Gecekondu Gezegeni’nde üçüncü dünya metropollerinden birçok örnekle, sivil toplum kuruluşlarının hem uslu profesyoneller yaratarak, hem de yumuşak bir soylulaştırmaya yol açarak tabanın sergileyebileceği eylemliliğe ket vurduğunu anlatıyorsunuz. STK’lardan tümüyle sakınmalı mıyız, yoksa onları şehir haklarıyla ilgili mücadeleye katmanın sağlıklı bir yolu mevcut mu?
Mike Davis: STK’ları kategorik olarak mahkûm etmiyorum. Takdire şayan hedeflerin peşine düşen ve özgün taban enerjisini harekete geçiren binlerce STK var. Ancak, büyük STK’lar birçok ülkede “yumuşak emperyalizm”in başlıca kurumsal ifadesi haline geldi. Klasik himayecilik siyasetine öykünerek, mega-kalkınmacılığın temsilcilerine ve uluslararası finans kurululuşlarına (özelleştirme, girişimcilik ve anti-radikalcilik adına) biat edenlere kadrolarını ve dış yardımları sadaka gibi bahşediyorlar. İster Dünya Bankası, ister International Republican Institute, isterse de Agence Française de Développement olsun, kendilerini “sivil toplum” olarak tanımlayarak, Washington Mutabakatı’nın neo-kolonyal menzilini gecekondu mahallelerine ve yoksul kırsal alanlara doğru genişletiyorlar. Lüzum gördüklerinde, popüler hareketleri gözden düşürmek ve tasfiye etmek için tertibat da düzenliyorlar. Haiti’de halkın sözcülüğünü yapan ve demokratik seçimlerle başa gelen devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’in ABD’nin önderliğinde düşürülmesinde dış destekli STK’ların etkin rolünü örnek gösterebiliriz. Dahası, STK’lar Obama ve Yeni Demokratlar tarafından kabul gören çok taraflı “istikrar müdahaleleri”nin önemli bir ayağını teşkil ediyor. BM tarafından halen finanse edilen Haiti harekâtı da bunun alâmet-i farikası.
Kitabınız dünyanın her köşesinden enformel mahallelerle ilgili kapsamlı analizleri içeriyor. Bu örneklerden hangilerinde kaynakların insaflı ve demokratik bir şekilde paylaştırıldığını, hangilerinin şehir yönetimi açısından “başarılı” olduğunu düşünüyorsunuz?
Sosyalistler, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) Birinci Dünya Savaşı öncesinde belediyeleri ele geçirmesinden sonra, Alman sosyolog Robert Michels tarafından formüle edilen meşum “oligarşinin tunç kanunu”na maruz kalmaya devam ediyor. Eğer anahtar soruyu tekrar formüle etmem gerekirse, “toplumsal hareketler aktivistleri parti bürokratlarına çevirip onların tabanla ilişkisini altüst etmeden iktidarı sürdürülebilir bir biçimde devralabilirler mi?”
Latin Amerika’da gecekondu yoksulları ile zengin zümrelerin siyasetleri arasında derin bir sosyal yarık mevcutken, Mısır, Filistin, Lübnan, Türkiye ve İran gibi bazı İslâmi ülkelerin profesyonel orta sınıfları eğitim, yoksullara yardım ve sağlık hizmetlerini temin ederek İslâmi popülizmin yükselmesinde merkezi bir rol oynadılar.
Sol belediyeler tarihinin bir bilançosunu çıkarmak için titiz ve karşılaştırmalı bir analize gereksinim var. SPD’nin Berlin’inde ya da CPI(M)’nin (Hindistan Komünist Partisi-Marksist) Kalküta’sında olduğu gibi bazı örneklerde barınma konusunda ve sosyal politikalarda köklü değişiklikler kotarılsa da, bu gelişmelerin asıl muhatapları gecekondu yoksulları değil, vasıflı işçiler ve profesyonel orta sınıflar olmuştu. PRD’nin (Demokratik Devrim Partisi) yönetimindeki Mexico City ya da PTB’nin (Brezilya İşçi Partisi) yönetimindeki Porto Allegre gibi başka örneklerde ise, katılımcı bütçe ya da belediyeye ait sosyal güvenlik sistemi gibi kayda değer ve yenilikçi uygulamalarla mütevazı reformlar daha geniş bir sosyolojik yelpazeye yayıldı. Son olarak da 1980’lerin ortasında Johannesburg ve Durban’da (Yurttaşlar Hareketi), 80’lerin sonuna doğru Lima’da (Birleşik Sol) ya da şu anda La Paz/El Alto’da (Sosyalizme Doğru Hareket) gördüğümüz, gecekondu mahallelerini barışçıl bir devrim istikametinde mobilize etmeye çalışan teşebbüsler de mevcut.
Hızlıca birkaç düşüncemi sıralayayım:
1. Latin Amerika, halen kentsel toplumsal hareketlerin ve gecekondu kökenli mobilizasyonun en önemli laboratuarı olmaya devam ediyor. Sol koalisyonlar son kuşak boyunca Mexico City, San Salvador, Bogota, Caracas, Quito, La Paz, Sao Paulo, Lima ve Santiago da dahil olmak üzere, İspanyolca ve Portekizce konuşan Amerika’nın en önemli şehirlerinin yönetimindeydiler. Latin Amerika solunun enformel ekonomik sektöre ve gecekondu alanlarının pıtrak gibi çoğalmasına karşı gösterdiği çeşitli stratejik intibaklar (Buenos Aires’deki piqueteros hareketi, La Paz/El Alto’nun sıradışı kitlesel başkaldırıları ya da Caracas’ın militan barrio hareketleri) özellikle ilgi çekici gözüküyor.
2. Apartheid’ın ortadan kalkmasında anahtar rol oynayan Güney Afrika’nın “Yurttaşlar Hareketi”, ANC (Afrika Ulusal Kongresi) tarafından 1994’te kabul edilen neoliberal gelişim modeline (buna “gönüllü yapısal uyum” da diyebiliriz) hararetli bir yerel direniş kaynağı olarak hâlâ sağlam görünüyor, ama tarafların ulusal düzeydeki uyuşmaları, işçi sendikalarının ve Komünist Parti’nin (CPSA) ANC liderliği tarafından itaatkârlaştırılmalarıyla köstekleniyor.
3. Başka yerlerde, özellikle de eskiden güçlü sendikal hareketlerin baskıya maruz kaldığı Mumbai ve Lagos gibi şehirlerde, kayıtdışı ekonomideki ultra-Darwinci rekabet ortamı sekter siyasetlerin yükselmesinde etkin oldu. CPI(M)’nin otuz senedir iktidarda olduğu Kalküta’da, partinin fakir çiftçileri ve gecekondu sakinlerini mağdur eden kentsel dönüşüm ve sınai kalkınma politikaları yüzünden komünizmin kendisi soylulaştırılma tehlikesiyle karşı karşıya.
4. İster sosyal dayanışmayı küstahça feshetsin, isterse onu post-ulusal bir bağlamda tasdik etsin, gecekondu siyasetinin anahtar aktörlerinden birini de kentsel orta sınıflar oluşturuyor. Latin Amerika’da gecekondu yoksulları ile zengin zümrelerin siyasetleri arasında halen derin bir sosyal yarık mevcutken, Mısır, Filistin, Lübnan, Türkiye ve İran gibi bazı İslâmi ülkelerin profesyonel orta sınıfları eğitim, yoksullara yardım ve sağlık hizmetlerini temin ederek İslâmi popülizmin yükselmesinde merkezi bir rol oynadılar. Bu sınıflararası dayanışmanın (hakeza Kur’an’da da detaylı ve açık dinsel gerekçesini bulur) Kahire’nin gecekondularında Müslüman Kardeşler’in, Gazze’de Hamas’ın ya da Güney Beyrut’ta Hizbullah’ın kurduğu hegemonyada en önemli etmenlerden biri olduğu aşikâr. Bu nedenle çoğu Müslüman ülkede kent yoksullarının öznel bir tarihi kimlik geliştirmeleri ya da kendilerini temsil etmeleri Latin Amerika’dakinden daha düşük bir ihtimal gibi gözüküyor.
Kitabınızda çeşitli ülkelerde uygulanan “gecekondudan arındırma programları”nı, yerinden edilen topluluklar üzerindeki yıkıcı sonuçlarına dayanarak şiddetle eleştiriyorsunuz. BM de yayınladığı Challenge of Slums raporuyla gecekondudan arındırma programlarına ve zorla tahliye politikalarına karşı uyarıda bulunuyor. Tüm bu ihtarlara rağmen, belediyenin ve merkezi hükümetin ortaklaşa yüz binlerce insanı yerinden etmek istediği İstanbul da dahil olmak üzere, bu programlar uygulanmaya devam ediyor. Sizce hükümetler, başarısızlığı ispatlanmış politikalarda niye ısrarcı?
Tam tersine, gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde yürütülen yenileme projeleri oldukça “başarılı” politikalardır! Fakirleri evlerinden etmek çoğunlukla muazzam kâr getirir. Bu projelerin su götürmez amacı, merkezi bölgeleri yeniden ele geçirmek, arazi spekülatörlerini mükâfatlandırmak, yabancı yatırımcıları sübvanse etmek ve sınıflararası mekânsal ayrışmayı pekiştirmektir. Ayrıca, merkezi alanlardaki gecekondu yıkımları genellikle şehrin çeperindeki arazinin piyasalaşmasına tekabül eder. Emlâk piyasaları daha organize ve kapsayıcı olmaya başladıkça, yoksul şehirlerin büyük çoğunluğunda klasik gecekondular (kanuni olsunlar olmasınlar) özelleştirildiler. Yerinden edilenler arazi ticaretinden hemen hiçbir zaman nemalanamazlar. Barınma şartlarının ve hizmetlerin fiziki standartlarının gerçekten iyileştiği nadir örneklerde bile yoksullar daha pahalı ulaşım masraflarıyla karşı karşıya kalır, sağlık hizmetlerine ve okullara daha zor ulaşır ve kültürel tecride maruz kalırlar. Ayrıca, gecekondu yerleşimleri asgari barınma şartlarının yanısıra çalışma mekânları da sağlar. Birçok geleneksel gecekondu bölgesinde ailelerin geçinebilmesi, barınma ve çalışma alanlarının tek mekâna indirilmiş olmasına dayalıdır. Örneğin, Mumbai’deki Dharvi mahallesi küçük atölyelerden ve düşük ücretli ev emeğinden örülü bir labirenti andırır: Nüfusu, “daha sağlıklı”, ancak merkezden uzaktaki konutlara taşımak isteyen bugünkü plan, insanları çalışma alanlarından kopararak akrabalığa ve nispeten merkezi yerleşime dayalı ekonomik örgüyü yok etmek anlamına geliyor. Yoksulların somut hayatlarını hesaba katan ve samimiyetle reformist olan herhangi bir kentsel planlama bir yandan tahliyelere karşı çıkıp evlerin yerinde iyileştirilmesi için ısrarcı olurken, diğer yandan da vergiler ve mülkiyetin belediyelerde toplanması ve arazi spekülasyonu üzerinde toplumsal denetimin kurulmasına çalışmalıdır.
Bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilen küresel ısınmaya bağlı çevre krizi hızla ivme kazanan kentleşmenin, barınma hakkı meselesini aşarak doğaya karşı bir tehlike arz ettiğine işaret ediyor. Marx’ın Kapital’de “metabolik yarılma” diye nitelendirdiği doğa ve kapitalist üretim tarzı arasındaki tezat doruk noktasına ulaştı. Eko-Marksist ve eko-sosyalist bir perspektif doğa ve kent arasındaki ilişkiyi nasıl yeniden kurgulayabilir?
Küresel çevre krizinin en önemli sebebinin kentleşme olduğu su götürmez. Ama burada çarpıcı bir paradoksla karşı karşıyayız. Kenti çevre açısından bunca sürdürülemez kılan özellikler, tam da en büyük mega-kentlerde bile en çok anti-kentsel ya da kent-altı (sub-urban) olarak sınıflandırabileceğimiz özellikler: Hayati doğal değerlerin (yeraltı sularının, su havzalarının, tarım arazilerinin, ormanların, kıyı eko-sistemlerinin) bozulmasını ya da yok edilmesini beraberinde getiren yıkıcı yatay genişleme; canavarca artan hava kirliliği ve trafik; çalışan sınıfların yarattığı kent kültürünün ve “şehir hakkının” yok olması; kamusal alanın özelleşmesi ve varsılların duvarların ardındaki disneyland’laşmış sığınaklarına kaçışmaları. Oysa en küçük kent ve kasaba ölçeğinde bile en “klasik” sayılan kent nitelikleri daha erdemli bir çevre meydana getirmek için bir araya gelebilirler. Koordinatları hem çevresel verimliliğin hem de (Fourier’ye başvurursak) “insani yakınlığın artmasını” içeren kanonik bir şehircilik anlayışı henüz tamamlanmamış bir sentez halinde de olsa, biz böyle bir şehirciliğin asli niteliklerini tespit edebiliriz: Kişiselleşmiş tüketimin kamusal lüks ile ikame edilmesi; arzu ve kimliğin kamusal alanda toplumsallaştırılması; ulaşımda ve konutların inşaatında çevresel ölçek ekonomilerinin tesisi; şehir ve korunan kırsal alan arasındaki hududun iyi tanımlanması; mahalle ve dünya kültürü arasında gelişkin bir diyalektik; kentsel hafızanın mülkiyet simgelerine önceliği; iş, eğlence ve ev hayatının birbirleriyle bütünleştirilmesi.
Fakirleri evlerinden etmek çoğunlukla muazzam kâr getirir. Bu projelerin su götürmez amacı, merkezi bölgeleri yeniden ele geçirmek, arazi spekülatörlerini ödüllendirmek, yabancı yatırımcıları sübvanse etmek ve sınıflararası mekânsal ayrışmayı pekiştirmektir.
Söz konusu olan, çevre adına salt endüstriyel üretim ve tüketimin azaltılmasından daha derin bir şey. Durmaksızın yayılan kentleşme ve ekolojik nizamsızlığa karşı, tutarlı ve enerji sakınımına dayalı bir kentsel dokunun, devasa insan ihtiyaçlarıyla sınırlı yenilenebilir kaynaklar arasındaki çözümsüz gibi görünen çelişkiyi nasıl aşabileceğini tahayyül etmemiz gerekiyor. Günümüzde mimarlık ve planlama mesleklerindeki kriz, yoksulluğu, enerji sorununu, küresel ısınmayı ve kamusal alanı konu edinen ve gelişmekte olan kentlerin ya da daha eski metropollerin yoksul mahallelerindeki mücadeleyi hedefleyen cesur kavram ve tasarımların eksikliğinden kaynaklanıyor. Evet, daha varlıklılar sebil miktardaki mükemmel eko-yaşam tasarımlarından istediklerini seçmekte özgürler. Ama nihai amacımız nedir? Zenginlerin sıfır karbon hayat tarzlarıyla caka satması mı, yoksa kentin yoksul kesimlerine güneş enerjisi, hijyen, internet ve “yeşil” kamu hizmetleri götürmek mi?
BM’nin Şehir Hakkı Beyannamesi (Charter of the Right to the City) hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu hükümetlere baskı için küresel bir araç olarak kullanabilir miyiz? Kent mekânındaki insan hakları fikrini, kenti bizzat şekillendirmeyi de kapsayan kolektif haklarla takviye etmemizi sağlayabilecek ideolojik ve pratik araçlar ne olabilir?
Beyanname için ileriye doğru bir adım diyebiliriz herhalde. Bir yandan da tipik bir BM belgesinin tüm kusurlarına sahip: Hükümetler açısından onay vermenin kolay olduğu, ama müteakip adımlar konusunda onları bağlamayan, iyi niyetlerin ve soyut hakların bir özeti. Ayrıca, Dünya Sosyal Forumu’nun enerjisini, mücadelelerin koordinasyonu ve aktivist stratejiler yerine, asaletli ancak etkisiz ve sonu gelmeyen konferanslara ve önerilere yönelttiği ölçüde, neden pilinin tükenmesi tehlikesiyle karşıya olduğunu da gösteriyor. Tam da şimdi kent göçmenlerinin ve azınlıkların haklarını daha yüksek sesle ifade eden, daha hedefe odaklı ve daha iyi koordine edilen uluslararası bir kampanyaya ihtiyacımız var: Kuzey Avrupa ve Hindistan’daki Müslümanlar, İtalya’daki Romanlar, ABD’deki Meksikalı ve Orta Amerikalılar, Türkiye’deki Kürtler ve daha nice grup için… Bence bu, BM Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin kentleşmiş bir versiyonu için lobi yapmaktansa, daha somut ve ahlâki açıdan daha acil bir hedef.
Türkiye’de yakın zamanda yapılan bir dizi kanuni değişiklikle devletin konut idare ofisi (TOKİ) gönüllü olarak küresel mortgage yapısına eklemlendi. TOKİ, son yıllarda kamu arazilerini özel şirketlere devşiren ve gecekondu mahallelerini orta ve üst-orta sınıflara devretmek için yıkan bir tekel gibi faaliyet gösteriyordu. Ancak şimdi, ikinci piyasaları kurarak küresel mortgage şirketleri ve gayrimenkul yatırım ortaklıkları ile sıkı fıkı bir ilişkiye giriyor. Bu gelişmeleri sermaye merkezlerini rahatlatmak için mortgage krizini ülkeye ithal etmeye çalışan neoliberal bir eğilim olarak okuyabilir miyiz?
Amerikalı radikal ekonomist Michael Hudson’ın belirttiği gibi, arazi fiyatları, mortgage piyasaları ve rantiye gelirleri ile ilgili bütünlüklü bir kuramın eksikliği, güncel Marksist ve radikal-Keynesçi iktisat bilimindeki muazzam bir boşluğa işaret ediyor. Elbette mortgage sistemi için uluslararası ikinci piyasaların oluşturulması, daha önce kendi kendine yeten emlâk piyasasına akın edecek yüklü miktarda yabancı sermaye tarafından da pekiştirilecek, ışık hızında bir döviz spekülasyonunun gerçekleşeceği küreselleşmenin “doruk noktası”dır. Sermaye merkezlerinin mortgage krizinin yükünü yarı-çevre piyasalara devretmeye çalıştığına dair teziniz gerçekten de kışkırtıcı. Ama bu eğilimin ne kadarının hesaplanmış bir risk paylaşımının, ne kadarının sadece şiddetli spekülasyonun ve hayali sermayenin bir sonucu olduğu konusunda emin değilim. Ancak, küresel gayrimenkul piyasasından küresel konut ve emlâk spekülasyonuna doğru gerçekleşen dönüşümün klasik “iskân sorunsalını” tamamıyla dönüştürdüğü şüphe götürmez.
Amerikan gayrimenkul balonu, dolara yapılagelen hem gönüllü, hem de zorunlu yabancı yatırıma bağlıydı. Ama finansal kontrollerin kaldırılması ve hedge fonlarıyla yatırım bankalarının suç teşkil eden aşırılıkları akla zarar boyutlara ulaştı. Bu durum zenginlik postuna bürünmüş kumarbazların borcundan oluşan bir piramit ve uçsuz bucaksız bir saadet zincirinden başka bir şey değildi.
Vergi sübvansiyonlu ve offshore olarak faaliyet gösteren gayrimenkul yatırım ortaklıklarının (GYO) yerel konut piyasalarına girmesi (her ne kadar tersi iddia edilse de) halka yönelik konut fiyatlarını tırmandırır, lüks rezidansların ve toplumsal açıdan lüzumsuz olan ikinci evlerin aşırı üretimine neden olur. Benzer bir şekilde banka ve emeklilik fonlarını gayrimenkul piyasalarındaki daralmalara karşı kırılgan hale getirir. Örneğin, ben kimsenin Avrupa bankalarının Amerikan mortgage bozgununa bu derece maruz kalacağını tahmin ettiğini sanmıyorum. Üstelik, Türkiye gibi bir ülke için menkul kıymetlerin cazibesine kapılıp mortgage borçlarını uluslararası piyasalarda satmak, ekonomik reform için gereken özerk ulusal ekonomik alanda ilave bir erozyona neden olur. Belki kısa vadedede yatırımları hızlandırabilir, ama eninde sonunda ulaşılabilir yerel konut stoğunu başka kıtalardaki menkul kıymetler balonlarına bağımlı kılacaktır.
Toplam değerleri 5 trilyon doları aşan Fannie Mae ve Freddie Mac gibi kuruluşlar iflas edemeyecek kadar büyükler. Bu yüzden FED batmamaları için elinden geleni yapıyor. (Söyleşiyi yaptığımızda henüz bu iki şirket kamulaştırılmamıştı.) Pazarın bu devasa krize tepkisi Friedmann tarzı köktenci liberalizmden çark edildiğine dair emareler taşıyor. Ancak bu sefer vergi mükelleflerinin parası, refah devleti yerine, dev şirketleri desteklemek için kullanılıyor. Mortgage krizinin muhtemel sonuçları ne olabilir?
Elbette Milton Friedmann, Reaganizmi savunanların hürmet gösterdiği kuramsal bir fetişistti. Ancak gerçekte katı mali neoliberalizm, Washington’un kendisinden ziyade, zayıf ve bağımlı ülkelere dayatmaya istekli olduğu bir reçeteydi. Alan Greenspan’in yönetimindeki (1987-2006) ABD Merkez Bankası, yabancıları Great Gatsby benzeri Amerikan üst-sınıf aşırılığını sübvanse etmeye zorlamak için ticaret açığını kullanarak köktenci mali ilkelerden uzaklaştı. Doların dayanıklı, ancak giderek kırılganlaşan hegemonyası, ticari ortakları ve müttefikleri harcadığı sürece Washington’un para basmasına izin veriyor. Yani Amerikan gayrimenkul balonu, dolara yapılagelen hem gönüllü hem de zorunlu yabancı yatırıma bağlıydı. Ama finansal kontrollerin kaldırılması ve hedge fonlarıyla yatırım bankalarının suç teşkil eden aşırılıkları akla zarar boyutlara ulaştı.
New Deal planının kilit yapısal reformlarından biri de, banka sahibi şirketleri hizaya sokan ve yatırım bankacılığını ticari bankacılıktan ayıran Glass-Steagall düzenlemesiydi. Düzenlemenin popülist önlemleri, üretken ekonomiyi finans devlerinden azade kılmaktan ve sıradan Amerikalıların tassaruf hesapları ve mortgage’ları etrafında bir güvenlik duvarı örmekten oluşuyordu. ABD ve başka yerlerdeki Keynesyen düzenlemeler, rantiyelerin üretken yatırımlara, banka imparatorluklarının da endüstriyel şirketlere kurumsal itaatini varsayıyordu. Tüm bunlar ikinci Clinton döneminde feshedildi, Wall Street’i giderek daha tehlikeli hale gelen “güvenlikleştirilmiş”, “teminatlandırılmış”, ama aslında ne güvenliği ne de teminatı olan, paketlerle rekabete sürükleyen denetimsiz bir alan şekline soktu. Tabii bu durum zenginlik postuna bürünmüş kumarbazların borcundan oluşan bir piramit ve uçsuz bucaksız bir saadet zincirinden başka bir şey değildi.
Çoğu Amerikalı, Fannie ve Freddie’nin işleyişine dair tuhaf düzenlemeler hakkında bir fikre sahip değildir. Her ne kadar başka ülkelerdeki birçok güya-hükümet kurumundan bile daha çok regüle edilseler de, bu şirketler, Britanya’daki tabiriyle “quangolar”, bağımsız yetkileri olan kuruluşlardır. Kurtarılmaları, toplumsal maliyeti hissedarlardan bodoslama halka aktararak ulusal borcu ikiye katlayabilir. Her halükârda çalışan sınıflardan birçok insan hem evini kaybedecek, hem de daha yüksek vergilerle ve işsizlikle karşı karşıya kalacak. Üstelik bu, mega-iflasların başlayacağı bir zincirleme reaksiyonun ilk evresi de olabilir: Hem Lehmann Brothers (henüz iflas etmemişti) hem de CitiBank uçurumun kıyısında. Bu durum büyük bir ihtimalle kısa vadede, olası bir Obama yönetiminin istikametini, sosyal harcamalardan ve insani önceliklerden 1933 yılındakine benzer bir rantiye sınıfı ve banka kurtarma operasyonuna çark ettirecek.
Dünya iktisadi tarihinde bir dönüm noktasını da işaret ediyor mu? Doların hükümranlığının ve dış borçla sübvanse edilen ABD ekonomisinin de sonu mu? Kim bilebilir ki? Bence Avrupa’da başladığı üzere Çin ve Brezilya’yı da aşağı çekecek derin bir Amerikan resesyonu daha muhtemel gözüküyor. Ekonomi âlimlerinin çoğu ABD’nin sürdürülebilir bağımsız büyüme kabiliyetini abarttılar. Kanımca, dünya ekonomisi, çökmekte olan bir süper gücün devasa ekonomik ve sosyal çelişkilerine senkronize –isterseniz “bağımlı” da diyebilirsiniz– durumda.
Express, sayı 88, Ekim 2008