Depremin etkilediği kentlerden Antep’te, Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Şireci işçilerinin 8 Ağustos’ta başlattığı direniş 14 Ağustos’ta kazanımla sonuçlandı. Grev sürecinde işçilerin temsilcisi olarak gördük sizi. Hazırladığınız deprem raporunda işçilerin durumu da ayrı bir başlık. Şireci’de yaşananlar deprem bölgesindeki işçilerin durumuna dair neler söylüyor?
Sevda Karaca: Hatay’dan Maraş’a, Antep’ten Malatya’ya, depremin vurduğu kentlerde, iktidarın işlediği suçlar ve uyguladığı politikalarla ağır bir felâkete dönüşen depremin en ağır bedelini ödeyen kesimlerden biri işçiler oldu. İşçilerin büyük çoğunluğu deprem sürecinde işe gidemedikleri süre boyunca hiçbir ücret alamadı, kısa çalışma ödeneğinden yararlanamadı, tazminatlarını alamadı. Sonrasında pek çoğu tazminatsız işten atıldı.
Her şeyin “normalleştiği” reklamının yapıldığı şu günlerde ise ne hikmetse işçiler ne zaman açlık sınırının altında kalan ücretlerine ilişkin bir talepte bulunsa depremin patronları nasıl etkilediği, üretimi durdurduğu, yaşanan ekonomik darboğaz ve “global ekonomik sıkıntılar ve enflasyonist etkilerin artması” gibi söylemlerle işçilere “fedakârlık” çağrıları yapılıyor.
Başpınar’da pek çok fabrika depremi fırsat bilerek 2023 başında asgari ücrete gelen zammı, asgari ücret üzerinde ücret alan işçilerin aylıklarına yansıtmadı. Depremin ortasında işçilerin pazar mesaisi farkını düşürmekle meşgul olan patronlar, bu tutumlarını depremin altıncı ayında da sürdürüyor.
Her türlü krizi, afeti kârlarına daha fazla kâr eklemek için fırsata çevirmek isteyenlerin çarkına çomak soktu Şireci işçileri. Ve 300 bini aşkın Başpınar işçisine örnek oldular.
Başpınar’da, neredeyse tüm fabrikalar 6 Şubat depremlerinin hemen ertesinde, 13 Şubat Pazartesi günü işçileri işe çağırdı. Şireci Tekstil, “Çalışmak üzere işyerimize gelen bütün personelimize 2.000 TL deprem yardımı verilecektir. Bu yardım sadece o gün, yani 13 Şubat Pazartesi günü işe gelen ve çalışmaya devam eden arkadaşlara verilecektir. Salı günü başlayanlara değil” içerikli mesaj atmıştı.
İşçiler, hasar gören evlerine giremeyip kışın ortasında soğukla boğuşurken Şireci Tekstil patronu işçilerin canını 2.000 liraya satın almak istemişti. Deprem nedeniyle işe gidemeyen işçilerin gitmediği günler yıllık izinlerinden düşüldü. Pek çok fabrika, depremden dolayı işe gidilmeyen günlerin ücretlerini işçilerden kesti. Her türlü afeti, her türlü krizi işçilerin haklarından kesinti yapmak için fırsat bilenler, işçiler küçücük ücret artışları talep ettiğinde karşılarına mülki amirlerle, siyasetçilerle, kollukla, yerel basınla kalkan oluşturuluyor.
Şireci işçileri, yoksulluk sınırının 33 bin lirayı aştığı koşullarda ücretlerini 15 bin liraya çıkarabilmek için 50 derece sıcağın altında altı gün, gece gündüz direnmek zorunda kaldı. Antep deprem dolayısıyla en çok göç alan kentlerden biri. Ekmek 6.5, dolmuş 15 lira, kira ortalaması 8-10 bin lira. Geçinmenin imkânsızlaştığı koşullarda açlığa mahkûmiyeti “Gaziantep’in dayanışma ruhu” diye lanse eden yerel mülki amirler patronların yanında saf tutarken, işçilerin hakları için mücadelesine destek verenleri de provokasyonla suçladı.
Asıl provokasyon, 2022’de 68 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından daha büyük meblağlarla ihracatı tek başına yapan Antep’te işçileri “fedakârlığa” çağırarak açlığa mahkûm etmektir. Her türlü krizi, afeti kârlarına daha fazla kâr eklemek için fırsata çevirmek isteyenlerin dönen çarkına çomak soktu Şireci işçileri. Ve 300 bini aşkın Başpınar işçisine örnek oldular.
Vekili de olduğunuz Antep gittiğiniz yerlerden biri. Altıncı ayda deprem bölgesinde başka nerelere gittiniz, kimlerle bir araya geldiniz?
Gaziantep’in yanı sıra Hatay, Malatya, Adıyaman ve Maraş’a, buralardaki konteyner ve çadır kentlere gittik. Bir de mahalle aralarında kurulmuş dağınık yerleşimleri gezdik. Buralarda halk buluşmaları, toplantılar yaptık, köy ziyaretlerinde bulunduk. Özel olarak kadın ve gençlerle buluştuk.
Gittiğimiz bütün illerde emek ve meslek örgütlerini, TMMOB’u, KESK’i, TTB’yi, baroları, sağlık ve eğitim emekçilerini, kentlerde özellikle dayanışma örgütleyen yerel örgütleri ziyaret ederek onların değerlendirme ve izlenimlerini de raporumuza dahil ettik.
6 Şubat depremlerinden altı ay sonraki manzara nasıl sizce?
Depremin ilk haftasından bugüne kadar gözlemlediğimiz en temel şey, sorunların çeşitlenerek ve katmanlaşarak büyümesi. Depremin ilk zamanlarında acının, çaresizliğin ve yasın büyük bir dayanışmayla ayakta kalma, hayatı yeniden kurma çabasıyla buluştuğu bir büyük direnç söz konusuydu. Yasla iç içe geçmiş bir dirençti bu. Halkın örgütlülüğü, ülkenin dört bir tarafından deprem bölgesine akan dayanışmanın en temel unsuruydu. Bu dayanışma, yas ve acı ortamında insanların hayatta kalabilme çabasını güçlendiren bir özellik taşıyordu.
Ancak, devletin depremin üstünden günler geçtikten sonra birden ortaya çıkıp bu dayanışma ağlarını kökünden sökerek “Biz artık tek yetkiliyiz” dediği süreci, hayatta kalma direncini geliştiren bütün yaşam alanlarına el koyma sürecini, halkın dayanışmasının altının oyulduğu bir süreci yaşadık. Üstüne bir de seçim tartışması…
180 gün geçmiş, insanların en temel ihtiyaçları karşılanmıyor. Ne başlarının üstünde bir çatı ne çocuklarının önünde bir tabak sağlıklı yemek, ne çeşmeden akan su ne içilecek bir kap temiz su ne sağlık hizmetlerine ulaşım… Böyle bir altıncı ay tablosu var.
Fakat gelinen aşamada, her şeyin normalleştiği, yaşamın bir düzene girdiği, sorunların ortadan kaldırıldığı reklamının arkasında gizlenmeye çalışılan, ama gerçeğin gün gibi ortada olduğu bir tablo var. 180 gün geçmiş, insanların en temel ihtiyaçları karşılanmıyor. Ne başlarının üstünde bir çatı ne çocuklarının önünde bir tabak sağlıklı yemek ne çeşmeden akan su ne de içilecek bir kap temiz su ne sağlık hizmetlerine ulaşım ne eğitim olanaklarının geliştirilmesi ne de geleceğe ilişkin bir beklenti, ufuk çizgisi… Böyle bir altıncı ay tablosu var.
Depremden sonra dayanışmaların altının oyulduğunu söylediniz. Hâlihazırda devlet dışı dayanışma ağları, yardım faaliyetleri kısmen de olsa yok mu?
Belirli oranlarda elbette devam ediyor. Bunun nedeni bölgede zaten yerleşik olan politik örgütlenmelerin çabası. Özellikle Hatay gibi politik olarak da daha örgütlü bölgelerde yerel dayanışma ağları halkın ihtiyaçlarını yerinde tespit ederek karşılama çabası gösteriyor. Ancak, genel olarak kendiliğinden dayanışmada, yurttaşların çeşitli ağların içinde yer alıp ihtiyaçları karşılamaya yönelik çabalarında bir azalma var. Ama bunun nedeni deprem bölgesindeki oy oranlarının kimi işaret ettiği değil. Esas olarak bu altı ayda ülke çapında yoksulluk daha da derinleşti. İnsanlar evine ekmek götürmekte zorlanıyor. İnsanları kendi burnunun ucundan başka hiçbir yeri göremez hale getiren ekonomik ve politik baskının da bunda etkisi söz konusu.
EMEP’in “6. Ay Deprem Bölgesi Raporu”da, çadır kentlerin boşaltılarak buradaki depremzedelerin kent merkezine uzak, ulaşım sorunu yaşanan ve insanların dayanışma ilişkilerinden kopma hissi yaşadığı konteyner kentlere zorla gönderilmeye çalışıldığı belirtiliyor. Çadırlarda kalanlar için bunun anlamı ne, ne diyorlar?
Deprem bölgesindeki çadır kentler 6 Şubat’tan kısa zaman sonra çeşitli illerin yerel yönetimlerinin, kimi dayanışma gruplarının çabasıyla geçici olarak kurulan yerler. Ama altıncı ayda insanlar hâlâ “geçici” olarak kurulan bu yerlerde yaşıyor. Bunların çoğunluğu mahalle aralarında kurulu. Yerel yönetimlerin ve dayanışma ağlarının belirli oranlarda içme suyu ve yemek ihtiyacını karşıladığı, barınma açısından ne kış ne de yaz koşullarına uygun olan, ağır halk sağlığı sorunlarına gebe alanlar. Ama bütün deprem bölgesi açısından bu alanların çok önemli bir özelliği var. Çadır kentler insanların evlerinin barklarının yıkıldığı mahallelerine, geçim kaynaklarına, halen gündelik işlerde çalışarak hayatlarını devam ettirebilme olanaklarına sahip oldukları geçici işlere yakın yerlerde kurulu. İnsanlar buralarda mahalleden tanıdıkları eşleri, dostları, akrabalarıyla birlikte yaşıyorlar. Fakat iktidar bu çadır kentlerde yaşayan insanları kentin çeperlerine kurduğu, adeta köle kamplarına benzeyen konteyner kentlere taşımak istiyor.
Çadır kentler adeta gecekondulaştırılıyor. Bu yoksulların kent çeperlerine sürgünü demek olan, mahalle kültürüne dinamit koymak anlamına gelen rantçı kentsel dönüşümün bir versiyonu.
Çadır kentlerde yaşayan insanlar –ki bu belirli bir bölge için değil, gezdiğimiz bütün illerdeki çadır kentlerde karşımıza çıkan bir durum– geçim olanaklarına, dayanışma ağlarına, akrabalarına ve mahallelerine uzakta olan konteyner kentlere taşınmayı bir sürgün olarak niteliyor. Bize Hatay’daki bir depremzede şunu anlattı mesela: “Burada her sabah beslediğim tavuklarım, ineklerim var. Ben sütü, yumurtayı bu mahallede satıyorum. Beni 20 kilometre ötedeki konteynerlara yollarlarsa tavuklarıma, ineklerime nasıl bakacağım?”
Malatya’da çadırda kalan bir depremzede de şunu söylüyor: “Kızım eşini kaybetti, iki çocuğuyla birlikte benimle yaşıyor. Geçimimiz yok. Ben çocuklara bakıyorum, kızım evlere temizliğe gidiyor. Şimdi bizi 22 kilometre ötedeki konteyner kente göndereceklermiş. ‘Gitmezseniz zorla göndeririz, elektriğinizi, suyunuzu keseriz’ diyorlar. Burada da şartlar iyi değil, ama bizi neden yakındaki konteyner kente vermiyorlar da ta uzaktaki yere gönderiyorlar?”
Evet. İnsanlar geçimlerini sağlayabilmek için bu çadır kentlerden gidip gelebilecekleri gündelik işler bulmuş durumdalar kent merkezinde; hamallık, taşımacılık, nakliyecilik, ev temizliği, çocuk bakıcılığı gibi. Bunlar kentin içinde bulabildikleri işler ve oradan kazandıkları parayla hayatlarını idame ediyorlar. Kadınlar birbirlerine çocuklarını emanet ederek bu işlere gidebiliyorlar. Emanet edebildikleri insanlar akrabaları, eşleri dostları. Bu insanlar kentin uzak bölgelerine kurulu, birlikte yaşamı sürdürme olanaklarından uzak konteyner kentlere gitmek istemiyor haliyle. Çünkü ne toplu taşıma var ne geçim olanakları var ne de dayanışma ilişkileri kurulabiliyor buralarda. “Evet, biz de bu çadır kentlerde yaşamın sürmeyeceğinin farkındayız, çocuklarımız hasta oluyor, engellilerimiz, yaşlılarımız perişan, ama biz çadır kent alanlarının yeniden yerleşim alanı olmasına ihtiyaç duyuyoruz” diyorlar.
Kentsel dönüşüm süreçlerindeki hikâyelere benziyor…
Ne kadar benziyor, değil mi, insanların borçlandırılarak kent çeperlerine sürüldüğü o 20 yıllık hikâyeyi şimdi çadır kentlerde görüyoruz. Çadır kentler adeta gecekondulaştırılıyor. “Size üç beş gün mühlet veriyorum, bu süre zarfında çadır kentlerden konteyner kentlere gitmeyi kabul etmezseniz, belgeleri imzalamazsanız çadırları sökeceğiz, buraya elektrik, su vermeyeceğiz, buraya gelen yemekleri engelleyeceğiz” deniyor insanlara. Çadır kentlerin ilaçlanmayacağı, kanalizasyon sorunlarının giderilmeyeceği tehdidi yapılıyor. Bu gerçekten yoksulların kent çeperlerine sürgünü demek olan, mahalle kültürünün altına dinamit koymak anlamına gelen rantçı kentsel dönüşümün bir versiyonu.
Bu göç ettirme politikasının başka veçheleri de var mı, Kürt-Alevi nüfusun yoğun olduğu yerlerde mesela?
Çadır kentlerde yaşayanlar bir mahallenin insanları. O mahallenin gündelik hayatı bir kültür oluşturuyor. Burada bazı inanç gruplarının ağırlıkta olduğu, bazı kimliklerin baskın olduğu mahalleler var. Mesela Arap Alevisi mahalleler, Kürt mahalleler ya da kendilerinin tarifleriyle, şehrin muhalif mahalleleri. Buralardaki insanlar konteyner kentlere “Orada daha rahat bir hayat sürersiniz” ya da “Burada alt yapı hizmeti yok, size iyi olanaklar sağlayamıyoruz” denerek götürülüyor. Ve birbirlerinden yalıtılıyorlar oralarda. Çünkü büyük konteyner kentlerin farklı farklı bölgelerine yerleştiriliyorlar. Bu açıdan çadır kentteki insanlar “Bizim sağlığımız, barınma ihtiyacımız için değil, bizi bu mahallelerden, kültürümüzden, inancımızdan söküp almak için götürüyorlar” düşüncesine sahipler.
İnsanların zorla götürülmek istendiği konteyner kentler nasıl yerler?
Yapılan büyük ihalelerle altyapı sistemleri kurulan bu yerlerde insanlar bir ağaç gölgesinden mahrum. Yan yana sıralanmış, sıcağın alnına konuşlandırılmış, altına ya asfalt dökülmüş ya da kilit taşı serilmiş konteyner kentlerde bir tek otun yeşermesinin imkânı yok. Kent çeperlerine kurulan bu yerler insanlar için sığınma kampına dönüşmüş durumda.
Kadınlar için gündelik hayatın kendisi bir bütün olarak şiddete dönüşmüş durumda. Koskoca Hatay’da gebe kadınların takibi yapılamıyor, doğum yaptırabilecek bir tek kamu hastanesi yok.
Gezdiğimiz tüm konteyner kentler plansız bir biçimde inşa edilmişti. Buraların nasıl olması gerektiğine dair bilim insanlarının, emek ve meslek örgütlerinin değerlendirme raporları var, ama iktidar bilimle hiç işi olmadığını bu konteyner kentleri kurarken de göstermiş. En büyüğü 21 metrekare olan, en lüksü içinde küçücük bir banyo barındıran konteynerler ne kış ne de yaz koşullarına uygun. Yazın kavurucu sıcaklarında belirli bölgelerdeki belirli konteyner kentlere klima takılması büyük bir başarı olarak lanse edilmişti. Ama klima taktıkları konteynerlerin 40 derecelik sıcakta tavanlarının aşağı doğru eğildiğini, insanların o eğimi düzeltebilmek için konteynerlerin ortasına direkler diktiğini gördük.
Bu koşullar altında insanların gündelik, sosyal hayatı nasıl?
Sosyal hayat oraya yerleştirilen görevlilerin “iyi niyetine” bırakılmış. Devletin bu konteyner kentleri çeşitli protokollerle vakıf ve dernek adı altında cemaatlerin insafına bıraktığını gözlemledik. Kıyafet dağıtımından eğitim çalışmalarına, çocuklarla yapılan etkinliklerden psikososyal destek adı altında yapılan çalışmalara kadar, yürütülen bütün faaliyetlerde devletin kamu hizmetini yürütmekle görevli kamu görevlilerini değil, nasıl bir donanıma ya da yetkinliğe sahip olduğunu bilmediğimiz çeşitli dernek ve vakıfların görevlilerini görüyoruz.
Bu protokollerin içeriğinin açıklanması gerekiyor ve buralarda gündelik hayatın sürdürülmesi için kamu adına yetki verilen bu görevliler kim, bunun ortaya çıkarılması lâzım. Konteyner kentlerin pek çoğunda insanlar buralardaki yaşamsal ihtiyaçlarına, sorunlarına ilişkin taleplerde bulunduklarında “bunu bulduğuna şükret” cümlesiyle karşılaştıklarını anlattı.
Çatısının su akıtması üzerine yaptığı başvuruya bir depremzedenin aldığı yanıtın da “Sen başını sokacak yer bulduğuna şükret” olduğunu görüyoruz raporda…
Bazı durumlarda da, “Her gün makarna ya da bulgur mu yedireceğim çocuklarıma, neden sosyal marketlerde alabileceğim gıdalar bununla sınırlı, farklı ürünler de gelmeli buraya” diyenlere yanıt, “Bir paket makarnayı bulamayan var, haline şükret” oluyor. Bunu anlattı depremzede kadınlar bize. Örneğin, çeşitli kıyafetlerin ayıklandığını, kolsuz tişört, askılı bluz, şort gibi ürünlere erişemediklerini ifade ettiler. Doğum kontrol araçları da hiçbir biçimde ulaşılamaz durumda. Tam da bu yüzden deprem bölgesinde istenmeyen gebeliklerin, ardından da doğumların yaşandığı, yaşanacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Oradaki sağlık merkezlerinde, geçici sağlık kuruluşlarında ya da sosyal market olarak adlandırılan yerlerde böylesi ürünlere erişemediklerini ifade etti kadınlar.
Kadınların özel olarak taşıdığı başkaca yükler konusundaki izlenimleriniz neler oldu?
Giderek artan şiddet, fiziksel ve cinsel şiddet, deprem bölgesinde herkesin bildiği bir sır aslında. Aile içi şiddet, cinsel şiddet böylesi afet dönemlerinde özellikle belirli bir süre özgün önlemler alınmadığında daha da yaygınlaşma riski olan temel sorunlar, bu biliniyor. Ancak, bölgede özellikle şiddetin izlenmesi ve önlenmesi konusundaki hizmetlerde büyük bir aksama var, kadınlar başvuracak yer bulamıyor. Nitekim bu ağır yaşam şartları altında kadınların şiddet nedeniyle başvuru yaptığı mekanizmaların bizzat kendisi şiddete dönüşmüş durumda. Daha önce şiddet nedeniyle kolluğa başvuran kimi kadınların, “Şimdi bunun sırası mı, afet ortamındayız” gibi sözlerle karşı karşıya bırakıldığını biliyoruz.
Deprem bölgesinde kadınlar için gündelik hayatın kendisi bir bütün olarak şiddete dönüşmüş durumda. Koskoca Hatay’da gebe kadınların takibi yapılamıyor, doğum yaptırabilecek bir tek kamu hastanesi yok. Deprem bölgesinin tamamında, yandaş medyanın manşetlerine taşınan o konteyner kentlerde kadınlar doğum kontrol hapı bulamıyor. Bu yüzden istenmeyen gebeliklerle karşı karşıyalar.
Köyde, konteyner kentte ya da çadırda yaşıyor olsun, görüştüğümüz kadınların hepsinin kurduğu ortak cümle, “Bu bölgeye derhal kadınlar ve çocuklar için psikolojik destek sağlanmalı” oldu. Bunu duymayan kalmamalı.
Bütün o kirin, tozun, isin, yıkımın arasında her gün çözüm bulma telaşındalar. Aile bireylerinin altı ayda yaşadığı yıkım kadınların her birini psikolojik olarak aileyi ayakta tutmak zorunda olan psikologlar haline getirmiş. Bütün aile bireylerinden daha fazla çaba göstermek, daha fazla arayış içinde olmak zorunda kalıyorlar.
Asbest, toz, duman öncelikli olarak çocukları sağlığından etmiş. Çok ciddi solunum yolu enfeksiyonları, ağır kronik hastalıklar çocukların bakım yükünü ağırlaştırmış. Bu yaşlılar ve engelliler için de geçerli. Kadınlar zaten normal koşullar altında bile bu bakım yükünün altında ezilirken, bu koşullarda daha da ağırlaşan sorumluluklarıyla kendi sağlıklarını bir kenara bırakmış durumdalar.
Deprem bölgesinde gezdiğimiz illerin tamamında kadınlar tuvalete daha az gitmek için az su içmeyi, az yemeyi “tercih ettiklerini” anlattılar. Sağlık çalışanları deprem bölgesindeki kadınlarda kabızlık ve sistit görüldüğünü, kötü hijyen koşulları nedeniyle yaygın mantar enfeksiyonları, akıntı ve kaşıntı yaşandığını aktardı. Ayrıca, psikolojik durumlara bağlı regl düzensizliği de sık karşılaşılan durumlardan.
Mülteci ve göçmenler için devlet eliyle kurulmuş ayrı çadır kentler var. Kibrit kutusu kadar, içinde mutfak ve banyo olmayan konteynerler bunlar. Hijyenik koşullar yok. Kalabalık nüfuslar küçücük alanda insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda. Buralarda vakıf ve dernek adı altında cemaat ve tarikatlar kol geziyor.
Bunlara karşın, buluştuğumuz kadınlara “Peki siz nasılsınız?” diye sorduğumuzda, hemen hepsi otuz saniye duraklıyordu. Anlattıkları tüm dertler hep çocuklarıyla, bakmak zorunda oldukları yaşlılarıyla ilgili, parçalanmış konteyner plastikleriyle alâkalı, sadece makarna pişirmek zorunda kalmanın yüküyle ilgili… Hep bakım emeğinin getirdiği yükler bunlar. “Peki ya sen nasılsın, sen nasıl hissediyorsun?” sorusu bir sessizlikle karşılanıyor bu yüzden. Kendilerinin nasıl olduklarını hızla yanıtlayamayacak noktadalar. En temel ihtiyaçları görmeyen iktidar politikaları kadınları bağımlı ilişkilere mahkûm ediyor. Kadınları güçsüzleştirme operasyonu bu. Bunun etkilerini gördüğümüz bir altıncı aydayız.
Bana kadınlardaki temel duygu ne diye sorsanız, “öfke” derim. Öfkeyle bir çözüm arayışı içindeler. Deprem bölgesindeki belirsizlik durumu kadınlar bakımından bir an önce çözülmesi gereken bir sorun olarak duruyor. Ve buradaki en temel ihtiyaçlardan biri psikolojik destek. Köyde, konteyner kentte ya da çadırda yaşıyor olsun, görüştüğümüz kadınların hepsinin kurduğu ortak cümle, “Bu bölgeye derhal kadınlar ve çocuklar için psikolojik destek sağlanmalı” oldu. Bunu duymayan kalmamalı.
Psikososyal desteklerin çeşitli vakıf ve derneklere bırakıldığını söylediniz. TTB gibi kurumlarla da görüşmeler yaptınız deprem bölgesinde. Bu konunun uzmanları ne diyor?
Yaptığımız ziyaretler süresince, konteynerlarda belirsizliğin, kaygıların, hâlâ devam eden yas sürecinin rehabile edilebilmesi için bilimsel yöntemlerle hareket eden psikososyal destek ekibine rastlamadık. Bu konuyu Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’ndan görevlilerle, Türk Tabipler Birliği’yle, alanda depremin ilk zamanlarından bu yana orada gönüllü olarak bu faaliyetleri yürüten psikolog ve psikiyatrist gruplarıyla konuştuğumuzda, gönüllü faaliyetlerin az çok sürdüğünü, ama bu çalışmaların engellenmeye çalışıldığını belirttiler.
Depremin hemen ardından ilk hedef mülteciler olmuştu. Sık sık mülteci düşmanlığına, linçlere, ırkçı saldırılara şahit olduk. Mülteci ve göçmenler altıncı ayda ne şartlarda yaşıyor? Raporda Maraş-Pazarcık’taki Afrin ve Kobaneli mültecilerin temiz su, yeterli yiyecek ve hijyen koşulları olmadan, derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi verdiğini aktarıyorsunuz…
EMEP olarak 12 Nisan’da mülteci ve göçmenlerin depremde ne yaşadığını, ne gibi sorunlarla karşı karşıya kaldığını, sorunların giderilmesi için ne yapmak gerektiğine dair bir rapor açıklamıştık. Savaştan kurtulup depremin enkazında kalan mülteci ve göçmenlerin aslında toplumsal enkazın altında kaldığını o raporda ortaya koymuştuk.
Uzun zamandır mülteci ve göçmenler burjuva siyasetinin farklı kanatlarının ortak “siyaset nesnesi” halinde. İktidar kanadı mülteci ve göçmenleri kendileri bakımından bir koz olarak kullanırken, burjuva siyasetin muhalefet kanadıysa özellikle toplumsal sorunların derinleşmesinin gerçek nedenlerini tartıştırmamak için mülteci ve göçmenleri işaret ederek esası gündem etmekten kaçıyor, sorunların üstünü örtüyor. Sağdan da soldan da aynı kapıya çıkan bu iki yaklaşım, esasen toplumsal gerilimleri yükseltiyor. Bugün yoksullukla, işsizlikle, barınma sorunlarıyla boğuşan halkı esas sorunun sebebinden uzaklaştıracak biçimde mülteci ve göçmenler hedef haline getiriliyor. Depremde de bunun devamı, bir parçası olarak; iktidara, yanlış politikalara karşı biriken öfke ve nefret mülteci ve göçmenlere yöneltildi. Mülteci ve göçmen düşmanlığı tetiklendi.
Pek çok köyde demografik yapının değiştirilmesi için nasıl bir korkutma politikası yürütüldüğünü köylüler bize anlattı. Bu köylerin bir kısmı Kürt-Alevi köyleri ya da bölgedeki maden ocaklarına karşı direniş sergileyen, bu madenleri köylerin çevresine kurdurmayan köyler. Ne hikmetse tam da bu köylerin altından fay hatları geçiyormuş!
Bugün başının üstünde doğru düzgün bir çatı olmayan yerli depremzede, “Bize şunu şunu sağlamayan devlet gidip mültecilere havuzlu konteyner kent kurmuş” diyebiliyor. “Nerede bu, gidip görelim” dediğimizde aldığımız yanıtsa “Varmış işte, duydum ben” oluyor. İçme suyu konusunda da aynı şey geçerli. Beş litrelik içme suyu için kilometrelerce uzayan kuyruklarda, sıcak altında bekleyen bir kadın, “Mültecilerin evine çeşmelerle su bağlanmış, onların evinde su varken halimize bak, bir bardak su için saatlerdir bekliyoruz” demişti. “Hangi evler onlar, gidip görelim” dediğimizde aldığımız yanıt yine farklı değil: “Ben bilmiyorum, bizim mahallede yok, ama bana söylendi.”
Kim bu şehir efsanelerini yayıyor? Nasıl bunlar günlük söylemler haline geliyor? Burada iki mesele var: Birincisi, eşit yurttaşlık haklarının hiçbirinden faydalanamayan “yerli mülteci” depremzedeler, “Neden yıllardır bu memlekette toplanan deprem vergilerinin gereği olarak sunulması gereken haklarımı vermiyorsun?” sorusu yerine, kendilerine hesap sorabilecekleri en güçsüz kesimi, yani mültecileri hedef seçiyorlar. Böyle bir gerçeklik var. O öfkenin doğru yere kanalize edilmesi için tüm yurttaşlarla tartışma yürütmemiz lâzım. Bu bizim, sosyalist güçlerin sorumluluğu.
İkinci mesele de, mülteci ve göçmenlerin bugün geldiği nokta. Enkazın altında anadilinde seslenemeyen mülteci, sürüldüğü kentlerde ya da halen enkazın yanı başında derme çatma kurulmuş çadırlarda ne yaşadığını anlatamaz hale gelmiş halde. Tümüyle dilsizleştirilmiş durumdalar. Malatya’da, Adıyaman’da, Antep Nurdağı’nda korkunç şartlarda derme çatma çadırlarda yaşam sürdüren mültecilerle yan yana geldik. Altı ay geçmiş, bu insanların durumunu görmemek, yerel yöneticilerin, bürokratların durumlarından haberdar olmaması mümkün değil, ama kaderlerine terk edilmiş durumdalar.
Ne kadar süredir bu koşullarda yaşadıklarını sorduğumuzda, bununla ilgili bilgi vermek istemediler. Çünkü korkuyorlardı. “Halkların kardeşliği” duygusuyla orada olduğumuzu anlatıp, belli bir samimiyet ortamı oluştuktan sonra ancak orada neler yaşandığını anlattılar.
Ören’de de tarımsal alanların ne olacağı konusunda bir bilgi vermeden köyü dört parçaya bölerek farklı bölgelere taşımak istemişler. Bunun hem bir demografi değişimi hem de ciddi bir hak gaspı olduğunu tartışan köylüler bu yağmacılığı durdurabilmek için bir dernek kurma aşamasında.
Bir de özellikle mülteci ve göçmenler için devlet eliyle kurulmuş ayrı çadır kentler var. Bunların bir kısmı çok kısa bir zaman önce konteynere dönüştürülmüş. Bizim gittiğimiz konteyner kentte barınaklar ikinci eldi. Çok küçük, kibrit kutusu kadar, içinde mutfak ve banyo olmayan, çok kötü durumda olan konteynerler. Hijyenik koşullar yok. Çok kalabalık nüfuslar küçücük alanda insanlık dışı koşullarda yaşamak zorunda.
Buralarda vakıf ve dernek adı altında cemaat ve tarikatlar kol geziyor. Biz buralarda bakanlıklara bağlı öğretmenler ya da sosyal çalışmacılarla değil, çeşitli dernek isimleriyle, devletle yapılan işbirliği çerçevesinde orada olduğunu söyleyen kişilerle karşılaştık. Kimdirler, nedirler, ne türden bir uzmanlıkları var, gönüllü mü yoksa protokol çerçevesinde ücretli mi çalışıyorlar? Daha fazla bilgi edinme çabamız hem geçiştirildi hem engellendi. Bütün bunlara cevap vermeli devlet.
Özel olarak mülteciler için kurulan çadır ve konteyner kentlerde görevlendirilen görevliler hangi dernek ve vakıfların elemanları, nasıl bir yetkiyle donatılmışlar, kim denetliyor onları? Yaptıkları işi ne adına yapıyorlar? Bunların hesabını vermek zorundalar.
Çadır ve konteyner kentlerden köylere gelirsek, oralarda durum nasıl?
Deprem bölgesi dediğimiz bölge tarımsal üretim açısından çok kritik bir öneme sahip. Hayvancılık açısından da öyle. Zaten depremden önce hem tarımda hem hayvancılıkta ciddi bir bunalım yaşayan köylüler depremle beraber iki kat zararla karşı karşıya bırakıldı. Tümüyle “Orada bir köy var uzakta” durumundalar. Kendi yağlarıyla kavruluyorlar. Arama-kurtarma çalışmalarının en son yapıldığı bu köyler bugün kent merkezlerindeki çadır ve konteyner kentlerdeki kötü olanakların bile çok azına sahip.
Gezdiğimiz köylerde halen yıkıntılar orta yerde duruyor. İnsanlar ağırlıklı olarak çadırlarda, erişebilenler de kısıtlı sayıdaki konteynerlerde hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Günün sadece belirli saatlerinde elektriğe sahipler, su şebekeleri ortadan kalkmış durumda. Malatya’da Çığlık köyünde insanlar tümüyle ortada bırakılmış, Polat köyünde hayvanlarıyla aynı çadırda yatan insanlar vardı. 19. yüzyıl koşulları gibi, ateş yakıp üstüne koydukları kazanlarda su kaynatarak temiz su elde etmeye çalışıyorlar.
Yıkılan ahırlar yüzünden açıkta kalan hayvanlar insanların yaşam alanlarının orta yerinde korunmaya çalışılıyor. İnsanlar hayvanlarını barındırabilmek için iç içe bir yaşam kurmak durumunda kalmışlar. Hem hayvanlarına bakamadıkları için hem de kendi yaşam koşulları çok ağır olduğu için yok pahasına hayvanlarını satan çok köylüyle karşılaştık.
Depremin birinci ayından itibaren özellikle bu köylerde hayvan avına çıkan tüccarların köylülerin imkânsızlıklarını kullanarak yok pahasına hayvanlarını ellerinden aldıklarını daha önce raporlamıştık. Altıncı ayda ise insanlar zar zor ellerinde tuttukları hayvanlarını yok pahasına satmak fikrine sahipler. Çünkü iktidarın hayvan sahiplerine, köylülere vadettiği yem ulaştırma, hayvanların bakımı için ekonomik destek sözlerinin bir karşılığı yok. Bizim gezdiğimiz köylerde ekonomik destek aldığını söyleyenlerin oranı yüzde 10 bile değildi. Hayvanlarını ne yapacaklarını, nasıl geçineceklerini öğrenmek için köylerden kalkıp şehir merkezlerine giden pek çok köylü, “Bekleyin, sabredin, gereken yapılacak” cümleleriyle karşı karşıya kaldığını anlattı.
Tarımla uğraşanlar için çıkmazlar neler?
Zar zor borçlanarak gübre alıp tarla süren, mazotu borçla alıp hasattan sonra borçlarını ödeyebileceğini düşünen köylüler, şimdi o hasadı da kaldıramadıkları için ya da bekledikleri rekolteyi elde edemedikleri için ciddi bir borç yükü altında. Depremin yarattığı ağır yaşam koşullarında bir de borçlulukla önümüzdeki günleri nasıl çıkaracaklarını sorguluyorlar.
Çok önemli bir başka nokta da göç ettirme politikası. Pek çok köyde oranın demografik yapısının değiştirilmesi için nasıl bir korkutma politikası yürütüldüğünü köylüler bize anlattı. Bu köylerin bir kısmı Kürt-Alevi köyleri ya da daha önce bölgedeki maden ocaklarına karşı direniş sergileyen, bu madenleri köylerin çevresine kurdurmayan köyler. Malatya’da Ören ve Çığlık, Adıyaman’da Balyan bu köylerden. Ne hikmetse tam da bu köylerin altından fay hatları geçiyormuş!
Yani bazı köyler yalan bilgilerle boşaltılmaya çalışılıyor, öyle mi?
Evet. Bilimsel herhangi bir resmi fizibilite çalışması sunulmayan köylülere kim olduklarını bilmedikleri devlet yetkilerince, “Köyün altından fay hattı geçiyor, burayı taşıyacağız” deniyor. Farklı alanlara yönlendiriliyorlar. Örneğin, Balyan’da hem belediye başkanı hem köylüler şunu söyledi: “Bize ‘bu köyün altından fay hattı geçiyor, burası jeolojik olarak yerleşime uygun değil’ bilgisi verenlerle bu bölgeyi maden ocaklarına açmak isteyenlerin aynı kişiler olduğunu düşünüyoruz.”
Nitekim Ören’de de tarımsal alanların ne olacağı konusunda bir bilgi vermeden köyü dört parçaya bölerek farklı bölgelere taşımak istemişler. Orada önemli bir deneyim var. Bunun hem bir demografi değişimi hem de ciddi bir hak gaspı olduğunu tartışan köylüler bu köydeki yağmacılığı durdurabilmek için bir dernek kurma aşamasında.
Nasıl bir dernek bu, nasıl hareket ediyorlar?
Köylüler teker teker kendi haklarının peşine düşüp elleri boş dönmesin, çeşitli gerekçelerle devlet bürokrasisinde hakları gasp edilmesin diye kuruluyor bu dernek. Bütün köylüler adına ve köylülerin hakkını korumak üzere hareket ediyor. Uzmanlarla, emek ve meslek örgütleriyle yan yana geliyorlar. Durumlarını, ihtiyaçlarını, taleplerini anlatıp çeşitli raporlar çıkarmış durumdalar. Bu raporları kendilerine “rapor” diye gösterilenlerle kıyaslayıp doğru söylenmediğini ispatlıyorlar. Şimdi hukuki süreçle onları göç ettirmeye çalışan devlete karşı, “Hayır, bize yalan söylüyorsunuz, işte bilimsel gerçekler, burada tarlamız, köy kültürümüz, birlikte yaşamımız ve dayanışmamızla köyü yeniden inşa edilmesi için bize olanaklar sunmanız lâzım, göç ettimeniz değil” diyerek bir mücadeleye başlamış durumdalar. Aynı şey Hatay Dikmece köyü için de geçerli. Benzer bir mücadele süreci var.
Halkın kendi öz gücünü, hayatta kalmak için sürdürdüğü dayanışmayı, kimin dost kimin düşman olduğunu gördüğü bu ağır yıkım tablosundan çıkardığı sonuçları gözeterek yurttaşların inisiyatifine dayalı, mücadeleyi esas alan bir yerel seçim hazırlığı, ortak bir mücadele programı etrafında birleşen bir anlayışa ihtiyacımız var.
Depremde yıkılan kentlerde yeniden inşa süreci nasıl ilerliyor?
Kentlerin yıkım alanlarından temizlenmesi bir rant alanı, bu kentlerin inşası bir başka rant ve kâr kapısı. Yıkım alanlarının temizlenmesinden başlarsak, bölgede yıkılan, enkaz haline gelen, bununla beraber hâlâ yıkılmayı bekleyen çok fazla bina var ve bu binalar insanların hâlâ gündelik yaşamlarını devam ettirmek durumunda oldukları alanlar. Buralarda emek ve meslek örgütlerinin deneyimlerinden faydalanarak en az maliyetle bilimsel tespitlerin yapılabilmesine yönelik başvuruları sonuçsuz kalıyor. Tespit, raporlama ve yıkım süreçleri ihale ediliyor. Enkazdan bile rant devşiriliyor. Çeşitli şirketler kentlerdeki binaların yıkımıyla ilgili ihalelerden yüksek oranda pay alıyor.
“Bu binayı ihaleyle aldık, oradaki her malzeme bizim” diyen, depremzedelerin bir çöp bile almasına izin vermeyen bir yıkım politikasıyla karşı karşıyayız. Oysa oralar onların anılarından, hayat hikâyelerinden geriye kalan tek şey. Ama enkazların kent alanından temizlenmesi değil, bundan en az maliyetle en fazla kârı elden etme yönünde bir motivasyon var. En az maliyetle bunu yapmak isteyen şirketler ne enkaz kaldırma çalışmalarının sağlıklı bir biçimde yapılmasını gözetiyorlar ne de o enkazların etrafında hayat sürdüren insanları.
Bir binanın yıkılmasının, o binanın yıkıldıktan sonra geri dönüştürülecek malzemelerinin ayıklanmasının, onun geri dönüştürülmesinin bilimsel kuralları var. Bu kuralları TMMOB’a bağlı odalar defaten hatırlatmış, uyarılar yapmış olmasına rağmen, şirketlerin, yerel yönetimlerin ve iktidarın temel motivasyonu hız ve az maliyet.
Örneğin, Antakya’da insanlar toz bulutu içinde yaşıyor. Buradaki enkazların yıkılmasında sulama yapılması gerektiğini hatırlatan İnşaat Mühendisleri Odası’na valiliğin yanıtı, “Su kaynakları kısıtlı, şirketlere ‘gidin su alın’ diyemeyiz” oluyor. İnsan sağlığı hiçe sayılıyor. Ortaya çıkacak halk sağlığı sorunlarıyla bütünleşik bir rant mekanizması var. Deprem bölgesinin tamamında Çevre Mühendisleri Odası’nın ortaya koyduğu asbest, su kirliliği, hava kirliliği raporlarının hiçbirinin değerlendirmeye alınmadığını görüyoruz.
Diğer yandan,OHAL yetkisiyle deprem alanları sermaye yağmasına açılmıştı. Ormanlık alanların, meraların, koruma alanlarının, doğal sit alanlarının, tarihi alanların nasıl bir tehlikeye atıldığını gördük. Bugün “yıkım TOKİ’si” süreci başlamış durumda. Deprem bölgesindeki “yeniden inşa” bu kadar ağır kayıplar vermemize neden olan yanlışların tekrarı niteliğinde. Yeni bir yıkım tablosu, yeni cenaze evleri inşa ediliyor.
Son söz?
Bu raporu yalnızca bir durum özeti yapmak için hazırlamadık. Bu tablo aynı zamanda güncel ve acil mücadele taleplerini de ortaya koymak, deprem bölgesindeki yurttaşlarla birlikte sürdüreceğimiz mücadelenin ana noktalarını ve koşullarını tartışmak, örgütlemek için önemli.
Tüm halk buluşmalarımız, toplantı ve ziyaretlerimizde sorunları konuştuğumuz kadar, bütün bu sorunlar karşısında birlikte nasıl bir mücadele sürdüreceğimizin de tartışmasını yürüttük depremzede yurttaşlarla. Deprem bölgesinde hayatı yeniden kurarken, iktidarın yurttaşları daha vahşi bir bağımlılık ilişkisine mahkûm etmesine, bu bağımlılık ilişkisiyle atalete itmesine izin vermeden, dayanışmayı sürdürerek ve bunu aynı zamanda politik örgütlenmelere, yerel mücadele araçlarına dönüştürerek ilerlememiz lâzım. Bunun için deprem bölgesindeki yurttaşlarımızın bir arayışı var. Gözümüzü bölgeden ayırmadan, elimizi depremzedelerden çekmeden, yaşadıklarımızı unutmadan, somut ihtiyaçlar ve talepler üzerinden sürdürülecek bir mücadeleyle hayatlarımızı ranta, kâra, ihaleye teslim etmeyeceğimizi daha somut hissettirmeliyiz. Buna ihtiyacımız var.
Bu raporda anlattığımız her bir sorunu, ortaya koyduğumuz tabloyu yüzlerce soru önergesiyle, konuşmalarla, komisyon tartışmalarıyla Meclis gündemine de sokacağız. Deprem bölgesinin her gün derinleşen sorunlarına karşı Meclis’i de uyanık tutma ve tartışma görevimiz var.
Ayrıca, yerel seçimler geliyor. Deprem bölgesindeki bu ağır yıkımın en büyük sorumluları karşımıza yeniden çıkacak bu seçimlerde. Bölgede yalan üzerine kurulu vaat ve söylemlerle insanlara yeni tabutluk kentler inşa etmeye heves edenler, bu seçimleri de fırsata çevirmek isteyecekler. Halkın kendi öz gücünü, hayatta kalmak için sürdürdüğü dayanışmayı, kimin dost kimin düşman olduğunu gördüğü bu ağır yıkım tablosundan çıkardığı sonuçları gözeterek yurttaşların inisiyatifine dayalı, mücadeleyi esas alan bir yerel seçim hazırlığı, ortak bir mücadele programı etrafında birleşen bir anlayışa ihtiyacımız var. Bunu yapabiliriz. Nitekim deprem bölgesinde herkesin derdi, ihtiyacı bu.