HAPİSHANE SÖYLEŞİLERİ –VI / GÜLTAN KIŞANAK

Söyleşi: İrfan Aktan
23 Şubat 2020
SATIRBAŞLARI

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı iken 25 Ekim 2016 tarihinde, diğer eş başkan Fırat Anlı’yla birlikte gözaltına alınan ve tutuklanan Gültan Kışanak, 3 yıl 4 aydır Kocaeli F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. Yargılama sürecinde yerel mahkemenin verdiği 14 yıl 3 aylık hapis cezası bölge mahkemesi tarafından bozulan Kışanak’ın davası 16 Ekim 2019’da itibaren tekrar görülmeye başlandı, bir sonraki duruşması ise 9 Mart’ta. Öte yandan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Kışanak, Anlı ve dönemin 63 belediye meclis üyesine “belediyedeki eş başkanlık” nedeniyle geçtiğimiz hafta yeni bir iddianame hazırladı.
Gazeteci ve siyasetçi, BDP eski eş genel başkanı, HDP eski milletvekili, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eski eş başkanı Gültan Kışanak, 12 Eylül yıllarında da, işkence ve insanlık dışı muameleleriyle dünya çapında nam salmış Diyarbakır Cezaevi’nde yatmıştı. Kışanak’a avukatları aracılığıyla dava sürecini, hapishane koşullarını, yazıyla ilişkisini, Kürt siyaseti ve Kürt sorunundaki dönüşümü, Türkiye’nin Ortadoğu ve Kürt politikasını sorduk…

 

Hukuki durumunuz, davalarınız ne aşamada?

Gültan Kışanak: Yerel mahkemenin 1 Şubat 2019 tarihinde verdiği 14 yıl 3 ay hapis cezası bölge mahkemesi tarafından bozulduğu için dava dosyası yeniden yerel mahkemenin önüne geldi. Bozma kararından sonra ilk duruşma 16 Ekim 2019 tarihinde yapıldı ve dava 15 Ocak 2020 tarihine ertelendi. (15 Ocak’ta görülen dava da 9 Mart tarihine ertelendi) Üç yıldan beri özgürlüğümden yoksunum. Bir sonraki duruşmaya kadar üç yılı da aşacak. Bu süre içerisinde sadece bir kez duruşmaya götürüldüm. Bunun adına da yargılama diyorlar. Siyasi faaliyetleri nedeniyle tutuklanan bizlerle ilgili kararın tamamen iktidarın elinde olduğu artık gizlenemez bir hakikat. Mahkemelere de işin formalitelerini yerine getirme görevi verilmiş.

Sağlığınız yerinde mi? Hapishane koşulları kişisel olarak üzerinizde nasıl tesirler yaratıyor?

Cezaevlerinde ölümün eşiğine gelmiş hasta tutsakların durumu nedeniyle insan kendi sağlık durumundan bahsetmeye utanıyor. Tek başına hayatını idame ettiremeyecek durumda olanların bile hâlâ cezaevlerinde tek kişilik hücrelerde tutulduğunu düşündüğümüzde, kendi koşullarımızı ve sağlık sorunlarımızı unutuyoruz. Bu vicdansızlığı vurguladıktan sonra, sorunuzu cevaplayacak olursam… Pek kabullenmesem de galiba yaş biraz ilerlemiş. Kireçlenme ve menisküs gibi eklem sorunları, yüksek tansiyon ve şeker günlük yaşamıma epeyce müdahale ediyor. Beton ve demirden  ibaret bir mekâna Karadeniz’in nemi ve mecburen koğuş içinde kurutulan çamaşır sorunu da eklenince, kışlar pek kolay geçmiyor.

Kürt siyaseti devlete ve iktidara seslenen, eleştiren, kınayan, çağrı yapan siyaset tarzından topluma seslenen, katılmaya, sorumluluk almaya, kendisi için örgütlenmeye, kurtarıcı beklemekten vazgeçip inisiyatif almaya çağıran bir yöntemi öncelerse, yol alması daha da kolaylaşacaktır.

Daha önce hiç okumadığım gazetelerdeki sağlık ve beslenme ile ilgili haberleri artık kaçırmıyorum. Cezaevi yemekleri konusuna ise hiç değinmek istemiyorum aslında. Bu yemeklerle bir insanın sağlıklı beslenmesi ve günlük gıda ihtiyacını karşılaması asla mümkün değil. Temizlik ve hijyen konusu da işin cabası. En son bezelyenin içinden bulaşık teli çıkınca, saç, kıl, taş gibi doğallaşmış katkı maddeleri popülerliğini yitirdi. Bir de fare ve cardonlarla baş etme konusu var ki, uzmanlık isteyen bir alan bu da. İkinci, üçüncü fare vakasından sonra insan tecrübe kazanıyor. Arkadaşların daha önce yaşadığı deneyimler de bir hayli faydalı oluyor. Fakat tiksinme duygusu deneyimle atlatılamıyor. Cezaevlerindeki yaklaşık üç yüz bin insanın genel durumu anlaşılsın diye söylüyorum bunları.

Peki bu koşullarla nasıl baş edilebiliyor?

Cezaevlerinde mahpusların birbiriyle dayanışması olmasa, devletin sağladığı imkânlarla insanın onurlu ve sağlıklı bir yaşam sürdürmesi imkânsız.  Bir yatak, iki battaniye, çarşaf, bir tabak ve bir kaşık dışında idare hiçbir şey vermiyor. Koğuş ve kişisel temizlik malzemesi de dahil olmak üzere her şeyi mahpus, kendi parasıyla cezaevi kantininden satın almak zorunda. Televizyon izlemek ya da sıcak bir çay içmek istiyorsan, televizyonunu, semaverini satın almak, elektrik parasını ödemek zorundasın. Paran yoksa, mahpus dayanışmasından yoksunsan, bu sistemde yarı aç yarı tok, temizlik ve hijyen imkânı olmadan yaşamak zorunda kalabilirsin. Kampüs cezaevleri kurarak, açık cezaevlerindeki mahpusları neredeyse bedavaya çalıştırıp ürettiklerini de diğer mahpuslara satarak bir “döner sermaye” sistemi kurulmuş. Cezaevine tıktığı bu kadar insan ne yer, ne içer, temizlik ihtiyacını nasıl karşılar, devletin umurunda değil. Siyasi mahkûmlar bu konuları gündeme getirmekten imtina ettiği, adli tutukluların da sesini duyurma imkânı olmadığı için bu düzen sürüp gidiyor.

Koğuş arkadaşlarınız kimler?

F tipi cezaevleri, bilindiği gibi üçer kişilik hücre sistemi. Ben de üç yılı aşkın bir zamandır Kocaeli F Tipi cezaevinde, üç kişilik odada kalıyorum. Yedi-sekiz ayda bir oda arkadaşlarımızı değiştirerek biraz olsun farklı sosyalleşme imkânı yaratmaya çalışıyoruz. Bu ara Sebahat Tuncel ve Hakkârili genç bir arkadaşla kalıyorum.


Zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Neler tartışıyor, hangi konularda okuyorsunuz?

Zamanımızın büyük bir kısmını okuyup bir şeyler yazarak geçiriyoruz. Ben bir süreden beri kadın hareketleri ve feminist kuram üzerine okumalar yapıyorum. Sebahat (Tuncel) bu odaya geldiğinden beri kadın okumalarını birlikte yapıyor, pratikte karşılaştığımız durumlarla mukayese ederek yorumluyor, yazı yazıyoruz. Tabii en hararetli tartışmaları dışarıda yaşanan siyasal gelişmeler üzerine yapıyoruz. İdarenin izin verdiği TV kanalları ve gazeteler dışında enformasyon alabilme imkânımız olmadığı için demokratik muhalefetin sesini duyamıyoruz. Satır aralarından edindiğimiz izlenimler üzerine tartışmalarımızı yürütüyor, sürekli tek taraflı propagandaya maruz kalmanın zararlarından kendimizi korumaya çalışıyoruz. Yeni Yaşam gazetesini, bir yıldan beri cezaevi idaresi yasakladığı için okuyamıyoruz. Cezaevi yönetimi, son olarak, dışarıdan gönderilen, ailelerimizin getirdiği, süreli-süresiz tüm yayınları yasakladı. Böylece artık kitap ve sol dergileri okuma imkânımız da kalmadı. Şimdilik elimizdeki kitaplarla idare ediyoruz. Bu yasakların kaldırılması için hukuki yollara başvurduk, ama bir sonuç alamadık. Kamuoyundan da bu konuda duyarlılık bekliyoruz. Eh bir de geçmiş günleri sık sık yad ediyoruz. Tekrara düşsek de birlikte mücadele ettiğimiz günleri konuşmak iyi geliyor.

Cezaevine tıktığı bu kadar insan ne yer, ne içer, temizlik ihtiyacını nasıl karşılar, devletin umurunda değil. Siyasi mahkûmlar bu konuları gündeme getirmekten imtina ettiği, adli tutukluların da sesini duyurma imkânı olmadığı için bu düzen sürüp gidiyor.

Bir senaryo üzerine çalıştığınızı biliyoruz. Sakıncası yoksa, senaryonun konusunu anlatabilir misiniz? Ayrıca sizi senaryo yazmaya iten ne oldu?

Uzun yıllar gazetecilik yaptım. Televizyon yayıncılığını da biliyorum. Hayatım boyunca yazı ve anlatımla bir şekilde iç içe oldum. Cezaevinde de yapabileceğim en iyi şey yazmaktı. Bildiğim tarzda ilerlemeyi tercih ettiğim için edebi metinler yazmaya pek cesaret edemedim. Ama Sırrı Süreyya Önder’in bizim bulunduğumuz cezaevine gelmiş olması işin rengini değiştirdi. Sanatın toplumu irrite etmeden, yaraları kanatmadan en zorlu konuları anlatabileceğine inanıyordum. Bu nedenle de aklımda bir senaryo fikri hep vardı. Sırrı Bey’e bu fikrimi açtığımda inanılmaz bir motivasyonla beni işin içine sürükledi. Bu işin içinden nasıl çıkacağımı ise zaman gösterecek.

Hapishanede yazı yazmanın insan üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?

Cezaevi, yeni ve farklı bir şey görmenin, gerçek hayatla temas kurmanın imkânsız olduğu bir mekân. Her gün sınırlı sayıda ve aynı insanlarla karşılaşarak, her sabah aynı yatakta uyanıp her akşam aynı yatağa uzanarak ve üstelik aynı sabaha uyanacağını bilerek, hayatını bir ranza ve bir dolaba sığdırarak yılları geride bırakıyorsun. Alabildiğine sınırlanmış, sürekli kendini tekrar eden, her şeyin rutinleştiği bir yer burası. İnsan cezaevi rutinine teslim olursa, bir süre sonra hayal kurmayı bile unutabilir. Dışarıya, gerçek hayata gidip, oradan aldıklarına sözcüklerle can verip yalnızlığına derman oluyorsun aslında. Yazarken duvarlar, demir kapılar görünmez oluyor, tel örgüler anlamını yitiriyor. Bir anlamda özgürleşiyorsun.

İdris Baluken’in yakın zamanda yayınlanan Oko isimli romanını okudunuz mu? Nasıl buldunuz?

İdris Baluken’in kitabını okurken, özgürlük için mücadele eden Oko’da kendi özgürlük arayışımızı gördüm. Ve özgürlük arayışının tüm canlılar için evrensel bir ilke olduğunu bir kez daha anladım. Her ayrıcalığın karşı tarafında yoksunluk vardır. İnsan evrenin efendisi olmaya soyunduğundan beri, doğadaki her şey özgürlük direnişine durmuştur. Efendilik hevesinin yıkıcılığını son yıllarda iklim değişikliği olarak insana iade etmeye başlayan doğanın bir parçası da sokak hayvanları. Sevgili İdris Baluken’in sokak hayvanlarını hatırlaması ve hikâyelerini yazarak onları özgürlük arayışımıza ortak etmesi son derece anlamlı bir politik duruş. Hayatını politik bir varlık olarak yaşamaya karar verdiysen, sorumlulukların hiç bitmez. Gönüllü olarak soyunduğun hak-hukuk yolculuğunda yol kat ettikçe, sorumlulukların da artar. Belki kendi hakkını aramak için yola çıkmışsındır, ama yolculuk sana koca bir evrenin kapısını açar. Yolculuk boyunca yüklendiğin yeni sorumluluklarla hem evrende bir zerre, hem de koca evrenin kendisi olmaya doğru evrilirsin. Oko’yu okurken bir de bunları düşündüm. İdris Baluken vekilimiz de çıktığı yolculukta yeni sorumluluklar yüklenerek devam ediyor. Bunu görmek bizlere güç ve moral veriyor. Şunu da belirtmek isterim ki, edebi olarak söz söyleme konumunda değilim ama, büyük bir zevkle okuduğum, son derece akıcı ve sürükleyici bir dille yazılmış, güzel bir roman Oko.

Kırk yıldır Kürt siyasi mücadelesinin içindesiniz. Sizce Kürt sorunu nasıl bir aşamaya gelmiş durumda?

Kırk yıl önce siyasal meselelere kafa yormaya başladığımda Kürt sorununun iki boyutu vardı. Birisi, dilini, kültürünü yaşamak isteyen, ama geçmişteki isyanların kanla bastırılmasının yarattığı korku ve travma nedeniyle bunu çok da belli etmeyen bir toplumsal zemin, diğeri de Kürt sorununu sosyalist devrim temelinde çözmeyi hedefleyen siyasal yapılanmalar. 12 Eylül darbesi ve Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, toplumsal zemindeki bu korku iklimini güçlendirmek yerine, tam tersi bir etki yarattı. “Siyasal taleplerden vazgeçmek yetmiyor, onurumuz, kişiliğimiz ayaklar altına alınıyor” duygusu Kürtlerin motivasyon kaynağı oldu. Toplumsal zemindeki bu değişimi anlamak istemeyen devlet aklı, 12 Eylül darbesinin Diyarbakır Cezaevi’nde izlediği politikaları, 1990’lı yıllarda toplumsal yaşama taşıdı.

İnsan cezaevi rutinine teslim olursa, bir süre sonra hayal kurmayı bile unutabilir. Yazarken duvarlar, demir kapılar görünmez oluyor, tel örgüler anlamını yitiriyor. Bir anlamda özgürleşiyorsun.

Faili meçhul cinayetler, tıpkı Diyarbakır Cezaevi’nde işkenceyle öldürmeye benziyordu. “Bunların önde gelenlerini ortadan kaldırırsak, geri kalanlar teslim olur” yaklaşımı sonucunda Diyarbakır Cezaevi’nde 57 kişi işkenceyle katledilmişti. Aynı yaklaşımla, 1990’lı yıllarda Kürt gazeteciler, siyasetçiler, kanaat önderleri, seydalar, faili meçhul cinayetlerde katledildi. Diyarbakır Cezaevi’nde dayatılan onursuzluk, kişiliğini teslim alma politikası köy baskınlarında dışkı yedirmeye kadar varan uygulamalar ve gözaltında itirafçılık dayatması şeklinde devam etti. Bütün bunlar “onurunu koruma” tutumunu da güçlendirdi. Köy boşaltmalarla kırsal kesimde alan tutma derdine düşen devlet, onurlarını korumak için köylerini terk eden milyonların kentlerde daha fazla siyasallaşma imkânı bulacaklarını aklına getirmedi.

Peki Kürtlerin maruz kaldığı baskıların siyasal talebe dönüşmesi nasıl söz konusu oldu?

Çok uzun ve derin analizler gerektiren bu süreci kısaca şöyle özetleyebilirim: Toplumsal zemindeki dil ve kültür talebi, devletin uygulamalarının da etkisiyle siyasal talebe dönüştü. Dünya konjonktüründeki gelişmeler de Kürt sorununun seyrini doğal olarak etkiledi. Örneğin Sovyetler Birliği sisteminin çözülmesi Kürt sorununa etki eden önemli bir gelişmeydi. Devlet, “devrim meselesi çöktüğüne göre, Kürtlerin siyasal taleplerini sürükleyecek zemin kalmadı, biraz daha bastırırsam dağılacaklar” şeklinde yanılgılı bir yorum yaptı. Oysa toplumsal sorunlar, siyasal yapılanmaların çok ötesinde, güçlü motivasyon kaynaklarına sahiptir. “Siyaset yöntemleri değişir, toplumlar kendilerine yeni yol ve yöntemler bulur” kuralı burada da devreye girdi. Kürt siyaseti, demokratik siyaset içinde kendisine bir mecra açmaya ve çözüm olanaklarını yaratmaya yöneldi.

Bu yolun önü tıkanmasaydı, sonuç ne olurdu?

Kürt sorunu “demokratik uzlaşı” yoluyla çözülebilecek durumdaydı. 1993 ateşkesi, kırk yıllık çatışmalı süreç içerisinde iki önemli fırsattan birini (diğeri de 2013 çözüm süreciydi) yaratmıştı. Bu nedenle, 1992’de siyasal iktidara dayatılan, olmayınca iktidarı değiştirerek 1993’te Çiller/Karayalçın hükümeti eliyle hayata geçirilen “topyekûn savaş konsepti” tarih boyunca sorgulanacaktır. Bir diğer etken ise, dış gelişme olarak ABD’nin Irak müdahalesiydi. Bu müdahale, aslında Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengelerin değiştiğini gösteriyor ve geleceğe dair çok şey söylüyordu. Doğru okunsaydı, Türkiye iç barışına yönelerek, Irak, Suriye ve İran’dan önce kendi Kürt sorununu çözüp bu kaos ve çatışmanın bir tarafı olmaktan kurtulacağı gibi, çekim merkezi olma ihtimali de güçlenecekti. Ancak bu yol denenmedi.


Peki Türkiye egemen siyaseti bu geçmişi nasıl okuyor sizce?

Türkiye bu süreci çok yanlış yerlerden tartışıyor. “Bugün Suriye’de izlenen politika o zaman izlenseydi, Kuzey Irak Federe Bölgesi kurulamazdı” gibi afaki bir yorum yapılıyor. Oysa Irak savaşına dahil olabilmek için Türkiye’nin önünde tek seçenek vardı: Peşmerge ile birlikte çalışmak. Belki bu yol denenseydi, içerideki Kürt sorunu da çözülebilirdi. Turgut Özal’ın federasyondan bahsetmesinin nedeni de buydu. Ama bazı güçler buna izin vermedi ve “topyekûn savaş konseptini” devreye koydular. Ancak yolun sonunda Türkiye kendi Kürt sorunu ile baş başa kalırken, Irak’taki Kürt siyasal yapılarıyla ilişki kurmak durumunda kaldı. Askeri olarak imha konseptine kilitlenen Türkiye, kâh ABD ve İngiltere’yle iş tutmayı, kâh Kürtler arası siyasi çekişmeleri kullanarak yol almayı denedi. Ancak bu yol, içerideki Kürt sorunundan Ortadoğu’daki Kürt sorununa doğru gidiyordu. Özetle, kırk yıldan beri bitmez tükenmez “imha” söylemleri ve yaşanan çok büyük acılar sonucunda toplumsal zemin açısından kültürel talepler giderek siyasallaştı, iç sorun bölge sorunu oldu. Suriye’de izlenen politika nedeniyle Kürt sorunu şimdi de küresel sorun haline geldi. Aklıselim her insan, askeri yöntemlerin sorunu ve acıları büyütmekten başka bir işe yaramadığını görebilir.

Hayatını politik bir varlık olarak yaşamaya karar verdiysen, sorumlulukların hiç bitmez. Gönüllü olarak soyunduğun hak-hukuk yolculuğunda yol kat ettikçe, sorumlulukların da artar. Belki kendi hakkını aramak için yola çıkmışsındır, ama yolculuk sana koca bir evrenin kapısını açar.

Sizce Türkiye’nin Suriye politikası, askeri harekâtları Kürt sorununu nasıl, ne yönde etkiliyor?

Gelinen noktayı anlayabilmek için AKP iktidarı eliyle yürütülen Türkiye’nin Suriye politikasının parametrelerine bakmak gerekiyor. Bu politikanın iki ana ekseni vardı. Biri, yeni Osmanlı hevesi. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi yeniden Arap coğrafyasına hükmetme imkânı yakaladıklarını düşündüler. Hazır Batılı müttefikler Suriye’de bir rejim değişikliğine soyunmuşken, bu operasyonda başat rolü Türkiye oynarsa, “ılımlı İslâm” projesine öncülük ederiz ve Arap coğrafyasında nüfuz sahibi oluruz, İran’ın bölgede güç elde etmesini de engelleriz zannettiler. Türkiye’nin Suriye politikasının ikinci ana ekseni ise, Kürtlerin ortaya çıkacak boşluktan yararlanarak siyasi statü elde etmesinin önüne geçilmesiydi. Savaş derinleştikçe, aktörler çok farklı pozisyonlar elde ettikçe Türkiye’nin Suriye politikasını şekillendiren birinci parametre çöktü. “Ilımlı İslâm” denilerek desteklenen güçler IŞİD gibi vahşi bir örgütün denetimine girdi. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri bu güçlere yönelik eğit-donat programını sonlandırdı. Suudi Arabistan da geri durunca, Türkiye, rejim muhalifi olarak lanse edilen radikal gruplarla baş başa kaldı. 2015 yılı itibariyle bu tablo ortaya çıktıktan sonra, Türkiye’nin elinde sadece Kürtlerin statü elde etmesini önleme politikası kalmıştı. Bugünlerde ortaya çıkan diplomatik yalnızlığın temellerini Türkiye o dönemde attı. Türkiye’nin birlikte hareket ettiği tüm koalisyon güçleri sahadaki duruma göre yeni pozisyonlar belirlerken, Türkiye Kürtlerin statü elde etmesini önlemek için radikal gruplarla iş tutmaya devam etti. 2015-2016 yıllarında, ABD, Rusya ve kısmen Avrupa ülkelerinin de içinde yer aldığı küresel güçlerin gizli anlaşmalar yaptıklarını düşünüyorum.


Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Ne tür anlaşmalar yaptıklarını düşünüyorsunuz?

Yaşanan gelişmelere bakarak bu yorumu yapıyorum. Anlaşmanın bir kısmına İran, dolayısıyla Şam rejimi, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de dahil edildiği anlaşılıyor. Bu gizli anlaşmayla Suriye’nin üçe bölünmek istendiği söylenebilir. Nusayri Araplar, Sünni radikal gruplar ile Hıristiyan grupların, seküler ya da ılımlı İslâmi kimliği olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı üç bölge… Anlaşmanın esası etnik ve mezhepsel bölünmeye, doğal olarak da bölgelerin homojenleşmesine ve hegemonik güçlerin vesayetine dayanıyordu. Türkiye, anlaşmanın tamamında ne olduğunu bilmeden, kendisine verilen radikal İslâmi grupları kısmen ehlileştirme ve onları belli bir bölgede tutarak Şam rejimini rahat bırakma görevini kabul etmiş gibi görünüyor. Ve bunu kabul ettiği andan itibaren Türkiye hem Rusya’nın hem de ABD’nin gözünde, radikal grupların hamisi olarak görülmeye başlandı. Bundan da fazla rahatsız değiller. En nihayetinde, belli bir sosyal tabanı olan bu kesime bir sahip lâzımdı. Bu anlaşmaya dayanarak Kuzey Suriye’nin ağırlıklı olarak Arap yerleşim yeri olan bazı kentlerini bu gruplara ayırdılar. Afrin de İdlip karşılığında verildi. İleride başına çok ağır sorunlar açacak bu rolü kabul ederken Türkiye’nin tek bir şartı vardı: Kürtlere siyasi statü verilmemesi. Gelinen aşamada Türkiye’nin elinde iki şey kaldı: Radikal unsurların hamiliği ve Kürt karşıtlığı.

Kürt siyaseti, tehlikeleri sezinleme ve tedbir alma konusunda deneyimli. Kuzey Suriye’de farklı etnik ve inanç kimliğine sahip halklarla kurduğu ilişki nedeniyle de oldukça avantajlı. Ancak, şimdi kurucu bir güç olarak egemen güçlerle, deyim yerindeyse “aşık atmak” zorunda.

Kürt sorununun uluslararasılaştığını söylüyorsunuz. Bunu besleyen veya tetikleyen gelişmeler nelerdi?

“Barış Pınarı Harekâtı”yla Türkiye, Kürt sorununda ABD ve Rusya’ya inanılmaz bir alan açtı. Kürtlerle ilgili tüm inisiyatifi ABD ve Rusya’ya verdi. Kobani direnişinden bu yana “IŞİD’e karşı” savaşan Kürtler, tüm dünya kamuoyunda tanınmaya ve sempati toplamaya başladı. Bu gelişmeler, Kürt sorununu küresel bir sorun haline getirdi. Kürt sorununun dünya gündemi haline gelmesinde Kürtlerin direnişi ve diplomatik çabaları kadar, Türkiye’nin Kürt karşıtı politikası da rol oynadı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında küresel güçler Kürdistan’ı dörde bölerek bölge devletlerine “alın, her biriniz bir parçayla uğraşın” demişlerdi. Bölge devletleri “sopa” dışında bir yol bilmedikleri için,  bırakın demokratik karakterde bir çözüm bulmayı, bu sorunu yönetemediler bile. Türkiye’nin son harekâtı adeta “Kürtler olmasa ben Kürt sorunuyla başa çıkarım. Alın bunları benden otuz kilometre uzağa götürün” demektir. Peki sabah akşam “dış güçler Kürtleri kışkırtıyor” demenin ne mânâsı kaldı? Sen izlediğin politikalarla Kürtleri ABD ve Rusya’ya doğru itmiyor musun? Ayrıca içerideki 20 milyon Kürdü ne yapacaksın? Kürtler, bütün bu baskılara rağmen her seçimde kendi iradelerini açık ediyorlar. Daha ne kadar baskı ve korkuyla yönetebilirsin ki? Özet olarak, gelinen aşamada Kürt sorunu küresel bir karakter kazanmıştır. Bu yeni durumun yönetilmesi, hem Kürtler hem de Türkiye için çok daha zor olacaktır. Kürt siyaseti, sol ve demokratik karakteri nedeniyle tehlikeleri sezinleme ve tedbir alma konusunda deneyimli. Ayrıca Kuzey Suriye’de farklı etnik ve inanç kimliğine sahip halklarla kurduğu ilişki nedeniyle de oldukça avantajlı. Ancak Kürt siyasetinin de küresel güçlerle aynı düzlemde olmaktan kaynaklanan “eşitsiz güç” konumunun yarattığı sıkıntıları olacaktır. Mazlum bir halkın mağduriyetini dünyaya anlatmak daha kolaydı, şimdi Kürt siyaseti kurucu bir güç olarak egemen güçlerle, devletlerle, deyim yerindeyse “aşık atmak” zorunda. Türkiye açısından bu kör siyasete dur diyebilecek bir inisiyatif çıkar mı, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki, bu siyasi duruş değişmezse, Türkiye’yi çok daha zor günler bekliyor. Umarım aklıselim hâkim olur ve demokratik bir inisiyatif ortaya çıkarak gidişatın yönünü değiştirir.


Siz Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eş başkanıyken tutuklandınız ve yerinize kayyum atandı. Sizden sonra seçilen Selçuk Mızraklı da benzer bir biçimde görevden alındı, hapse atıldı ve yerine kayyum atandı. Kayyum uygulamalarının Diyarbakır halkı üzerinde nasıl bir tesir yarattığını düşünüyorsunuz?

Bir insanın veya bir grubun tercihini beğenmemenin ve değiştirmenin mânâsı çok açıktır. Birincisi, “sen tercih yapmaya ehil değilsin, yani aklın yeterli değil”, ikincisi “sen kendi iyiliğini bilemeyecek durumdasın”, üçüncüsü ise “senin kendi ihtiyaçların ve isteklerin temelinde tercihler yapmana izin vermem, benim çıkarlarıma hizmet eden tercihler yapmak zorundasın”. Her üç mânâda da bu, son derece aşağılayıcı, iradeyi yok sayıcı, hükmedicidir. Diyarbakır halkı bütün bunları anlayabilecek ve buna karşı tutum alabilecek durumda olduğunu son seçimde bir kez daha gösterdi. Bir halkın iradesi ve onuruyla uğraşmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Diyarbakır halkının temel duygusunun “yok sayılmaya” karşı iradesini her geçen gün daha da güçlendirmek olduğunu görüyoruz. Birileri faşizan uygulamalarına güvenerek halkı sindirdiğini zannetse de, halkın vicdanında mahkûm oldukları açık. Bu uygulamaların bir diğer hedefi ise halkı demokratik siyasetten, sandıktan, seçimden soğutmak olabilir. Ama yanılıyorlar. Çünkü halk artık siyasetin varlık-yokluk meselesi olduğunun farkında. Nasıl yaşayacağına kendisi karar vermekten vazgeçtiği gün, bir halk olarak varlığının, kimliğinin, kültürünün de ortadan kalkacağını çok iyi biliyor. Kendi geleceğine yön verme iradesi var olduğu sürece, geçici olarak zorluklar yaşasa da sonunda kazanacaktır. Ama iradesini teslim ettiği gün, kendisi olmaktan çıkacaktır. Boşuna uğraşmasınlar, Diyarbakır halkı iradesini kimseye teslim etmez.

İnsan umutlu olmasa niye mücadele etsin ki! Aklın reel, katı, gerçekçi kötümserliği duyguların hayallere tutunarak geliştirdiği iyimserlikle dengelenmese, acaba insanlık tarihi olur muydu? İnsan umutlu olmak için bir gerekçe arıyorsa, işe “ben ne yapabilirim” sorusunu sorarak başlayabilir.

Bunca baskı karşısında Kürt siyasetinin geleceğine dair öngörünüz nedir?

Kürt siyasetinin uzun zamandan beri programıyla ilgili bir sorunu yok. Temel ilkeler ve hedefler açısından son derece donanımlı. Bu hareket hem Kürt halkının temel haklarını koruma hem de bölge halklarıyla birlikte demokratik, ortak bir gelecek kurma perspektifi içermesi açısından güçlü bir vizyona sahip. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı, ekolojik, demokratik yaşam hedefi, çağın tüm demokratik değerleriyle örtüşüyor. Buna rağmen pratikte istenen mesafeyi kat edememesinin birçok dışsal nedeni var. Tek neden iktidarın baskıcı, otoriter tutumu da değil. Hem dünyada hem de bölgede dengelerin altüst olduğu bir konjonktürden geçiyoruz. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminden kalma, devlet içinde farklı grupların çelişki ve çatışmasının en üst düzeyde yaşandığı bir dönemdeyiz. Bütün bunlar Kürt siyasetini de etkiliyor. Dışsal etkenleri yok saymadan söylüyorum ki, Kürt siyaseti açısından daha fazla sonuç alınacak bir sürece girilmiştir. Kürt siyaseti devlete ve iktidara seslenen, eleştiren, kınayan, çağrı yapan siyaset tarzından topluma seslenen, katılmaya, sorumluluk almaya, kendisi için örgütlenmeye, kurtarıcı beklemekten vazgeçip inisiyatif almaya çağıran bir yöntemi öncelerse, yol alması daha da kolaylaşacaktır. Ayrıca son yıllarda yaşananlar, ağır ve sancılı olsa da, Kürtlerde milli refleksleri güçlendirdi. Bir halkın ortak duygulanım içerisinde olması, sorunların çözümünü kolaylaştıran önemli bir etkendir. Farklılık içerisinde eşitlik perspektifini kaybetmeden, bölge halklarıyla ortak bir gelecek arayışından taviz vermeden, özgürlüklerin önü açılabilir. Bütün bunları, hastanede Kürtçe konuşan yaşlı amcanın linç edilmek istendiği, insanların korkudan ağızlarına barış kelimesini bile alamadıkları gerçeğini bilerek söylüyorum. Eh işte, benim de iflah olmaz bir iyimserliğim var!

Bu iyimserliği Kürt siyasetçilerin genelinde görüyoruz. Sizce umutlu olmak için yeteri kadar gerekçe, dayanak kaldı mı?

İnsan umutlu olmasa niye mücadele etsin ki! Aklın reel, katı, gerçekçi kötümserliği duyguların hayallere tutunarak geliştirdiği iyimserlikle dengelenmese, acaba insanlık tarihi olur muydu? İnsan umutlu olmak için bir gerekçe arıyorsa, işe “ben ne yapabilirim” sorusunu sorarak başlayabilir. Her zaman, mutlaka kötülüğe karşı mücadele edebilmenin bir yolu vardır. Hiçbir zaman çareler tükenmez. Belki fazla idealist ve felsefi gelebilir ama, umut, mücadele edebilmek için gerekli olan enerjidir ve bu enerji hiçbir zaman tükenmez. Kişiler yorulabilir, kurumlar, yapılar dağılabilir, karanlık çok koyu olabilir, ama her sabah güneşle birlikte yeni bir gün doğar.

Karamsarlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Karamsarlığın da motive edici bir etkisi olabilir mi?

Karamsarlığın olumlu yönde motive edici bir etkisi olamaz. Belki öfke ve tepkiyle, amaçtan yoksun eylemselliğe itebilir insanı. Bu da iyi bir şey değil. Ayrıca umutlu olmak da hayal âleminde olmak, gerçeklikten kopmak değildir. Reel durumu doğru analiz etmek, kendine torpil geçmemek, gerçekliği bilmek, umudun ikizi gibidir. Böylece neyle baş etmen gerektiğini bilirsin. Aksi takdirde umudunu da yitirmene neden olacak sonuçlarla karşılaşman işten bile değildir.

Hapishaneyle, baskılarla dolu kırk yıllık mücadelede hayatınızın hangi aşamasındasınız? Yorgunluk hissediyor musunuz? Sizi en fazla yoran şey ne?

Yorulmak, galiba tükenmenin bir ön aşaması. Benim tükenmeye hiç niyetim yok. O nedenle her gün kendimi yeniden kurarak yola devam etmeye çalışıyorum. Aslında sıradan bir hayatım var. Bu coğrafyada belli kimliklerle doğmuş olmak yaşamımda çok etkili bir rol oynadı. Benzer kimliklerle bu topraklarda yaşama gözlerini açan milyonlar var. Her birinin hayat hikâyesi çok farklı gibi görünse de, hepimiz bu ülkede yaşananlardan şöyle ya da böyle payımıza düşeni aldık. Bu nedenle kendimi kurban gibi hissetmiyorum. Hepimizi etkileyen hikâyenin akışını değiştirebilirsek, herkes gibi benim de hayatım daha kolay olabilir.

Haydar Ergülen’in sözüyle “ölüm bile yorulduysa” iklim neden yüzünü barıştan yana dönmez? Bu kadar ağır bedeller ödenmesine rağmen, neden hâlâ yanlış ve kötü olan hüküm sürüyor? Bunları yoğun olarak sorguluyorum. Kâh duygusallığım ağır basıyor, kâh rasyonel yanım. Bunları harmanladığımda, ortaya umut çıkıyor.

Tabii kırk yılda hiç mi bir şey düzelmez, daha iyiye doğru gitmez dediğim anlar çok oluyor. Haydar Ergülen’in sözüyle “ölüm bile yorulduysa” iklim neden yüzünü barıştan yana dönmez? Demokrasi ve barış konusunda bu kadar ağır bedeller ödenmesine rağmen, neden hâlâ yanlış ve kötü olan hüküm sürüyor? Bütün bunları yoğun olarak sorguluyorum. Kâh duygusallığım ağır basıyor, kâh rasyonel yanım. Bunları harmanladığımda, ortaya umut çıkıyor. Bu umuda tutunarak yola devam ediyorum. Hayatımı üç aşamaya ayırabilirim: Birincisi, her şey yarın-öbür gün değişecekmiş gibi tezcanlılık dönemi. İkincisi, “ne çok işimiz var” diyerek hayatımı bir çalışma kampına çevirdiğim süreç. Üçüncüsü de galiba şimdi içinde bulunduğum, geçmişimi, yaşadıklarımı, hayallerimi yeniden yeniden irdeleyerek “geleceğe ne bırakabilirim” telaşını yaşadığım dönem.

Hayatınız boyunca çok sayıda büyük olaya, acıya tanıklık ettiniz. Bunlar içinde sizin açınızdan en etkileyici olanı hangisiydi?

Doğrusu en zor soru bu galiba. Türkiye tarihinin, Kürt siyasetinin en çalkantılı döneminde yaşanmış bir hayatta o kadar çok acıya tanıklık ettim ki, hangisini diğerinden ayırabileceğimi bilmiyorum. 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde ölümle alay eden onur mücadelesini mi, 1990’larda birlikte çalıştığım arkadaşlarımın teker teker faili belli cinayetlerde katledilmesini mi, gerçekleri yazabilmek için çırpındığım gazetenin bombalanarak cayır cayır yakılmasını mı, Roboski’yi mi, çocuğunun cenazesini alabilmek için dört ay boyunca Sur’un önünde nöbet tutan anaların feryadını mı, artık başını sokacak bir evi kalmayan on binlerce insanın umut arayan bakışları karşısında yaşadığım çaresizliği mi? Bunların hiçbiri diğerinden daha az acı ve ıstırap verici değildi. Her birinin yeri çok farklı, açtıkları yaralar çok derin. Belki de bu kadar umutlu olmam, bu derin yaralarıma merhem bulma içgüdüsündendir.

^