“OKUL TIRAŞI”

Söyleşi: Yiğit Atılgan, Ayşegül Oğuz
5 Ekim 2021
SATIRBAŞLARI

Okulu Tıraşı’nın senaryo çalışması uzun bir zamana yayılmış. Nasıl bir süreçti?

Ferit Karahan: 1990’lar boyunca Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda (YİBO) okudum. Üniversiteden beri aklımda okulla ilgili bir film yapmak vardı, hatta bu filmi bir üçlemenin ilk filmi olarak tasarlamıştım. 2009’da bir metin yazdım ve Kültür Bakanlığı’ndan yazım desteği aldım. Fakat o dönem yapıma destek vermediler, açıkçası senaryo da içime tam sinmiyordu. 2012’de Gülistan’la (Acet) senaryo üzerinde biraz çalıştık. 2014’teyse Gülistan bir süre tek başına çalıştı, çünkü kendimle yatılı okul arasına mesafe koyamıyordum. YİBO’yla ilgili her şey bende bir travmaydı. Hâlâ kırıntılarını yaşamımda görebiliyorum, bazı kararlarımda çok belirleyici olabiliyor. Gülistan’ın yazdığı versiyonla bakanlığa başvuru yaptık. Destek alamayınca ara verip başka işler yapmaya çalıştık. 2015’te Ortadoğu’daki durum beni tetikledi. IŞİD her tarafta bomba patlatıyordu, Kuzey Irak ve Suriye’nin kuzeyinde Kürtlere yönelik ciddi bir baskı vardı. Türkiye’deki durum birden değişti, görece demokratik atmosfer sert bir yere evrildi. Ankara’da, Suruç’ta gençler ölüyordu. Bir anda hissiyat olarak 90’lara, YİBO’da okuduğum zamanlara geri döndüm. Bir gün evde yemek yaparken yalanın baskıcı toplumlarda nasıl bir direniş biçimi olduğuna dair uzun uzun konuşmaya başladık. Hemen mutfakta oturduk, bir senaryo hattı çıkardık. Bir bayrak yarışı gibiydi. Gülistan yazmaya gündüz başlıyordu, ben gece onun kaldığı yerden devam ediyordum, sabah o tekrar devralıyordu. Aralarda da konuşuyorduk. Senaryoyu altı günde yazıp yedinci günde düzeltmelerini yaptık. Basitçe yedi yıl ve yedi gün diye tarif edebiliriz.

Ferit Karahan ve Gülistan Acet (Fotoğraf: Brigitte Dummer)

Gülistan Acet: Yatılı okulda geçmesini istediğimiz bir öykü düşünüyorduk, ama plan yoktu, eski versiyonda sadece Ferit’in çocukluk anılarının bir dizisi vardı. Bir drama oluşturmak istediğimizde Ferit’in o yarayı deşmeye pek hazır olmadığını gördüm. Hatta onu biraz da hislerini dinlemesi için yalnız bıraktım, çünkü duygularını hatırlayıp açığa çıkarması açısından önemliydi. Ancak, daha çok Ferit’in öğretmenlerine, arkadaşlarına, onu oraya terk ettiğini düşündüğü ailesine kızgınlıkları çıktı ortaya. O bu şekilde devam etmek istemeyince, 2014’te ben başka bir versiyon çıkardım. Tek başıma çalıştığım o dönem olmasaydı öyküye bu kadar hâkim olamazdım, çünkü Ferit’in deneyimlediği bir atmosferde geçiyor. Yatılı okulla ilgili çok şey okudum, forumlarda dolaştım, birçok insanla görüştüm. O versiyondaki durum da benzerdi, çocuklar küçük bir hata işliyor ve o hata korku dolu atmosferin yarattığı baskıyla çok daha büyük bir hatalar silsilesine dönüşüyordu. Benim dilim biraz daha komediye yatkın. Korkunun baskın olduğu yerlerde komedi daha çok kendini gösterir, çünkü kaçış yoludur. Kürtlerde bu kadar baskın olması da bence bununla ilişkili. Ayrıca bu filmde hiç komedi olmasaydı sistemin saçmalığını yeterince anlatamazdık. Ama bu Ferit için çok acılı bir şey, o komedi dili Ferit’in içine tam sinmedi ve yeniden başladık. Hep peşinden koştuğumuz şey bu filmi bize yaptıracak fotoğrafın ne olduğuydu, bana bütün filmler bir fotoğrafın peşine düşerek ortaya çıkıyormuş gibi geliyor. Ferit’le ve yatılı okuldaki arkadaşlarıyla konuştuğumuzda herkes ilginç bir şekilde banyodan bahsediyordu, biz de oradan başlamaya karar verdik. Banyoyu anlamlı kılmak için bir öleyazma durumu yarattık. Sonraki her sahneyi de çocuğu ölüme yaklaştıracak şekilde kurmaya çalıştık ve ortaya böyle bir öykü çıktı.

Hep peşinden koştuğumuz şey bu filmi bize yaptıracak fotoğrafın ne olduğuydu, bana bütün filmler bir fotoğrafın peşine düşerek ortaya çıkıyormuş gibi geliyor. Ferit’le ve yatılı okuldaki arkadaşlarıyla konuştuğumuzda herkes ilginç bir şekilde banyodan bahsediyordu, biz de oradan başlamaya karar verdik.

YİBO’ları, bu okulların kurulma sebebini, oradaki çocukların vaziyetini anlatır mısınız? Filmde adeta bir kışla ortamına tanık oluyoruz.

Karahan: Geçmişi Abdülhamit dönemine gidiyor. Hamidiye Alayları’ndan cumhuriyete ve günümüze sirayet eden militarizmin Türkler üzerinde yarattığı dezenformasyona ve Kürtler üstünde kurduğu baskıya bağlıyorum. 1928’e kadar toplumun askerileştirilmesinden, örneğin Ermenilere karşı Kürtlerin asker gibi yetiştirilmesinden bahsedebiliriz. 1928’den sonra bir boşluk dönemi mevcut, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki iki kutuplu dünyada, Türkiye’deki askeri düzen topluma militarist bir ruh ekliyor. Bu yatılı okullar da, tıpkı 1970’lerdeki eğitim kampları gibi, 1950 sonrasındaki dönemin militarist kültürünün bir ürünü. Asimilasyon tam da bu kışlaya benzettiğiniz şeyin içinden çıkan bir olgu. Kışlada herkes aynılaşır, aynı ruha sahip olur. Bu filmi yapmamızın kökeni biraz da bu tarihsel gerçeklikle ilgili. Toplumun militarizasyonu başlangıçta kişisel olarak beni, sonra etrafımda gördüğüm tüm Kürt entelijansiyasını bir şekilde etkiledi. Özellikle bizim kuşaktaki Kürtler genel olarak yatılı okullarda büyüdü. Bu bir anlamda iyi de bir şey, çünkü başka bir imkân yok ve oradan bizim gibi insanlar da yetişti. Ancak o alanda asla kendi kültürün ve renginle var olamıyorsun, benliğin ortadan kayboluyor.

Acet: Aslında yaşanmışlıklarınız size bu duruma nasıl bakacağınızı dayatıyor. Biz bu öyküyü bir minnettarlık duygusuyla da anlatıyor olabilirdik, çünkü Ferit yatılı okula gitmeseydi muhtemelen abisi gibi çobanlık yapıyor olacaktı. Hatta çoğu zaman anlatırken orayı bir tatil gibi gördüğünü, bütün yaz çalıştıktan sonra okulun başlamasıyla dinlenebildiğini söylüyordu. Ama biz elbette bunu çocukları tornadan geçirip aynılaştırmayı, onları müthiş bir baskının altında tutup korkutmayı ve sindirmeyi haklı kılacak bir şey olarak görmüyoruz. İkimiz de Kürdistan’da doğmuş ve okumuş, yaşadığımız her alanda baskıyı deneyimlemiş insanlar olarak oraya eleştirel gözle bakma sorumluluğunu hissettik.

YİBO’lar sizin senaryoyu yazdığınız dönemde kapatıldı.

Karahan: Bazı kararlar veriliyor, ama çözüm olmuyor. Bir kere insanlar fakir ve evlerinde çocuklarını besleyemiyor. Şimdi eğitimi taşımalı yaptılar, ama o da pek işlevli olmadı. Çünkü insanlar “Eğer çocuğuma üç öğün yemek veriyorsam neden okula gitsin, bari çalışsın” diye düşünüyor. Çekimleri yaptığımızda 2019’un başıydı, benim yatılı okuduğum dönemle arasında çok küçük nüanslar vardı. Hatta bir gece senaryomuzla paralel olarak karda mahsur kaldık, bürokrasinin verdiği tepki filmle birebir aynıydı. Yazdığımız şeyler birebir karşımıza çıktı. Yatılı okulun adı başka bir şey olsa bile zihniyet değişmiyor. Hükmedebilecekleri insanlar, sanayiye ara eleman yetiştiriyorlar. Oysa eğitimin amacı insanların içindeki yaratıcı dürtüleri ortaya çıkarmak olmalı.

Filmde eğitimin kalitesine dair pek bir şey görmüyoruz. Sizin aldığınız eğitim nasıldı?

Karahan: Çok kötüydü, biz eğitim filan görmedik, askeri disiplin öğrendik. Sabah kalkmayı, sıraya girmeyi ve emir almayı öğrettiler. Benim üniversiteyi kazanabilmemin sebebi kendim oturup çalışmış olmam. Bunu ancak çok sivri ve çalışkan olanlar başarıyor. Bırakın batıdaki bir okulu, o bölgedeki gündüzlü bir okulla karşılaştırdığınız zaman bile ciddi eksikler var yatılı okulda.

Acet: Aslında eğitimin niteliğini biraz gösteriyoruz. Kürt bölgesi diye bir yerin varlığını bile reddeden bir eğitim sisteminden bahsediyoruz. O dönemde, “terörist yetişeceğine askerler yetişsin” gibi bir mantık gözetiliyor.

Bu öyküyü bir minnettarlık duygusuyla da anlatıyor olabilirdik, çünkü Ferit yatılı okula gitmeseydi muhtemelen abisi gibi çobanlık yapıyor olacaktı. Kürdistan’da doğmuş ve okumuş, yaşadığımız her alanda baskıyı deneyimlemiş insanlar olarak oraya eleştirel gözle bakma sorumluluğunu hissettik.

Karahan: Neredeyse tüm öğretmenlerimiz askerdi. Ailesiyle birlikte bölgeye gelen normal bir öğretmen söz konusu değildi. Bizim okulda üç yıl kadar özel tim nöbet tuttu. Çocukları korumak için değil, çocuklar dağa gitmesin diye. Biz zaten çok izoleydik. Çarşı iznimiz ayda birdi, zaten çarşıda harcayacak bir paramız yoktu. Başını derse gömen, top oynayan, öğretmenlerin dediğinden çıkmayan çocuklardık.

Kürtçeyle ilişkiniz bu süreçte hasar aldı mı?

Karahan: Tabii, Kürtçeyi unuttum. Anadilim Kürtçe, annem ve babam iyi Kürtçe konuşur. Üniversite yıllarında anadilimi tekrar öğrendim. Türkçeyi de seviyorum ve çoğunlukla Türkçe yazıyorum. Duygularınızı en iyi ifade ettiğiniz dil mevzusu önemli, ama şöyle de bir durum var. Kieslowski bizi birbirimize bağlayanın din, dil, ırk gibi olgular değil, daha çok acı, hüzün, mutluluk gibi kavramlar olduğunu söylüyor. Buna katılıyorum, bütün dillerde konuşabiliriz. Rahatsız edici olan bir dilin tabu olması, başka çaresi ve yolu olmayan insanlar üzerinde politik bir baskı aracı olarak kullanılması. Sorun bizim Kürtçe konuşup konuşmamamız değil, onların bize müsaade etmemesi. Ben istersem Kürtçe, istersem Türkçe ya da İngilizce konuşurum. Bu da bir önceki yüzyılın başından bugüne sirayet eden, özellikle 1980 dönemiyle pekişen militarist kültürün tüm toplum üzerinde, özellikle Türkler üstünde bıraktığı izle ilişkili.

(Fotoğraflar: Türksoy Gölebeyi)

Filmi izlerken aklımıza sıkça Diyarbakır Cezaevi geldi.

Karahan: Bence çok benzerler. Cezaevinde insanlar çok yoğun bir şekilde işkenceyle sindirilmeye çalışılıyor, okuldaysa ideolojik baskı aracılığıyla asimilasyon hedefleniyor. Okuldaki şiddet elbette yetişkinlere yönelik şiddet gibi değil, ama o da bir şiddet türü. Yöntemler farklı, ama varılmak istenen yer aynı. Bu öyle bir çark ki, şiddeti uygulayanı da kapsıyor. Şiddeti uygulayanın kendi ailesine ve toplumuna yönelik şiddetini de artırıyor. İnanmıyorum ki orada bize şiddet gösterenler daha sonraki görev yerlerinde, örneğin Konya ya da İstanbul’da eskiye dönebilsin ve düzgün bir şekilde, çocuk dövmeden, baskı kurmadan eğitim verebilsin. Öğretmenlerde oluşturulan bu kalıcı hasar, sadece Kürtleri değil, bütün toplumu zehirledi.

Acet: Cezaevlerinde kurulmaya çalışılan o baskı ve korku atmosferi bir ölçüde sadece o işkenceye maruz kalanları bağlıyor. Çünkü onlar kendilerini kontrol etmeyi, duygularına hâkim olmayı, o korkuyu sadece kendi içlerinde yaşamayı öğrenmişler. Daha bilinçli, güçlü ve örgütlüler, politik anlamda bir bakışları var. Ama çocuğun üzerinde yaratılan korku bir virüs gibi ailelere de yayılıyor. Çocuk orada gördüğü muameleyi ya da özel timle olan yakın temasını ailesine anlattığında bu korku ailelere de bulaşıyor. O anlamda çok daha işlevli bir mekanizma. Çocuklar askerliklerini ya da mahpusluklarını zaten okulda tamamlamış oluyor.

Neredeyse tüm öğretmenlerimiz askerdi. Ailesiyle birlikte bölgeye gelen normal bir öğretmen söz konusu değildi. Bizim okulda üç yıl kadar özel tim nöbet tuttu. Çocukları korumak için değil, çocuklar dağa gitmesin diye.

Öğretmenler ve çocuklar arasında paralellikler de var. Örneğin, öğretmenlerinden zorbalık gören çocukların kendi aralarında da bir akran zorbalığı oluşuyor. Ya da çocuklardaki otorite korkusunun bir benzerini öğretmenlerde de görüyoruz. İki taraf da benzer mekanizmaların etkisi altında şekilleniyor.

Karahan: Aslında senaryoya objektif olarak bakmaya bunu anladığımız vakit başladık. Öğretmenler de aslında bu sistemin, çarkın kurbanı. Orada edinilen bilgiyi ve davranış biçimlerini daha sonra kendi çevrelerine, topluma yayıyorlar. Bu bulaşıcı bir hastalık, bu korku atmosferi gerçekten bulaşıcı. Filmde öğretmenleri özellikle kötü olarak damgalamıyoruz, keskin siyah ve beyazlara sahip bir şablondan uzak durmaya çalıştık. Elbette bireysel bir noktadan çıkacak, bir acıyı depreştirecek, izleyende duygusal olarak bir şeyleri değiştirecek. Ama bizim için önemli olan sistem eleştirisi yapmaktı.

Acet: Bazen filmi çok iyi duygularla yaptığımızı ve bunun belki o kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Doğuda bunları yaşadık, ama batıya gelip yerleştik ve burada düzen kurduk. Bazen o çocukların duygusunu tam olarak hissetmediğimi düşünüyorum. Ferit’le senaryoyu yazarken çok fazla ağladık, ama acaba hakkını verdik mi? Öğretmen de kötü değil, o da kötü değil, bu da kötü değil. Peki bu çocuklar ne yaşadı orada? Biz bir yanılgıyı mı anlatıyoruz? Bu çocuklar eğitildi, topluma karıştırıldı, meslek sahibi oldu. Ama bu kadar acılı olmak zorunda mıydı? Bu kadar çok travma mı yaşanmalıydı? Ailelerinden bu kadar uzun süre ayrı mı kalmalıydılar? Anne sıcaklığına bu kadar özlem mi duymalıydılar? Bu kadar büyük bir yalnızlığa mahkûm mu edilmeliydiler? Belki de fazla iyimser davrandık. Ben de öğretmenlik yaptım, o duyguları az çok biliyorum, ama oraya giden her öğretmen bir nebze askerleşiyordu. Orada temiz duygularla eğitim vermeye devam eden çok az öğretmen kalıyordu, çoğunluk “terörist eğitme” güdüsüyle gidiyordu.

Yusuf (Samet Yıldız) ve Memo (Nurullah Alaca).

Karahan: Öğretmenlerin elbette sorunları var, ama esas sorun bu sistemi yaratanlar ve onların motivasyonları. Yüzyılın başından kalma bir ideolojinin, milliyetçiliğin, artık arkaik kalan bir düşüncenin bizde hâlâ canlı olması. Toplumun bu sistemi bu kadar şiddetli bir şekilde savunması. Filmde anlattığımız şey aslında şiddetin, baskının, fakirliğin, zorbalığın çok silik bir kopyası.

Acet: Bunu biraz da şuna benzetiyorum. Kürt anneler çok fazla bedel ödedi, acı çekti, evlatlarını kaybetti, ama hiçbir zaman Türk anneler gibi “vatan sağolsun” gibi şeyler demedi. Örgütlü olan anneler bile “Yeter artık, bu kan dursun” diyor, hepsinden bunu duyuyoruz. Ama öbür tarafta, iktidarın milliyetçi söylemlerine sarılan kadınlar, aileler görüyoruz. Kendime bu anlatım biçimiyle bizim de aynı hataya düşüp düşmediğimizi soruyorum. Biz neden hep barış olmasını istiyoruz da karşı taraftan bu çarkın devam etmesini isteyen ses yükseliyor? Hep mi Kürt tarafı daha fazla bedel ödeyecek, ama yine de barışmak isteyecek? Öte yandan, estetiği de düşünmek zorundasınız ki birilerine ulaşabilesiniz. Herkesin pür kötü olduğu bir öyküyü anlatmak ne estetik olur ne de kimseye bir fayda sağlar.

Türkçeyi de seviyorum ve çoğunlukla Türkçe yazıyorum. Rahatsız edici olan bir dilin tabu olması, politik bir baskı aracı olarak kullanılması. Sorun bizim Kürtçe konuşup konuşmamamız değil, onların bize müsaade etmemesi. İstersem Kürtçe, istersem Türkçe konuşurum.

Bir yandan da bu anlatım biçimi Türk-Kürt meselesinin ötesine, daha evrensel bir yere taşıyarak zorbalık ve otoritenin insanın hamurunu nasıl yoğurduğuna dair daha geniş bir açılıma ulaştırıyor filmi.

Acet: Yüzde yüz katılıyorum. Şu anda yazıyor olsam yine aynı iyimserlikle yaklaşırdım öğretmenlere. Bu tipleri o atmosferin yarattığını biliyorum. O korku atmosferi onlar için de geçerli, biz de olsak biz de öyle şekillenecektik muhtemelen. Sinemanın estetik olarak da bize bunu dayattığının farkındayım; kötü karakter, iyi karakter, mağdur, zavallı, zayıf gibi imgeler hoşumuza gitmiyor. Zaten bir noktada en büyük suçlu da Yusuf gibi gözüküyor. En başta doğruyu söylese işler buraya varmayacaktı, ama o kötülük maalesef ona da bulaştı. Yine de buradan bakınca anlatmanın daha kolay olduğunu düşünüyorum, bir de onu yaşamak var. Biz zamanında paçayı sıyırıp buraya kapağı attığımız için daha rahat ahkâm kesiyor olabiliriz.

Karahan: Ben öyle düşünmüyorum, çünkü paçayı sıyırdığıma inanmıyorum. Maksimum yarayı aldığımı düşünüyorum. Kürt çocukları ailelerinde, toplumlarında, arkadaş çevrelerinde, birkaç tane uyanığın ve köşe kapmışın altında çok fazla eziliyor.

Acet: Doğru, ama panzerin altında ezilen bir çocuk da olabilirdin. Yatılı okul sırasında oturup öğretmenini dinleyen biri oldun. Çok uç iki noktadan bahsediyoruz. Baskının şiddetine bakın, en iyi durumdakiler Ferit’in durumunda olanlar. Avrupalılar en iyisinin haline ağlıyor.

Karahan: Yurtdışındaki birçok sinema eleştirmeni filmin ilk kırk dakikasında bir distopya olduğunu düşünmüş. Ben de “Bizim gerçeğimiz sizin distopyanız olabilir” dedim.

Öğretmen figürü edebiyatta ve sinemada çok romantize ediliyor bir yandan…

Karahan: Yaşamdan çok ayrı olmadıklarını düşünüyorum. Biz nasılsak öğretmenler de öyle. Solcu olan da var, sağcı da. Bizim için onların mesleklerinden çok karakter yapılarının farklılığı önemli. Film belki yatılı okulda geçiyor, ama bir fabrikada ya da hastanede geçseydi de bir şey kaybetmezdi, bu şablonu kullanarak yine aynı anlama gelebilecek bir film çıkarabilirdik. Bir de şu aklıma geliyor; üniversiteye geldiğim zaman bazı insanların Atatürk’ü sevmesini anlayamıyordum. Benim için Atatürk korkulacak bir nesneydi, zira kişi olmaktan çıkmıştı. Öğretmenler kendilerini bile isteye Atatürk’e benzetiyordu, bir şekilde onun yeryüzündeki temsilcisi gibiydiler. Biz öğretmenlerden de Atatürk’ten de korkuyorduk.

Acet: O romantik öğretmen imgesini daha normal şartlar için konuşmak lâzım. Bizim anlattığımız atmosferde onlar da böyle şekillenmek zorunda kalıyor. Her an ensesinden vurulma, molotof saldırısına uğrama, dağ başında kurda kuşa yem olma korkusu yaşayan öğretmenlerden bahsediyoruz. Kendilerine neden terörist çocuklarını eğittikleri sorusunu soruyorlar. Mecburiyetten oradalar, doğu görevini tamamlayıp koşa koşa evlerine dönüyorlar. Hatırlayın, 1990’larda, tayini Diyarbakır’a çıktığında oraya gitmeyip mesleğini yapmamayı seçen birçok öğretmen vardı.

Bu öyle bir çark ki, şiddeti uygulayanı da kapsıyor. İnanmıyorum ki bize şiddet gösterenler daha sonraki görev yerinde eskiye dönebilsin ve çocuk dövmeden, baskı kurmadan eğitim verebilsin. Öğretmenlerde oluşturulan bu kalıcı hasar, sadece Kürtleri değil, bütün toplumu zehirledi.

Film yatılı erkek okulunda okuyan öğrencileri anlatıyor, bir erkeklik inşasından da bahsedebiliriz. Senaryoyu yazan bir kadın olarak filme katkınız ne yönde oldu sizce?

Acet: Nihai versiyonu yazmaya başladığımızda ikimiz de Herta Müller’in Yürekteki Hayvan kitabını okuyorduk. Bir kadın yazar olması, kadınlığa dair bir öykü anlatması, annesiyle ilişkisi, öykünün Türkiye’nin o dönemki atmosferine benzeyen Çavuşesku döneminde geçmesi bizi çok etkiledi. Biraz da o etki sebebiyle annesizlik duygusu filmde alttan alta hissediliyor. Çocuğun en sıkıştığı ve yalnız hissettiği anda annesini arayıp “Arkadaşım çok hasta” diye ona sığınması, ama annenin sığınılacak bir liman olmaktan çoktan çıkması örneğin. Şu an kızımın varlığıyla birlikte, çocukların anneleriyle büyümesi gerektiği konusunda daha hassasım, ama sanırım o zaman da bu duygunun bilincindeydim. Bir çocuğu ne sebeple olursa olsun annesinden ayırmak en büyük ceza. Bu duyguyu bir şekilde hissettirdiğimizi düşünüyorum. Oradaki kaosun sebebi biraz da kadının yokluğu.

Sizler nerelisiniz, nasıl bir yolculuktan geçtiniz, sinemayla nasıl tanıştınız?

Acet: Batmanlıyım. 1993’te, ben 8-9 yaşındayken oradan çıkmışız. Mersin, İstanbul, Uludağ, sonra yeniden İstanbul. Ama halen Batman’a gidip geliyoruz, orada ailelerimiz var. Türkçe öğretmenliği okudum. Ama sonrasında Kürdoloji üzerine yüksek lisans yaptım. Kürt sözlü edebiyatındaki kadın imgeleri üzerine bir çalışmam var. Öğretmenlik yaptığım dönemde ağır bir grip geçirdim. Tam Londra’ya gitmek üzere vize görüşmemin olduğu gün hastaneye yatırıldım. Ailem biraz baskı yaptı, gitmekten vazgeçtim, ama öğretmenlik yapmak istemediğimi kesin biliyordum, benim için epey yıpratıcıydı. Sinemaya üniversite yıllarımda başlamıştım, yeniden sinemayla deşarj olmak istedim. Mezopotamya Kültür Merkezi’ne gittim, orada yaklaşık üç yıl boyunca iyi hocalardan eğitim aldım. Sonrasında Ferit’le tanıştık. Ben kendi kısa filmimi çekmeye hazırlanıyordum, Ferit de Cennetten Kovulmak için Kürtçe bilen bir kadın oyuncu arayışındaydı. Kendi filmimi çekmeden önce Ferit’in filminde oynadım, sonra da evlendik.

Karahan: Muşluyum. Marmara Üniversitesi’nde elektrik-elektronik okudum, ama yazar olmaya çalışıyordum. Muş’ta sinema yoktu, daha önce sinemaya gitmemiştim. Politik bir gruptaydım, öğrencileri örgütlemeye çalışıyordum, sinemaya ilk gidişim de o vesileyle oldu. Solcu bir derneğin alt katında çok ucuza film gösterimleri yapıyorlardı, bizim de paramız ancak ona yetiyordu. Oradaki makinist çocuk Tarkovski’yi çok seviyordu ve sürekli onun filmlerini gösteriyordu. Defalarca Ayna’yı seyretmek zorunda kaldım. İlk başta bunaldım, ama sonra sanırım alıştım. Hollywood filmlerini de gördüm. Sonra, o derneğin açtığı bir kursa gittim, kısa filmler çekmeye başladım. Onlar etrafta biraz gösterilip ödül alınca Cennetten Kovulmak filmini çektik. Bizim okulumuz aslında o film. Bir yönetmen ne kadar hata yapabilirse o kadar hata yaptım. O film sonrasında Gülistan’la bir manifesto yazmaya karar verdik, geçenlerde okuyunca fark ettim ki, Okul Tıraşı’nda neredeyse bütün maddeleri yerine getirmişiz.

Esas sorun bu sistemi yaratanlar ve onların motivasyonları. Yüzyılın başından kalma bir ideolojinin, milliyetçiliğin, artık arkaik kalan bir düşüncenin hâlâ canlı olması. Toplumun bu sistemi bu kadar şiddetli bir şekilde savunması. Anlattığımız şey aslında şiddetin, baskının, fakirliğin, zorbalığın çok silik bir kopyası.

Nasıl bir manifesto o?

Karahan: Senaryoya, oyuncu yönetimine, sese, renge, sinemanın tüm plastik öğelerine dair görüşlerimizi anlatan bir manifesto. Saha çalışmasından başlayıp filmin gösterimine ve dünyaya pazarlanmasına kadar uzanıyor. Mesela ikimiz de hareketli kamerayla, film şu an hemen şuracıkta geçiyormuş hissi yaratmayı seviyoruz. Ya da filmde müziği sadece sahnenin içinde doğal olarak varsa kullanmayı tercih ediyoruz. Üzerinden dokuz sene geçti, elbette deneyimler üzerinden küçük şeyler değiştirilebilir, ama yine bu manifestoyu takip ederek böyle filmler çekeceğiz.

Sete çıkmak sizde nasıl hisler yarattı?

Karahan: Sette uzun bir hazırlık dönemim olmadı, oyuncularla prova yapmayı da istemiyordum. Önceki filmlerde oyuncularla prova yaptığım zaman başarısız olmuştum, çok mekanikleşmişti. Biraz agresif bir karakterim var, bunun da filme, kamera hareketlerine ve kurguya yansıdığını düşünüyorum. Sette oyuncuların yaşadıklarını düşünmek yerine agresif bir şekilde filmi çekmeye çalışıyordum. Bir-iki nokta hariç. Mesela ekmek çalma sahnesinde bir taraftan kar yağıyor, bir taraftan bir şey yetiştirmeye çalışıyoruz, ama ben gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Gülistan’a ihtiyaç duyuyordum. Telefon çekmiyordu, kızımız çok küçüktü, Gülistan çok yoğundu.

Çocuk oyuncularla çalışmak nasıldı? Profesyonellerle olan kimya nasıl tuttu?

Karahan: Profesyoneller gerçekten filme ve bana güvendiler, ne dersem yaptılar. Çok tekrar istememe rağmen sesleri çıkmadı. Bir ay boyunca oradaydılar. Zaten Bahçesaray gibi bir yerde kafe bile yok, sosyalleşmek için hastanenin kantininde tost yeniyor. Çocuk oyunculardaysa TV dizilerinden gelen bir deformasyon var. Yürürken, konuşurken kendilerini kabadayı zannediyorlar, sürekli bir karakter yaratıyorlar ve komik oluyor. Sette onlara karşı mesafeliydim. Onları çok iyi tanıyorum. Çok uyanıklar, yalan söylüyorlar ve zekiler. Aramızda bir güç savaşı vardı. Filmin kurgusunu yaparken kulaklarının dibinde sürekli konuşup bir şeyler anlattığımı fark ettim. Özetle, bütün yolları denedim, bunun bir metodu yok. Ama aynı zamanda doğru yaklaştığınızda verdiklerinizi size fazlasıyla geri veren genç insanlar görüyorsunuz. Onlara bunun bir kurs gibi olduğunu, işimizi yapıp gideceğimizi, yaşamlarında bir şeyin değişmeyeceğini özellikle vurguladım. Öbür türlü çocuklar da benden bir umut bekliyor, hatta manifestomuzda bu da var.

Filmi izlerken aklımıza Yılmaz Güney’in Duvar’ı geldi. Bir yandan da İran sinemasıyla ve Yeni Romen Dalgası ile selamlaşmalar gördük. Siz kendinizi kimlere daha yakın hissediyorsunuz?

Karahan: Saydığınız isimler çok önemli. Bahman Ghobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı’nı izlediğimde kendimi çok mutsuz hissetmiştim, o kadar etkileyiciydi. Sonradan kendisiyle arkadaş da olduk, benim için çok önemli biri. Kiarostami de hepimizin ustası, bu coğrafyada yaşayıp ondan ders almayan hiç kimse yok. 

Üniversiteye geldiğim zaman bazı insanların Atatürk’ü sevmesini anlayamıyordum. Benim için Atatürk korkulacak bir nesneydi, zira kişi olmaktan çıkmıştı. Öğretmenler kendilerini Atatürk’e benzetiyorlardı, onun yeryüzündeki temsilcisi gibiydiler. Biz öğretmenlerden de Atatürk’ten de korkuyorduk.

Acet: Benim İran sinemasıyla ilgili bir çalışmam da olmuştu. Ama sadece Kiarostami değil, mesela Farhadi’nin ya da Panahi’nin de etkisi vardır.

Karahan: Bu coğrafyadan çıkan eli ayağı düzgün bazı filmler doğal olarak birçok filme benzetiliyor. Çünkü bir referans görmek istiyoruz. Yılmaz Güney’i çok cesur buluyorum. Vurdulu kırdılı filmlerden sonra çok politik bir evrene girmesi, o dönem pornografik bir Türkiye sinemasından bahsedilirken Yol gibi bir film üretmesi çok önemli. Nuri Bilge Ceylan da çok değerli, birçok şeyi de ondan öğrendiğimi düşünüyorum. Bizim referansımız çok, çünkü dünyada çok iyi filmler üretiliyor.

Başta soracağımız soruyu sonda sorarak bitirelim: Okul Tıraşı adına nasıl karar verdiniz?

Karahan: Okul Tıraşı bir anda aklıma geldi. Gülistan da beğenince filmin adı öyle kaldı. Katmanlı bir isim, baskıyı, okul mefhumunu, eğitim sisteminin insanları tıraşlayıp tektipleştirdiğini anlatıyor. İngilizcesi içinse bakmadığım kaynak kalmadı. Türkçe isimden farklı bir anlam katmanı oluşturmaya çalıştık. Yapımcımız Kanat Doğramacı Brother’s Keeper ismini önerdi, o da kutsal kitapları karıştırmış. Hem düz çeviride kardeşimin koruyucusu ya da gardiyanı anlamına geliyor, hem Eski Ahit’teki Habil-Kabil hikâyesine atıf yapıyor, hem de bir noktada Türklere ve Kürtlere referans teşkil ediyor. Zaten artık bizden çıktı, diğer dillere istedikleri gibi çeviriyorlar. Mesela Çin’de Can Dostum diye çevirmişler (gülüyor).

^