KARA TREN: GÖKÇE AKÇELİK (1977 - 2024)

Söyleşi: Derya Bengi
11 Ağustos 2024
Replikas, saat yönünde: Selçuk Artut, Barkın Engin, Orçun Baştürk, Gökçe Akçelik
Fotoğraflar: Orhan Cem Çetin, 2004/2014
SATIRBAŞLARI

30 Mayıs’ta Sonic Youth konserine ön grup olarak çıkacaksınız. Bu sizin için önemli bir hadise mi? Heyecanlı mısınız?

Barkın Engin: Sonic Youth ilk ilham kaynaklarımızdandır. Hem onları seyretme fırsatı yakalamak hem de önlerinde çalmak çok heyecanlı gerçekten.

Orçun Baştürk: On sene önce MTV’de Paul Cook’un sunduğu 120 Minutes vardı. O programı iple çekerdik, çünkü sürekli Sonic Youth klipleri gösterilirdi. Hatta bir programa Lee Ranaldo ve Thurston Moore konuk olmuştu, onların seçtiği klipler çalınmıştı: Melvins, Dinosaur Jr. falan…

Özer Yalçınkaya: Bu konserin afişi uydurma gibi geliyor bana. Kendimiz yapmışız, Sonic Youth’un altına kendimiz Replikas yazmışız sanki. (gülüyor)

Selçuk Artut: Yok, yok, bugün Biletix’ten baktım, sahiden biz çıkıyoruz. (gülüyor)

Fatih Akın bize “siz Beyoğlu gibisiniz” demişti. Bir tarafta pavyon, bir tarafta rock bar, bir tarafta başka  bir ideolojik durum dönüyor. Çok da uzak değil bu tarif.

Sahneden inince, aletleri bir kenara bırakıp Sonic Youth’u seyretmeye mi koşacaksınız?

Gökçe Akçelik: Valla evet, kısacık çalalım diyoruz, yarım saat yeter. (gülüyor) Ama umarım onlar da bizi seyreder…

Son albümdeki prodüktörünüz Wharton Tiers’ı nasıl tanıdınız? Sonic Youth referansıyla mı?

Gökçe: Sonic Youth’un Confusion Is Sex (1983) albümünün içinde dikkatimi çeken bir isimdi. New York’ta ciddi biçimde faal bir adam olduğunu biliyorduk, no-wave hikâyelerine iyice girdikçe, hep adı geçen biri olduğunu anladık. Glenn Branca’yla epey çalışmış, kendi projeleri de olan bir adam.

Gökçe Akçelik (1977 – 2024)

İlk iki albümde prodüktör desteği almamanızın sebebi neydi?

Gökçe: Birisinin bize “size bir prodüktör lâzım” demesini hiç istemedik. İçimizde haklı bir korku vardı, biri gelip yapmak istediklerimize karışacak diye.

Üçüncü albümde ne değişti şimdi?

Gökçe: ilk iki albümde zaten yapmak istediklerimizi yaptık. Ne derece deneysel olacağımızı saptadık, müziğimizi kabul ettirdik… Artık, bir prodüktörle anlaşmaya kalktığımızda, bizi ilk iki albümden bilen biri olacaktı karşımızdaki. Daha iyi bir stüdyoda çalışma, yurtdışına açılma gibi daha ciddi hedefleri olan bir albüm bu. İlk önce, bir prodüktörle çalışma fikrinin karşımıza çıkması ihtimalini kabullendik. Bunun bize faydalı olabileceğine de kanaat getirdik. Madem bir prodüktörümüz olacak, “bize kim karışırsa peki abi, eyvallah deriz” diye bir liste yaptık: Mesela John McEntire gelse, sana “şurda şunu şöyle çal” dese, “git işine, karışma” demeden önce şöyle bir düşünürsün.

Kimler vardı bu listede?

Barkın: Wharton Tiers’dan başka, Steve Albini, John McEntire, Jim O’Rourke, DEA…

Niye hepsi Amerikalı?

Barkın: Tesadüf. Dinlediğimiz grupların etrafındaki prodüktörlere baktık tabii daha çok.

Gökçe: Joy Division’ın prodüktörü Martin Hannett yaşıyor olsaydı, ona da bir mail atardık.

Siz daha ziyade Almancı olarak bilinmez misiniz?

Gökçe: Evet, önemsediğimiz Alman gruplar var ama, onlarda önemli bir prodüktör ön plana çıkmıyor. Can gibi gruplar, kendi işlerini kendi yapan adamlar.

Avaz’la ilk iki albüm arasındaki en önemli fark, gitarların dozunda ve tonunda galiba…

Gökçe: Peyote’de ilk verdiğimiz konserlerde, yani 1998-2000 arasında, gürültülü, noise gitar durumları vardı. Daha sonra laboratuar ortamlarında sound arayışlarına girmeye çalıştıkça, ham gitar sound’unu bir kenara bıraktık. Şimdi üçüncü albüm öncesinde yeniden geri döndük bu sound’a.

Özer: ilk zamanlarda gitarın gitar olduğu bir gruptuk. Şimdi de biraz öyleyiz.

Orçun: Dadaruhi’nin (2002) sonuna kadar olan dönemde gitarları process ediyorduk, seslerinin gitar gibi çıkmasını istemiyorduk, elektronik müziğe yakın denemeler yapıyorduk… Bunlar, rock grubu imajından sıyrılmak için düşündüğümüz şeylerdi. Şimdi bulunduğumuz yer bu ikisinin karışımı gibi. Gene elektronik sesler var. Ama çok daha natürel, uyumlu bir sound oluştu. İlk zamanki hamlıkla Dadaruhi dönemindeki ses denemelerini düzgün bir zemine oturttuk.

Adamın biri deri altına doku nakliyle kendini kertenkele yapmış. Film müziği de böyle bir durum. Bir kereliğine kertenkele olabiliriz, ama sonra Replikas olarak kalacağız.

Rock grubu imajından neden sıyrılmak istiyordunuz?

Gökçe: Rock deyince anlaşılan mainstream kalıpları kırmaya çalışan bir tavrımız vardı. Etkilendiğimiz insanlar hep mainstream’in dışındakilerdi. Özer gruba girmeden önce, dört kişi olarak giriştiğimiz bir çabaydı Replikas. Sonuçta, elimizdeki enstrümanlar gitar, davul ve bastı, ama etkilendiğimiz Aphex Twin gibi adamlar vardı.

Orçun: Kafamız karışıyordu. Bu sound’u müziğimize katmak istiyorduk, ama elimizdeki enstrümanlardan dolayı rock’a hapsolmuş gibiydik. Gitarla, gitara hiç benzemeyen bir elektronik sound peşinde koşmaya başlamıştık o dönem, ilk adım Özer’in gruba girişi oldu. Böylece direkt elektronik enstrümanlarla istediğimiz sesi bulma fırsatı yakaladık.

Özer, sen gruba ne getirdin?

Özer: Ben girdiğimde, 2000 yılının başları, Peyote döneminin sonlarıydı. Tam anlamıyla laboratuar gibi kullanıyorduk sahneyi. Uzun doğaçlamalar yapardık, hiç parça çalmazdık.

Orçun: Özer’in ritmik olarak da çok katkısı oldu. Benim davulumla elektronik ritmler iç içe geçip eridiler.

Özer: Köledoyuran 2000’in sonlarında çıktı, benim pek müdahalem olmadı o albüme. Ben kendi aletimi öğrenmeye devam ederken, bir yandan da bu aleti Replikas müziğinde nasıl harmanlayacağımızı hep beraber öğrendik. Aslında hâlâ öğreniyoruz.

Gitara bir gıcığın var mı?

Özer: Yok, hiç alâkası yok.

Gitara bir tek gitaristin gıcığı var galiba…

Gökçe: (gülüyor) Evet. O dönemde Nekropsi’dekilerle konuşuyorduk. Mesela Tolga, gitarı gitara benzemesin diye boyunu küçük yaptırmıştı. Böyle gitardan nefret eden gitaristler durumu vardı. Zen’den Murat Ertel bir projesini anlatmıştı: İstanbul’da aynı kafada müzik yapan gitaristler sahneye çıkacak, mesela yirmi kişi aynı anda blues solosu atacak, herkes aynı anda “Smoke On The Water” ı çalacak. (gülüyor) Biz de bu ortamın bir parçası olmuştuk. Ama şimdi çok memnunum gitar çalmaktan. Gerçi hâlâ blues solosu atmıyorum.

Soldan sağa: Orçun Baştürk, Özer Yalçınkaya, Barkın Engin, Gökçe Akçelik, Selçuk Artut

Şimdiki kafanızla, ses denemeleri yaptığınız Dadaruhi’de de bir prodüktörünüz olsun ister miydiniz? İsteseydiniz, o prodüktör Wharton Tiers olsun ister miydiniz?

Gökçe: Hayır, o dönem için zaten bir prodüktör istemezdik. Ama isteseydik de, o albüm için doğru adam Wharton değildir herhalde.

Avaz’daki gitarlarda kantarın topuzu fazla kaçmamış mı sizce? Bunu Wharton Tiers mı yaptı, yoksa siz zaten yapacak mıydınız?

Gökçe: Biz zaten yapacaktık. Ona yolladığımız demolarda da böyleydi şarkılar.

Barkın: Wharton’un yardım ettiği en önemli nokta, kafamızdaki sound’u gerçekleştirmek ve kaydetmekti. Kompozisyon ve düzenlemelere müdahale etmedi.

İlk dinlediğinde ne düşünmüş müziğiniz hakkında?

Selçuk: Listedekilerin hepsine aynı anda e-mail atmıştık. En çok ilgilenen Wharton oldu. Demoyu ve önceki albümlerimizi yolladığımızda, gerçekten çok ilgilendiğini söyledi.

Gökçe: Kendi dünyasını oluşturmuş, nereye gideceğini bilen gruplarla ilgilendiğini söyledi. Şarkı yazımımızı da çok iyi bulmuş.

Şubat 2007, Roll’un 115. sayısı iki hediyeyle paket halinde bayi raflarına çıkmıştı: Replikas’ın “Avaz” kasedi ve Hrant Dink rozeti

Size ne gibi yönlendirmelerde bulundu?

Barkın: Bugünlerde kaydedilen albümlerin genelde ruhsuz olduğunu, ortak bir dinamik yaratmak gerektiğini söylüyordu sürekli. Bazı şarkıları bize otuz kere çaldırdığı oldu. Bize kalsa, üçüncü çaldığımız halini kabul edebilirdik, ama üstüne 27 kere daha çalmış olduk mesela.

Orçun: Şarkıların yapısına hemen hemen hiç karışmadı. Ama mesela, “Bahar” şarkısının sonlarına doğru, zeybek tavrıyla biraz salına salına gidiyorduk. Orada çok düştüğümüz, duyguyu kaybettiğimiz konusunda uyardı bizi. Haklıydı.

Ne malûm, belki zeybeği bozmuştur…

Gökçe: Haklı olduğunu düşünmesek zaten değiştirmezdik o zeybeği… Wharton New York’ta yaşıyor ve yemekten müziğe kadar çokkültürlülük durumlarına meraklı… Türk müziğini tanımıyor, Replikas müziği için “unique” diyordu, bizim gibi hiçbir grup dinlememişti. Ama geniş müzik zevki olan bir adam. Arap ve Balkan müzikleri dinlemiş zannedersem.

Merak edip satın aldı mı buralı albümleri?

Gökçe: Çok merak etmedi açıkçası. Birkaç kere plak almak ister misin diye sorduk hatta. İlgilenmedi. Yürüklerde Boğaz (Throat Singing) CD’si aldı bir tek.

Erkin Koray da dinletmediniz mi yani?

Gökçe: Valla anlattık, ama ilgilenmedi fazla. Mor ve Ötesi’ni, Duman’ı dinledi. Duman’ı bize daha çok benzetti, Mor ve Ötesi’ne oranla.

Orçun: Muhabbete çok zaman kalmadı. Stüdyo süreci çok yorucu olduğu için, molalarda AC/DC, Kiss falan dinliyorduk, o da bir yanda kafa sallıyordu. Günde 12 saat kamp gibi çalışıyorduk.

Selçuk: Glenn Branca, Wharton’a zurna sipariş etmiş. Zurna dışında, kendine sipsi aldı, Turkish zil aldı. Bir de padişah oyuncağı aldı: IV. Murat… Ben “ama bu padişah içkiyi yasakladı” dedim, “aa, süper” dedi… Farkında değiliz ama, biblo gibi kostümlü padişah oyuncakları var piyasada. İçinde de kitapçık var, o padişahın hayatını anlatıyor. Bu arada, bu oyuncaklar Çin malı. (gülüyor)

Gökçe: Wharton’un burada en ilgisini çeken şey küçük çay kaşıklarıydı. Meğer o kadar küçüğünü hiç görmemiş, Amerika’da yokmuş. Gittikten sonra arkasından bir paket kaşık gönderdik. (gülüyor)

“Taş Var Köpek Yok”u da onunla birlikte mi kaydettiniz?

Gökçe. Evet. Wharton o parçada upright bas çalıyor hatta.

O parçada bayağı uçmuş, kaptırmışsınız. Stüdyodaki normal haliniz böyle mi?

Özer: Albümü kaydetmiştik, yapılması gereken her şey bitmişti, stüdyonun son günüydü ve geç bir saatti. Son bir kutlama gibi çaldık o parçayı. Aslında o şarkıyı kaydedip albüme koymak gibi bir niyetimiz yoktu en başta.

Orçun: Eskiden beri yorumladığımız bir parça “Taş Var Köpek Yok”. Bunalımlar’ın o dönemde böyle ciddi bir garaj rock yapması çok enteresan. Çok seviyoruz.

Peki niye sakladınız parçayı?

Gökçe: Belki çoğu insan farkında bile olmayacak. “Hidden track” kavramı çok keyifli geliyor bana. En büyük aşırılığı yapabileceğin ve hiç kimseye hesap verme zorunluluğunda olmayacağın bir yer orası.

Tuvalet gibi bir yer mi?

Gökçe: Yatak odası diyelim. (gülüyor)

Bugünlerde gösterime girecek iki filmde birden sizin müziğiniz var. Fatih Akın’ın belgeseli İstanbul Hatırası’nda, Alexander Hacke sizin müziğinizden galeyana gelmiş, çığlıklar filan atıyor…

Barkın: O parça çok eskilerde yaptığımız bir parçaydı, yıllardır çalmıyorduk. Film için yeniden düzenledik. “Şahar Dağı” diye bir şarkı.

Şahar dağı nerede? Şahar ne demek?

Orçun: Anlamı yok. Enstrümantal parçalara isim koymak çok mânâlı gelmiyor bize. Seslerin kurgulanması dışında, hikâyesi olan bir şey yapmıyoruz çünkü.

Bu durumda, hem enstrümantal parçaya isim koyuyorsun, hem dağa isim koyuyorsun. Bir değil, iki açıklama beklememiz lâzım.

Özer: Parça da bizim, dağ da bizim. (gülüyor)

Enstrümantaller fazla fikir taşımıyorlar içlerinde. Oturup şarkı yaparken, üstüne daha fazla konuşma gibi şanslar oluyor. Şarkı formu daha uzun soluklu ve iyi.

Fatih Akın, Orçun’a dünyanın en iyi davulcularından biri diyor.

Orçun: Teşekkür ederim. (gülüyor) Fatih’le eskiden, Peyote günlerinden beri tanışıyoruz. Duvara Karşı’yı da çok sevmiştik. Belgesel için önce Fatih ve Hacke’yle buluştuk, tanıştık, beraber doğaçlamalar yaptık. İki hafta sonra da çaldık kameraların önünde… Bazı yönetmenlerin filmlerinde sadece bir şarkı için yazılmış sahneler olabiliyor.Scorsese, John Waters, Wim Wenders gibi. Fatih de onlardan biri. İyi müzik dinlediği için müziği görselleştirmeyi de başarıyor. Bize “siz Beyoğlu gibisiniz” demişti. Bir tarafta pavyon, bir tarafta rock bar, bir tarafta başka bir ideolojik durum dönüyor. Biz de müziğimizde her şeyden biraz almışız, Fatih’in yorumuna göre.

Doğru mu bu gözlem?

Gökçe: Bilmiyorum. Böyle net şeyler söylemek her zaman riskli. Ama çok da uzak değil bu tarif.

Orçun: Bence de uzak değil. Peyote’de çaldığımız dönemlerde yan taraf pavyondu. Sıkıldığımız zamanlarda gidip ordaki elektro saz ve ekolu sesli kadını dinlerdik. Bu iç içelik güzel geliyordu bize.

Gökçe: Fatih’te, normal olarak dışardan bir bakış var. Bir Alman bakışını bize tercüme ediyor gibi. İngiliz konsolosluğu patlamaları olduğunda şöyle demişti: Almanya’nın gördüğü en büyük terör RAF’tı, o da terör falan değildi. Almanlar bu kadar diken üstünde oturmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Ama siz burada bir yanda patlamalar, bir yanda depremle bütün şehrin yıkılması tehlikesi içinde müzik yapıyorsunuz… Fatih böyle bakıyordu, ama açıkçası ben böyle hissetmiyorum. Bu tehlikeli atmosferin müziğimize yansıdığını düşünüyor. Oysa yansımıyordur. Ya da biz farkında değilizdir belki.

Müziğinizi besleyen bir kaostan bahsediyordunuz daha önceki söyleşilerimizde…

Gökçe: Müziğimizde bir kaos var, ama bir paranoya değil bu. Avrupalı hayatı çok daha sistemli ve oturmuş bir hayat. Oysa buradaki, o kadar tasarlanmış bir hayat değil. Kimlik konusunda da ciddi bir kaos söz konusu: Tam olarak nerden gelip nereye gittiğini bilmemek, Doğulu/Batılı hikâyesinin yarattığı ve bunlara eklediğimiz kendi içimizdeki kaos.

Alexander Hacke’yle çalmak nasıldı?

Gökçe: Einstürzende Neubauten çok ilgilendiğimiz, önemsediğimiz bir grup. Hacke’yi Peyote’de görmek de çok ilginç bir durumdu. Ama Hacke buraya Neubauten’in basçısı olarak değil, başka bir Hacke olarak geldi. Aslında solo işlerini de dinledim ve beğendim. Mesela “March Music’’ parçası harika: Birtakım marşları alıp, altını boşaltıp bozmuş, manyak bir şekilde bir araya getirmiş. Marşların her zaman vermek istediği totaliter bir tavır vardır, marşlar hep bir mesaj iletir, ama o parça komik bir mesaj iletiyor.

Kutluğ Ataman’ın İki Genç Kız filmi için de parçalar yazdınız…

Selçuk: Kutluğ Ataman, önce Dadaruhi’den dördüncü şarkıyı filmin finali için istemişti. Daha sonra senaryo üzerinden çalışmaya başladık, filmi seyrettik ve diğer müzikleri yaptık. İki değişik karakter var filmde. Beyoğlu’nda takılan, varoşlarda yaşayan punk bir kız olan Behiye’nin parçalarını biz yaptık.

Gökçe: Gene bol gitarlı parçalar. Albüm için bile ayarı kaçmış dedin, filmdekiler ibreyi kırma noktasına gidiyor. (gülüyor)

Barkın: Bir teenage isyanı söz konusu olduğu için, çok agresif şeyler istendi bizden. Çok sert olduğunu düşünerek bir parça yapıyorduk, ama Kutluğ çok neşeli olmuş diyebiliyordu.

Gökçe: Film müziği yapmayı çok seviyoruz. Daha uçlara gitme şansı doğuyor.

Özer: Çok özgürce çalıştık ve arıza yaptık rahat rahat. Hatta, yemek sahnesi için Portekizce bir bossa nova bile yaptık. Bir de dımtıs dımtıs bakkal tekno hazırladık: İki zengin çocuk Akmerkez’e giderken arabada çalan bir tekno müziğe ihtiyaç vardı. Kötü müzik yapmak çok eğlenceliymiş. (gülüyor)

Kendi albümünüzde neden rahat rahat arıza yapamıyorsunuz?

Gökçe: Normal hayatını yaşarken, bir seneliğine keşke bir denizci olarak yaşasam gibi hayaller kurarsın ya mesela, film müziği de onun gibi. Amerikalılar bu konuda çok bonkör: Duydunuz mu, adamın biri derisinin altına bir doku nakliyle kendini kertenkele yapmış. Hayatının geri kalanını kertenkele olarak yaşayacak. Film müziği de böyle bir durum. Bir kereliğine kertenkele olabiliriz, ama sonra normal Replikas olarak kalacağız.

Üç albümünüzde yayınladıklarınız dışında, farklı kayıtlarınızın da olduğunu duyuyoruz.

Gökçe: Mesela Melih Kibar’ın ilk enstrümantal parçasını yorumlamıştık. Bir derleme albüm düşünülüyordu, ama o proje yürümedi. Melih Kibar dinlediğinde duygulanmıştı, çok sevmişti… Birde Hakkı Bulut’tan “Falcı” yorumu yapmıştık, yine bir derleme için. O da piyasaya çıkmadı… Bu yeni albüm için Erkin Koray’dan “Gün Doğmuyor”u istedik, ama vermedi.

Neden?

Orçun: Bilmiyoruz, Baba’yı fazla kurcalamamak lâzım. Şimdi İstiklâl Marşı’nı yeniden bestelemiş. Çünkü şimdiki bestenin yanlış olduğunu düşünüyormuş. Televizyonda rastladım, “besteledim, bende duruyor, zamanı gelince ya veririm ya vermem, belli olmaz” diyordu. (gülüyor)

“Abi, size afiş yaptık, altına da progressive rock yazdık” dedikleri zaman, tüylerimiz diken diken oluyordu. Buna karşı ortaya çıkmış bir tabir “gulyabani müzik”.

Albümün adı neden Avaz?

Gökçe: Avaz, ses demek. Yüksek ses anlamında kullanılıyor daha çok. Müzikle uğraşanlar için sesle ilgili kelimeler bir nevi fetiştir. Mesela Murat Ertel soyadında tel olmasını çok seviyor. (gülüyor) Bu albümün avaz avaz bağıran bir tarafı var. Yüksek sesli bir albüm oldu. Avaz ismi çok uygun.

Ali Avaz geldi mi aklınıza?

Gökçe: Ali Avaz hep aklımızda! (gülüyor)

Orçun: 45’liklerini hep dinliyorduk ve altımıza ediyorduk… Rahmetli babam da çok severdi.

Gökçe: Ali Avaz güzel adam. Prodüktörlük tarafı da var; zamanında Cem Karaca, Erkin Koray plaklarını çıkarmış. Cesur bir adam, hiç olmayacak işler yapıyor. Sinirli bir yanı var, o yüzden seviyoruz.

Bu albüm için Dadaruhi’deki “Ömür Sayacı”nı neden yeniden kaydettiniz?

Barkın: Soundcheck’lerde ve provalarda şarkıların garip yorumlarını yapmayı seviyoruz. “Ömür Sayacı” da bu imkâna en açık olanlardan biri. Latin versiyonunu bile yapmıştık… Bir Ankara konserinde durup dururken şimdiki versiyonunu çaldık ve çok hoşumuza gitti. Sonra yaylılar ilave ettik.

Özer: İlk halinde birebir plaktan aldığımız bir sample kullanmıştık: Adnan Varveren bestesi, Durmuş Çiğdem’in okuduğu “Dertsiz İnsan Gördün mü Hiç” şarkısından.

Gökçe: “Ömür Sayacı”, iki akor üstüne giden eski bir rock’n’roll parçası gibi aslında. O parçanın doğasını yeni keşfettik belki.

Özer: Diğer albümlerle bu albümün tavrı arasında bir köprü gibi oldu o parça.

“70 Apartman Dairesi” diğer iki albümle en çok ilişkili parça gibi duruyor. Sanki onlardan arta kalmış…

Gökçe: Olabilir. Ama o albümlerde pek olmayan neşeli bir havası da var… Avaz için yüksek sesli bir albüm diyoruz ama, bir yandan da en sakin parçalarımız da bu albümde. Mesela “Reddiye”, hiç yapmadığımız kadar sakin bir parça. “Bahar” da bir ölçüde öyle…

Bu albümün bir güzelliği de, sözlü şarkıların sayısındaki artış. Hangi ihtiyaçtan doğdu bu durum?

Gökçe: Şarkı sözlerine daha fazla kafa yormaya başladığımız bir gerçek. İlk iki albümde vokali bir enstrüman olarak görme durumumuz vardı. “Gerektiği yerde gerektiği kadar olsun, o kadarı yeter” diye düşünüyorduk. Bu albüme doğru şöyle hissettik: Madem söz yazıyoruz, biraz daha ciddiye alalım bu işi… Kimi zaman çağdaş şiirlerden, kimi zaman Anadolu edebiyatından etkileniyoruz. Ama müzikte olduğu gibi, sözlerde de içine hep bozguncu bir şeyler ekleme eğilimimiz var.

Barkın: “Dadaruhi” sonrası geçiş döneminde, şimdi hiçbirini çalmadığımız enstrümantal parçalar yaptık. Ondan sonra, herkese şarkı yapmak daha çekici gelmeye başladı.

Gökçe: Ben bunu gitar çalmaya bağlıyorum. Aslında kişisel olarak, gitar çalmaktan çok, vokal yapmayı sevdiğime karar verdim… Enstrümantal parçaların ortaya çıkışıyla şarkı formuna yakın parçaların ortaya çıkışı farklı süreçler. Enstrümantaller konserlerde doğan, doğaçlamalardan beslenen şeyler. Fazla fikir taşımıyorlar içlerinde. Çalarken kendi halini buluyorlar, sonradan fazla müdahale etmiyoruz… Ama oturup şarkı yaparken, üstüne daha fazla konuşma, her tür eğilimini yansıtma gibi şanslar oluyor. O yüzden şarkı formunun daha uzun soluklu ve iyi olduğunu düşünüyorum.

Belki gitarların da etkisiyle, Replikas şarkılarının eski boşluklu yapısı pek kalmamış sanki. Dinleyicinin hayal gücüyle kendi başına gidebileceği yerlere, artık elinden tutup siz götürüyorsunuz sanki.

Özer: Bence yine çok boşlukları olan, açık uçlu bir albüm bu da. Kontrollü bir boşluk var gibi geliyor bana. Şarkıları teker teker dinleyince değil ama, albüm bittikten sonra kalan bir boşluk hissi var.

Orçun: Köledoyuran’ı örnek verirsek, senin boşluklu dediğin o müzik, o albümün cahil cesaretiyle, kafadan dalarak kaydedilmiş olmasıyla ilgilidir belki. Bu albümde pek çok şeyi öğrenmiş olduğumuzu düşünüyorum. İncelikli bir işçilikle bu albümü kotarmaya çalışmanın verdiği his, dinleyeni kontrol altına almak istediğimizi düşündürtmüş olabilir.

Hâlâ “gulyabani müzik” mi yaptığınız?

Gökçe: Yok, biz o tabiri çoktan terkettik.

Orçun: En iyi şaka en kısa sürendir demiş ya Johnny Rotten, Sex Pistols’ı dağıtırken… (gülüyor)

Barkın: İlk ortaya çıkıp bir yerlerde çalmaya başladığımız yıllarda “abi, size afiş yaptık, altına da progressive rock yazdık” dedikleri zaman tüylerimiz diken diken oluyordu. “Buna karşı bir şey bulalım, itiraz da edemesinler” diye düşünüp bir espri sonucu ortaya çıkmış bir tabir bu. Senelerce üstümüzde kaldı.

Orçun: Gulyabani müzik tabirini seçmemizin mantıklı sebebi var tabii. Bizim kültürümüzdeki masalları, cinleri, perileri çağrıştıran bir hava taşıyor. Mesela Erkin Koray’ın “Mağarada Düğün” parçası çok psychedelic imaja sahiptir. Bu kültürü, bu imajları dönüştürüp biz de kullanıyorduk şarkılarımızda.

“Zift”te de şarkı sözü yok. Neden adı “Zift”?

Gökçe: Zift gibi parça işte. Aramızdaki kod adı “Rock’n’roll”du. Ana ritminde bir psychobilly havası var.

“Zift” güzel isim. Albüm ismi de olurmuş pekâlâ.

Özer: Parça ismiyle albüm isminin aynı olmasını tercih etmiyoruz.

Parçanın ismi “Avaz” olurdu, albümünki “Zift” olurdu… Dadaruhi’deki “Deli Halayı” ikinci bölümüyle devam ediyor bu albümde. Neden?

Gökçe: “Olmazlar, gelmezler, hiçbir zaman bilmezler”di ilkinde sözler. Şimdi “oldular, geldiler” şeklinde…

Barkın: O şarkının aslında daha o zaman da bir devam bölümü vardı, ama sonra onu atmıştık. Ama aklımızda hep kaldı.

Ama bu sefer müzik farklılaşmış, halayın halaylığı kalmamış.

Barkın: Doğru, artık halay değil, ismi öyle olmayabilirdi. Devam eden, sözler sadece… Dolasıyla ilkinden tam da bağımsız şarkı sayılmaz aslında.

Rüyalar, kâbuslar, dada, gerçeküstücülük… Şarkı sözlerinizin yapısında hâlâ bunlar yer alıyor…

Gökçe: Sözleri çok açık bir şekilde ortaya atmaktan her zaman kaçınıyoruz. Sadece insanın içindeki derdin, tasanın özünü, çekirdeğini ortaya koymaya çalışıyoruz, ki dinleyenler başka yerlerden de bağlantılar kurabilsin.

Aslında şarkı sözlerinizde mizah da var…

Orçun: Bu albümde özellikle “Dayan”da var: Adamın boyunun şarkının her bölümünde yükselmesi, 15 metreyken 115 metre olması gibi anlam kaymaları bence mizah duygusu yaratıyor.

Gökçe: Bizdeki bozma merakından da kaynaklanıyor bu. O tür mizahı hep sevmişimdir. Lounge Lizards’ın bir parçasına John Lurie “ben küçük bir kızken…” diye başlar. Çok hoşuma gider böyle şeyler.

Barkın: Şöyle bir dertten muzdarip olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle Dadaruhi zamanlarında farkettim: Kimi şarkılarımızın gerçekten bazı hikâyeleri, konuları var, gerçekten bir şey anlatıyor, ama hiçbir şekilde bunu insanların kafasına sokmak istemediğimiz için, içlerini deşmiyoruz. Ama herkes kendi payını alsın diye dinleyiciye bırakılan parçalar, çok da yanlış anlaşılabiliyor.

Gökçe: Madem dinleyiciye bırakıyorsun, ona yanlış anlaşılma demeyeceksin o zaman…

Yanlış anlaşılma durumuna bir örnek versenize.

Barkın: “Kemir Beni” şarkısındaki birinci tekil şahıs kullanımının, yazan kişinin kendi depresyonlarıyla alâkalı olduğunun düşünülmesi. Aslında hiçbir alâkası yok. Şimdi konunun ne olduğunu anlatırsam olmaz.

Bir seferlik söyleyiver.

Barkın: “Aylardır ölüyüm, çürümüş bedenim” diye başlıyor şarkı. Yıllar önce Gökçe’yle bir site bulmuştuk. Bu sitede ölen porno yıldızlarının ölüm sebepleri yazıyordu ve yüzde 90’ı intihardı, gerisi de uyuşturucu… İntihar edecek seviyeye gelmek pornoculara mahsus bir şey. Bizimle bir alâkası yok. (gülüyor) Yani, daralıp daralıp şarkı yazıyor değiliz.

Daralıp da yazdığınız şarkı yok mu hiç?

Barkın: Tabii var. Ama biz sürekli daralmakla suçlanıyoruz.

Gökçe: Daralıp şarkı yazma deyince “Karabasan” geliyor aklıma. O tam öyle bir parçaydı. Birinci tekil şahıs yazınca, her şey gruba mâlediliyor. Böylece sıkıntılarını paylaşan grup muamelesi görüyoruz… Aslında grup içinde bile bunları konuşmuyoruz. Ben de bazı sözleri neyi düşünerek yazdığımı söylesem, grup içinde bile “deme be, yıktın hayallerimi” diyecek adamlar vardır. (gülüyor)

Roll, sayı 97, Mayıs 2005

Roll ve Bir+Bir’de diğer Replikas söyleşileri:

Demo zamanları, Roll 14, 1997:
“Kaos kendi kendine bir şeyler çıkarıyor”

Köledoyuran üzerine, Roll 49, 2001:
“Pilav kıvamı”

Dadaruhi üzerine, Roll 73, 2003:
“Casio halayı”

Film Müzikleri ve Zerre üzerine, Roll 135, 2008:
“Varla yok arası”

Biz Burada Yok iken üzerine, Bir+Bir 17, 2012:
“Gel bak ne söylicem”

^