Üç fotoğraf inisiyatifi ve 17 sanatçı… Her biri Karşı Sanat’ta kolektif bir dili mayalıyor. 19 Ekim’e kadar sürecek olan Fermantasyon sergisinin ortak cümlesini Karşı Sanat’ta kurulan geniş çemberden naklen dinliyoruz.
Fermantasyon, üç fotoğraf inisiyatifinin birlikte yaptığı bir sergi. Bu fotoğraf kolektiflerinden bahseder misiniz?
M. Cevahir Akbaş: Demo lab. kolektifini Bekir Dindar ile beraber 2016’da kurduk. Fotoğraf ve video projeleri geliştiren ve bu projeler için alan sağlamayı amaçlayan bir platform. Demo lab. olarak geliştirmek istediğimiz fikirlere veya projelere içerik olarak tamamlayıcı veya projeyi destekleyici konularda üretimlerde bulunan kişileri davet ederek kolektif bir çalışma alanı yaratmayı hedefliyoruz.
Erdem Varol: Suimasen Editions, sanatçılarla basılı malzeme işbirliklerine odaklanan bağımsız bir yayıncı, işbirlikleri açısından bakıldığındaysa bir yayın inisiyatifi örneği. Mayıs 2018’de kuruldu. Suimasen Editions olarak, sanatçıların kendilerini temsil edebilecek yayınlar üretmesine odaklanan bir pratiğimiz var. Fakat daha da önemlisi üretilen yayınların dağıtımı. Şu ana dek (işbirliğimizle üretilen Aralık 4’ü de sayarsak) 17 farklı sanatçıyla dirsek teması içinde olduk ve bu sanatçıların üçü fotoğraf dışındaki medyumlarda iş üretiyor.
Sanat eseri ne zaman son şeklini alır, seyirciyle buluşturulana kadar ne tür süreçlerden geçer ve akıbeti ne olur? Fermantasyon tam da bunları baştan sona düşündüren bir konsepte sahip. Fotoğrafın bir şeyi tam olarak göstermesiyle ve belgelemesiyle o şeyi muallakta bırakması arasında gidip gelen doğasına işaret eden üretimler yan yana geldi.
Şener Yılmaz Aslan: MOKU 2016’da dört fotoğrafçıyla yola çıkan bir fotoğraf kolektifi. Çevre politikaları, insan hakları mücadeleleri, savaş, insani yıkım, eşitlik mücadeleleri, barınma politikaları, doğal afetler gibi konularında kısa ve uzun süreli fotoğraf projeleri ve disiplinlerarası projeler üretiyor. Son dönemde yaşanan tarihsel önemdeki siyasi ve toplumsal gelişmelerin ardından merkez olarak kendisine İstanbul’u seçiyor.
Karşı Sanat’ın serginin hayata geçmesinde önemli bir rolü olduğu anlaşılıyor. Karşı Sanat kolektif bir sergi inşa etme sürecinde nasıl konumlandı?
Orhan Cem Çetin: Sergi teklifi bu üç kolektiften geldi. “Bir çalışma içindeyiz; Karşı Sanat’ta sergileyebilir miyiz?” dediler. Biz de Karşı Sanat’ın yeni enstitü modelinde serginin yapım sürecinin kendi tartışmalarıyla birlikte mekânda yaşanmasını arzu ettik. Bu nedenle Karşı Sanat’ı kolektiflere açtık. Bazı sanatçıların işleri tamamlanmaya yakındı, ama serginin son halini alması ve esas cümlesi burada oluştu. Bir sergiyi sadece duvarlara resimler asmak değil, diyalog yaratan, katılımcılarına da entelektüel haz sağlayan ve sergi açıldıktan sonra da bunun devam ettiği bir süreç olarak algılıyoruz.
Desislava Şenay Martinova: Kimimiz sürecin en başından beri, kimimiz sürecin ortasında dahil oldu. Kimse kimseye bir kural dayatmadı. Kolektif bir cümle kurma hali gibi…
Bahsettiğiniz cümleyi kurarken yaptığınız tartışmaların seyri nasıldı? Sanatçılar hangi konular üzerine yoğunlaşıyordu?
Derya Ülker: Tartışmalar sırasında belli konular öne çıktı: sınır, mekânsal hafıza, kişisel konular bunlardan bazılarıydı. Çoğumuzda ortak yaşanan travmalar, bombalamalar, göç ve toplumsal olaylar hem gelen işlerde hem de tartışmalarda yüzeye çıktı ve görünür oldu. Belki bunlar sergide doğrudan yansıtılmadı, ama sergi süreci bunlarla örüldü, hepimizin hafızasında bunlar var. Herkes paylaşmak istediği konuyu ortaya koyabildi. Örneğin Erdem (Varol) fotoğraflarını gösterirken aynı anda gündelik hayatta hepimizin yaşadıklarını anlatan metnini okuduğunda, hep birlikte “bu mutlaka video olmalı” dediğimizi hatırlıyorum. Resim yapmaya göre bir fotoğrafı çekmek kısa sürebilir, ancak işi tasarlama, olgunlaştırma, sergileme ve anlamlarını tartışma boyutlarını düşündüğümüzde benim açımdan çok öğretici bir süreç yaşandı.
Canan Erbil: Başlangıçta daha çok mekânın ve bir arada çalışmanın ortaya çıkacak işe nasıl bir etki yaratacağı üzerineydi tartışmalar. Bir süreç sergisi olacağının altı sıkça çiziliyordu. Bir devinim halinde yuvarlayarak büyüttüğümüz bir birliktelik olarak görüyorum bu sergiyi.
Akbaş: Farklı kolektifler ve birçok konuk olsa da belli zaman dilimlerinde yolları kesişen insanlar bir aradaydı. Bu da sadece sergi özelinde değil gündelik hayat özelinde de yaşadığımız dönemi ve yakın geçmişe dönük bakmamıza ve çevremizde gelişen ve değişen durumları da tartışmaya dahil etti.
Martinova: Taksim’in orta yerinde bu vesile ile kendi hayatlarımıza dışardan bakıyoruz. Hayatımda yaşadığım şeyleri bazen fotoğrafla anlatabiliyorum, ama bazen bu olmuyor. Uzun zamandır fotoğraf ve diğer mecralar arasında yeni yollar arıyoruz.
İsmet Örs: Farklı disiplinlerden gelen ve farklı işler yapan kişilerin bir araya gelerek rahatlıkla iç dünyalarını açan, buna karşın grubun diğer üyelerinin yargılamadan yaptığı eleştiriler beni olumlu olarak çok etkiledi. Yaptığım işin diğerlerinde yarattığı olumlu-olumsuz tesiri görmek, ortaya atılan yeni fikirler ile adeta duygularımın kabardığını hissettim. Hazırladığım fotoğraf serisi bu olumlu atmosferden beslendi.
Fermantasyon’un fotoğraf sergisi olduğunu söylemek zor. Bu bir “fotoğraf inisiyatifleri ve konukları” sergisi. Fotoğrafçı olmak sürekli fotoğraf sergileyeceğiniz anlamına gelmez. Fotoğrafları tasvir eden metinler sergilendiğinde bunu bir öykü yazarı değil, bir fotoğrafçı olarak yapmanın kattığı başka bir algılayış oluyor.
Birçok kişinin düşüncesinin birbirine çarptığını söyleyebilir miyiz? Bu çarpışma yapıtları nasıl etkiledi sizce?
Erbil: Sanat eseri ne zaman son şeklini alır, seyirciyle buluşturulana kadar ne tür süreçlerden geçer ve akıbeti ne olur? Fermantasyon tam da bunları baştan sona düşündüren bir konsepte sahip. Fotoğraf özelinde konuşacak olursam ,bu sergide fotoğrafın bir şeyi tam olarak göstermesiyle ve belgelemesiyle o şeyi muallakta bırakması arasında gidip gelen doğasına işaret eden üretimler yan yana geldi. Bu iki ucun dirsek teması son kertede düşünülenin aksine bir ayrışmaya değil zihin açıcı bir bütünlüğe kavuşturdu sergiyi. Fotoğrafın daha çok kişisel kalan bir durumu, düşünceyi direkt göstermektense hikâyeye işaret eden tarafında konumlandığımı düşünüyorum. Fakat benim hikayemi şekillendiren tüm sosyal ve politik değişkenleri cam masayı çevreleyen duvarlarda görebilmek de mümkün. Diğer sanatçı arkadaşlarımın benim yaptığım işe en büyük katkısı bence bu. Bir de gerçekten tek başınızayken üzerine asla düşünmediğiniz, belki içgüdüsel olarak, belki otomatik kararlar alarak yaptığınız bazı şeyler başka bir göz tarafından sorgulanabiliyor. Sergiyi kurarken Derya ile aramızda şöyle bir diyalog geçmişti mesela; çektiğim bir fotoğrafı işaret ederek “Neden bu fotoğrafı ana fotoğraf olarak kullanıyorsun?” diye sordu. Fotoğraf, kaşınmış ve kaşındıktan sonra cenin benzeri bir kabartı çıkartan bir kolun fotoğrafıydı. O ana kadar hiç düşünmemiştim neden onu her yerde ön plana çıkarmak istediğimi, o an bazı şeylerin kaşımadıkça açığa çıkmadığını, bu işin de biraz kaşıyarak ortaya çıkardığım bir iş olduğunu söylemiştim. Daha önce düşünmediğiniz o şeyi düşündüren bu tarz bir paylaşımı kolay kolay her ortamda yaşayamıyorsunuz.
Örs: İnisiyatiflerin toplandığı böyle bir masa etrafında ilk defa bulunmamın bende yarattığı endişe ve sona ulaşamam korkusu… Tartışmaların, ortaya konan dertlerin ve bunun sonucu ortaya çıkan işlerin odağında benim hissettiğim gibi, bireysel endişelerden ve kaygılardan kaynaklandığını algıladığımda kendimi rahatlamış hissettim. Zeynep’in ailesiyle yaşamak zorunda kalması dolayısıyla yaşadığı sorunlar, benim tam tersi evden ayrı kalmam ile örtüşüyordu, Cevahir’in sınıfta öğrencileri ile yaşadığı otoritenin kaynağı benim silahlı kuvvetlerde yaşadıklarımdan farklı olmadığını düşündürüyordu.
Fermantasyon’un, hikmeti kendinden menkul sanatçı mitinin altını oyduğu söylenebilir mi?
Ülker: “Öznellik inşa ediyoruz” ve “özne oluyoruz” sözlerinin arkasında bize sürekli nesne olarak bakan bir dünyanın içinde yaşadığımıza dair bilincimiz yatıyor. Hepimiz, bizden büyük olduğuna inandığımız sistem tarafından biçilmiş stereotiplere direnmeye çalışıyoruz. Halbuki biz ondan daha büyük, daha kalabalık, daha canlıyız. İnsan olarak yeni ifade yolları, yeni cümleler arıyoruz sürekli. Kimlik merkezli eylemlerle ve sanatla anonimleştirilmeyi yenebiliriz belki.
Eğer fotoğrafa bir dil diyebiliyorsak, dilin tanımı gereği, fotoğraf bireysel olamaz. Dil ortaklaşa oluşturulmuş kodlardan oluşur. Bu ortak edevatı kullanarak iletişim kurarız. Fotoğraf bir dilse içindeki semantik çağrışımların ortak uzlaşısı vardır. Fotoğrafçı tek başına çalışıyormuş gibi görünse bile kolektif bir dili kullanmaktadır.
Zeynep Özkanca: Özne-nesne durumu son altı aydır hep notlarımda vardı. Bunlar kendimle ve çevremle ilişkilenmemde karşıma çıkan kavramlardan biriydi. İşimin içeriği de bu ikilikten nasibini zaten alıyor. Hep beraber bir sergiyi oluşturuyoruz, ama herkes diğer taraftan birbirinin izleyicisi. Üretimimin oluşum surecini diğer sanatçılarla paylaşmak, kendimi ve elimden çıkan her şeyi nesneleştirmek aslında çekindiğim bir durum iken, bu süreç pratiğimi ve kendi işimin içeriğini de etkiledi. Sergideki işimin sergilendiği duvarda halen eklemelerle devam eden aktif bir iş yani sergideki sanatçılarla paylaşmaktan çekindiğim üretim sürecini daha çok sayıda insanın görebileceği şekilde yapma kararı aldım. Sergi öncesi toplantılarımızda bana neden işime bir metin yazmadığımı sorduklarında işimin bitmemiş, devam eden bir iş olduğunu metin ile işin kendisine nokta koymak istemediğimi söyledim. Bu diyalog sonucunda sergi sürecinde de iş koymaya devam etme kararı almış olabilirim. Sergideki üretimime dahil olan her fotoğraf kendi başına bir kaynak ve her fotoğraf kendi devinimi ve varlığı ile bir başka fotoğrafı çağırıyor. Beraber aynı frekansta buluşup, üretime yeni bir yol açıp, işi oluşturmaya devam ediyorlar. Aynı durumu kolektif bir sergideki sanatçıların ve işlerinin hem kendi içlerindeki devinimleri hem de diğer sanatçılardan gelen devinim ile ilişkilenmeleri için de söyleyebiliriz.
Bu ucu açıklığı Okan Pulat’ın Arada serisi için de söyleyebilir miyiz?
Okan Pulat: Bu sergideki işim Suimasen Editions’un “teması olan bir sergi yapmayı planlıyoruz” daveti ile şekillenmeye başladı. İstanbul dışında yaşadığım için Karşı Sanat’ta gerçekleşen toplantılara katılamadım. Fakat olabildiğince sürecin içinde olmaya çalıştım… Fotoğraf bir dil ve tabii ki anlatıcısına özgün bir hikâye, izleyicisinde bıraktığı bir hissiyat. Bu sergideki işim de sergi süreci ile başlayan gelişen ve aslında sonu olmayan ufak bir hikâye.
Serginin büyük bir kısmı fotoğraflardan oluşuyor, ama bunun dışında fotoğrafın resimle veya yerleştirmeyle ilişkilendiği işler de mevcut. Bu anlamda alışıldık bir fotoğraf sergisi değil. İsmet Örs’ün Yasak Alan’ı bu ayrımı muğlaklaştıran yapıtlardan biri. Ne dersiniz?
Örs: Yasak alanda dolaşırken bunu nasıl ifade edeceğim konusunda yaptığımız toplantı ve söyleşilerden sonra bir anlamda fermante olmuş olarak bir duvarın siyah renge boyayarak iç dünyamızda yaşadığımız yüzleşmeye cesaret edemediğimiz veya dokunulmasına karşı çıktığımız bölgeyi belirledim. Ezgi’nin önerisiyle Askeri Yasak Bölge tabelasını da duvarın ön tarafına koyarak izleyicinin izinsiz içeri giremeyeceğini vurgulamayı umdum. Süreç içinde fotoğraflar ve durumlar da olumlu biçimde şekillendi. Bu işin sadece fotoğraflar ile anlaşılamayacağını, buna yerleştirme ile katkı sağlamam gerektiğini düşündüm.
Son iki yıldır kış saati uygulaması yapılmıyor ve bu uygulama başladığından beri kışları tüm işçilerle birlikte ben de karanlık sabahlara uyanıyor, işim bittiğindeyse günün geri kalan vakitleri olan o karanlık saatlere dalıyordum. Yani elimde kamera olduğu vakitlerde fotoğrafçı, üzerimde üniforma olduğu zamanlardaysa işçiyim, bazen birbirine karıştıkları oluyor.
Çetin: Fermantasyon’un fotoğraf sergisi olduğunu söylemek zor. Zaten hiçbir yerde de “bu bir fotoğraf sergisi” demiyoruz. Bu bir “fotoğraf inisiyatifleri ve konukları” sergisi. Ayrıca, duvara bir obje asıp onu sergilediğinizde fotoğrafçı olmaktan çıkmazsınız. Fotoğrafçı olmak sürekli fotoğraf sergileyeceğiniz anlamına gelmez. Fotoğrafları tasvir eden metinler sergilediğinde, bunu bir öykü yazarı veya romancı değil, bir fotoğrafçı olarak yapmanın kattığı başka bir algılayış oluyor. Burada da çoğunluğun fotoğrafçılardan oluşması mutlaka bir fark yaratıyor. Mesela Derya Ülker’in işlerinin fotoğrafik temsiller olduğunu iddia edebilirim. Belki doğrudan bir fotoğraf değil, ama bir fotoğrafçının bakışıyla yapıldığı anlaşılıyor.
Oluşun Resimleri ayrıca bir oyun da kurguluyor…
Ülker: Açıkçası fotoğraf üzerine buradaki diğer sanatçılar kadar çok düşünmedim. Oluşun Resimleri sergi sürecinde şekillendi, buluşmalar sırasında anlık kareler yakalamaya çalıştım ve çizimler yaptım. Birlikte bir şey yapmayı düşündüğümde ise ilk aklıma gelen oyun oynamak oldu. Bu fikir Oluşun Oyunu’nu doğurdu. Sıfırdan bir oyun icat etmek, ona kural ve yasak koymak konusunda çok zorlandım. Bu yüzden önceden bilinen bir nesne yerleştirme oyununu oynamayı önerdim. Bu oyunda her oyuncu bir iş veya kişi seçerek onun kendisine çağrıştırdığı bir nesneyi, üzerinde sergi mekânının mimari planı bulunan masaya yerleştirecek, yanına da düşüncelerini ve duygularını yazacaktı. Masanın üzerinde belirmeye başlayan bu işaretlerin, hisleri ve ilişkileri görünür kılması asıl amaçtı. Giderek bu oyunun, sergileme sürecine, yani sanat nesneleri ve onların metinlerinin bir mekânda ilişkilenmesine çok benzediğini fark ettik.
Eda Yiğit: Derya’nın sergi sürecinde üretimleri, serginin ana fikriyle doğrudan eşleşiyor. Sergilemeyle başlayan ve sonlanan bir durumdan ziyade üretim ve tartışma sürecini paylaşarak nereye varacağını bilmeden yol alma düşüncesiyle kesişiyor. Oyunun kurallarını tarif ettiği, ama seyirciyi de özgür bıraktığı interaktif bir oyun bu. Dolayısıyla sergi bittiğinde masasına bırakılan notlar, fotoğraf ya da objelerin neler olacağını kestiremiyor. Onlar oldukları yerde birikiyor. Sergiye gelenler Karşı Sanat’ın mekânı henüz Karşı Sanat değilken burada yaşadıklarını, deneyimledikleri anıları paylaşmışlar. Örneğin bir notta “Evrensel Kültür’ün sinema salonunda film izlemeye geliyordum” diyor. Oluşun Oyunu’nun geçmişten kalanı, hafızadan çekip çıkaran bir yanı da oldu.
Bu noktada Homo-Ludens akla geliyor… Oyun oynayan insan ve kolektivite inşası açısından sergiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Yiğit: Oturup konuşmaya başladığımızda fotoğrafın yanında her şeyi konuşur olduk. Fotoğraflar konuştuğumuz konuları açan bir medyuma, araca, bağlantıya dönüştü. Aslında yaptığımız şeyin kendisi bir oyun kurmak ve oynamak. Kurallarını kolektif olarak oluşturduğumuz ve içselleştirdiğimiz bir oyun diyebiliriz.
Eylemin kendisi bireysel üretime yol açabilir ama bunu bir içe kapanma ve yalnızlaşma olarak algılamamak gerek. Öznelliklerin var olduğu ve paylaşıldığı bir alan yaratıldığında kısıtlayıcı olma ihtimalinden ziyade farklı kolektif refleksler ve temas noktaları da ürettiğini söylemek mümkün.
Çetin: Sanat bir oyunsa –ki tiyatroda bu doğrudan doğruya oyun sözcüğüyle ifade ediliyor– oyunun kurallarını anlamaya çalışıyoruz aslında. Oyunun kurallarını kavrayamazsam o oyunun içine giremem. Mesela Dinçer Dökümcü’nün Tektipleştirme işini tartışırken, fotoğrafları boyamak yerine neden doğrudan resim yapmadığını sorduk. Nasıl bir niyeti olduğunu merak ettik. Dinçer’in kurduğu oyunun kurallarını kavrayamadan ben o işin içine giremezdim.
Sergiye dönersek… Dinçer Dökümcü’nün Tektipleştirme resimle ilişkilenen işlerden biri…
Dinçer Dökümcü: Fotoğraf başladığım zamandan bugüne, fotoğrafın resim ile yan yana aynı çerçeve de birlikte sunulmasına veya polaroidler üzerine yaptığım boyamalarla fotoğrafın resme yakınlaşmasına ya da farklı bir görüntü oluşturmasına hem içsel hem de fiziksel olarak deneyimlemelerim oldu. Bu tür deneme ve çalışmalarım konusundaki soruyu kendime hiç sormadım, sadece keyif alıyordum ve bir şekilde yarım kalan bir şeyleri tamamlıyordum. Sorulunca da bir cevap aramamayı tercih ettim. Belki de bu şekilde üretim sürecinin büyüsünü devam ettirebilmem mümkündü. Kendime sormadan ve sorgulamadan ürettim.
Bu sorulara bir cevap bulabildin mi?
Dökümcü: Cevaplar fotoğraf makinesinin sunduğu görüntüyle yetinmeyerek onu evirerek başka bir forma, başka bir anlatım yapısına çevirme isteği ile ilgiliydi. Fotoğrafın bitmemiş bir görüntü olduğunu ve bu görüntüye fiziki olarak boya ile müdahale etmenin o görsele fotoğrafın veremediği bir anlam verdiğini düşünüyorum. Fotoğrafın gösterdiği gerçekliği kendi hayal dünyam ile birleştirerek onu öznel bir hale getirdim. Fotoğrafın çoğaltılabilir doğasına karşı daha biricik bir halde olmasını istedim. Boyadığım fotoğraflar herhangi bir ana ait fotoğraflar değiller, çünkü o an bu müdahale ile devam ettiğini düşünüyorum. Fotoğrafların rastlantısal olduğunu söylemem. İnsanların kalabalıkların içerisinden sıyrılmaya çalışmaları ve kalabalığın içindeki yalnızlıklarını yansıtan fotoğraflar kullandım.
Yapıtının ismine Tektipleştirme diyerek ne kastediyorsun?
Dökümcü: İçinde yaşadığımız toplumdan ayrı bir varlık olamayız. Birey çevre, kültür ve aidiyet ilişkileri içinde zorunlu olarak toplumsallaşma sürecine katılıyor. Kendisine belli sorumluluklar yükleniyor, bu sorumluluklara bağlı rolleri de gerçekleştirmesi bekleniyor. Proje bu anlamda modern insanın gerçekliğini yansıtan fotoğraf kareleri ve bu karelerin üzerinin resim malzemesiyle örtüldüğü ek katman aracılığıyla, her bireyin toplumsallaşma sürecinin ön plana çıkarılmasını hedefledim. Böylece her biri gerçek ve biricik anlardan oluşan fotoğraf karelerindeki bireylerin kendilerine yabancılaşmasına ve toplumla aynılaşmasına dikkat çekmek istedim. Fotoğraflarda yer alan kişiler belli bir kimliğe işaret etmemeleri için resimsel düzenlemeyle tek tipleştirildi, duygularından arındırıldı, ifadeleri yok edildi. Eylemin kendisi bireysel üretime yol açabilir, ama bunu bir içe kapanma ve yalnızlaşma olarak algılamamak gerek. Öznelliklerin varolduğu ve paylaşıldığı bir alan yaratıldığında kısıtlayıcı olma ihtimalinden ziyade farklı kolektif refleksler ve temas noktaları da ürettiğini söylemek mümkün.
Fermantasyon’un fotoğrafı mutlaklaştırmayan bir düşüncesinin olduğunu söylemek abartılı bir tanım mı olur sizce?
Çetin: Bu tutum sadece fotoğrafla ilgili değil, sanatın varlığına dair daha temel bir düşünceden kaynaklanıyor. Son şeklini almış ve mutlaklaşmış bir sanat eserinden ziyade, bir sanat eserini büyük bir iletişim zincirinin ara halkalarından biri olarak algılamamızdan kaynaklanan bir şey. Fotoğraf da bundan bağımsız değil. Bir duraksama noktası gibi daha çok; nihai, terminal bir nokta değil. Paylaşıldıktan sonra yapılacak tartışmalarla birlikte belli bir fotoğrafın okumaları ve algılanışı sürekli değişiyor. Malûm, fotoğraf gösterir, ama anlatmaz. Bir fotoğraf kendisinin dışında farklı göstergelerle var olur ve var olduğu sürece tekrar tekrar inşa edilir. Bu yüzden bir bitiş noktası olmadığını söylemek mümkün.
Can Tanrıseven’in Yanık serisi bu anlamda bir başlangıç noktasına işaret ediyor gibi. Ne dersiniz?
Can Tanrıseven: Bu seri ilk kareyi çekip çekmemek arasında kalmamla başladı. Sonra bu yanıklı ilk karelerden keyif almaya başladım ve özellikle özenle çekmeye başladım. Yanık çoğu kişi için atıl bir fotoğraf ya da kusur iken benim için estetik bir üslup oldu. Film üzerindeki doğal bir oluşum gibi. Ayrıca ağustos ayında İzmir’de benim de içinde bulunduğum bölgede çok ciddi yangın meydana geldi. Hepimizi çok üzdü. Bir şekilde fotoğraflarımda da oluşan yanıklarla yangın arasında bir bağ kurdum. İnsanlar yandı, ormanlar yandı, anılar yandı.
Çetin: Analog fotoğraf filminin ışık alıp kullanılmaz hale gelmesine İngilizcede “sislenmek” (fog) deniyor. Biz her nedense “yanmak” diyoruz. Fotoğraf makinesine yeni bir bobin film taktığında ilk kare adeta prolog gibidir. Filmin amors denilen uç kısmı o sırada ışık aldığı için yanar ve sadece filmi ilerletmek için deklanşör düşürdüğün ilk karelerden bir şey beklenmez. Hatta genelde insanlar ilk karede ayaklarının fotoğrafını çekerler, makineyi yere doğru, yatay tuttukları için. Peki, bu yanık karelere başka bir anlam yüklemek mümkün mü? Şeritlerin ilk karelerine baktığımızda bir söz çıkabilir mi? Can’ın serisi bu sorulara cevap arıyor.
Fermantasyon’un sergi metninde fotoğrafın bireysel üretim olduğu kabulünü bir önyargı olarak tarif ediyorsunuz…
Çetin: Eğer fotoğrafa bir dil diyebiliyorsak, dilin tanımı gereği, fotoğraf bireysel olamaz. Dil ortaklaşa oluşturulmuş kodlardan oluşur. Bu ortak edevatı kullanarak iletişim kurarız. Fotoğraf bir dil ise içindeki semantik çağrışımların ortak uzlaşısı vardır. Fotoğrafçı tek başına çalışıyormuş gibi görünse bile kolektif bir dili kullanmaktadır. Ayrıca, fotoğraf kültürünün bir tarihi var. Bunu biz icat etmişiz gibi davranamayız. Var olan bir külliyatın üzerine bir şey koyuyoruz. Bunu da kolektif bir yöntemle yapıyoruz.
Erbil: Dilin en büyük problemlerinden biri “temsil”; her ne kadar ortak bir görü söz konusu olsa da yüzde yüz mutabakat bana imkânsız geliyor. Zaten, bana kalırsa, burada bireysel olan süreç söylenen söz değil, onun algılanış biçimi. Tüm etiketlerimizi bir kenara bıraktığımızda özünde insanız ve bir toplum içinde her gün milyonlarca şeye maruz kalıyoruz günlük yaşantımızda. Ürettiğimiz ne varsa maruz kaldığımız şeylerin süzgeçten geçirilmiş hali gibi geliyor bana. Yani aslında günün sonunda ortaya çıkan her iş bir tepkiler bütünü ve kullanılan medyum yalnızca bir aracı. Ve söylemeye çalıştığınız sözler her izleyicide farklı yankılanıyor.
Bu anlamda fotoğraf ve kolektivite arasında bir bağ kurulmaya çalışıldığını söyleyebilir miyiz?
Akbaş: Kolektif kurmak fikri zaten bu sürecin bireysel olarak görmediğimizle ilgiliydi. Başka bir açıdan baktığımızda da kolektifler yakın görüşlerde veya beraber çalışabilen insanların bir araya gelmesi olarak da görülebilir. Bu sınırlığı da kaldırabilmek için daha önce beraber çalışma imkânı bulamadığımız kişilerle bu süreci yaratmak bir sergi tasarlamaktan çok beraber çalışma ve tartışmaya imkân sağladığı için önemliydi.
Erdem Varol’un 30 Gün adlı fotoğraf serisi, bireysel ve toplumsal arasındaki ilişkiyi dışlamıyor. Kendini ne sadece bireysel alanda ne de toplumsal alanın içinde tutuyor gibi görünüyor. Ne dersiniz?
Erdem Varol: İki yıldır kış saati uygulaması yapılmıyor ve bu uygulama başladığından beri kışları tüm işçilerle birlikte ben de karanlık sabahlara uyanıyor, işim bittiğindeyse günün geri kalan vakitleri olan o karanlık saatlere dalıyordum. Yani elimde kamera olduğu vakitlerde fotoğrafçı, üzerimde üniforma olduğu zamanlardaysa işçiyim, bazen birbirine karıştıkları oluyor. (gülüyor) Elime kamera aldığım vakitler, işe giderken ya da işten çıktıktan sonra olduğu için 30 Gün, bu süreçte çekilmiş fotoğraflar ve eş zamanlı yazdığım yazılardan oluşuyor. Birey olarak toplumdan tam olarak ne aldığımı bilmiyorum. Aynı şekilde ne verdiğimi de. Fakat bütün bu fotoğraflar, yazılar birer çıktı gibi oluyor. Hatta bir kusma hali de diyebiliriz. Sonuçta ne yersen onu kusuyorsun. Sanatçı da neyle beslenirse çoğunlukla onu üretiyor.
“Öznellik inşa ediyoruz” ve “özne oluyoruz” sözlerinin arkasında bize sürekli nesne olarak bakan bir dünyanın içinde yaşadığımıza dair bilincimiz yatıyor. Hepimiz, bizden büyük olduğuna inandığımız sistem tarafından biçilmiş stereotiplere direnmeye çalışıyoruz. Hâlbuki biz ondan daha büyük, daha kalabalık, daha canlıyız.
Fermantasyon’da Nâzım Serhat Fırat’ın son yıllarda toplumsal hafızamızda önemli yer tutan belge fotoğraflarını da görüyoruz…
Nâzım Serhat Fırat: Aznavur 7, Karşı Sanat’ın içinde bulunduğu Aznavur pasajının yedinci katındaki balkondan, farklı zamanlardaki protesto ve yürüyüşlerde, İstiklal Caddesi’ni dolduran kalabalıkları çektiğim fotoğrafları üst üste katmanlayarak oluşturduğum bir fotoğraf. Fotoğrafın dijital çağda ne kadar örselenmiş olursa olsun hâlâ bir hafıza inşa edebileceğine ve belki yazı ile beraber hafızayı dürtebilecek yegâne araç olduğunu düşünüyorum ve bu sebeple İstiklal Caddesi’nde yapılan yürüyüşleri belgelemek için en uygun nokta olan bu balkonu çokça kullandım. Bu fotoğrafı üretme sürecimde, sergi için bir araya gelip konuştuğumuz mekânla bu tarz bir ilişkimin olmasıyla filizlendi. 2016’ya kadar belgesel olarak çekip arşivlediğim fotoğrafları dijital ortamda üst üste getirirken caddenin geri kalanını gri bir boşluk olarak görerek hem bu canlı ve akışkan kalabalığı, hem de grinin çevrelediği bu ucu törpülenmiş üçgen formun devrimci potansiyelini vurgulamak istedim.
Serginin ortak bir teması olduğunu, ama bunun keşfini izleyiciye bıraktığınızı söylüyorsunuz. Bir izleyici olarak baktığımda bu temalardan biri simbiyoz* gibi geliyor. Ne dersiniz?
Çetin: Son yıllarda hemen her konuya evrimsel biyoloji kavramlarıyla yaklaşıyorum. İnsanların toplum halinde yaşamakla ilgili genetik problemleri olduğunu düşünüyorum. İnsanların sosyal hayvanlar olduğunu düşünmüyorum. Doğadaki canlıların büyük çoğunluğu bireysel ve bencildir. Öyle olmak zorundadır. Uygarlık ise bana kalırsa birbirimize tahammül etme stratejileri geliştirmektir. Fermantasyon’da da bunun bir yansıması oluştu. Hem bireyselliğini koruyan hem de simbiyoz, yani ortak kan dolaşımı kuran bir süreç. Bu kan dolaşımını devam ettirecek şekilde birbirimize en iyi nasıl tahammül edebiliriz? Herkesin yine tekil kaldığı, ama aynı zamanda diğerlerini boğmadığı bir formül nasıl mümkün olur?
Yiğit: Erdem’in (Varol) söylediği şey geliyor aklıma. “Biz aynı kavramlarla konuşmuyoruz, ama dönüp dolaşıp aynı konuları konuşuyoruz. Etraftaki insanlarla bu şeyleri konuşurken bunların benim için bir sağaltma yaratmadığını fark ettim” demişti. Biz aynı şeyleri hissettiğimizi fark ediyoruz, ama bunları konuşmak bizim için bir iyileşme ve mutluluk getirmiyor. Amacımızın rahatlamak ya da iyi hissetmek olmadığını doğası gereği sanatın, rahatsızlık hissetmekle doğrudan ilintili olduğunu tartıştık. Bu rahatsızlık sürekli olarak var olduğu için anlatmaya ve üretmeye ihtiyacımız var. Temelde bu dürtünün kendisi eyleme itiyor.
Bu dürtünün sanatçıları kısıtlayıcı bir alana sıkıştırdığını düşünüyor musunuz?
Yiğit: Düşünmüyorum. Eylemin kendisi bireysel üretime yol açabilir, ama bunu bir içe kapanma ve yalnızlaşma olarak algılamamak gerek. Öznelliklerin var olduğu ve paylaşıldığı bir alan yaratıldığında kısıtlayıcı olma ihtimalinden ziyade farklı kolektif refleksler ve temas noktaları da ürettiğini söylemek mümkün. Kendisine dair kavrayışını keşfetmiş, kendi ritmiyle toplumsal olanın ritmini birbirine kavuşturabilen, içindeki rahatsızlıktan rahatsız olmayan; söze, dertleşmeye ve yeni sorgulamalar türetebilmek için eleştiriye açık olan sanatçılar için böyle bir risk olduğunu sanmıyorum. Geçim endişesinin, oto sansürün ve görünmez kılınan şiddetin bireysel alanların dışına taşarak konuşulabilir hale getirilmesi sıkıştığımız yerden bizi kurtaracak olan şey olduğuna inanıyorum. Karşı Sanat çatısı altında özellikle sergileri süreç odaklı kurgulama nedeni de bu iletişimi inşa edebilmek ile ilgili.