Şırnak’ın Kovankaya (Mehre) köyünde yaşayan Şimuni ve Hurmüz Diril çifti 12 Ocak 2020’de ortadan kayboldu. 70 gün sonra, çocukları buldu annelerinin cansız bedenini. Baba Hurmüz Diril ise sekiz aydır hâlâ kayıp. 1980-1995 arasında 100 bini aşkın Asuri-Keldani vatandaşın Türkiye’yi terk ettiği dönemde, Hurmüz ve Şimuni Diril de 11 çocuklarıyla birlikte, boşaltılan Kovankaya’dan ayrılmak zorunda kalmış, doğup büyüdükleri köyün özlemiyle yıllarca İstanbul’da yaşamıştı. Nihayet 2011’de Kovankaya’ya dönen Diril’lerin yaşlılık günlerini hayalini kurdukları gibi yaşamaları mümkün olmadı. Avuç içi kadar köyde iki kişinin kaçırılıp öldürülmesinin nasıl olup hâlâ aydınlatılamadığı ise büyük bir soru işareti. Anne babasının akıbetini öğrenme çabasını ve 1980’lerden bugüne bu küçük Keldani köyünün başına gelenleri Gülcan Diril Üzümcü’den dinliyoruz…
Annenizle babanızın ortadan kayboluşundan 70 gün sonra annenizin cansız bedenini buldunuz; babanızsa hâlâ bulunamadı. Arama çalışmalarının, soruşturmanın olması gerektiği gibi yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?
Gülcan Diril Üzümcü: Köyde doğmuş büyümüş, hayatını o topraklara adamış annem babam için “kaybolma” doğru bir kelime değil. Ben bunu kaçırılma, alıkonma, hatta deyim yerindeyse bir komplo olarak görüyorum. 12 Ocak’ta abim Peder Remzi Diril, Fransa’dan gelen iki akrabayla köye vardıklarında annem ve babamın evde olmadıklarını görmüş. Durumu yetkililere bildirmişler. Arama çalışmaları 16 Ocakta, kısa mesafeli olarak evimizin etrafında yapıldı. 13 Ocak’ta yoğun kar yağışı başladı. Hava şartlarına ek olarak, şüpheli, aynı zamanda babamın da öz kuzeni olan, Apro Diril’in çelişkili ifadeleri aramaları yavaşlattı. Biz kendi imkânlarımızla sivil aramalarımıza devam ettik. Durumu siyasileştirmek gibi bir niyetimiz yok, fakat böylesi vicdan sızlatan bir olayda herkes elini yüreğine koyarak üzerine düşen görevi yapsın istiyoruz. Sekiz ay geçti ve halen babamızın akıbetini bilmiyoruz. 2020 senesindeyiz ve faili meçhul olmayı kabul etmiyoruz. Bu acıyı uzatarak neden bize işkence ediyorlar?
“Sivil aramalar”dan kastettiğiniz ne, kimlerle, nasıl bir arama çalışması yapılıyor?
Çocukları, kardeşleri, yeğenleri, torunları olarak dağ taş demeden babamı aradık. Amcalarım suların en derin yerlerine, en köşe bucaklarına kadar baktılar, fakat bir ize rastlamadılar. Yurtdışında yaşayan akrabalarımızdan bir grup gelip bir süre sivil aramalara katıldılar. Komşu köy Avyan’dan babamı sevip sayan insanlar birkaç defa gönüllü ekip oluşturup arama çalışmalarında bize destek oldular. Taşların altını kaldırıyoruz, ama artık nereye bakacağımızı bilmiyoruz, bu yüzden profesyonel bir ekip, kadavra köpekleriyle etkin bir arama talep ediyoruz. Babam hayatta değilse bulup toprağa vermek istiyoruz. Ruhu rahat etsin istiyoruz.
Sekiz ay geçti ve halen babamızın akıbetini bilmiyoruz. 2020 senesindeyiz ve faili meçhul olmayı kabul etmiyoruz. Babam hayatta değilse bulup toprağa vermek istiyoruz. Ruhu rahat etsin istiyoruz. Onun yeri her nereye bırakılmışsa orası değil, annemin yanı.
Anneniz Şimuni Diril’in naaşını siz mi buldunuz?
Ne yazık ki bu travmayı yaşadık. 17 Mart’ta nehrin suları çok yükselmişti. 20 Mart sabahı abim keçileri otlatmaya götürürken annemin cesediyle karşılaşmış. Sular çekildikten sonra abim, annemi nehrin sol tarafında bir taşa takılmış halde buldu. Bedeni eksik… Annem 11 çocuğunu da çok sever, ama o abim onun için çok özeldi. İlk göz ağrısı… Kemal de Kemal… Abim eve dönmüş, “Gördüm onu” demiş. Sevinmişler, “Nerede?” diye sormuşlar. “Neyini göreceksiniz? Annem paramparça” demiş. Abimin çığlıklarını tahmin edebiliyorum. Çok düşkündü anneme. Kemal abim 50 sene annemle, babamla beraber yaşadığı için onlarla daha çok anıları var. Bir hafta konuşamadım abimle. Çekindim, “acısını yaşasın” dedim. Birbirimize bakınca kalbimizdeki acıları görüyoruz hâlâ…
Annenizin bulunduğu haberi size nasıl geldi?
19 Mart gecesi bir hisle uyandım. Odamda karanlık bir bulut görmüştüm. “Yoksa anneme bir şey mi oldu?” dedim. Gözlerimi açmıştım ama o karanlık bulutu da görüyordum hâlâ. “Annem olsaydı karanlık bir bulut şeklinde gelmezdi, bir melek gibi gelirdi bana” diyordum kendi kendime. 20 Mart günü öğleden sonra, abim Peder Remzi Diril topladı bizi amcamın evine. Bir şey olduğunu anlamıştım. “Annem mi?” dedim. Annemmiş… Anneme mezar olan o köy yansın istedim, Şırnak yansın istedim. Annemin ektiği gülleri hak etmemişti o topraklar. Annem çiçek eker, babam ağaçlar dikerdi. Nasıl kıyabildiler anneme…
Annenizi köyünüze mi defnettiniz?
Annemi köye defnetmek istemedik. Mezarına çiçekler koyabilelim diye İstanbul’a defnettik. Her cenaze çok acı vericidir. En acı verici olanı da annemi toprağa bırakmaktı. Onu bir daha göremeyecek olmama rağmen, “annem şimdi yerini buldu” dedim. Onun yeri o nehir, o soğuk taş değildi. Bu yüzden babamızı da arıyoruz. Onun yeri her nereye bırakılmışsa orası değil, annemin yanı. Babamla annem hiçbir zaman bu kadar ayrı kalmadılar.
Annenizi köye defnetmemenizin özel bir nedeni var mı?
Geçen sene babam köyümüzün mezarlığını temizleyip etrafını tel örgülerle çevirmişti. Oğlunun ameliyatının iyi geçmesine şükretmek için böyle bir bütçe ayırmış, adak olarak sunmuştu. Annemi İstanbul’da defnetmek istedik, çünkü hem bizim hem de kardeşlerinin ziyaret etmesi daha kolay olacaktı. Onu hayatından etmiş bir toprağa nasıl bırakabilirdik? Günü gelince mezarının tahrip edilmesi kaçınılmazdı.
Annenizin neden, nasıl öldürüldüğüne dair bir fikriniz var mı?
Eve 80-100 metre uzaklıkta bir tarlada annemin ayakkabısının tekini buldu abim. Bir kargaşa yaşandığı kesin. Bunlar olurken annemin yardım feryatlarının Apro Diril’in kulaklarını çın çın çınlatması gerekirdi. Evlerimizin arası 10 metre var yok. Apro Diril’in kulakları kadar vicdanı da körelmiş ki “ben duymadım” diyebiliyor. Annem bütün çocuklarının isimlerini saymıştır, fakat hiçbirimiz yetişemedik imdadına. Annemin ön otopsi raporunu okuduğumda sabaha kadar ağladım. Başına bir darbe aldığı yazıyordu fakat bazı şeyler eksikti, sırtındaki ve koltuk altındaki delik yazılmamıştı. Adli tıp raporu tamamlandığında kesin ölüm nedeni ve zamanı belli olacaktır.
Yaptığınız aramalarda babanıza dair bir ize rastladınız mı?
Annemizi o halde bulduktan sonra babamızın hayatta olma ihtimalini ister istemez çok düşük görüyoruz maalesef. Annem 20 Mart’ta bulunduktan sonra, 28 Nisan’da jandarma bir arama yaptı. Babama dair hiçbir iz bulunamadı. Daha sonra annemin bulunduğu bölgede biz aramalar yapmaya başladık. Abim o civarda babamın ayakkabısını buldu. Babamın dizi sakattı, dizlik takardı. Aynı yerde dizliğini de buluyor. Ama bunlar suyun içinde değil de elle atılmış gibi, ağaca takılmıştı. Babama dair başka hiçbir iz yok. Sadece ayakkabısının teki ve dizliği…
Geri dönüp topraklarımıza sahip çıkmamızdan rahatsız olanlar olabilir. Ermeniler, Rumlar gibi biz de sadece misafir olarak seviliyoruz bu ülkede. Oysa benim atalarım Asurlular 6770 yıl öncesinden beri bu topraklarda. Bu yüzden bu cinayetleri çok yönlü ihtimaller üzerinde değerlendirmek gerekiyor. Her şey olabilir.
Annenizle babanızın kayboluşuyla annenizin naaşının bulunması arasında iki ayı aşkın bir süre var. Bu arada hayatta olduklarına dair umutlarınızı diri tutan bir şey var mıydı?
Umutla beklediğimiz zamanlarda bir bavul yapmış, temiz giysiler almıştım. Annem çikolata çok severdi. Bir kutu çikolata aldım annem için. “Babam tıraş olamamıştır” diye düşündüm. Tıraş takımını koymuştum bavula. Annem cansız bulunduğunda bavulu boşalttım. Bari tabutunda temiz giyinsin diye düşündüm, ama kıyafetleri giydirebileceğimiz durumda değildi. Annemin sol yanı nasıl eksildiyse, bizim de sol yanımız dondu kaldı… Umutla umutsuzluk arasında kaldığımız dönem çok korkunçtu. Birincisi ve en önemlisi, onların hayatta olduklarına, başka türlü olamayacağına inanıyorduk. Karakterlerini, hayattaki beklentilerini, hayata bakış açılarını, en önemlisi çocuklarına olan sevgilerini biliyorduk. Babam sessiz sakin, konuşurken kelimelerini seçen, akıllı, esprili biriydi. Babam bir karar alırken ilerisini düşünür ona göre hareket ederdi. İnsanlardan kötülük gelebileceğini, kötü olabileceklerini hesaba katmazdı, çünkü kendisi kimseye kötülük yapmazdı. Son zamanlarda merhamet duygusu daha baskın geliyordu, duygusal bir insan oluvermişti. Her işte cesaretli ve güçlü bir insanken artık eline bıçak alıp adak bile kesemiyordu.
Apro Diril ilk başta, “PKK üyeleri tarafından götürüldüler” diyor. Abilerimin çevre köylere yaptıkları ziyaretlerde köylüler, annemle babamın örgütün elinde olması durumunda sağ salim döneceklerini söylüyorlardı. Onun üzerine annemle babamın hayatta olduğuna inandık. Böylesi hayati bir olayda Apro Diril alay edecek, yalan söyleyecek değil diye düşündük. Daha sonra, çelişkili, gayrı ciddi yazılı ifadelerini okuyunca beynimizden vurulmuşa döndük. Bahsettiği örgüt üyelerinin bu bölgede olmadıklarını, uzun zaman önce çekilmiş olduklarını öğrendik.
Şüpheli dediğiniz Apro Diril’le ilgili etkin bir soruşturma yapıldığını düşünüyor musunuz?
Hayır. Olaydan dört gün sonra jandarma annemle babamın evini aradı, ama Apro Diril’in evini aramadı. Apro Diril’in evini ikinci kez geldiklerinde aradılar. Köye biri geldiğinde, herkes gelenin kim olduğunu, birbirinin misafirini bilir. Küçücük yer. Korkutulduğu söyleniyor. Korkutulmuşsa köyde yaşamaya nasıl devam edebildi? Dilerdim ki, olay yeri inceleme gelsin, savcılarla keşif yapılsın ve olayların nasıl gelişmiş olabileceğine dair fikirlerini bize aktarsınlar. Belki bu babamızı nerede, nasıl aramamız gerektiği konusunda bir fikir verebilirdi.
Bu kadar gaddarca bir cinayet neden işlenmiş olabilir?
Babam kendi topraklarını korumasının yanında yurtdışında yaşayan köylülerin de topraklarını koruyor, gözetiyordu. Geri dönüp topraklarımıza sahip çıkmamızdan rahatsız olanlar olabilir. Ermeniler, Rumlar gibi biz de sadece misafir olarak seviliyoruz bu ülkede. Oysa benim atalarım, Asurlular 6770 yıl öncesinden beri bu topraklarda. Bu yüzden olayı çok yönlü ihtimaller üzerinde değerlendirmek gerekiyor. Her şey olabilir. Sebep her ne olursa olsun, bu affedilemeyecek, bağışlanamayacak bir zalimlik. Kin ve hasetlik besleniyordu ailemize.
Geçmişte yaşadıklarından dolayı Keldaniler hep kendi aralarında evlenmiştir. Keldanilerin özünü koruma şekli böyleydi. Geçmişte kız kaçırmalar çok olduğu için kız çocukları erken yaşta evlendirilmiş. Kovankayalı bazı Müslümanlaştırılmış kadınların başka köylerde yaşadığını biliyoruz.
Mehre nasıl bir köy?
Mehre bir Keldani-Asuri köyü. Köyümüzün etrafı dağlarla çevrilidir. Burada evler taştandır. Eskiden, taş duvar ören meşhur Keldani ustalar varmış. Diğer köylere de taş duvar örmeye giderlermiş. Halen o ustaların duvarları durur köylerde. Bizim de babamın kendi elleriyle yaptığı küçük bir taş evimiz var. Yeni ev inşa edildikten sonra depo olarak kullanıyoruz. Köyün biraz dışında “taş maden” denilen bir yer vardır. Buradan köye taş taşırlardı. İnsanlar evlenip evlerini ailelerinden ayırmayı kararlaştırdıklarında bütün köy evlenen çift için ev inşa edermiş. Köyde iki değirmenimiz var. Eskiden çevre köylerden insanlar bizim köyümüze buğdaylarını getirip öğütürlermiş. Dışardan kimseye toprak verilmezdi. Dışardan kız alınmaz, dışarıya kız da verilmezdi. Geçmişte yaşadıklarından dolayı Keldaniler hep kendi aralarında evlenmiştir. Keldanilerin özünü koruma şekli böyleydi. Geçmişte kız kaçırmalar çok olduğu için, kız çocukları erken yaşta evlendirilmiş. Kovankayalı (Mehre) bazı Müslümanlaştırılmış kadınların başka köylerde yaşadığını biliyoruz. Halen hayatta olan örnekler var. Dillerini unuttular. Keldani olduklarını inkâr etmek zorunda kaldılar.
Köydeki gündelik hayat nasıldı?
Güneydoğu’da, “kadınlar güneşten önce uyanır” diye bir söz vardır. Bu söz annem için de geçerliydi. Annem uyanır uyanmaz ocağın ateşini yakardı. Köyde hiçbir zaman elektrik olmadı. Her şey elde, her şey omuzda… Babam o sıralarda keçileri otlağa götürürdü. Yaşamak için hayvanlarınızın olması gerekiyordu. Keçi ve koyunlarımız vardı. Babam otlaktan dönene kadar annem bütün işleri evirip çevirirdi. Tavukları, köpekleri, eşeği, atı ve kedileri beslerdi, sularını verirdi. Babam otlaktan gelir masaya otururdu. Birlikte yemek yerlerdi. Arılarımız vardı. Ağırlıkla babam bakardı kovanlara, annem de destek olurdu. Dağlarda yetişen sarı bir çiçek vardır, beybune. Anneme o çiçeğin ismiyle hitap ederdi. “Beybo şu nerede, o nerede?” diye anneme sorardı. Annem arı gibi etrafındaydı babamın. Babam insanlara yardım etmeyi çok severdi, eli de gönlü de açık bir insandır. Uzun bir süre köyün muhtarlığını yapmıştı. Babamın kendine ait bir toprağı vardı. Annemin kendi babasına ve kardeşlerine ait toprakları vardı. Bu topraklara her şey ekiliyordu. Buğday, mısır, soğan… Koyunların sütünden yağ yaparlardı. Babamın en sevdiği şeylerden biri keçi sütüydü. O sütle otlu peynir yapardı. Dağlarda yetişen yabani bitkileri toplamaya giderdi. Kenger denen dikenli bir ot vardır burada. Kengeri, sirikeyi peynire katarlardı. Dışarıdan bir şeye ihtiyaç duymazlardı. Babam “köy hayatı çalışkan insanlar için iyidir, tembel insanlar yapamaz” derdi. Tembel insanın buralarda yaşaması gerçekten de zordur.
Bir Keldani köyünü diğer köylerden ayırt eden özellikler nelerdir?
Köyümüz özünü hiç kaybetmedi. Keldani ve Hristiyan geleneklerini hep sürdürdü. Mehre’nin hemen yanında Oz köyü de Keldani köyüdür. Ama o köy boş. İnsanlar yerlerinden edileli 80 yılı geçmiş. Çevre köylerimiz Kürttür. Çevre köylerle iyi ilişkiler kuran, kimseye zararı olmayan bir köydür.
‘90’lardaki sıcak çatışma dönemi köyünüzü nasıl etkilemişti?
İlk çatışmalar ‘85-86 senesinde başlamış. Bizim inancımızda insan öldürmek yasaklandığından, On Emir’den biri olduğundan kimse eline silah alıp “birini öldüreceğim” diyemez. Bu yüzden köylüler koruculuk yapmayı kabul etmemiş. Birçok kişi köyü terk ederek Avrupa’ya göç etmiş. Bizim ailemizle birlikte beş Keldani aile Avrupa’ya gitmeyi tercih etmediler. Babam “Avrupa’nın en güzel yerini verseler dahi köyümü değişmem” diyordu. Köyün taşlı yollarını, kaynaktan gelen buz gibi sularını, dağların eteklerinde yetişen ve başka yerde bulamayacağı otları seviyordu. 1989-90 yılında İstanbul’a geldik. İki seneye yakın İstanbul’da kaldık. 1992’de, dönemin başbakanı Süleyman Demirel “herkes köyüne dönebilir” deyince, babam sevinçten havalara uçtu. Hemen bizi topladı, köye geri döndük. Tahminen 40 kişi kadardık. Bazılarımız okul çağında olduğundan İstanbul’da yatılı okullarda kalmıştı. Eski evimiz hasar görmüştü, tamir edilene kadar çadırda yaşadık. O zamanlar köyde dört aile olarak yaşamaya başladık. Bir ya da bir buçuk sene sonra, buralar tekrar gerginleşti. Güvenlik gerekçesiyle köyümüz yeniden boşaltıldı. Yine bir Keldani köyü olan Cevizağacı’nda bir sene yaşadık. Durumun düzelmesini ve köye dönmeyi bekliyorduk, fakat olmadı. Köyümüze dönemeyince, 1995’in yaz aylarında İstanbul’a döndük. 2011’e kadar babam emekli olup köyüne geri dönmeyi bekledi. Emekli olur olmaz da “ben eski hayatımı istiyorum” dedi ve annemle köye döndüler.
Onca bağlı oldukları köyden, topraktan ayrılmak, İstanbul’a göç etmek zorunda kalmak onları nasıl etkilemişti?
Bizim evde her zaman mutlaka bir köy fotoğrafı duvarda asılı dururdu. Bulanık veya kötü bir fotoğraf olması babamın umurunda bile değildi, elinde olan oydu. Köyün fotoğraflarından bir albüm yapmıştı kendine. Babamın İstanbul’da da çok Kürt dostu vardı. Haftada bir onları ziyarete giderdi. Mutlaka onların düğünlerine katılırdı. Keldanilerin senede bir gün adak sunduğu bir bayramı vardır. Kürt arkadaşlarını mutlaka o gün pikniğe çağırırdı. Babam bir gün birine keklik siparişi verdi. İki keklik besledik evde. Bir süre sonra biri öldü. Babam “keklikler tek başına ötmez” deyip telefondan keklik sesi dinletirdi.
Birçok kişi köyü terk ederek Avrupa’ya göç etmiş. Bizim ailemizle birlikte beş Keldani aile Avrupa’ya gitmeyi tercih etmediler. Babam “Avrupa’nın en güzel yerini verseler dahi köyümü değişmem” diyordu. Köyün taşlı yollarını, kaynaktan gelen buz gibi sularını, dağların eteklerinde yetişen ve başka yerde bulamayacağı otları seviyordu.
İstanbul’da nerede oturuyordunuz? Ne işle uğraşıyorlardı?
İstanbul beton yığını olduğundan, babam sık sık “ben burada yapamıyorum, sağlığım bozuluyor” diyordu. Bir gün ona “boşver köyü, ne yapacaksın orada, kimse kalmadı. Hep dağ, taş…” demiştim. “Öyle deme. Bir keklik kafeste yaşar mı? Kekliğin yeri dağlardır. Benim yerim de köydür” demişti. O sözünü hiç unutmadığım için kararlarına hep saygı duydum. İstanbul’a geldiğimizde maddi durumumuz yoktu. Vakıflardan ve kiliselerden destek alarak yaşadık bir süre. Babam Fransız La Paix hastanesinde bahçıvanlık yapıyordu. Kadroda yer açılınca amcamla birlikte Saint Benoit lisesinde temizlik görevlisi olarak çalışmaya başladı. Uzun yıllar orada çalıştı ve oradan emekli oldu. Annem köyden döndükten sonra hiç boş durmadı. Ekonomik durumuzu toparlamak için hep çalıştı. Başkalarına muhtaç yaşama fikri onlara çok itici geliyor ve sağlıklarına şükrederek çalışıyorlardı. Kira vermek babama çok tuhaf geliyordu. Babamın hayalleri vardı. Çocuklarının hep yanında olacağını düşündüğünden geniş bir ev satın aldılar.
Kardeşleriniz ne oldu, ne yapıyorlar?
Kardeşler olarak hepimiz seçtiğimiz bir alanda kendimizi geliştirip iş hayatına atıldık. Bazılarımız Fransa’da, bazılarımız İstanbul’da hayatımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Hurmüz ve Şimuni aynı köyden mi, nasıl evlenmişler?
‘80’li yıllara kadar köyümüz 75-80 haneliymiş. Burada dört soyisim vardır. Biz buna “ocak” deriz. Annemle babam farklı ocaklardan. Babaannemle anneannemin komşulukları çok iyiymiş. Bu yüzden annemle babamın evlenmesini çok istemişler ve berdel usulüyle evlenmişler. Annemler üç kız kardeş, annem evde çok seviliyormuş. Küçük teyzem “Allah bütün güzelliği ablama vermiş, beni de böyle minik bırakmış” diye şaka yapardı. Annemle babam 1969’da evlenmişler. Evlendikten sonra, babam askere gidiyor, iki sene Gaziantep’te askerlik yapıyor. Başlarda aileleriyle birlikte yaşıyor, daha sonra ayrılıyorlar.
Hurmüz ve Şimuni dindar insanlar mıydı? Köyde inançlarını nasıl devam ettiriyorlardı?
İstanbul’dayken babam bizi sabah zorla uyandırır, hasta bile olsak kiliseye götürürdü. Annem en inançlımızdı. Köyde yaşamaları inançlarını değiştirmedi. Balmumundan mumlarını yapar, kiliseye gider dualarını yaparlardı. Kovankaya köyünde iki kilise var. Biri dağdaki kayaların içine inşa edilmiş eski tarihi Martha Shmoni kilisesi, diğeri köyün içinde yıkılmış Meryem Ana kilisesi. Her pazar günü mutlaka gidip mum yakarlar, dua ederlerdi. Annemle son konuşmamızda “inançtan düşüyorum galiba” demiştim. Annem hemen toparlardı beni. “Sakın öyle deme. İnancını asla kaybetme” demişti. Abilerimden Remzi Diril İstanbul’da Keldani kilisesinin papazı. Papaz olmaya kendisi karar verdi. Irak’taki bir manastırda altı yıllık teoloji ve felsefe eğitiminden sonra din adamı oldu.
Evinizde Keldanice konuşulur muydu, Keldanice biliyor musunuz?
Kardeşler arasında Türkçe konuşuyorduk, ama annemle ve babamla mutlaka Keldanice konuşurduk.
Emeklilikten sonra, köye döndüklerinde, son yıllarında Hurmüz ve Şimuni Diril’in nasıl bir hayatı vardı?
Sıradan bir köy hayatları vardı. Keçiler, arılar, peynirler, yağlar, meyve kurutmalar… Halen bizim için çalışıyorlardı. Yaptıkları şeylerden bize gönderiyorlardı. İşleri hiç bitmezdi. Babam çalışmaya aşık bir insandı. “Beş kişinin gücü var omuzlarımda, yeter ki dizim izin verseydi” derdi. Her sene mutlaka yıllık izinlerimizden kendilerine zaman ayırır, ziyaret ederdik. Nisan ayından kasım ayına kadar ailenin köyden uzakta yaşayan üyelerini ağırlarlardı, çocuklarını, kardeşlerini… Çok da mutlu oluyorlardı ziyaretlerden, evi boşuna inşa ettirmediklerini düşünüyorlardı.
‘90’larda köyden ayrıldığınızda henüz çocukmuşsunuz, yerinizden edilmek, zorunlu olarak göç etmek sizi ve kardeşlerinizi nasıl etkiledi?
Yaşanan çatışmaların bizimle alakası yoktu, ama doğrudan etkilendik. İki taraf arasında kalmak çok zor bir durum. Küçüktük ve bu olayların travmaları hep üzerimizdedir. Yüksek ses, patlama sesleri hâlâ bana korkunç gelir. İstanbul’da okuldaki arkadaşlarımızın genelde bir veya iki kardeşi olurdu. Bizim 11 kardeş olduğumuzu öğrendiklerinde çok alay ederlerdi. Kendimizi açıklayamıyorduk, içimize kapanmayı tercih ediyorduk. Özgüven eksikliği olarak yansıdı bunlar hayatımıza. İnsan kendi potansiyelini ortaya koyamıyor.
Cumartesi Anneleri nöbetlerinden Diril soyadlı iki kayıp biliyoruz. Bu kayıpların sizin ailenizle bir bağı var mı?
Kaybolanlardan biri Apro Diril’in oğlu diğeri de abimin eşinin kardeşi. Ben küçüktüm. Bize bu olaylar ayrıntılı anlatılmazdı, ama onların gözaltında kaybolduğunu bilirdik. Çocuklar İstanbul’dan köye gelirken Şırnak, Uzungeçit’te gözaltına alınıyorlar ve kaybediliyorlar. Çocuklar aileleri tarafından İstanbul’a çalışmaya gönderilmiş Zeki Diril 16, İlyas Diril 14 yaşında gençlerdi. Aileleri davanın peşini bırakmadı. AİHM tarafından devlet mahkûm edilmiş, Apro Diril’in ailesine tazminat ödenmişti. Bu süreçte aile olarak kendilerine destek olduk. Babam Saint-Benoit Lisesi’nde çalıştığı zamanlar iş çıkışı Cumartesi Anneleri’nin nöbetine katılırdı. İnsan Hakları Derneği’ne gider “Bu çocuklara ne oldu?” diye sorardı.