kertesinde. Ve formamız, Kamerun ilkesinden bağımsız olarak, çubuklu mavi-beyaz, çünkü sadakat ilkesinin belirleyicisi o “kırmızı kurdele”.
İzlanda maçından sonra, Arjantinli bir gazeteci, annesinin ona uğur olsun diye verdiği, yanından eksik etmediği kırmızı kurdeleyi Messi’ye emanet ediyor, “sakın kaybetme” tembihiyle. Nijerya maçı sonrasında, aynı gazeteci, “hatırladın mı” diyor Messi’ye, “bir kurdele vermiştim”. Messi “hatırlamaz olur muyum” dercesine gülümsüyor, çorabını hafifce sıyırıp sağ ayak bileğindeki kırmızı kurdeleyi gösteriyor. Gazeteci kameraya dönüyor, annesine sesleniyor: “Gördün mü anne?”
Popsuz olmaz, Pop Tops’tan gelsin: “Mamy Blue”…
Şimdi, o videonun kanıtladığı sadakate sadakat edilmez mi? Messi’nin gelmiş geçmiş en güzel golüne? Adieux France. Ama gene de “Allez Allez, üç renk”, gene mavi-beyaz-kırmızı. İlk ikisi Kieslowski’nin, üçüncüsü Messi’nin.
Sübjektif ibre Arjantin, objektif ibre Fransa. Kaleci avantajı Fransa’da. Bir tarafta Tottenham’ın kaptanı Hugo Lloris, öbür tarafta Caballero’nun Hırvatistan maçındaki fahiş hatası üzerine kaleyi devralan, 31 yaşında ilk kez Nijerya maçında milli olan, topu oyuna her sokuşunda aklımıza Caballero’yu getiren Armani.
Oyunun kalbi orta sahada da üstünlük Fransa’da. 2016’nın sürpriz şampiyonu Leicester City’nin, 2018’in şampiyonu yıldızlar karması, puan rekortmeni Manchester City’nin dinamosu Kane’li, adı estetiğe dair bir sıfat haline gelmiş Pogba’lı bir “ikinci bölge”.
Forvette de üstünlük Fransa’da. Hiçbir takımda olmayan bir fonksiyon çeşitliliği: Griezmann, Mbappe, Giroud, Dembele…
Defansta da Mascherano ve Otamendi’ye rağmen, üstünlük Fransa’da. Rakamlar ortada: Her maçta gol yiyen, toplamda beş defa santra yapan Arjantin ve kalesinde tek gol gören Fransa.
Gelgelelim, “Messi sihiri” diye bir şey var. Bu, küresel medyanın adlandırması: “Messi Magic”. Ancak, gene küresel medyanın hemfikir olduğu bir şey var: Messi’nin sırtındaki ağır yük. Koca ülkenin, asırlık bir futbol geleneğinin bütün umudunu ona bağlamış olması, ondan adeta ülkeye olan borcunu ödemesini beklemesi. “Santa Maradona”nın halefinin 1986’yı yaşatması.
Bu büyük beklentinin mümessilleri de, futbol âleminin kanaat önderleri de Maradona-Messi kıyaslamasından hiç geri durmuyor. Ve tabii çoğunluk seleften yana. Maradona’lı Arjantin’in 1982’de, 1990’da ve 1994’te dünya kupalarından eli boş dönmesinden pek bahsedilmiyor. Evet, ‘90’da final oynamışlardı. Ama Messi’li Arjantin de 2014’te final oynadı. 1990’ın galibi Almanya “sıradan” bir Almanya’ydı –hele ‘74’ün şampiyon Almanya’sıyla karşılaştırıldığında. 2014’ün galibi Almanya ise ev sahibi ve favori Brezilya’ya 7-1’lik tarihi hezimeti yaşatan Almanya’ydı. O Almanya, Arjantin’i uzatmalarda attığı tek golle yenebildi.
“Kun’u mu sokmak istiyorsun?”
Ne var ki, öyle ya da böyle, Maradona’lı Arjantin’in kazandığı bir şampiyonluk var, Messi’li Arjantin’in yok. Ama Maradona’lı Arjantin’in ‘86 kadrosunda Pasarella gibi efsane bir savunmacı, Real Madrid forveti Valdano gibi dört dörtlük bir golcü vardı. Aynı mevkilerin 2018 kadrosundaki karşılıkları Otamendi’nin Pasarella, Higuain’in Valdano ayarında olduğunu söylemek zor. Agüero’yu ayrı tutalım, zira ‘90 kupasında Maradona’nın Cannigia’sı neyse Agüero onun iki numara büyüğü. Ancak nedense Sampaoli’nin demirbaşı değil.
Sampaoli demişken, Hikmet Karaman – Yılmaz Vural çağrışımlı hocanın, Arjantin’in önceki kupalardaki çalıştırıcılarıyla kıyaslandığında, ne Menotti’yle (1978), ne Carlos Bilardo’yla (1990), ne Bielsa’yla (2002) ne Sabella’yla (2014) kantara çıkabilecek sıklette olduğu ortada. Arjantin medyasının ve futbol camiasının ünlü eski yıldızlarının fazlasıyla sert eleştirilerine hedef olduğu, bu yaylım ateşinden korunmak için Messi’yi kendisine kalkan yaptığı, “takımı birlikte kuruyoruz” dediği biliniyor.
Çare “Messive atak”tı, hem Messi’nin sürükleyeceği ataklar hem Messi’ye yoğunlaşarak geliştirilecek ataklar. Ve aynen öyle oldu başlangıçta. Messi Banega’nın mükemmel pasını Bergkamp’ın sözünü –“Benim için temel olan şey ilk dokunuştur. Kendi zamanını yaratırsın”– yankılarcasına alıp indirdi, akabinde bir GOAT (Greatest Of All Times / Tüm Zamanların En İyisi) klasiği olarak sağ ayağının içiyle fileleri havalandırdı.
Nijerya maçının son çeyreğinden düşündürücü bir sahne: Oyunun durduğu bir anda Messi kenara geliyor, Sampaoli’yi pas geçip yardımcı heyete bir şeyler söylüyor ne dediği medyaya akseden görüntülerde anlaşılmıyor. Sampaoli kendisine hitap etmeyen Messi’ye soruyor: “Kun’u mu sokmak istiyorsun?” Kun, Agüero’nun lâkabı –bir Japon çizgi romanın kahramanından mülhem. Kun birkaç dakika sonra oyuna giriyor…
Messi haksız mı? Biz de ekran başında, “Agüero’yu alsana” deyip duruyorduk. Tribünlerin de aynı şeyi söylediğine kuşku yok. Kun’un 11’de olmaması başlı başına anlaşılmaz bir durum zaten, ama, hadi ona “vardır bir bildiği” diyelim, ikinci yarının ortalarına 1-1 girilmişken ve de mutlaka ve mutlaka gol gerekirken golcülüğüyle namlı, tecrübeli bir hücum silahının kenarda tutulmasına, Messi müdahale edene kadar oyuna sokulmamasına ne demeli?
Ve tabii Messi’nin böyle bir müdahaleyi Barcelona’da yaptığını düşünelim. Düşünebilir miyiz? Hal böyle olunca işler zor… Gene de “Vamos, üç renk”. Umudumuz “Messive atak”.
Portekiz’in “balı” buraya kadar
Gelelim Uruguay-Portekiz’e. Gönlümüzdeki aslan belli. Rusya karşısındaki 3-0’lık galibiyetle A grubundan 9 puan ve hiç yemeden attığı beş golle birinci olarak çıkan Uruguay’ın Portekiz’i elemesi kalbî olduğu kadar mantıkî bir vargı. İspanya’dan üç gol yiyen, beraberliği biri penaltı, biri kaleci ikramı, biri de müthiş bir kişisel beceri eseri olan golle kurtaran Portekiz, Fas’ı maç başında attığı tek golün üzerine resmen yatarak ve rakibin son vuruşlardaki kıl payı isabetsizlikleri sayesinde geçti, İran karşısında sürklase oldu, beraberliği ecel terleri dökerek kurtardı.
Tefrikamızın ikinci bölümünde, “Portekiz balı” üzerine şu cümleler vardı: “Fas karşısında direkten dönen Portekiz’i Euro 2016’da şampiyonluğa kadar götüren ‘bal’ daha nereye kadar? Gruptan çıkmayı garantilediler gibi. 16’daki rakipleri Rusya veya Uruguay. Çekirge ikinci defa sıçrar mı? Rusya neyse de, Uruguay kolay kolay geçit vermez ama, sıçradı diyelim, çeyrek finallerde C grubu birincisi ile (muhtemelen Fransa) D grubu ikincisi (muhtemelen Arjantin) arasındaki maçın galibini bulacak karşısında. Ezcümle, ‘nereye kadar’ sorusunun cevabı, büyük ihtimalle çeyrek finale kadar.”
Değişen bir şey yok, bu cümleler geçerliliğini koruyor. Ayrıca, ilk iki maçta, Mısır ve Suudi Arabistan karşısında tekleyen Uruguay 3-0’lık Rusya galibiyetiyle istim üstünde. Defansı gayet sağlam, orta sahası çift yönlü ayaklardan kurulu, forveti ise Suarez-Cavani.
Portekiz maçının kahramanı Cavani olursa şaşırmayalım. Grup maçlarının hepsinde hem çok pozisyon hazırladı hem çok pozisyon yakaladı. Üç maçtır aleyhine çalışan kısmet faktörü ve Prekazi ilkesi Portekiz maçında pekâlâ lehine çalışabilir. Öyle olursa seyreyle gümbürtüyü. Öyle olmasa bile Suarez ve/veya orta sahadan ya da defanstan çıkıp gelen oyuncuların Portekiz’in biletini kesmesi, Ronaldo’ya “Sen Ağlama Dayanamam”ın çalınması çok muhtemel.
Umut paradoksları
Biz Uruguay için Eduardo Galeano’nun “bir numaralı” müzisyenini çalalım: Django Reinhardt’ı. Ama önce, niye o, Galeano’dan dinleyelim.
“Bir çingene karavanında doğdu, erken yaşlarını Belçika’da, ayı ve keçi oynatmak için banjo çalarak geçirdi. 18 yaşındayken içinde yaşadığı karavanda yangın çıktı, öldüğü zannedildi. Bir bacağı ve bir eli ağır hasar gördü. Elveda yollar, elveda müzik. Bacağı tam kesilecekken işlevine kavuştu. Elinde de iki parmağı kurtarıldı. Ve tarihin en iyi caz gitaristlerinden biri oldu. Django Reinhardt’la gitarı arasında gizli bir sözleşme vardı. Gitarını çalacaksa gitarı da ona parmak verecekti. Bu, umudun kaynaklarına dair paradokslar üzerine manidar bir öykü. Çünkü bu adam, kaç parmaklıydı? İki. Ve en iyi gitaristti.”[ii]
Django Reinhardt’ı bulmuşken tek parçayla bırakmak olmaz. Önce Stephen Grappelli’yle birlikte Fransız milli marşını, “La Marseillaise”i dinleyelim. Ola ki çeyrek final Fransa-Uruguay arasında oynanırsa diye… Sonra da “Hayaller Gerçek Olsa”yı… Arjantin ve Uruguay için.
[i] Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın Tayyip Erdoğan’la çektirdikleri fotoğrafın yarattığı tartışma için bkz. https://birartibir.org/siyaset/81-sadakat-ilkesi-camus-kamerun-meseli-cim-balesi
[ii] npr.org, 24 Ağustos, 2009, “Eduardo Galeano Contemplates History’s Paradoxes”.