Barış için Akademisyenler’e açılan davalar kes-yapıştır iddianamelerle ve tarihi savunmalarla devam ederken, birbiriyle çelişen kararlar da geliyor ve Füsun Üstel’in tutukluluğunun yanına yenileri ekleniyor. Dün yapılan skandal niteliğindeki duruşmada tarihçi Noémi Lévy, 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. AYM’nin dava birleştirme ihtimalini beklemeyen, benzer nitelikteki davalarda verilen beraat kararlarını, ertelemeli ceza seçeneğini dikkate almayan hâkim şu sözleri sarfedebildi: “O beraat o mahkemenin ayıbı. Terör örgütünü övmek ifade özgürlüğü mü? Bir bayana tecavüz etmek ifade özgürlüğü müdür? Yani şurada bir kadına tecavüz edilse bunu savunabilir misiniz?” Böylesine saçma ve alâkasız bir akıl yürütmeye muhatap olan Noémi Lévy, akademik çalışmalarını 2003’ten bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nde sürdürüyordu, 2010’da okulun kadrolu öğretim üyesi olmuştu. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin ardından YÖK çalışma iznini iptal etmiş, okulundan ihraç edilmişti. Osmanlı devletinin son döneminde hukuk, kamu düzeni, asayiş, örfi idare gibi konulara yoğunlaşan Lévy ile, tam da bu sırada, doktora tezi “Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş 1879-1909” başlığıyla henüz yayınlanmışken konuşmuştuk. Express’in Nisan 2017 tarihli 151. sayısında yer alan ve Osmanlı’dan cumhuriyete evrilen baskı mekanizmalarına odaklanan, kısaltarak aktardığımız bu söyleşi, bugünkü iktidarın alâmet-i farikası haline gelen anti-hukuk siyasetine güçlü bir ışık tutuyor.
Üniversitelerdeki kıyımdan siz de nasibinizi aldınız, ama bu yeni bir KHK’yle değil, çalışma sözleşmenizin iptaliyle oldu. Nasıl gelişti bu süreç?
Noémi Lévy: YÖK her yıl olduğu gibi, aralık ayı civarında yabancı öğretim üyeleri olarak sözleşmelerimizi yenilemişti. Ama 22 Şubat (2017) tarihli bir kararla Sosyoloji bölümünden Prof. Dr. Abbas Vali’nin ve benim çalışma izinlerimiz iptal edildi. Kararı açıklayan yazı 7 Mart’ta Boğaziçi Üniversitesi’ne ulaşmış, ben de 8 Mart’ta öğrendim. Herkes gibi bir şekilde atılmayı bekliyorduk, ama sanırım burada bir teknik mesele var, yani devlet memuru değiliz, o yüzden KHK’yle atılamıyoruz. Okuldaki öncülüğümüzü de bu şekilde açıklayabiliriz diye düşünüyorum. Burada yeni olan, rektör veya üniversite yönetiminden talep gelmeden veya üniversiteye danışmadan YÖK’ün tek başına karar almış olması. KHK’yle ihraç edilenler için “sivil ölüm” gibi kavramlar kullanılıyor, çünkü sadece işten çıkarılmıyorlar, sosyal güvenceleri, pasaportları da iptal ediliyor. Yabancılar olarak bizim için de kararın sonuçları akademik hayatımızla sınırlı değil, çünkü YÖK hem çalışma hem ikamet izinlerimizi veriyor. Şu anda turist olarak Türkiye’de bulunuyorum.
Üniversite yönetimi bu kararı nasıl karşıladı?
Görevlendirmeyle Londra’da bulunuyordum, rektör yardımcısından bir bilgilendirme mesajı aldım, sonra kimse arayıp sormadı. Rektörün tavrını üniversitenin 10 Mart’taki üniversite genel kurulunda öğrenebildik, kararın kendisinden çıkmadığını çok net söyledi, öncelikle bu kararın gerekçelerini araştırmak istediğini, bunun ardından daha kesin bir tavır alabileceğini belirtti. Bu bir KHK olmadığı için hukuk yoluyla itiraz etmek mümkün. Kendim açacağım davanın yanısıra üniversite de dava açma yetkisine sahip, bu da kurum açısından önemli bir boyutu bu ihracın. 13 Mart’ta rektör beni görüşmeye davet etti. O günden sonra YÖK’le yapılan gayrı resmi müracaatın sonunda çalışma izinlerimizin iptal edilmesinin doğrudan barış bildirisini imzalamış olmamıza bağlı olduğunu öğrendik.
1876’nın esas meselelerinden biri padişahın kutsallığının ve iktidarının nasıl korunacağı, meşruiyetinin nasıl güçlendirileceği. Kanun-ı Esasi padişahın iktidarını sınırlamak, kontrol mekanizmalarını geliştirmek için tasarlanmamış. Meclis fikri çok önemli, ama parlamenter rejim padişahın otoritesine karşı kurulmuş değil.
Türkiye’de daha önce de geniş çaplı üniversite tasfiyeleri yaşanmıştı, ama bu ölçekte bir kıyım ilk. Sizce akademik hayatı nasıl etkiler bu tasfiyeler?
Tabii sadece üniversitelerde değil, adaletten sağlığa birçok kurumda söz konusu aynı şey. Çok endişe verici. Ayrıca, sadece barış bildirisine indirgeyemeyeceğimiz bir durum söz konusu. Genel olarak muhalif sesler ihraç ediliyor, sendikalılar, solcular, Gülen cemaati mensubu olduğu iddia edilenler… Bu konuları konuşurken onları da katmamız gerek, insanı gerekçesiz bir şekilde ihraç etmek kabul edilir bir şey değil. Solcu, sağcı, muhafazakâr diye bakmamak lâzım, bu bir ilke meselesi. Üniversiteler için çok ciddi sonuçlar söz konusu tabii, eleştirel sesler ortadan kayboluyor, öğrenciler mağdur oluyor, dersler anlatılamıyor, tezler yönetilemiyor. Çok büyük bir tahribat var. Yine de bu muhalif sesler susmamak için mücadele ediyor, kurulan alternatif akademilerde hem bilimsel üretimi sürdürmeye hem de eleştirel ruhu yaşatmaya çalışıyorlar. Telafisi çok zor bir süreç bu, ama buna direnen çok insan da var. Bu direnişi sürdürmemiz lâzım, elimizdeki tek çözüm bu.
Bu büyük tasfiye 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen ve yinelenen olağanüstü hal koşullarında mümkün olabildi. 2010’da kabul edilen, 2013’te Fransızca yayınlanan doktora teziniz, Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş 1879-1909 adıyla İletişim Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı, fakat aslında son yıllarda tam da OHAL, eski deyişle örfi idare üzerine çalışıyorsunuz. Nasıl, neden ilginizi çekti bu konu?
Örfi idare kavramı günümüzde kullanılmadığı için Osmanlıca kaynaklarda ilk rastladığım zaman ne olduğunu bilmiyordum aslında, üzerine yapılmış çalışma da çok azdı. 2000’lerin başında, ben Türkiye’ye yerleşirken OHAL kaldırılmıştı, bu gelişme demokratikleşmenin işareti olarak yorumlanıyordu. O zaman, modern devletler artık farklı tehlikelerle, belli bir yere bağlı olmayan, çeşitli yöntemler kullanan tehditlerle karşı karşıya olduğu ve kendileri de baskı tekniklerini değiştirdikleri için OHAL gibi bir nosyonun en azından kısmen işlevini yitirdiğini düşünüyordum. Zaten öyle sunuluyordu, “artık Türkiye’de OHAL’e ihtiyaç yok, olmayacak” deniyordu. Fakat, Fransa dahil olmak üzere çeşitli yerlerde OHAL’ler ilan edilince benim de meseleye bakışım değişmeye başladı, burada çalışma alanım açısından bir süreklilik gördüm. Aslında polis üzerine çalışıyordum, ama kaynaklara, belgelere ulaşmakta zorlanıyoruz, ben de odağımı buraya çevirdim. Yaşları büyük olanlar hep “Biz çok OHAL gördük, ama böylesini görmedik” der. Yani hem bir süreklilik var, hem de her olağanüstü halin kendi kendini üretmesi, diğerlerinden farklılaşması söz konusu. Çalışmamı bunun üzerine yoğunlaştırmaya başladım.
Değişen tehditler karşısında baskı ve denetim tekniklerinin değişmesi “güvenlik devleti” konseptine mi işaret ediyor?
“Güvenlik” kelimesinden pek hoşlanmıyorum, asayiş veya örfi idare üzerine çalışmalarımı da bu kavrama indirgemekten kaçınıyorum. Aksi, devletin dilini, “zaruret” gibi gerekçelerini benimsemek olur. Güvenlik yerine mesela “keyfiyet” gibi başka kavramlar meseleyi siyasi düzleme çekmemize yardımcı olabilir. “Güvenlik” dediğinizde zaten herkes ister, “güvenliğiniz için şunu yapıyorum” deyince kimse “yok, istemem” demez, tartışmayı bitirmiş olursunuz. Bu gibi kavramların arka planındaki siyasi ve toplumsal anlamları ortaya çıkarmamız lâzım. Son dönem Osmanlı tarihiyle ilgileniyorum. Son araştırma konumla bu döneme daha geniş bir perspektifle bakmaya başladım. Osmanlı’nın son döneminde, yani aslında Türkiye’nin modern tarihinde olağanüstü hal rejimlerinin hukuki, siyasi ve toplumsal anlamını araştırıyorum. 1876’da Kanun-ı Esasi’yle ilk ortaya çıkışından 1912-13’te Balkan Savaşları’na kadar olan dönemde bu kavramın nasıl icat ve inşa edildiğini, nasıl uygulandığını araştırmaya çalışıyorum. Bu çalışmayı ileride cumhuriyet tarihine de getirmeyi düşünüyorum.
Her OHAL kendi kurallarını, kendi keyfiyet alanını yeniden icat ediyor. 1877 örfi idare kararnamesi 1940’a kadar yürürlükte kalıyor. Bu demek değildir ki cumhuriyet uygulamaları Osmanlı’nınkilerle birebir aynıdır, ama aynı yaklaşımın sürdüğü anlamına geliyor.
Bu kavram Kanun-ı Esasi’ye, ilk anayasa metnine neden konmuş, neden ihtiyaç duyulmuş?
1876’dan önce idare-i örfiye diye bir kavram yoktu, bu o zaman için yeni bir fikir. Ortaya çıkması da tabii anayasal bir düzen bunu gerektirdiği için. Örfi idare veya state of emergency, state of siege, olağanüstü hal gibi kavramlar bir hukuk düzeni içinde istisnayı düzenlemek için yaratılmıştır. Anayasal çerçeve olmazsa bu kavramlara da ihtiyaç olmuyor. Örfi idare kavramının Kanun-ı Esasi’deki rolüyle ilgili benim yorumum, padişahın mutlak iktidarını koruduğu yönünde. Meşrutiyeti ve anayasayı sadece hakları ve hukuk düzenini korumak olarak düşünmememiz lâzım.
Saltanat rejiminde Kanun-ı Esasi padişahın iktidarının sınırlandırılması anlamına gelmiyor mu?
Anayasa hazırlık komisyonunun taslaklarına da dayanarak söyleyebiliriz ki, 1876’nın esas meselelerinden biri padişahın kutsallığının ve iktidarının nasıl korunacağı, meşruiyetinin nasıl güçlendirileceği. Kanun-ı Esasi padişahın iktidarını sınırlamak, kontrol mekanizmalarını geliştirmek için tasarlanmamış. Meclis fikri çok önemli, ama parlamenter rejim padişahın otoritesine karşı kurulmuş değil. Bir Meclis fikri var, ama aynı zamanda dokunulmaz, kutsal, tek otorite sahibi bir padişah da var. Örfi idareyi de buraya oturtabiliriz. Kanun-ı Esasi’ye göre, ihtilâl durumunda veya ihtilâl işaretleri olduğunda hükümet-i seniye örfi idare ilan edebiliyor. 19. yüzyılda, daha doğrusu Fransız Devrimi’nden itibaren, benzer kavramlar ortaya çıkıyor. Genel olarak savaş halini ve savaş gibi durumları idare etmek için hukuk düzeni parantez içine alınabiliyor. İlginç bir şekilde Osmanlı’nın kanununda bu tür bir savaş terminolojisi hiç yoktur. Anayasa taslağında “muhasara” kavramı bulunuyor, ama tercih edilmiyor. Bunun yerine, örfi idare gibi yeni, biraz da tuhaf bir terim seçiliyor. Burada önemli ve anlamlı olan “örf” vurgusu. Örf deyince aklımıza adet, gelenek gibi bir şey geliyor, ama aynı zamanda hükümdarın otoritesine, “padişahi hukuk”a işaret eden bir kavram. Padişahın şeriat dışında bir hüküm empoze edebilme gücüne, yetkisine, iktidarına işaret ediyor. Örfi idare kavramı padişaha anayasal güç veren kavramlardan biridir.
Bu, padişahın istediği zaman eski düzenin güç ve yetkilerine dönebileceği anlamına geliyor mu peki?
Örfi idare Tanzimat döneminde kurulan idari ve adli düzeni askıya almak demek, ama bu bir geriye dönüş, anayasasızlığa dönüş demek değil. Çok önemli bir nokta, örfi idarenin her zaman belli bir yere mahsus tanımlanması. Bütün memlekette ilan edilecek bir şey değil. Bu aynı zamanda bir yerel yönetim biçimi, nitekim sonraki yıllarda öyle kullanılacak. Kanun-ı Esasi hazırlanırken önemli bir mesele, bu anayasal çerçevenin İslâm hukukuna, Osmanlı geleneğine aykırı olmaması. Mesela “meşveret” kavramıyla parlamento İslâm hukuku içine oturtulur. Namık Kemal’de de, anayasa sürecine katılmış başkalarında da bu çabayı görmek mümkün. Bu modernleşme süreci gerekli, çünkü mevcut durumda bir siyasi kriz var, imparatorluğun zayıflaması, iktidar mekanizmalarının zor işlemesi, uluslararası planda pek çok tehdit söz konusu. Anayasa, reform niyetinin en iyi ifadesi. Ama aynı zamanda bu dönüşüm, kendi değerlerinden yola çıkılarak yapılmalıydı. Batılılaşma sorununu bu siyasi-hukuki geleneğe sahip çıkma, yeniden icat etme süreciyle beraber, bir arada, iç içe düşünmek gerekiyor. Benim çalışmalarım da biraz böyle bir çaba.
Kanun-ı Esasi’den sonra örfi idareye ilk ne zaman başvuruluyor?
Çok hızlı uygulanıyor. 1877’de Rus-Osmanlı savaşı başlıyor ve İstanbul’da, Balkanlar’da, Doğu Anadolu’da, birçok yerde örfi idare ilan ediliyor, yani aslında ilk defa savaş sebebiyle uygulanıyor. Burada ilginç olan 113. madde ve yarattığı yasal boşluk, çünkü örfi idare ilk defa uygulanacak ama, bunun ne olduğunu bilen yok. Merkezden talimat isteyen, örfi idarenin ne olduğunu soran telgraflar var. Söz konusu bölgeye daha fazla asker gönderilmesi, silahlara el konması, toplanma özgürlüğünün yasaklanması, sokağa çıkma yasağı gibi önlemlerden ibaret örfi idare. Ancak bu önlemleri destekleyecek bir yasal çerçeve yok henüz o dönemde, sadece talimatnameler, iradeler var. Bu çerçeve ancak Ekim 1877’de, yani uygulamalar başladıktan sonra, örfi idare kararnamesiyle belli oldu. O da aslında bütün sorulara cevap vermiyor, divan mahkemelerinin işlevlerini, kurallarını belirtmeye çalışıyor, örfi idare hangi durumlarda ilan edilir, kime uygulanır, yabancılara uygulanır mı gibi sorulara cevap vermiyor. İlk uygulamalarda yabancılar hakkında büyük tartışmalar söz konusu.
OHAL çok muğlak, birçok anlama gelebilecek bir kavram. Her yerde ilan edilse bile bir ayrım var ve bu ayrımı cumhuriyet tarihi boyunca, bir ölçüde Osmanlı’dan beri görüyoruz. Bir akademisyen veya memur için OHAL, kurumundan gerekçesiz ihraç edilmektir, ama Mardin veya Diyarbakır civarında yaşayanlar için sokağa çıkma yasağı, evlerinin yıkılması ve daha vahimi demek olabilir.
Kapitülasyonlar sebebiyle bu insanlar normal zamanda başka bir hukuk düzenine tâbi, ama örfi idarenin kendisi olağanüstü bir hukuk düzeni kuruyor, yine de yabancılara örfi idare bölgesinden çıkmak gibi bir seçenek getiriliyor. Sürekli bir gerginlik sebebi oluyor bu madde, nitekim II. Meşrutiyet’te yeniden dile getiriyorlar. Bu konunun yasaya eklenmemesi akla gelmediğinden değil. Bu muğlaklık, belirsizlik, boşluklar bir keyfiyet alanı yaratıyor, örfi idare kavramının kendisi zaten bu keyfiyete işaret ediyor. Cumhuriyet tarihinde de aynı mesele söz konusu, bugün gördüğümüz de aynı şey. Daha önce de OHAL vardı diyebiliriz, ama aslında her OHAL kendi kurallarını, kendi keyfiyet alanını yeniden icat ediyor. Yani her bir OHAL’i hem bu gelenek içinde düşünmemiz hem de kendi iç dinamiklerine odaklanmamız lâzım. 1877 örfi idare kararnamesi 1940’a kadar yürürlükte kalıyor. Bu demek değildir ki cumhuriyet uygulamaları Osmanlı’nınkilerle birebir aynıdır, ama aynı yaklaşımın sürdüğü anlamına geliyor. Siyasi ve hukuki açıdan kullanışlı, hukuki itirazı çok zorlaştıran bir pratik söz konusu olan, çünkü ortada hukukun sınırlarını zorlayan, sürekli yeniden tanımlanan kurallar var.
Osmanlı’da ve cumhuriyetteki uygulamaların başka ülkelerden farkları, tekrar eden kendine özgü kalıpları var mı?
Yasal boşlukların ve keyfiyetin dışında üzerinde düşünülmesi gereken bir başka süreklilik boyutu, coğrafi unsur. Örfi idare belli bir bölgede ilan edilebiliyor, peki ama bu bölgeler arasında süreklilik görebiliyor muyuz? Osmanlı’da, 1876’dan II. Meşrutiyet’e kadar, örfi idareye en fazla tâbi olan yer Balkanlar. Savaş bittikten sonra, 1880’lerde, artık çatışma olmamasına rağmen bunu sürdürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatta merkezden de soruyorlar “hâlâ gerekli mi” diye, birkaç belgede “evet, gerekli” deniyor cevaben, “şu anda bir şey yok, ama bölgenin toplumsal yapısı, bölgede çok fazla gayrımüslim olması, eşkiyaların varlığı, yabancı devletlerin iddiaları sebebiyle mevcut hukuk düzeni idare için yeterli ve etkili değildir” gibi argümanlar öne sürülüyor. Örneğin Tanzimat’ın yarattığı en önemli kurumlardan biri olan nizamiye mahkemeleri yavaş, cezaları da az bulunuyor, bu mahkemelerde itiraz mümkün, idam cezası vermekse zor. Bunun yerine hızlı, itiraz edilmeyecek ve idamın kolaylaşacağı bir idare sistemi isteniyor. Ayrıca bu durumlarda polis, jandarma değil, asker lâzım deniyor. Tabii cumhuriyet devrinde Balkanlar artık yoktu, ancak II. Meşrutiyet’ten sonra başka bölgelerde benzer yoğunlukta uygulamalar söz konusu, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da.
OHAL ile hukuk dışı uygulamalara bir yasal meşruiyet veriyorsunuz. Son dönem KHK’ler öncekilerden pek farklı değil, ancak olağanüstü hal özellikle hukuki süreci tıkayarak bunlara çok daha büyük bir güç verdi. Meclis’e ihtiyaç duymamak, OHAL’in ruhu.
Bunun ilk sebebi Ermenilerin, devrimci faaliyetlerin varlığı, eşkiyalık, devlet otoritesini tanımayan topluluklar ve yabancı devletlerin ilgisi. Bence önemli bir sürekliliği burada yakalıyoruz. Cumhuriyet kurulurken ve sonrasında örfi idare veya olağanüstü hal en çok nerede ilan edildi diye bakınca yine o bölgeleri görüyoruz. Trakya da ‘60’lara kadar en çok örfi idare ilan edilen yerlerden biri, ama özellikle ‘80’lerden sonra çeşitli olağanüstü hal rejimlerinin daha çok Kürt bölgeleri için kullanıldığını görüyoruz. Gerekçelere bakıldığında bir olağanüstülük görünmediğini de vurgulamamız lâzım. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Şeyh Sait isyanı sırasında mesela, Takrir-i Sükûn tartışılıyor, aynı zamanda örfi idare de ilan ediliyor. Meclis’te ilginç tartışmalar oluyor, bu ikisini fazla bulan milletvekilleri var, ama farklı olağanüstü rejimleri üst üste empoze etmek cumhuriyet yönetimlerinin sık yaptığı bir şey. Bugün de OHAL her yerde var, ama bu her yerde aynı olduğu anlamına gelmiyor. Çok muğlak, birçok anlama gelebilecek bir kavram. OHAL her yerde ilan edilse bile bir ayrım var ve bu ayrımı cumhuriyet tarihi boyunca, bir ölçüde Osmanlı’dan beri görüyoruz. Bir akademisyen veya memur için OHAL, kurumundan gerekçesiz ihraç edilmektir, ama Mardin veya Diyarbakır civarında yaşayanlar için sokağa çıkma yasağı, evlerinin yıkılması ve daha vahimi demek olabilir; üstelik OHAL ilan edilmeden bile bunlar olabiliyor. Olağanüstü hal ve başka tür “özel” yönetim biçimlerine en çok maruz kalan, bunun en keyfi ve şiddetli uygulamalarıyla karşı karşıya kalan yerler Kürt bölgeleri. Bu uzun zamandır böyle.
Binali Yıldırım OHAL ilanının ilk günlerinde “normal vatandaşlarımızın endişe etmesine gerek yok, hayatlarına aynı şekilde devam edecekler” demişti…
Cumhurbaşkanı da “OHAL Fransa’da da var, ona niye itiraz etmiyorsunuz” demişti. Bana sorarsanız hepsine itiraz etmemiz gerekir, Fransa’daki OHAL’in sürdürülmesi de gereksiz ve hukuka zarar veriyor. Öte yandan, Türkiye’dekiyle Fransa’daki OHAL arasında hiçbir ilişki yok. Yasadaki tanımı bir başka mesele, ama asıl uygulamalara, pratiklere bakmak lâzım. Siyaset felsefesinde, sosyal bilimlerde örfi idare gibi kavramlar üzerine çok yazılıyor, bu istisnai halin siyasi anlamı, demokrasi, hukuk devletinin sınırları, egemenlikle ilişkileri üzerine pek çok çalışma var, Carl Schmitt’ten Agamben’e kadar. Üzerine elbette teorik olarak düşünülebilir, ama bunu yaparken olağanüstü halin kavramsallaştığı ve uygulandığı yere de bakmak gerekli. Örfi idareye bir tarihçi olarak yaklaşmak da sanırım bu yüzden önemli. Yani örfi idare somut olarak ne demek, nasıl uygulanıyor, ne tür toplumsal-siyasal sonuçlara yol açıyor, bu gibi sorulara cevap vermeden örfi idareye genel bir tanım getirmek mümkün değil diye düşünüyorum. OHAL’in siyasi anlamı, devletin pratiklerinden ve yönetim biçiminden bağımsız yorumlanamaz.
Daha önce dar bir bölgede değil de bütün Türkiye’de OHAL ilan edildiği olmuş mu?
Kanun-ı Esasi’de ve ilk kararnamede örfi idare yerel üzerinden tanımlanıyor, ancak neredeyse baştan beri bu yerellik boyutunu aşmak üzere birçok çaba var. Birincisi ve en bariz olanı 1878: Parlamento Abdülhamid tarafından “tatil ediliyor” ve otuz yıl süren bu “tatil” fiilen anayasanın askıya alınmasına yol açıyor. Bazı hukukçular bu durumu örfi idare kavramın bir uzantısı olarak yorumluyor, çünkü “tatil” ifadesiyle burada geçicilik üzerine kurulu bir söylem söz konusu, örfi idarede olduğu gibi. Jön Türk devriminde de zaten yeni anayasa ilan edilmiyor, eskisi geri getiriliyor. Bunun dışında özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra örfi idarenin yerel boyutunun çoğu zaman aşıldığını söyleyebilirim. Mesela İstanbul’da bir divan-ı harb-ı örfi mahkemesi kuruluyor, ama bütün imparatorluk için yetkili. Belki örfi idare ilan edilen bir bölgede değilsiniz, ama devlet sizi bir siyasi tehlike olarak görüyorsa alıp İstanbul’da yargılayabilir. Bir kişi başka bir yerde suç işlerse, ama örfi idare bölgesinde yakalanırsa, yine örfi idareye tâbi tutuluyor. Örfi idare ilanından önce işlenen suçlar da aynı şekilde. Böylece örfi idare aslında zamansal ve coğrafi sınırlamaları aşmak üzere tasarlanmış zaten. Sanıyorum olağanüstü hal hiçbir zaman yerel bir uygulama halinde kalmamış. Bunu ‘90’lar için de söyleyebiliriz. Güneydoğu’da devletin Kürt vatandaşlara karşı ilan ettiği son derece şiddetli ve hukuksuz olağanüstü hale benzer süreçler başka yerlerde de görüldü. Coğrafyadaki süreklilik özellikle Türkiye açısından ve siyasal durumu açıkladığı için çok önemli, ama olağanüstü hal ilan edilmemiş olsa bile Türkiye’de başka yöntemlerle olağanüstü hukuk düzenini geçerli kılan devlet pratiklerini her zaman görmek mümkün.
Türkiye’de hiçbir anayasa bir toplumsal uzlaşma sonucu çıkmamış. Her anayasa çeşitli ölçülerde veya biçimlerde devlet güvenliğine, icracının kuvvetine bağlı kalmış. Anayasanın arkasında iktidarı güçlendirme ve iktidarın düşmanlarına karşı güçlü araçları oluşturma hedefi var. Böyle olunca, anayasa hukuk devleti garantisidir diye düşünmek çok doğru değil.
En son yürürlüğe konan OHAL’in temel karakteristiklerinden biri KHK’ler oldu. Kanun hükmünde kararname pratiğinin kendisinde zaten OHAL mantığı yok mu?
Evet, sadece Türkiye’de değil, başka yerlerde, Avrupa’da, Amerika’da gittikçe daha çok görülmeye başlanan bir siyasi pratik bu. Parlamenter rejimi zayıflatmak, ama bunu yine yasal bir çerçevede yapmak söz konusu, olağanüstü halin de yaptığı zaten bu. Hukuk dışı uygulamalara bir yasal meşruiyet veriyorsunuz. Şimdiki KHK’ler öncekilerden pek farklı değil, ancak olağanüstü hal özellikle hukuki süreci tıkayarak bunlara çok daha büyük bir güç veriyor. Meclis’e ihtiyaç duymamak, OHAL’in ruhu. Olağanüstü hal birçok ülkede var, ama iktidarın parlamentoyu bastırarak veya by-pass ederek aldığı bir karar değildir, parlamentonun kendisinin, hatta birçok durumda bizzat kamuoyunun onayladığı bir süreçtir. Ama tabii yine de meşru bir süreç olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü bu sadece hukuki bir olay değil, hukuki düzene uygunluğu çok anlam ifade etmeyebiliyor. 1930’ların Almanya’sındaki gibi geçişleri mümkün kılan uygulamalardır olağanüstü haller. Bu tür durumlarda ne kadar hukuk düzeni içinde kalınıyor, buna cevap vermek çok zor. Anayasanın kendisi bir hukuk düzeni olmuyor ve bunu da garanti etmiyor.
Anayasayla hukuk, demokrasi arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemiz lâzım, bunun için de Türkiye çok güzel bir örnek. Türkiye’de hiçbir anayasa bir toplumsal uzlaşma sonucu çıkmamış. Her anayasa çeşitli ölçülerde veya biçimlerde devlet güvenliğine, icracının kuvvetine bağlı kalmış. Olağanüstü rejimleri ilan etme veya sürdürme, bunu meşrulaştırma konusunda da her zaman geniş bir alan açılmış. Anayasanın arkasında iktidarı güçlendirmek ve iktidarın düşmanlarına karşı güçlü araçları oluşturma hedefi var. Böyle olunca, anayasa hukuk devleti garantisidir diye düşünmek çok doğru değil. Bu anayasa neye hizmet ediyor, neyi meşrulaştırıyor diye düşünmemiz lâzım. Yeni anayasa tasarısını zaten iktidarın güçlendirilmesi diye düşünmek gerekir, ama bu sadece şimdinin sorunu değil. 1876’da esas mesele Osmanlılara hak tanımak değil, padişahın yeniden nasıl meşrulaştırılacağı, güçlendirileceği, imparatorluğun düzeninin nasıl sağlamlaştırılacağı. Benzer bir boyut 1924’te var, 1961’de ve 1982’de var, bugün de var, her ne kadar bu anayasaların arasında önemli farklar olsa da… Her anayasanın kendi siyasi dinamikleri vardır, ama Türkiye’nin hiçbir anayasası bir toplumsal uzlaşma sonucu olarak ortaya çıkmamış. Anayasa hazırlama süreçlerinde ve anayasal metinlerde rejimin toplum içinde düşmanlar veya devleti tehdit eden unsurlar olarak görülen kategorilere karşı mücadelesi açık veya dolaylı yollardan daima belirleyici olmuş. Sonuç olarak anayasa bir uzlaşma sonucu yapılmadığı gibi, kendiliğinden bu uzlaşmayı yaratmıyor da. Özellikle Güney Amerika’da da benzer anayasal süreçler söz konusu.
Bugünlerde TRT’nin herhangi bir olgusal, tarihsel zemine oturmayan, sanatsal veya bilimsel etiğin yanından geçmeyen II. Abdülhamid dizisi iktidar çevrelerince çok pompalanıyor, ama o günleri çağrıştıracak başka gelişmeler de var. Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş kitabınızda detaylarına girdiğiniz bekçilik müessesesi yeniden ihya ediliyor örneğin…
2000’lerin başında da söyleniyordu bu. Hayatın kılcal damarlarına nüfuz etmek, üstelik toplumsal unsurları da kullanarak bunu yapmak istiyorlar. II. Abdülhamid döneminde çok merkezi bir arzu bu. Ya devletin gücü yetmediği için ya da bilinçli bir politika olarak devlet kurumlarının yanına toplum içinden bazı unsurları katmak istiyorlar, bekçi o yüzden ilginç bir örnek. II. Abdülhamid devrindeki bir başka ünlü örnek Hamidiye Alayları. Ordu içine alınmıyorlar, özerk bir kuvvet olarak kalıyorlar, ama yine de iktidar tarafından bir bölgedeki düzeni korumak için kullanılan araçlar. II. Meşrutiyet ve cumhuriyette bu aktörleri doğrudan devlete bağlama çabasını görüyoruz, modern bir devlette asayişi devletin sağlaması lâzım diye düşünülüyor. Mahallenin adamı olarak kabul edilen bekçiler 1914’te polis kurumuna bağlanıyor, üniforma veriliyor. “Kabadayı” tipi kitapta ele aldığım başka bir örnekti. Onlar da biraz bekçi gibi folklorik bir karakter, mahallenin onurunu koruyan, aynı zamanda sempatik, renkli kişiler olarak hatırlanıyor. II. Abdülhamid döneminde birçok kabadayı devlet elitlerine ya da polise gittikçe daha fazla bağlanıyor. Doğrudan devlete bağlı değiller, ama daha geniş bir kontrol, baskı sistemi içinde yer alıyorlar. Bu bağlamda devletin sınırlarının muğlak olduğunu hatırda tutmak önemlidir. Devlet kavramını sorunsallaştırmak, devletin bünyesinde bulunan, resmi veya gayrıresmi şekilde işbirliği yaptığı kurumlara, aktörlere bakmak lâzım. Mesela İstanbul’daki 1895-96 Ermeni pogromları tarihçiler tarafından çok tartışılıyor. Bunu kim yaptı, Osmanlı polisinin oradaki rolü ne oldu? Genel olarak bunu yapanın Kürt hamallar olduğuna, “lumpenlerin” birçok Ermeni mahallesine saldırdığına, hatta insanları öldürdüklerine yönelik bilgi var. Özellikle yabancı tanıklıklara da dayanılarak, saldırganlar arasında sivil polisin de olduğu, saldırıları onların yönettiği ya da polisin hiçbir şekilde gelmediği, müdahale etmediği gibi iddialar da var. Modern Türkiye tarihinde de iktidarın çok kullandığı bir yöntem bu. Nefret söylemleriyle veya harekete geçme davetleriyle devletin şiddet olaylarının dışında olmadığını söyleyebiliriz. Polisin müdahaleleri kadar, müdahale etmediği durumlara da bakmak gerekiyor.
Abdülhamid dönemini çalışan bir tarihçi olarak bu figürün bu kadar popüler bir model haline geleceğini düşünür müydünüz?
Abdülhamid’in birbirine zıt siyasi anlamların yüklendiği bir padişah figürü olması yeni bir durum değil; hem tarihçilikte hem popüler kültürde bunun izini takip etmek kolay. Paradoksal olarak, kendisini göstermeyen, çok az fotoğrafı olan biri Abdülhamid. Ama varlığını sembolik araçlarla, binalarla, politikalarıyla hissettiriyor. İktidarını sadece yukarıdan empoze etmiyor, gündelik hayatın içinde modern araçlarla genişletiyor. İktidarın kişiselleşmesi bütün otoriter rejimlerin ortak özelliğidir. Bugün cumhurbaşkanına hakaret aynı zamanda Türkiye’ye, devlete, millete yapılmış kabul ediliyor, devletin kişiselleştirilmesi sürecinin doruğu yaşanıyor. Devlet kişiselleştirilirken siyasi İslâm için özel bir anlama sahip olagelen II. Abdülhamid’e bu kadar gönderme yapılması çok da şaşırtıcı değil.