GIOVANNI ARRIGHI (1937 - 2009)

Ulus Atayurt
18 Haziran 2022
Arrighi Güney Afrika'da bir konferansta, 2007
SATIRBAŞLARI

Giovanni Arrighi, İtalyan faşizminin gemi azıya aldığı II. Dünya Savaşı’nın arifesinde, 1937’de Milano’da dünyaya geldi. Güneyli bir göçmen ailenin oğlu olan babasının çalıştığı fabrikanın sahibinin kızıyla evlenerek sınıf atlaması, Arrighi’nin emek arzı süreçleriyle erken yaşta tanışmasını sağladı. Kayınpederiyle sürekli gerilim yaşayan babası, tekstil makineleri üreten küçük bir imalathane açtı. Bu sayede genç Giovanni, tekstil atölyelerine giderek ürettiği makinelerin sorunlarıyla ilgi­lenen ve çalıştırdığı mühendisler marifetiyle müşterilerinin ihtiyaçlarına göre çözümler bulan babasının küçük işletmesiyle ilkel bir fordizm çerçevesinde standart makinalar üreten büyükbabasının büyücek fabrikası arasındaki farklılıklara ve kapitalist üretim süreçlerindeki değişikliklere şahit oldu. Hatta, ateşli bir genç komünist olarak babasına “komünistler gelince başın büyük belaya girecek” dediğinde, babasının “hayır, ben şu anda yaptığımı yapmaya devam edeceğim, komünistlerin benim gibi insanlara her zaman ihtiyacı vardır” cevabıyla Ar­righi’nin zihninde kaba sermaye/emek çelişkisini bir kenara bırakmanın gerekliliğine dair ilk soru işaretleri belirdi.

Babasının genç yaşta beklenmedik ölümünün ardından küçük işletmenin yükümlülüklerini yerine getirmekten aciz olduğunu anlayan, ancak büyükbabasıyla da çalışmak istemeyen Arrighi, zamanın ikinci büyük ulusaşırı şirketi Unilever’de stajyer yönetici olarak işe başladı. Böylece şirketin idamesinde üretim ve pazarlamadan ziyade finansman ve reklamcılığın başat faaliyet olduğunu farketti ve “tipik” bir kapitalist örgütlenme modelinden bahsetmenin imkânsızlığını idrak etti.

Giovanni Arrighi (7 Temmuz 1937 – 18 Haziran 2009)

Afrika’da öğrenilen kapitalizm

Bir yandan da Bocconi Üniversitesi’ndeki neo-klasik geleneğe dayalı iktisat eğitimine devam eden Arrighi, gördüğü soyut modellemeye dayalı eğitimle gerçekte varolan emek süreçleri arasındaki uçurumu fark ettiğinde, “neo-klasik iktisadın şık genel denge modellerinin üretimi ve gelirin dağıtımını anlamak adına hiçbir işe yaramadığına kani oldum” diyecekti. Ancak neo-klasik iktisadın özellikle emek arzı ve proleterleşme süreçlerini kavramaktaki yararsızlığını, tam anlamıyla, öğretim görevlisi olarak gideceği Rodezya’da (bugünkü Zimbabwe) kavradı. İtalya’da sistem gereği üniversitede maaşsız beş yıl gönüllü asistanlık yapmaktansa, İngiliz üniversitelerinin eski Afrika kolonilerinde açtığı yüksek okullardan biri olan, Londra Ünivesitesi’ne bağlı UCRN’de işe başlayan Arrighi, üç sene sonra beyaz azınlık hükümeti tarafından “sakıncalı siyasi faaliyetleri” gerekçesiyle tutuklanarak sınır dışı edildi. Ancak si­yasi faaliyetlerinin bir dökümünü, “Rodezya’nın Ekonomi Politiği” (New Left Review, Eylül-Ekim, 1966) adlı makalesinde, topyekûn proleterleşmenin ille de sermaye birikimi adına en uygun şartları sağlamak anlamına gelmeyebileceğini savunan araştırmasıyla kayıt altına aldı.

Arrighi’nin kuramını önemli kılan iki husus, 1994’te şimdilerde sönümlenmeye başlayan ABD hegemonyasının sonunu muştulaması ve kapitalist ilerlemenin sandığımızdan daha yaratıcı evrelerle geliştiğinin altını çizmesiydi.

Arrighi’ye göre, beyaz-yerleşimci tarımsal burjuva sınıfıyla kentsel üretim ve madencilik bazlı kapitalist sınıf arasındaki çıkar çatışmaları, yerli siyahi nüfusun tam proleterleşmediği durumda sermaye birikimini mümkün kılıyordu. Siyahi nüfusun yarı-proleter kalması, onların hem kırsal bağları yoluyla kendilerini idame ettirmelerini sağlıyor, hem de kapitalist tarım ve madencilikte ihtiyaç duyulan ürün girdisini tedarik ederek sermaye birikimini devam ettiriyordu. Ancak kırsal siyahi nüfusun hızla proleterleştirilmesi ve kırsaldan koparılması, II. Dünya Savaşı sonrası dışarıdan kaynak ve hammadde ihtiyacı içine giren sanayi kapitalizmini, proleter sınıfı asgari ücretle beslemek zorunda bıraktı ve böylece sermaye birikimini sekteye uğrattı.

Diğer yandan, klasik “ulusal” tarımsal kapitalistleri oluşturan beyaz sınıfın müdahaleleriyle kırsal alanda orta ölçekli siyahi üreticiler teşekkül etmedi. Ancak kendine yeten siyahi köylü sınıfı da ortadan kaldırıldığı için tarımsal kapitalistler tarım işçilerini besleyecek üretim ve pazar kapasitesinden mahrum kaldılar. Böylece pervasız bir doğrudan proleterleştirme hamlesi sermaye birikimini azalttığı gibi, hükümetlerin bu yüzden apartheid yöntemlerine başvurması siyahi nüfus arasında ulusal bilincin oluşmasına vesile oldu. Arrighi, Rodezya’da yaptığı araştırmalar sayesinde, kapitalist gelişimin tam proleterleşme vasıtasıyla gerçekleştiğini iddia eden tezleri çürütmüş oluyordu.

Arrighi ’68 İtalya’sında işçi-öğrenci hareketinin lider isimlerinden biriydi

İtalya devrimci hareketine giriş

Rodezya’dan sınır dışı edilmesinin akabinde zamanın Afrika Ulusal Özgürlük hareketlerinin sürgün üyelerinin toplandığı Tanzanya’nın Darüsselam kentine gitti. Afrika sosyalizmi tartışmalarının hararetle yürütüldüğü kentte, Afrika halklarının sömürgeleştirilme süreçlerini araştıran tarihçilerin başında gelen ve daha sonra Guyana’da suikaste kurban giden Walter Rodney, ilerleyen yıllarda ABD’nin meşhur sol yeraltı örgütlerinden Weatherman’in kurucularından biri olan Jim Mellon, Immanuel Wallerstein ve John Saul gibi uzun yıllar beraber çalışacağı sol düşünürler ve Kara Panter örgütünün önde gelen aktivistleriyle birlikte Afrika Ulusal Özgürlük hareketinde etkin bir rol oynadı.

Daha sonra, 1969’da, kendi deyişiyle “İtalyan radikal öğrenci hareketini ehlileştirmesi” beklentisiyle Kuzey İtalya’daki Trento Üniversitesi tarafından işe alındı. Öğrencileri ehlileştirmek bir yana, Kuzey İtalya’nın sanayi işçileri arasında hızla yayılan otonom işçi-öğrenci hareketinin önderlerinden biri haline geldi. Bu dönem için Arrighi, “Lotta Continua (Mücadele Devam Ediyor) gibi otonom hareketler içinde benim yüzünden birtakım çatlaklar oluştu” şeklinde konuşuyordu. Zira fabrika işgalleriyle ve sosyal merkezlerin inşa edilmesiyle uğraşan, klasik sol partilere ve kemikleşmiş sendikalara karşı en ciddi alternatifi teşkil eden Lotta Continua ve Potere Operaio (Emekçinin Gücü) içindeki fraksiyonların bir kısmı öğrencileri doğrudan eyleme teşvik ediyor, diğer bir kısmı ise kapitalist kalkınmacı kuramların cidddi bir eleştirisini yapan Arrighi gibi düşünürlerin de harekette olmasının fayda sağlayacağını düşünüyordu. Arrighi’nin anlatımıyla, “bir grup konferanslara katılırken, diğer bir grup da toplantıyı sabote etmek için avludan taş yağdırıyordu”.

Arkada Peter Gowan, önde Samir Amin ve Arrighi

Organik entelektüel yaratmak

Yıllar sonra, Beverly J. Silver ile beraber kaleme alacakları Emek Güçleri 1870’den Günümüze İşçi Hareketleri ve Küreselleşme (Cambridge, 2003) adlı kitapta da ifade edeceği üzere, 1968 hareketi ve sonrası, emeğin ilk defa kapitalist bir krizin sonrasında değil, öncesinde tepki verdiği tarihsel bir dönüm noktasıydı. Arrighi de, 1970 başlarında, otonom kadrolarda situasyonizmin öncülüğünü yapan Luisa Passerini ve Gramsci’ci otonom Romano Madera ile işçi sınıfının entelektüel bağımsızlığı amacıyla Gruppo Gramsci’yi kurdu. Amaç, Gramsci’yen bir yaklaşımla, mücadele esnasında organik entelektüellerin ortaya çıkışını sağlamak için çok sayıda Colletivi Politici Operai (CPO –Emek Siyaseti Kolektifleri) meydana getirmekti. Böylece işçilerin zaten farkında oldukları konumlarını kapitalist gelişim stratejileri içinde daha geniş bir bağlamda değerlendirmelerine vesile olunacak ve Gruppo Gramsci emeline ulaşarak lağvedilecekti. CPO’ların yayılmasıyla birlikte oluşuma 1973’te son verdiler. Arrighi aynı yıl Antonio Negri’nin ortaya çıkışıyla CPO’ların Gramsci’ci yanlarını kaybettiklerini ve “maceracı bir yola” sevk edildiklerini söylüyor.

Krizde ne yapmalı?

Otonom işçi hareketlerinin krizle yüzleşmesi ve CPO deneyimi, Arrighi’nin giderek daha sıklıkla işçilerin krizle ilgili sorularıyla muhatap olmasına yol açtı. O dönem, Arrighi’nin kendi deyişiyle, “işçilere sürekli olarak ‘şimdi kriz var, susmanın vakti geldi, eğer mücadeleye devam ederseniz, fabrikalarınız taşınacak’ türünden telkinlerde bulunuyorlardı”. Arrighi, tüm bu kriz sürecine ve işçi hareketine gem vurmaya çalışan ehlileştirici söylemlere karşı “Bir Kapitalist Kriz Kuramı’na Doğru” (Rassegna Cominista, sayı 2-3-4-7, Milano, 1972-73) adlı uzun makalesini tefrika etti. Özetle, herhangi bir kapitalist krizin ardında, işçi kalkışmaları ya da hatalı ekonomi yönetimlerinden ziyade, kapitalizme içkin sermaye birikimi sorunu yatıyordu.

Arrighi’ye göre, kapitalizmin etnisite, milliyet ve cinsiyet söylemlerinden nemalanmasını, işçilerin bu söylemleri kullanma eğilimini öngöremese de, “Manifesto”dakine benzer bir dünya işçi sınıfının eşitlenmesi söz konusuydu.

Bu açmaz, kapitalizm bünyesinde kısıtlı kalan “tüketim”den kaynaklanıyordu. Üretim araçlarının kapitalist yatırım sonucu ürettiği malların satılmama tehlikesi için “gerçekleşme krizleri” diyen Arrighi, bu krizlerin kabaca iki şekilde ortaya çıktığını söylüyor. Emek gücünün oluşturduğu artı-değeri ele geçirmek için sömürünün derecesi arttıkça toplumun sosyal açıdan üretken gücü olan emekçi kesimlerin alım imkânı düşeceği için, üretilen mallar ya satılmıyor ya da beklenen kârı sağlamayacak fiyatlara satılıyordu, böylece sermayenin artı-değerden nemalanması sekteye uğruyordu.

Eğer aksi olursa, yani sömürü artacağına sabitlenir, hatta azalırsa, işçilerin ücretleri arttığı için kısıtlı tüketim ortadan kalksa da, sermaye birikimini sağlayan kâr oranları düzenli olarak düşeceği için kapitalistlerin bir birim ürün için yapmaları gereken yatırım imkânsızlaşıyor, dolayısıyla sermaye birikimi üretim araçlarına yatırım yapmaktansa azalan kârlılık oranlarını daha fazla mal ile ikame etmeye yönlendiriliyordu. Nihayetinde kârlar yine giderek düşüyordu. Kısacası, hem aşırı sömürü hem de düşük sömürüde kapitalist kriz kaçınılmazdı.

Soldan sağa: Samir Amin, Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi, Ander Gunder Frank. Rio de Janeiro, 2003.

Gelgelelim, aşırı sömürüden kaynaklanan krizin yükü daha çok emekçi kesimlerin sırtına yüklenirken, düşük sömürüden kaynaklanan krizde sorun yaşayanlar kapitalistler ve üretken olmayan sosyal zümrelerdi. Öte yandan, Arrighi’nin müteakip yıllarda derinlemesine odaklanacağı konulardan biri olan kapitalizm dönemlerinin örgün yapısı, bu iki tür krizin iç içe geçebileceğinin işaretlerini de veriyordu. Örneğin, Arrighi’ye göre, 1873-1896 yılları arasındaki büyük kriz sırasında üretim, istihdam ya da yatırım açısından keskin bir düşüş olmamasına rağmen, fiyatların maaşlara nazaran hızla düşmesinden kaynaklanan bir kriz yaşandı. Bu da kapitalistlerin tekelleşme yoluyla bir tür geri çekilme ve pazardan yatırımı sağlayabilecek kadar artı-değer üretebilme refleksini göstermesiyle neticelendi.

Ancak, 1930’lardaki yeni krizle beraber zaten “tekel” olan üreticiler, sömürüyü, işsizliği ve fiyatları artırarak sermaye birikimine devam ettiler. Kıssadan hisse, kapitalist krizler, işçi mücadelesine doğrudan bağlı olmaksızın, sistemin doğasından kaynaklanıyordu, emek örgütleri mücadeleye devam etmeliydi.

Üç gelişim modeli

Arrighi, otonom hareketlerin durulmasıyla beraber, 1973 yılında emek arzı üzerine çalışmalarına devam etmek üzere, tarımsal üretimin hâkim olduğu İtalya’nın Calabria bölgesindeki Cosenza Üniversitesi’ne gitti. Orada, Afrika araştırmalarına benzer sonuçlara vararak kapitalist gelişimin ille de tam proleterleşmeye dayanmadığını tespit etti. Öncelikle yöreden kuzeyin sanayi bölgelerine gerçekleşen göç, mülksüzleşmenin vuku bulmadığı kısımlardan gerçekleşiyordu. Yörede, mirasın en büyük erkek çocuğa geçmesi sebebiyle kuzeye çalışmaya giden kardeşler birikimlerini geri dönüp toprak almak için kullanıyorlardı. Buna mukabil, yerel proleterleşmenin tam gerçekleştiği yoksul bölgelerde kuzeye göçü mümkün kılacak maddi imkânlar oluşmuyordu. Yani çevreden merkeze göç edenler en yoksul sınıflar değildi. Calabria’da tespit ettiği üç tür gelişme modeli, ilerleyen yıllarda beraber çalışacağı Wallerstein’ın üretim ilişkilerinin yer aldıkları merkez-çevre yapısındaki konumlarına bağımlı olarak geliştiğine dair kuramına tersti.

Calabria’da, normalde farklı merkezi gelişmeyle ilişkilendirilen üç tür hareket vardı. Bunlar, Lenin’in tam proleterleşme ve latifundia’ya dayalı Junker modeli, yine Lenin tarafından piyasaya içkinleştirilmiş küçük-orta çiftliklerden oluşan Amerikan modeli ve Arrighi’nin “İsviçre rotası” olarak adlandırdığı, uzaklara göç edenlerin memleketteki topraklarını elden çıkarmamaları ve birikimlerini oraya aktarmalarıyla meydana gelen küçük çiftçilik modeliydi.

Hegemonya ve sosyal mücadele

1979’da W allerstein’ın davetiyle ABD’de dünya sistemleri analizine odaklanan Binghampton Sosyoloji Bölümü’ne giden ve uzun süre orada çalışan Arrighi, emek arzı üzerine çalışmalarını kapitalizm tarihiyle harmanlayarak yazacağı en bilinen eseri Uzun Yirminci Yüzyıl Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri (İmge, 2000) üzerine çalışmaya başladı.

Eseri önemli kılan birkaç nirengi noktasına değinmekte fayda var. Öncelikle Arrighi, devletler arası sistemi irdelemek için klasik emperyalizm kavramı yerine, Gramsci’nin ulusal yapı içindeki sınıf ilişkilerini analiz etmek için kullandığı “hegemonya” kavramını ele aldı. Buna göre bir devlet yapısı diğerlerine önderlik ediyor, kapitalist ilerleme bu tür bir “hegemon” tarafından örgütleniyor, ama hegemon ülkede maddi gelişim aşırı rekabet sonucu yerini finansallaşmaya bırakınca, o ülke hegemon konumunu kaybediyordu.

Devletin regüle ettiği, ancak üretim araçlarına sahip olmadığı, emeğin iktidarında bir dünyaya sosyalizm demekte sakınca görmediğini söyleyen Arrighi’nin tek çekincesi, “sosyalizm”in devletle eşanlamlı kullanılmasının yarattığı büyük sorundu.

Arrighi, bu tür bir kapitalist “hegemon”un ilk nüvesi olarak 14. yüzyılın Kuzey İtalya kent devletlerine ve özellikle Venedik’e işaret ediyor. Venedik, “kapitalist bir ticaret oligarşisinin devletin gücünü elinde bulundurmasıyla”, “toprak kazanımlarının dikkkatli bir maliyet/yarar ilişkisine tâbi tutulmasıyla ve savaşların kapitalist oligarşinin artan kârlılık ilişkileri için bir araç kabul edilmesiyle” hem tipik bir kapitalist sistemin devlet-kurma ve savaş-yapma özünü barındırıyor, hem de sonraki kapitalist yapılara model teşkil ediyordu. Venedik sistemi, sırasıyla, 17. yüzyılın ortasında Birleşik Hollanda Eyaleti’ne, 18. yüzyılda Birleşik Krallık’a ve 20. yüzyılda Birleşik Devletler’e hegemonyayı devretti.

David Harvey’le yaptığı söyleşide beraberce sorguladıkları önemli bir husus ise, devletler arası sistemde bir sonraki hegemonun ortaya çıkışının ne ölçüde zorunlu, ne ölçüde olumsal olduğu. Arrighi buna “zor bir soru” diyor. Maddi genişlemenin finansallaşmayla son bulması tarihsel bir zorunluluk olsa da, bir sonraki hegemonun ortaya çıkışında bir ölçüde olumsallıklardan bahsetmek mümkün gözüküyor. Venedik’in aksine, içeride Oranj hanedanıyla sıkı siyasi pazarlıklar ve İspanya’dan bağımsızlığı kazanabilmek adına seksen yıl süren ulusal savaşlar, Hollanda kapitalist oligarşisine ticari stratejiler dışında siyasi melekeler de kazandırdı. Böylece kısıtlı manevra kabiliyetleri avantaja dönüştü. Ya da Avrupa içi çatışmalara olan coğrafi mesafesi ve kaynak zenginliği, ABD’nin bir hegemon olmasında önemli bir etken teşkil etti. Ancak Arrighi’nin kuramını önemli kılan iki husus, 1994’te, şimdilerde sönümlenmeye başlayan ABD hegemonyasının sonunu muştulaması ve kapitalist ilerlemenin sandığımızdan daha yaratıcı evrelerle geliştiğinin altını çizmesiydi.

Doğal olarak geldiğimiz noktada yöneltilecek “peki bir sonraki hegemon kim olacak?” sorusuna Adam Smith Pekin’de 21. Yüzyılın Soykütüğü (Yordam, 2008) adlı son kitabında verdiği çoktan seçmeli cevaplara bir göz atmadan önce, Harvey’in haklılıkla dile getirdiği Uzun Yirminci Yüzyıl’da neden emek mücadelelerine yer vermediği sorusuna eğilmekte fayda var. Öncelikle hacim meselesinden bahsediyor Arrighi, başta emek mücadelesini de eklemeyi düşündüğünü, sonra hegemonya analizinin epey şümullü olduğunu farkedince, bunu bir başka kitapta ele almaya karar verdiğini söylüyor.

Ancak daha da önemlisi, hegemonya devirlerinin gerçekleştiği süre zarfında “sosyal tarihin hız kazandığını” tespit ediyor. Daha açık bir ifadeyle, İngiliz hegemonyasının ABD’ye geçiş sürecinde sosyal mücadeleler aşırı finansallaşma ve dünya savaşlarıyla eşzamanlı meydana gelirken, 1960 ve 70’lerdeki sosyal kalkışmaların finansallaşmadan önce gerçekleştiğini ve günümüzde hızlanarak devam eden sosyal başkaldırıların kapitalist devletler-sisteminin klasik savaş rotasından bir ölçüde imtina etmesine neden olduğunu düşünüyor.

“Marksist Yüzyıl, Amerikan Yüzyılı” (New Left Review, Ocak-Şubat 1990) adlı makalesinde ise, Marx’ın Komünist Manifesto’da gerek kapitalist örgütlenmenin etnisite, milliyet ve cinsiyet söylemlerinden nemalanmasmı, gerekse işçilerin bu söylemleri statü-grupları oluşturarak çıkarları adına kullanma eğilimini tam olarak öngöremese de, tarihsel süreçler sonucunda Manifesto’dakine benzer bir dünya işçi sınıfının eşitlenmesi sürecinin meydana geldiğini söylüyor.

“Adam Smith Pekin’de”

Arrighi, son eseri Adam Smith Pekin’de’de geliştirdiği “hegemonya” kuramını Doğu Asya ve Çin özelinde masaya yatırıyor. Öncelikle, çağdaşı pek çok düşünür gibi, Adam Smith’in Çin’in 18. yüzyılının büyük bölümünde yaşadığı olağanüstü refah ve barış ortamını takdir ettiğinin altını çiziyor. Smith’in, Avrupa’nın kuvvet üstünlüğünün ve uzak ülkelerde uyguladığı adaletsizliklerin, bu ülkelerin Avrupa şiddetine cevap verme yetileri geliştiği ölçüde dünya-sisteminin “ulusların adaletsiz davranmaktan çekinip birbirlerinin haklarına saygı göstereceği” bir dünya pazarına evrilmesini umduğunu iddia ediyor. Smith’in Ulusların Zenginliği’nde bahsettiği “gizli elin” piyasaya değil, devlete ait olduğunu, Smith’in devlet tarafından regüle edilen pazarın, devletin üretimde yer almadan emeği güçlendirmesiyle sermayenin zayıflayacağı geniş bir pazar ekonomisine evrileceğini tasarladığını öne sürüyor.

Arrighi, Adam Smith Pekin’de’de, Marx’ın Manifesto’da öngördüğü kapitalist genişlemenin neden tam anlamıyla gerçekleşmediği sorusuna da aslında Çin’i örnek göstererek cevap veriyor. Kapitalist genişlemenin genelleşmesini, Robert Brenner’ın saydığı iki koşula bağlıyor: “İlkin, üretimi örgütleyenler, kendilerini ve piyasa ekonomisi dışındaki kendi kurulu sınıf pozisyonlarını yeniden üretme kapasitelerini yitirmiş olmalılar. İkincisi, doğrudan üreticiler üretim araçları üzerindeki denetimlerini yitirmiş olmalılar.” Oysa genel olarak ülkelerin, özel olarak da Çin’in dünya pazarına dahli, onların özgün toplumsal tarihleri tarafından gerçekleşiyor. Bu açıdan bakıldığında, son krizle beraber Çin, kapitalist genişlemenin temel şartlarından biri olan toprak müsaderesini gerçekleştirmeyi durdurduğu gibi, toprağa eşit erişim ilkesini tanımaya ve uygulamaya devam ediyor. Bu da Arrighi’ye “sosyalizm Çin’de çoktan kaybetmiş olsa da, kapitalizm bu tanım gereği henüz kazanmamıştır” dedirtiyor.

Öte yandan, ABD’nin aşırı finansallaşması ve Irak müdahalesinin gösterdiği üzere, Batı devletler sisteminin savaş gücünün sınırlarına ulaşmasıyla geçerliliği azalırken, Çin merkezli sistemin geçerliliği artıyor. Arrighi’ye göre, Doğu Asya ve Çin’e içkin iki önemli gerçek, Çin’in ABD tarzı bir hegemonyaya doğrudan geçiş yapacağını düşünmemizi engelliyor: İlkin , bölge devletlerinin binlerce yıllık ulusal bilinçleri Batı tarzı devlet-savaş mekanizmalarıyla el ele yürüyen kapitalist pazar yerine, birbirleriyle ticaret ve diplomasi yapmanın kadim geleneğine sahip bir bölgesel ilişkiler ağını muhtemel kılıyor. İkincisi, Batı sisteminin aksine, binlerce yıldır hemen tüm hanedan ve iktidar değişikliklerinin toplumsal kalkışmalar sonucu gerçekleştiği Çin’de devlet, iç ve dış siyasette Batı hegemonyasında görmediğimiz bir muvazene siyaseti gütmeye mecbur kalıyor. Tabii Arrighi, özellikle ABD’nin kaybetmekte olduğu hegemon pozisyonuna nasıl tepki vereceğinin de geleceği şekillendirecek başat etkenlerden biri olduğunu es geçmiyor.

X sosyalizmi

David Harvey, yakın zamanda Agora tarafından da yayınlanacak uzun söyleşinin sonunda (Sermayenin Dolambaçlı Yolları, Agora, 2009) Arrighi’ye, Adam Smith Pekin’de kitabının bitiş bölümünde umut ettiği dünya ve bu dünyanın doğal kaynaklara saygılı, eşit şartlarda yaşayan farklı medeniyetlerin oluşturduğu milletler topluluğuna sosyalizm sıfatını yakıştırıp yakıştırmayacağını soruyor. Arrighi ise, eğer bundan devletin regüle ettiği, ancak üretim araçlarına sahip olmadığı, emeğin iktidarında bir dünya anlıyorsak, buna sosyalizm demekte bir sakınca görmediğini söylüyor. Tek çekincesi ise, “sosyalizm”in özellikle kendi yetiştiği coğrafyada devletle eşanlamlı kullanılmasının yarattığı büyük sorun. Arrighi, yakın zamanda kişisel tarihinin sonlanacağını bilmenin rahatlığıyla, Harvey’e takılmaktan da geri kalmıyor. “Senin yeni terimler bulma konusundaki maharetini biliyorum diyor. “Gözden düşmüş ve devletle anılan ‘sosyalizm’ terimi yerine daha etkin öneriler getirmelisin” diye de ekliyor. Harvey, bu “x-sosyalizmi” üzerine kafa yoracağını söyleyerek Arrighi’yle yapılan son söyleşiye noktayı koyuyor.

Express, sayı 97, Ağustos 2009

^