2005’te, Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısı 1955’in 6-7 Eylül’ünün de 50. yıldönümüne denk geldiği için, açılışı bu iki Eylül arasındaki bağı konu alan bir yazıyla yapmış ve şu sunuşu –özetle– kaleme almıştık:
“1955’in 12 Eylül’ünde, dönemin başbakan vekili Fuad Köprülü, verdiği demeçte 6-7 Eylül olaylarının “suçlu”sunu ilan etmişti: ‘Komünistler’… O demeçten tam 35 yıl sonra yönetime el koyan askerî cunta için de suçlu aynıydı: ‘Koministler’… (Köprülü’yle Evren arasında o kadarcık fark olsun artık.) 6-7 Eylül’le 11-12 Eylül arasındaki fark da neredeyse bir harf kadardı. 6 Eylül’de, devlet bir güruhu azınlıklara saldırtmış, 7 Eylül’de de tanklarla gelip “asayişi” temin etmişti. 11 Eylül ise, 6 Eylül’den daha uzun sürmüştü, aşağı yukarı 1 Mayıs 1977’de başlayıp üç küsur yıl devam etmişti.
12 Eylül de, 7 Eylül misali, tanklarla geldi, asayişi temin etti. 1955 Eylül’ünün saiklerinden biri sermayenin millileştirilmesiydi, 1980 Eylül’ünün başlıca saikiyse, emeğin millî gelirdeki payını kısıp sermayeye aktarmaktı. Bunun için de sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin susturulması gerekiyordu. Dönemin Türkiye İşverenler Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, darbenin hemen ertesinde 12 Eylül’ün ruhunu beyan etmişti: ‘Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde.’
1955’te de, 1980’de de müesses nizamın üzerinde aynı palto vardı. Gardropta duran, gereği görüldüğünde giyilen bir palto. O paltonun 1980’lerdeki öyküsünü Mustafa Konur’dan dinliyoruz.”
12 Eylül’ün 40. yılında, Mustafa Konur’un “O yeşil palto” başlıklı yazısını Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklediyoruz.
12 Eylül 1980 sabahı balkondan sokağa bakıyordum. Babam heyecanlı telefon konuşmalarıyla sevincini paylaşıyordu. Annem mutfaktaydı. 25 yıl sonra trendeki çocukların gürültüsü, o sabah on yaşımda kulağıma kazınan sessizliği hatırlatıyor. Sokak gazetecisi o gün geçmemişti. Kedi köpek bile yoktu. Biri sanki düğmesine basıp kapamıştı sokağı.
25 yıl sonra çıkan bu gürültü, hafızamda kendiliğinden adresini bulup o sessizliğin yanına kaydoluyor. İki gün önce tam kalbinin üzerinden bıçaklanan arkadaşımın yattığı hastaneye varmam yarım saati bulmaz. Bu çocuklar sabahtan beri trende gidip geliyor olmalılar. Akşama kadar Sirkeci-Halkalı arası böyle devam edecekler. Yaşı daha büyük olanlar kapının dışına asılıp trenin hızına meydan okuyor. Küçük olanları açık kapılardan ayaklarını uzatmakla yetiniyor.
Hangisi kendisini daha çok riske attıysa, akşam o daha gururlu uyuyacak. Okula gidiyorlarsa bile, bir numaradan fazla bir şey değiller. Babaları asgari ücretli olsa bile gene de işsizdir. Gündeliğe gittikleri evlerin yüce gönüllü hanımları, ekşimiş yemekleri analarına verip vicdanını temizliyordur. 25 yıl sonra 12 Eylül umutsuz, geleceksiz çocuklar olarak tren kapılarından dışarı sarkıyor.
Hastaneye varınca arkadaşımın göğsüne bir boru takıldığını öğreniyorum. İçeride biriken kan yavaş yavaş plastik bir kutuya boşalıyor. Birbirimize boş gözlerle bakıyoruz. Aklımız almıyor, o bıçak oraya niye girdi? Sırf eşcinsel diye mi? Bu toplumun nasıl ırzına geçilmiştir ki, birini sadece eşcinsel olduğu için yolda yürürken bıçaklayabilecek kadar hayattan umudunu kesmiş insanlar yaratır? 25 yıl sonra 12 Eylül, bir bıçak olarak arkadaşımın göğsüne saplanıyor.
12 Eylül sabahı, babam çok sevindiğine göre iyi bir şey oldu diye düşünüyordum. Annem her günkü gibi yemek pişiriyordu, demek ki çok da önemli bir şey olmamalıydı bu “ihtilal”. Babam bu sözcüğü kullanıyordu. Telefonda arkadaşlarına söylediklerine bakılırsa, hasretle beklenen bir şey olduğu için sevinmeliydik.
Gazetelerde asker üniformalı adamların ülkenin idaresine el koyduğunu okuyordum. Salonun duvarında subay üniformalı bir resmi asılı duran dedemle aynı kıyafetleri giydiklerine göre, bu adamlar iyi olmalıydılar. Hem babam da sevinmişti. Fakat sokaktaki sessizliği, ortalığın neden ıssızlaştığını anlamamıştım. Ve bu değişikliğin ne işe yarayacağını da.
“Yoksa 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?!” Babamın bu sert cümlesini duyan memurlar, önce onun yeşil paltosuna bakmış, sonra iki saniye içinde dosyasını aramaya koyulmuşlardı. Anlamıştım ki, 12 Eylül, işte bu yeşil paltoydu.
12 Eylül’ün ne işe yaradığını, babamın yeşil paltosu sayesinde anladım. 12 yaşıma geldiğimde, bana hayat çarkını göstermek için, gittiği her yere beni de götürmeye başladı. Gene bir gün onunla dışarı çıkmaya hazırlanırken, üzerine daha önce hiç görmediğim bir palto giydi. Yeni almamış. Uzun yıllardır gardropta duruyormuş. Gerektiği zaman giyilecek bir paltoymuş. Yedek subaylığı sırasında ordu vermiş, orduya da vaktiyle Almanlar yardım olarak göndermiş.
Yıllar sonra bu palto İkinci Dünya Savaşı filmlerinde de karşıma çıkacaktı. Tam bir Nazi paltosuydu. Üzerinde hiçbir işaret yoktu, ama giyildiği anda kişiyi bir otorite öznesine dönüştürüyordu.
O gün babamla Bağ-Kur’a gittik. Sigorta işlerini halledecekti. Paltonun etkisini artırsın diye babasından kalan İstiklâl madalyasını da sol tarafına iliştirmişti. Binadan içeri girer girmez paltonun etkisini ben bile kavradım. Herkesin dikkatini çekiyor, insanlar endişeli gözlerle babama bakıyordu. İlgili memur, kalabalık yüzünden paltoyu fark etmemiş olsa gerek, işlemlerin bitmediğini, daha sonra tekrar gelmesini söyleyerek babamı başından savmaya çalışıyordu.
Babamın sesi yükselmeye başladı. Kalabalığın arasından sıyrılıp sert bir sesle hemen işinin bitirilmesini söyledi. “Ne halt ediyorsunuz burada, yoksa 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?!” Babamın bu sert cümlesini duyan memurlar, önce onun yeşil paltosuna bakmış, sonra iki saniye içinde dosyasını aramaya koyulmuşlardı. Anlamıştım ki, 12 Eylül, işte bu yeşil paltoydu.
Babam, 12 Eylül’ü üzerine giymeyi yıllarca sürdürdü. 12 Eylül ve Kenan Evren bağlılığı ölene kadar devam etti. Atatürkvari bir kurtarıcı müdahalesiydi onun için 12 Eylül. Tapınç düzeyindeki Atatürk sevgisi şimdi Evren’de cisimleşiyordu. Daha minicik bir bebekken babası tarafından Atatürk’le tanıştırılmış, kafası okşanmıştı. Büyüdüğüm eve babam tarafından yerleştirilen derin Atatürk atmosferinin altında böyle bir mitolojik hikâye de yatıyordu.
Duvarlardaki Atatürk fotoğraflarının yanına Evren’inkiler de asıldı. O sıralarda Evren, şehir şehir ülkeyi dolaşarak yaptığı konuşmalarla paranoyak bir toplum inşasının ilk tohumlarını atmaktaydı. “Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız düşman”dı. “Asmayalım da besleyelim mi”ydi.
Babamın kendine hafiyelik biçip kim vatan haini, kim değil diye takibe giriştiğini biliyordum. Bayrak asmayanları mimliyordu.
Oysa bir Rumla evlenmişti. Annemden önceki sevgilisi de Rumdu. Oğlu küçükken sokakta “gâvur çocuğu” diye aşağılanırdı. O günlerde bilmiyordu ama, bir Ermeni hastanesinde ölecekti. Fakat Evren’i ve 12 Eylül’ü çok seviyordu.
Evren emekli olup ortalıktan çekildikten sonra da sadakati devam etti. Evren’e yönelik eleştiriler zamanla biraz daha yüksek sesle dile getirilir olmuştu. İşte o günlerde babam, “yalnız değilsin” demek ister gibi, Evren’le yazışmaya başladı. Her millî bayramda, memleket meseleleriyle ilgili yaptığı her açıklama sonrasında tebrik telgrafı gönderiyordu.
Evren’den gelen ilk bir-iki yanıt, kendi elyazısını taşıyordu. Ama sonrakiler, matbaada basılmış teşekkür mektuplarıydı. Bunları görünce babamın yüzündeki burukluğa üzülmüştüm. Gene de sadakatini hiç eksiltmemiş, mektuplarını göndermeyi sürdürmüştü.
Bir keresinde telefonda bile konuşmuşlardı. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında, Evren Harbiye Orduevi’nde dinleniyordu. Babam Evren’in sağlık durumunu gün gün takip etmişti. Bir geçmiş olsun demek, halini hatırını sormak için telefonla arayacaktı. Telefonun olduğu odaya kapandı rahat rahat konuşmak için. Eli ayağına dolanıyordu heyecandan.
Fakat odadan çıktığında mutlu değildi. Evet, konuşmuştu onunla, ama Evren babamın adını hatırlamıyordu. Oysa babam, gönderdiği mektuplar sayesinde Evren tarafından bilinir biri olduğunu sanmıştı.
Babamın kendine hafiyelik biçip kim vatan haini, kim değil diye takibe giriştiğini biliyordum. Bayrak asmayanları mimliyordu. Oysa bir Rumla evlenmişti. O günlerde bilmiyordu ama, bir Ermeni hastanesinde ölecekti. Fakat Evren’i ve 12 Eylül’ü çok seviyordu.
O çok gürültülü günlerden kafama kazınan başka bir sessizlik de anneminkiydi. Olaylar hakkında fazla konuşmaz, yemek pişirir, bir de dikiş dikerdi. Olup bitenleri anlayacak yaşta değildim ama, anneme bakınca yüzünden tek başınalık okunduğunu hissederdim. Onun sessizliği bir başka eylülde, 6-7 Eylül 1955’te başlamıştı.
Demokrat Parti’nin bile isteye yarattığı o korkunç faşist dalgayla bu toplumda bir “öteki” olduklarını ve hep öyle kalacaklarını anlamışlardı. Tam 50 yıl önceki 6-7 Eylül olayları onun ailesini de vurmuştu. Balıkpazarı’ndaki dükkânları yıkılmış, evleri saldırıya uğramış, hep dost oldukları Türkler o gün birer düşmana dönüşmüştü. Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Onlar kendilerini Türkiyeli olarak nitelese de, adları, dinleri başkaydı. İzmir’den denize dökülenlerin artıklarıydılar.
1964’te babası yirmi bin Rumla beraber Türkiye’den kovulunca ve ailesinin diğer üyeleri de babalarının peşinden Yunanistan’a gidince, annem burada kaldı. Bir Türkle evliydi. Ama Yunanistan’a gitse, orada da “Türk tohumu” diye dışlanacağını biliyordu. Anlayabilecek kadar büyüdüğümü düşündüğünde, “bu ülkede senden başka kimsem yok” diyecekti.
Bense anneanne, büyükbaba, dayı, teyze nedir, bilmiyordum. Ben doğmadan önce buradan gitmişlerdi. 17 yaşıma kadar hiçbirini görmedim. Hayatımda tuttukları tek yer, bir-iki kere telefonda işittiğim sesleriydi. Dede, anneanne, teyze, dayı gibi kavramların duygusunu bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum. Onları tanıdığımda birer yabancıydılar. Bende içselleşebilmeleri için artık çok geçti. Anneannem uzaklarda öldüğünde ağladım, ama anneannemi kaybettiğime değil, ölmüş olmasından acı duyamadığım için ağladım. Tam ortasından faşizm geçen bir çocuktum ben.
6-7 Eylül bir yarımı benden kopardıktan tam elli yıl sonra, 12 Eylül silindiri bu ülkeyi dümdüz ettikten tam 25 yıl sonra, bu külüstür demiryoluna meydan okuyarak hayata tutunmaya çalışan tren çocuklarından daha az yalnız değilim.
Birkaç ay önceydi. İki küçük çocuğa bayrak yırttırılmasıyla fitili ateşlenen bir başka faşist dalga ortalığı kaplamıştı. Balkonlara, pencerelere bayraklar asıldı. “Nereye dikilmek istiyorsan, söyle seni oraya dikelim” yazıyordu her yerde. Aynı kan ve kökenden olmayanlara sert bir tebligat gönderiliyordu.
Bunları bekliyordum, ama annemin de bu dalgaya uyup bayrak asabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Babamın her bayramda balkona çektiği bayrağı şimdi kendi elleriyle asıyordu. Nedenini sorduğumda, herkesin öyle yaptığını söylemişti. “Bugün bu bayrakları astıran zihniyetle elli yıl önce senin aileni darmadağın eden zihniyet aynı” diye çıkıştığımda aldığım karşılık “saçmalama!” oldu. Ömrümün sonuna kadar kendimi hiç bu kadar yenilmiş hissetmeyecektim. 25 yıl sonra 12 Eylül, babamdan sonra annemi de yiyordu.
Express, sayı 53, Eylül 2005