“Bunlar terörist gençler. Bu terörist gençlerle ilgili her türlü çalışmayı yapıyoruz. Bunların eşgallerini belirlemek suretiyle bu gençlere üniversitelerde okuma hakkı vermeyeceğiz.” 19 Mart’ta Boğaziçi Üniversitesi’nin kuzey kampüsünde TSK ve cihatçı örgütlerin Afrin’i ele geçirmesini kutlamak üzere stant açıp lokum dağıtan gruba “İşgalin, katliamın lokumu olmaz” pankartıyla karşılık veren öğrenciler, 24 Mart’ta Erdoğan’ın bu sözleriyle hedef haline getirilmişti. Ertesi gün (25 Mart) sabaha karşı kampüs içindeki yurtlara baskın yapıldı ve çok sayıda öğrenci gözaltına alındı. Bu öğrencilerin tutuklanması halinde okuma hakları zaten ellerinden alınmış olacak. Zira, 22 Kasım 2016’da çıkarılan 677 Sayılı KHK ile TMK kapsamında yargılanan tutuklu ve hükümlü on binlerce öğrencinin eğitim hakkına, bu hak anayasal güvence altında olmasına rağmen, son verildi.
Tutuklu öğrencilerle ilgili hafızalara kazınan bir kare var. Haziran 2012’de, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin dersliğinde çekilen fotoğrafta, sınav sorularını yanıtlayan öğrencinin yanında bir jandarmanın oturduğu görülüyor. Fotoğraftaki jandarmanın öğrencinin sınav sorularına verdiği yanıtları dikkatle takip ettiği anlaşılıyor. Fotoğraftaki kadın şu sıralar Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nde (CİSST) çalışan avukat İdil Aydınoğlu. Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezuniyeti sonrasında avukatlık stajına başlamak üzereyken Ekim 2011’de tutuklanan Aydınoğlu, söz konusu fotoğrafta yüksek lisans dersi sınavı için jandarma eşliğinde hapishaneden okula getirilmişti. Ne var ki, ancak Mart 2015’te tahliye edilen Aydınoğlu hapislik koşullarında yüksek lisans eğitimini sürdüremedi.
“Çünkü” diyor Aydınoğlu, “hiçbir derse girmeden, hiçbir akademisyenle, hocayla iletişim kurmadan yüksek lisans yapmanın anlamı yoktu. Kaldı ki, tez yazacağınız konuyla ilgili tüm kaynakları okumanız gerekir, ama hapishanede böyle bir olanak yoktu. Bırakın yapılmış çalışmalara ulaşmayı, ne tür çalışmalar yapıldığı bilgisine bile ulaşamazsınız. Bu koşullarda eğitim hakkından söz edemezsiniz. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan biriyle yazışıyordum, hayatında hiç bilgisayar görmeden bilgisayar bölümünden mezun olmuştu.”
Aslında Aydınoğlu’nun 2012’de jandarma eşliğinde bile olsa sınavına girebilmesinin arkasında olağanüstü bir hukuk mücadelesi yatıyor.
“Hapiste Öğrenci Ağı” temsilcisi Kadir Selamet’in aktardığına göre, tutuklu bir öğrencinin sınavlarına girmesi için aşması gereken tek duvar cezaevi yönetimi değil. Mahpus öğrencilerin eğitimlerini sürdürebilmeleri için her şeyden önce bulundukları üniversiteden atılmamış olmaları gerekiyor!
2002’de AKP iktidara geldiğinde, Türkiye’de toplam tutuklu-hükümlü sayısı 59 bin 429 iken, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğünün verilerine göre bu rakam 2 Ekim 2017 tarihi itibariyle 228 bin 983 kişiye ulaştı. Yani 2017 tarihi itibariyle tutuklu-hükümlü öğrenci sayısı, 2002’deki toplam tutuklu-hükümlü sayısından fazla!
Eğitim hakkının soyut olarak anayasal güvenceye alındığını, ancak bu güvencenin yasalarla ve hapishane mevzuatlarıyla desteklenmediğini vurgulayan Selamet, hüküm giyen öğrencilerin üniversiteden atıldığını, tutuklanan öğrencilerin ise okuldan uzaklaştırılarak eğitim haklarının engellendiğini söylüyor ve sözü cezaevlerinin öğrencilere yaklaşımına getiriyor:
“Eğitim hakkı 1793’te, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden sonra hazırlanan Fransız anayasasından itibaren temel bir insan hakkı olarak kayda geçti. Bu yaklaşım daha sonra bütün uluslararası ve ulusal anlaşmalarda kabul edildi. Fakat Türkiye hapishanelerinde eğitim bir hizmet ilkesi olarak ele alınıyor. Yani sanki hapishanelere rehabilitasyon amacıyla götürülen bir hizmet olarak sunuluyor. Eğitime temel bir hak değil, hapishanelerde sunulan bir hizmet gibi yaklaşılması, çeşitli olanaksızlıklar gerekçe gösterilerek bu hizmetin sunulmamasını beraberinde getiriyor. Güvenlik gerekçesiyle sınava göndermeme, gönderse bile ring aracı için öğrenciden para alma gibi uygulamalar eğitim hakkının engellenmesidir. Ayrıca, açık cezaevlerinde tutulan ve çalıştırıldıkları için eğitimlerini sürdüremeyen öğrenciler de var. Keza ders notları kitap olmadığı için içeri alınmıyor. Derslerle ilgili CD’ler kullandırılmıyor. Tabii tüm bunlar OHAL öncesi sorunlardı.”
Eğitim hakkının KHK ile gaspı
OHAL’in mahpus öğrencilerin hayatı üzerindeki etkisi oldu? 20 Temmuz 2016’da Türkiye genelinde uygulanmaya başlanan OHAL, hapisteki öğrencilerin eğitim hakkını mutlak bir biçimde sonlandırdı. 22 Kasım 2016’da, 29896 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında yargılanan öğrencilerin her türlü sınava girmesi yasaklandı:
“Terör örgütü üyeliği veya bu örgütlerin faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar sebebiyle tutuklu veya hükümlü olarak ceza infaz kurumunda bulunanlar, olağanüstü halin devamı ve kurumda barındırıldıkları süre zarfında, ülke genelinde uygulanan merkezi sınavlar ile örgün veya yaygın her türlü eğitim ve öğretim kurumları ile kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılan ya da yaptırılan sınavlara giremezler.”
Tutuklu ve hükümlü öğrencilerin eğitim hakkını temelden engelleyen söz konusu KHK’nın yürürlüğe girdiği dönemde Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı “2016 Yılı Birim Faaliyet Raporu” ise öğrenciler açısından tozpembe bir tablo çiziyor:
“Ceza infaz kurumlarında; hükümlülerin topluma kazandırılması, yeniden suç işlemelerini önlemek ve sorumluluk duygusuna sahip bireyler olarak hayatlarını devam ettirebilmeleri amacıyla eğitim öğretim çalışmalarına önem verilmekte olup, bu kapsamda hükümlü ve tutukluların temel eğitimden yüksek öğrenime kadar her türlü eğitim imkânlarından yararlanmaları sağlanmaktadır.”
İdil Aydınoğlu, “Hapsetmenin üç temel gerekçesi sunuluyor: Topluma kazandırma, cezalandırma, toplumun geri kalanı için caydırma” diyor ve ekliyor: “Fakat uygulamaların bireyi tekrar topluma katmakla ilgisi yok. Eğer böyle bir amacınız varsa, kişinin hapisten çıktıktan sonraki ekonomik ve sosyal koşullarını düzenlemesine izin vermek zorundasınız. Dolayısıyla eğitim haklarını kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmalısınız. Mahkeme kararıyla sadece insanların fiziksel özgürlüklerini sınırlandırabilirsiniz. Bunun dışındaki bütün haklarını, dış dünyaya yakın olabilecek şekilde sağlamanız beklenir. Dışarıdaki insanların eğitim hakkını sağlamamanın gerekçesi yoksa, hapistekiler için de bu geçerli.”
Adalet Bakanlığı’nın 2016 sonu itibariyle mahpus öğrenci sayısına ilişkin verdiği iki ayrı sayı var. CHP milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’ye mahpus öğrenci sayısını 69 bin 301, Sezgin Tanrıkulu’na ise 35 bin 647 rakamını veren Adalet Bakanlığı’nın bu çelişkili açıklamasına ilişkin rivayet muhtelif.
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün raporunda ise bu koşulların sağlandığına ilişkin hakikatle örtüşmeyen şu değerlendirme yapılıyor: “Çağdaş ceza infaz sisteminde hükümlü ve tutukluların salıverilmeleri öncesinde belirli eğitim ve iyileştirme programlarına katılmaları önem arz etmektedir. Bu amaçla, ceza infaz kurumlarında yapılan tüm eğitim ve iyileştirme çalışmaları hükümlü ve tutukluların salıverilmelerinden sonraki hayata hazırlanmaları için uygulanmaktadır. Günümüzde, ceza infaz kurumlarımız birer okul, eğitim merkezi, rehabilitasyon merkezi, topluma kazandırma merkezi şeklinde çalışmakta ve eğitim-öğretim faaliyetleri uluslararası standartlara uygun bir şekilde yürütülmektedir. Ceza infaz kurumlarımızda, açık öğretim ortaokulu, açık öğretim lisesi, açık öğretim fakültesi çalışmaları yürütülmekte olup, hükümlülerin kurumlarda katıldıkları sosyal kültürel faaliyetler ile mesleki ve teknik kurslarda kazandıkları bilgi ve beceriler, akademik öğretim çalışmalar ile desteklenmektedir. Böylece hükümlü ve tutukluların bulundukları eğitim seviyesinin en az bir üst eğitim seviyesine çıkarak değişim ve gelişim süreçlerine katkı sağlanmaktadır.”
Raporda 2016 yılı içinde 1.096 hükümlü ve tutuklunun iki yıllık yüksekokul, 769 hükümlü ve tutuklunun dört yıllık fakülte, 371 hükümlü ve tutuklunun yüksek lisans ve 143 hükümlü ve tutuklunun doktora eğitimine devam ettiği ifade ediliyor. Oysa bu 2.379 öğrenci, mahpus öğrencilerin yüzde ikisi bile değil.
Mahpus öğrenci sayısı 35 bin mi, 69 bin mi?
Gerçi Adalet Bakanlığı’nın 2016 sonu itibariyle mahpus öğrenci sayısına ilişkin verdiği iki ayrı sayı var. CHP milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’ye mahpus öğrenci sayısını 69 bin 301, Sezgin Tanrıkulu’na ise 35 bin 647 rakamını veren Adalet Bakanlığı’nın bu çelişkili açıklamasına ilişkin rivayet muhtelif.
Bakanlık 21 Ağustos 2017 tarihli cevabında 2016 sonu itibariyle hapishanelerde lise ve dengi okullar ile ön lisans ve lisans programlarına kayıtlı toplam hükümlü ve tutuklu öğrenci sayısını 36.033, açık öğretim programlarına kayıtlı toplam hükümlü ve tutuklu sayısını ise 33.268 olarak açıkladı.
Sezgin Tanrıkulu’nun aynı konu kapsamında Adalet Bakanlığı’na soru önergesine 12 Temmuz 2017’de verilen yanıtta ise, Mart 2017 tarihi itibariyle “örgün eğitime devam eden 2.379, yaygın eğitime devam eden 33.268 hükümlü ve tutuklu” olduğu açıklanmıştı. Bu sayılar Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 2016 yılı faaliyet raporundakilerle aynıydı. Bakanlığın iki cevabında da yaygın öğrenime devam eden öğrenci sayısı birebir aynı, fakat örgün öğrenime devam eden mahpus öğrenci sayısında 33 bin 654 kişilik fark var.
“Hapsetmenin üç temel gerekçesi sunuluyor. Topluma kazandırma, cezalandırma, toplumun geri kalanı için caydırma. Fakat uygulamaların bireyi tekrar topluma katmakla ilgisi yok. Mahkeme kararıyla sadece insanların fiziksel özgürlüklerini sınırlandırabilirsiniz. Bunun dışındaki bütün haklarını sağlamanız beklenir. Dışarıdaki insanların eğitim hakkını sağlamamanın gerekçesi yoksa, hapistekiler için de bu geçerli.”
Açıklamada belirtildiğine göre, Akkuş İlgezdi’ye verilen cevapta örgün öğretime “kayıtlı” öğrenciler, Tanrıkulu’na verilen cevapta örgün öğretime “devam eden” nitelendirmeleri kullanıldı. Dolayısıyla 33 bin 364 kişilik farkın kaynağı bir öğrenim kurumuna kayıtlı olmasına rağmen okula devam edemeyenler, yani 677 sayılı KHK’nın eğitim hakkını elinden aldığı öğrenciler olabilir.
Öte yandan, öğrenimine devam eden veya edemeyen öğrenci sayısının 70 bine yaklaşması başka bir çarpıcı rakama daha işaret ediyor. 2002’de AKP iktidara geldiğinde, Türkiye’de toplam tutuklu-hükümlü sayısı 59 bin 429 iken, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’nün 2 Ekim 2017 verilerine göre, tutuklu ve hükümlü sayısı son on yılda yüzde 121,8, cezaevi sayısı ise yüzde 52 oranında artırıldı. Verilere göre, Türkiye’de son on yılda tutuklu ve hükümlü sayısı yüzde 121,8 oranında artarak 228 bin 983 kişiye ulaştı. Yani 2017 tarihi itibariyle tutuklu-hükümlü öğrenci sayısı, 2002’deki toplam tutuklu-hükümlü sayısından fazla.
Baskıya karşı dayanışma, dayanışmaya karşı baskı
Öğrencilere yönelik bu ağır baskılar elbette yeni dayanışma ağlarının da oluşmasını beraberinde getirdi. 2015’te kuruluşu ilan edilen Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma Ağı (TÖDA), hapishanedeki öğrencilerin sorunlarına dikkat çekmek ve bu sorunları gidermek için mücadele yürüten en geniş örgütlülük.
Önce İstanbul’da kurulan TÖDA’nın daha sonra Ankara’da da kurulduğunu söyleyen hukuk fakültesi öğrencisi Viyan Kınalı, bu ağın gönüllü öğrenci, akademisyen, avukat ve aktivistlerden oluştuğunu ifade ediyor. TÖDA Ankara aktivisti ve hukuk fakültesi öğrencisi olan Kınalı çalışmalarını şöyle özetliyor:
“Cezaevlerindeki öğrencilerin sesi olmak, duruşmalarını takip etmek, aileleriyle görüşmek, mektuplaşmak… 400 civarında öğrencinin hangi üniversitede okuduğuna, nerede hapis yattığına dair listemiz var. Bu arkadaşlarla düzenli olarak haberleşirken, onlar üzerinden diğer öğrencilere de ulaşmaya çalışıyoruz. Görüştüklerimizin çoğu üniversite öğrencisi, ama çocuk cezaevlerini de gündemimize alıyoruz.”
Kınalı, siyasi mahpus öğrencileri kapsayan 677 Sayılı KHK’nın önceki sorunları kalıcılaştırdığının altını çizerken, KHK öncesindeki durumun da iç açıcı olmadığını hatırlatıyor. Kınalı’ya göre KHK öncesinde üniversite yönetimlerinin öğrencilerin sınava katılım taleplerini kabul etmemesi, talebi kabul edilen öğrencilerin nakil sırasında ring aracının ücretini denkleştirememesi, bu sorunu aşanların ders materyallerine ulaşamaması sorunların başında geliyordu:
“Eczacılık fakültesi öğrencisi bir arkadaşımızın ders notlarının kabul etmesi için bir ay mücadele etmemiz gerekti. Cezaevi komisyonu ‘biz bu notları anlamıyoruz’ diyerek kabul etmiyordu. Ayrıca öğrenciler, daha iddianameleri bile hazırlanmamışken üniversiteleri tarafından suçlu muamelesi görüp okuldan uzaklaştırılıyor. Üniversitelerin genel tavrı, öğrencisini sahiplenmemek. Eylül ayında ders kaydı başlıyor, ama uzaklaştırma alan öğrenci ekim ayında tahliye olsa bile okuluna dönemiyor ve doğrudan okulu uzatmış oluyor.”
Türkiye hapishanelerinde eğitim bir hizmet ilkesi olarak ele alınıyor. Yani sanki hapishanelere rehabilitasyon amacıyla götürülen bir hizmet. Eğitime temel bir hak değil, hapishanelerde sunulan bir hizmet gibi yaklaşılması, çeşitli olanaksızlıklar gerekçe gösterilerek bu hizmetin sunulmamasını beraberinde getiriyor.
Kredi Yurtlar Kurumu’nun da hapse giren öğrencileri yurttan çıkarıp bursunu kestiğini, hapisten çıkan öğrencilerin bu sefer de barınma sorunuyla karşı karşıya kaldığını söyleyen Kınalı’ya göre, bu şekilde öğrenciler açısından hapislik koşulları tahliyeden sonra da devam ettiriliyor: “Eğer cezaevi devletin iddia ettiği gibi kişiyi topluma kazandırmak veya rehabile etmek içinse, bu insanlar çıktıklarında bırakın topluma kazandırılmayı, yıpranmış ve sorunlarla baş etmeye çalışan kişiler haline geliyor.”
Kınalı’nın aktardığına göre, TÖDA verileri son yıllarda öğrencilerin tutuklanmasıyla sonuçlanan temel “suçun” cumhurbaşkanına hakaret olduğunu, sosyal medyada Tayyip Erdoğan’la ilgili en ufak eleştirel yorumun bile öğrencilerin aylarına, yıllarına mâlolabildiğini gösteriyor.
Ayrıca, 1 Mayıs’a veya basın açıklamasına katılmak, halay çekmek, hayatını kaybeden arkadaşlarını anmak, şiir okumak, referandum çalışması yapmak, IŞİD’e ilişkin haber paylaşmak, “Nuriye Gülmen ve Semih Özakça yaşasın” demek, Halepçe katliamını protesto etmek, Mahir Çayan’ın fotoğrafını taşımak, duvara “tek yol devrim” yazmak gibi “suçlar” da öğrencilerin hapsedilmesine gerekçe yapılıyor.
Tabii tutuklu öğrencilerle dayanışmak da baskı ve gözaltı sebebi olabiliyor. Kınalı, kendisi dahil çok sayıda arkadaşının ailesinin polis tarafından arandığını, “çocuğunuz terörist faaliyet yürütüyor” denerek tedirgin edildiğini söylüyor. Kınalı’ya göre bu yüzden öğrenciler tahliye edilir edilmez aileleri tarafından yoğun baskılara maruz kalıyor. Bazı öğrenciler bizzat aileleri tarafından okuldan alınıyor veya bulundukları şehirde okumaya zorlanıyor. “Yani” diyor Kınalı, “öğrencilere karşı aile kurumundan başlamak üzere okul, yargı ve cezaevi üzerinden ciddi bir baskı söz konusu”.
Görüşlerine başvurduğumuz akademisyenler, söz konusu baskıda üniversitelerin de azımsanmayacak payı olduğunu belirterek şu noktaların altını çiziyor: Eğitim hakkı insan hakkıdır ve üniversiteler bu hakkı kimsenin elinden alamaz, alamamalı. Yargı, kişi hüküm giydi diye üniversiteden attırmıyor, bunu yapan üniversite yönetimleri. Bu, OHAL öncesindeki durumdu. Şimdi artık sınavlara girmeleri söz konusu değil. Sınavı kazanıp da üniversitenin kabul etmediği çok sayıda öğrenci var. Öğrenciler kayıt yaptırdıktan sonra da devam zorunluluğu olan derslerde sınava kabul edilmiyor. Oysa öğrencilerin çok açık mazeretleri var: Hapisteler!
İdil Aydınoğlu, Kadir Selamet ve Viyan Kınalı, 677 Sayılı KHK’nın hükmü devam ettikçe siyasi mahpus öğrencilerin anayasal haklarının ihlâl edilmeye devam edeceğinin altını çiziyor ve bu konuda ciddi bir duyarlılığın gelişmesi gerektiğini söylüyor. Zira İdil Aydınoğlu’nun 2012’de jandarma eşliğinde sınava girişini gösteren ve epey tepki toplayan fotoğraf bile, aradan geçen altı yılın sonunda hapisteki on binlerce öğrenci için bir “hayale” dönüşmüş görünüyor. Tabii Erdoğan’ın “Bu terörist gençlerle ilgili her türlü çalışmayı yapıyoruz, bu gençlere üniversitelerde okuma hakkı vermeyeceğiz” açıklaması tüm yapısal sorunların üstünde, yeni bir aşamaya işaret ediyor.