İçsavaşın yıkımında parçalanan hayatların, katliam ve cinnetin travmasıyla büyüyen kuşakların yaralarını sarmak mümkün müdür? Kelimeler ve hikâyeler bu yolda bize kılavuzluk edebilir mi? Lübnan asıllı yazar, yönetmen ve oyuncu Wajdi Mouawad’ın “Kıyı” oyunu bu sorunun cevabını arıyor. Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde sahnelenen oyunun Ayberk Erkay tarafından yapılan çevirisi ayrıca kitap olarak da basıldı…
Bazen nereden başlayacağını bilemez insan. Bazen kelimeler yüzyıllardır sırtlandığı bütün anlamları bırakıverir yere. Kişi karanlık bir hiçliğin ortasında buluverir kendini bir hikâyeyi anlatmak isterken. İşte o an çığlıklar, bağırışlar, inlemeler ve kahkahalar girer devreye, bir ahenk bulurlar sonra kendilerine, bir düzen. Böyle oluşur müzik ve başlar hikâye: Kelimelerin bittiği yerde.
Kıyı’nın Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğiyle Moda Sahnesi’nde sahnelenen uyarlaması da tam olarak bu şekilde açılıyor: Kelimelerin tükendiği yerde, seyircinin yerleşmesini bekleyen oyuncuların çaldığı müzik, yavaş yavaş sönen ışık ve yanık sesli kadının sözsüz ağıdıyla başlıyor hikâye.
Kıyı, 1968’de Lübnan’da doğan, 6 yaşındayken iç savaş sebebiyle ailesiyle birlikte önce Fransa’ya oradan da Kanada’ya göç eden, oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu Wajdi Mouawad’ın Kan Yeminleri (Les Promesses du Sang) adını verdiği dörtlemenin ikinci oyunu. Türkiye’de Yangınlar oyununun aynı adlı film uyarlamasıyla ve geçen sene katıldığı İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki Yalnızlar isimli oyunuyla tanıdığımız Mouawad, çağdaş tiyatronun önemli figürlerinden.
Ölen babasını doğduğu ve terk etmek zorunda kaldığı anayurduna gömmek isteyen Wilfrid’in ve yolculuğu boyunca karşılaştığı insanların hikâyesini anlatan Kıyı’nın çevirisi, orijinal metnin şiirselliğini koruyarak Türkçeye kazandıran Ayberk Erkay’a ait. Metnin vuruculuğu, güçlü oyunculuk ve seyircinin hayal gücüne güvenen dekor, ışık ve sahnelemeyle birleşince insanı koltuğuna çivileyen bir oyun ortaya çıkıyor. Üzerine konuşulması gereken bir oyun…
Wajdi Mouawad, oyunlarını üzerine inşa ettiği göç, sürgün, savaş, katliam ve travma gibi meseleleri, eserlerinin çoğunda baba-oğul ilişkisi özelinde ve anayurda dönüş odağından ele alır. Sözgelimi, Yalnızlar, beyninin içine hapsolan doktora öğrencisi Harwan’ın yurda dönüşünü hikâye ederken Yangınlar, annelerinin ölümünden sonra onlara bıraktığı mektubu açan iki kardeşin, kayıp baba ve ağabeylerini bulmak üzere Lübnan’a gidişini anlatır.
Benzer şekilde Kıyı da babasını ülkesine gömmeye giden geçmişsiz ve geleceksiz bir gencin hayal ve hakikatin sınırlarında dolaşan yolculuğunu konu alır. Çok yönlü bu oyunu bir anti-kahramanın kahramana, bir çocuğun yetişkin bir adama dönüşme hikâyesi olarak okuyabildiğimiz gibi, coğrafyanın kader olduğunu bize tekrar tekrar gösteren savaşın, kanın, katliamın ve yorgunluğun topraklarının anlattığı —bizim de çok yakından, kendi “kıyı”mızdan dinlediğimiz ve çoğunlukla cevap vermediğimiz— bir yakınma, bir ağıt olarak da okuyabiliriz.
Bir karakterin inşası
“Kendini anlat diyorsunuz bana sanki bir öyküymüşüm gibi.”
“Her şeyden önce söz var” ve müzik susar, Wilfred anlatmaya başlar. “Sayın hakim” ile başlayan, savunmayla günah çıkarma arası bir noktada konumlanan —hakimin ya da papazın seyirci olduğu ve yargıladığı— monolog boyunca anlaşılmaya çalışan Wilfrid, hayatının en iyi “düzüşmesi” sırasında, tam boşaldığı anda çalan telefondan babasının ölüm haberinin geldiğini söyler. “Alobabanızöldübigeliverin” şeklinde Türkçeleştirilen bu cümleyle Wilfrid’in atlatamadığı şokuna ve ölümün mekanikliğine, “bize biraz kendinden bahset” diyen hakim karşısında nereden başlayacağını bilememesiyle de kendi varlığının anlamsızlığına tanık oluruz.
Hem var hem yoktur Wilfrid, mevcut ve namevcuttur. Fiziksel olarak vardır ve bu varlığını cinsel yolla kendine kanıtlar; ismini bilmediği ve önemsemediği bambaşka insanlarla sevişerek, mastürbasyon yaparak, Peep Show’lara giderek… Öte yandan henüz kimliği oluşmamıştır; ne annesi ne babası vardır, ne bir geçmişi ne düşündüğü bir geleceği, ne bir ülkesi ne de bir amacı.
Edebi anlamda bir tipi karaktere dönüştüren nokta, kişinin kendine amaç bulduğu andır. Raskolnikov’un yaşlı kadını öldürdüğü, Hamlet’in babasının intikamını almaya karar verdiği anlar bu nedenle önemlidir. Burada da babasının ölümüne kadar anlamsızca yaşamış, kimliksiz ve amaçsız halde dolaşan Wilfrid’i, şartlar, trajedi türüne yakışır şekilde, babasının doğduğu topraklara gitmeye ve onu oraya gömmeye kadar götürür.
Wajdi Mouawad, oyunlarını üzerine inşa ettiği göç, sürgün, savaş, katliam ve travma gibi meseleleri, eserlerinin çoğunda baba-oğul ilişkisi özelinde ve anayurda dönüş odağından ele alır.
Bu noktadan sonra aklını dağıtmak için gittiği Peep Show’lar manasız gelmeye, mastürbasyon keyif vermemeye başlayacak ve “bura”dan kaçmaya çalışsa da, sürekli olarak bir “başka yer” arasa da bulamayacaktır. Bütün trajedilerde olduğu gibi, artık yapılacak tek şey kalmıştır, karakterin seçme şansı yoktur, o “başka yer” Lübnan’dır. Dilini doğru düzgün konuşamadığı, insanlarını tanımadığı, hikâyesini bile bilmediği Lübnan. Bir daha dünkü insan olma şansı kalmamıştır, başka biridir olduğundan, onun bedeninde, onun gibi konuşan, neredeyse dokunabileceği bambaşka biri.
“Dünya yıkılırken başına nasıl bekler insan” der Wilfrid ve bu doğrudur, dünya yıkılır babanın ölümüyle ve her şey ters yüz olur. Bilindik Oedipus hikayesini bile tersine çevirmiştir dünyası; Wilfrid doğumuyla annesini öldürmüş, tam boşaldığı anda gelen haberle “babasıyla yatmıştır.” Yine Oedipus’un kör olan gözlerinin aksine, o babasının ölümünden sonra açmıştır gözlerini. İkinci doğumudur bu Wilfrid’in ve her iki doğumunu da ölüm getirmiştir ona; gerçek doğumu sırasında annesinin ölümü ve ikinci doğumunda babasının ölümü.
Bir büyüme hikayesidir aslında bu, karakterin çocukluk dönemi biter ve sorumluluklar alacağı, kararlar vereceği, ölümle yüzleşeceği yetişkinlik evresine girer. Onu adım atmaya zorlayan bu ilk kimlik bunalımı acı ve endişeyle tetiklenmiştir.
Bu ana kadar özgür olduğunu zanneden Wilfrid’in gerçek özgürleşmesi bu bunalım ve endişeden sonra başlayacaktır. Çünkü özgürlük, benlik olarak sorumlu davranmaktan ayrı düşünülemez ve benliğin oluşumu da buna benzer anksiyete anlarında kişinin verdiği kararlara, attığı adımlara bağlıdır. Bütün bunların ışığında Wilfrid’in büyüdüğünü ve özgürleştiğini, en azından bu ikisi yolunda adımlar attığını söylemek mümkündür.
Bu noktada Wilfrid’i canlandıran Onur Ünsal’ın, yine Moda Sahnesi’nde canlandırdığı Hamlet’ten tanıdığımız, çocuksu, alaycı ve hafif deli halleriyle harmanlanmış oyunculuğunun bu karakter için biçilmiş kaftan olduğunu belirtelim. Oyunun başlarındaki çocuk-ergen tavırlarının, jestlerinin ve konuşmalarının oyunun ikinci yarısında değiştiğini ve dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu dönüşümü de yeni yeni oturmaya başlayan karakterinin ve kurulmaya başlayan kimliğinin işaretleri olarak görebiliriz. Bu yolculuktan sonra, sorulursa eğer, onun da anlatacak bir hikâyesi, bahsedecek bir “kendi”si olacaktır.
Kelimelerin, isimlerin ve müziğin kudreti
Oyunun ilk sahnesinde, hakime babasının ölüm haberi geldiği sırada seviştiği kadının ismini bilmediğini söyler: “Ben ona Françoise diyordum, Chantal, Claudine, Marie ve Ursula diyordum, o da bana William, Julien, John, Mustafa ve Jean-Claude diyordu” veya “Athena ya da Helena olsun adı, bunun bir önemi yok” sözleri oyunun geneline bakıldığında oldukça önemlidir. Konfor alanından çıkıp hakikate, yani acının, savaşın, katliamın ve kanın topraklarına vardığında, buradaki insanlar için ellerinde kalan en önemli şeyin isimler olduğunu görür. Herkes ölmüş, kaçmış, delirmiş; evler, köyler yakılıp yıkılmışken bütün o insanlardan geriye isimlerinden başka bir şey kalmamıştır. Bu nedenle yolun ve oyunun sonuna doğru tanıştığı Josephine ve onun biriktirdiği telefon rehberleri ve ezberlediği isimler oyun açısından oldukça belirleyicidir.
Orijinal oyunda Josephine’in sıraladığı isimler Türkçe uyarlamasında bu topraklarda, Türkiye’de katledilen insanların isimleriyle değiştirilmiştir. Bu önemsiz gibi görünen ufak hamleyle oyunda anlatılanların aslında ne kadar kıyısında yaşadığımızı, aslında anlatılanın bizim hikayemiz olduğunu görürüz. “Mira Abou-Castelhalim, Mika Abou-Castelhalim, Jean Abou-Castelhalim” ile “Hüsnü Encü, Osman Encü, Zeydan Öncü” aynıdır. Katliamın dili olmaz, katledilenlerin ismi olur ve başı sağ kalanların bu isimleri unutmamaktan başka çaresi yoktur.
Konfor alanından çıkıp hakikate, yani acının, savaşın, katliamın ve kanın topraklarına vardığında, buradaki insanlar için ellerinde kalan en önemli şeyin isimler olduğunu görür. Herkes ölmüş, kaçmış, delirmiş; evler, köyler yakılıp yıkılmışken bütün o insanlardan geriye isimlerinden başka bir şey kalmamıştır.
Josephine nefes almadan sıralar isimlerini kafalarına bomba yağdırılanların, sokak ortasında sırtından vurulanların, ölüsü yerde bırakılanların, ekmek almaya çıkarken vurulanların, işkencede kaybedilenlerin… “Hrant Dink, Ali İsmail Korkmaz, Ceylan Önkol, Uğur Mumcu, Medeni Yıldırım, Uğur Kaymaz…” Artık önemi olan tek şey isimlerdir, her şey unutulsa da akılda tutulacak tek gerçek. Ölmüş olmaktan beter olan şey, öldüğünün bilinmemesidir çünkü: “Cehennem acı çektiğimiz değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.”
İsim kişi için belirleyicidir, doğar doğmaz ona uygun görülen ad, hayatı boyunca sırtında taşıyacağı bir yüktür de aynı zamanda. Oyunun başında babasını annesinin yanına gömmek isteyen Wilfrid, buna izin vermeyen annesinin akrabalarına şu soruyu sorar: “Neden benim babam İsmail’in annem Jeanne’ın yanına gömülmeye hakkı yok?” Sorunun cevabı içinde gizlidir: Çünkü biri İsmail’dir, öteki Jeanne. Bu basit gibi görünen soru, aslında tüm oyunun temelini, Lübnan’daki savaşın, durmak bilmeyen kanın bahanesini gizler içinde.
Hayal ile hakikatin, gerçek ile düşün iç içe geçtiği ve sıkça birbirlerinin alanına girdiği bu oyunda kurucu olan ve asıl gücü içinde barındıran yegâne şey kelimedir. Kelimeler ve anlatılacaklar her şeyin üzerindedir. Bu nedenle, “gelmiş geçmiş en büyük bombanın, en yıkıcı bombanın insanların kafasının içine konulması gerektiğini,” söyler Simone. Bu bomba kelimeler ve hikâyelerdir. Garlara, lokantalara, havaalanlarına yerleştirilen, köylerin üzerine atılan bombadan farklı olarak kelimeler, hem yıkıcı hem yapıcıdır. Kişilerin bildiklerinin tümünü yerle bir edip küle çevirir ve yerine yeni hakikatler inşa ederler.
“Meydanlara çıkıp insanlara hikâyelerimizi anlatacağız, senin hikâyeni, benim hikâyemi, babamın nasıl annemin gözleri önünde öldürüldüğünü, annemin nasıl yakılıp kız kardeşime nasıl defalarca tecavüz edildiğini anlatacağız” derken Simone, oyun aslında bunu yapmaktadır seyircilere. Bir meydandadır oyuncular ve bizler, olan bitenden bihaber bizler, sandalyelerimize çivilenip onları dinlemek zorundayızdır.
Katliamın dili olmaz, katledilenlerin ismi olur ve başı sağ kalanların bu isimleri unutmamaktan başka çaresi yoktur. Ölmüş olmaktan beter olan şey, öldüğünün bilinmemesidir çünkü: “Cehennem acı çektiğimiz değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.”
Bu nedenledir ki, kimsenin hiçbir ses duymak istemediği, sessizlik ve inkâr halinde yaşadığı bu ülkede Simone durmaksızın şarkılar söyler, ağıtlar yakar ve “yaşayanlara ölüleri hatırlatan” sesler haykırır. Ölüye doymuş topraklar üzerinde var olan tıkanmış kulaklara zorla dinletir sesini. Müzik, ağıt ve şarkılar acıyı, sevgiyi, minneti ve gözyaşını anlatmanın yollarıdır. Bu nedenle kör bilge Wazaan’a sevgisini anlatırken S’Agopo’yu söylemeye başlar Simone, kelimeler ve şarkılar kardeştir, birinin tükendiği yerde öteki koşar yardıma.
Nasıl ki isimlerden başka hatırlanacak bir şey kalmadıysa savaştan sonra, anılardan ve kelimelerden başka da hediye kalmamıştır savaşın çocuklarına ve sevilenlere armağan edilecek. Wilfrid’in babasından geriye kırmızı bir valiz kalmıştır, içi kendisine yazılmış ama hiç gönderilmemiş yüzlerce mektupla dolu. Bütün hayatı, geçmişi, annesi, babası, memleketi bu mektupların içindedir.
Babası, Wilfrid’in doğum gününde yazdığı bir mektupta ona en değerli anısını hediye eder, karısı Jeanne’la beraber yağmurun altında, sahilde, deniz kenarında oturdukları günü. Öyle güçlüdür ki armağan ettiği kelimeler, Wilfrid okuyarak canlandırabilir o anıları gözünün önünde. Ölü babası, babasının gençliği, ölmüş annesi, hepsi aynı sahnede, kelimeler sayesinde buluşurlar. Silahların ve bombaların yıktığı, öldürdüğü, yok ettiği ne varsa, kelimeler, hikâyeler ve şarkılar yeniden kurar bu oyunda.
Büyük görevler, ağır yükler
Coğrafya kaderdir ve kader kişinin omuzlarındaki en ağır yüktür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mouawad’ın neredeyse bütün oyunlarında, ailesi sayesinde savaş zamanında ülkesinden kaçabilmiş ve hatta anayurdunu hiç tanımadan başka bir ülkeye yerleşmiş entelektüel erkek karakterlerle karşılaşırız. Ne kadar uzağa gitmiş, başka kültürlerle tanışmış, farklı diller öğrenmiş olurlarsa olsunlar, kaçtıkları ülkenin anılarından ve travmalarından kurtulmayı başaramamışlardır. Kıyı’da da sık sık rastladığımız mekân ve zaman sıçramaları bu kolektif hafızanın sonucu olan travmanın izlerinin ve baş karakterin bölünmüş kişiliğinin kanıtıdır.
Babasının cesedini teyit ettikten sonra Wilfrid kendini birdenbire üç farklı mekânda, üç farklı kişiyle konuşurken bulur. Babasından kalan valizi almak için konuştuğu memur, cenazede giyeceği takımı satın almak üzere konuştuğu satıcı ve cenazeyi konuşup planlayacağı görevli. Üçü de Wilfrid’in etrafına dizilirler oyunda ve Wilfrid döne döne, nefes nefese halde her biriyle farklı bir tavır ve dil içerisinde konuşur.
“Neden benim babam İsmail’in annem Jeanne’ın yanına gömülmeye hakkı yok?” Sorunun cevabı içinde gizlidir: Çünkü biri İsmail’dir, öteki Jeanne. Bu basit gibi görünen soru, aslında tüm oyunun temelini, Lübnan’daki savaşın, durmak bilmeyen kanın bahanesini gizler içinde.
Benzer şekilde Wilfrid’in evine gelen annesinin akrabaları birdenbire kendilerini cenaze salonunda bulurlar, tek bir söz yeterlidir mekânı değiştirmek için. Burada, bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz kelimelerin gücüne tanık olurken aynı zamanda da Wilfrid’in doğarken bir parçasını bıraktığı babasının ülkesi ve yaşadığı ülke arasındaki gel-gitli halini, travmanın yarattığı çoklu gerçeklikler ve kişilikleri görürüz.
Wilfrid de, tüm trajik kahramanlar gibi, kahraman olmayı kendisi seçmemiştir, şartlar onu bir tür “kahraman” olmaya zorlamıştır. Tıpkı Herakles gibi, onun da kendini ispatlaması için gerçekleştirmesi gereken görevler vardır. Bunların en başında babasının ölüsünü hakkettiği biçimde, huzurlu olacağı bir yere gömmek gelir. Ölüyü gömmenin çürüyen bedenin kokusunu gizlemek gibi rasyonel açıklamaları olsa da, gömmenin aslında manevî anlamda ölünün bedenini huzura erdirdiği düşünülür.
Gömme ritüeli, aynı zamanda, ölünün yakınları için ölümü idrak etmenin ve kabullenmenin yoludur. Bu nedenle babasını gömmeden onun ölümünün farkına varamaz Wilfrid, babasının hayalini görmeye, onunla konuşmaya devam eder. Babasını huzurlu bir yere gömerek ya da oyunun sonundaki gibi denize emanet ederek iki farklı şeyi başarmış olur Wilfrid, hem ailesinin ölülerini dahi ayırmaya çalıştığı annesiyle babasını yeniden birleştirir, hem de kanın hüküm sürdüğü topraklarda ölülerle dirileri ve babalarla çocukları barıştırır.
Wilfrid’in bir başka görevi de ölü evini sırtında taşımaktır. İnsanlar başsağlığına eve gelmez, Wilfrid sırtında taşıdığı babasının ölüsüyle herkes başsağlığı dileyebilsin ve onlar da kendi ölmüş babalarıyla vedalaşabilsin diye onların evlerine, köylerine gider. Konuşulmamış, konuşulmaya vakit bulunamamışları, edilememiş vedaları, verilememiş haberleri, Wilfrid’in babasını kendi babaları yerine koyarak paylaşır karakterler.
Wilfrid’in rüyasında gördüğü annesinin ona dediği gibi “bir sürü çobanıdır” onun babası. Onun sayesinde, onun peşinde işledikleri günahları çıkartır, pişmanlıklarını dile getirirler. Bu noktada yine tersine dönmüş bir efsaneyle karşılaşırız; İsa çocuk değil babadır. Çocukların günahları kendi ölümüyle affedilecektir.
Antik çağlarda yaşayanların öteki vatandaşlara karşı görevleri vardır. Roma İmparatorluğu’nda amicitia diye adlandırılan ve selam alıp vermekten ticarete gündelik ilişkileri düzenleyen bu olgu sayesinde, kişilerin tanısalar da tanımasalar da birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukların sonuncusu, ölmüş kimsenin başındaki mezar taşlarını okumak, onu unutmamak, onun anısını yaşatmaktır. Özetle kişinin son görevi ölüleri hatırlamaktır.
Benzer şekilde sürgün edilmiş kimselerin Roma topraklarına gömülmeleri de yasaklanmıştır. Bu verilebilecek en ağır cezalardan biridir. Ölünün huzurunu, ölünün toprağını elinden almak. Dolayısıyla bu oyunda da benzer bir mantığın işlediğini söylemek mümkündür, toprağına gömülememek bir cezadır ve yaşayanların ölüleri unutmaması, nasıl öldüklerini hatırlaması bir görevdir.
Sonuç olarak, mümkün olan en iyi şekilde çevrilen ve uyarlanan Kıyı, nelerin ve nerenin kıyısında yaşadığımızla yüzleşmeye hazır olanlar için kaçırılmaması gereken bir oyun. Bütün bunların düşündürdükleri bir yana, oyunculuklar sayesinde bir trajediyi yer yer güldürerek anlatabilmenin, gösterebilmenin gücüne tanık olmak adına da yaşanması gereken bir deneyim…