Kitabın girişinde, doktora tezinizin belli bir mesafeden bakabildiğiniz bir araştırmayken gündelik hayatının içinde, doğrudan duygusal bir başlığa dönüştüğünü aktarıyorsunuz. Kırılganlık konusunu sizin için ilgi çekici yapan neydi? Kendinizi kırılgan bir özne olarak tanımlıyor musunuz?
Gamze Hakverdi: Sosyal bilimler alanında akademisyen olarak çalışırken, genel olarak kolay tanımlanamaz, kolayca terminolojik bir çerçeveye yerleştirilemez, dilin ve teorinin sınırlarında gezen, hatta bazen onlardan kaçan konulara ilgi duydum. Kırılganlık üzerine çalışmak da böyle bir ilgi sonucunda, sezinlediğim bir insanlık durumunu teorik olarak da anlama çabası olarak ortaya çıktı. Lacanyan psikanalize ilgi duyduğum için psikanalitik bir teorik çerçeve içinden kırılganlığı tartışmaya çalıştım.
Akademisyenliği –şimdilik– geride bıraktıktan sonra ise, hayatımın akışı içindeki bazı durumlar kırılganlığın bedensel boyutuyla daha yakın bir şekilde karşılaşmamı sağladı. Bedensel kırılganlığı en zorlayıcı haliyle deneyimleyen bir yakınımla kurduğum duygudaşlık, araştırmacı gözünün ve dilinin bir nebze de olsa ötesine geçerek bu metni yazmamı sağladı. Kendime ait bir kırılganlık hikâyesine doğrudan yer vermesem de yakınımla kurduğum bu duygudaşlığı anlatmanın da Öteki’ne açıklığımızı anlatmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Kendimiz ve Öteki arasındaki sınırların bulanıklaştığı nadir hikâyelerden biri olduğundan olsa gerek…
Bu çalışmanın araştırma metni olduğu kadar kişisel bir metin olmasını istedim. Çünkü kendi kırılganlıklarımızı anlamadan, anlatmadan, diğer kırılganlıklara ses vermenin kolay olmadığını düşünüyorum. Kendimi herkes kadar kırılgan görüyorum. Kitapta tartıştığım despotik bakış/ses alanında benim de yer yer çeşitli kırılganlıklara sabitlendiğim zamanlar oluyor. Yine de bu sabitlemelere direnmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.
Araştırma katılımcılarından kırılganlık hikâyelerini günlüğe yazar gibi yazmalarını istedim. Katılımcıların kırılganlık hikâyeleri kırılganlığın dikişlendiği durumlar ve duygular üzerine çok-katmanlı bir çalışma alanı sundu.
Kırılganlık, dediğiniz gibi, “kolay tanımlanamaz” bir konu, gene de denemenizi istesek. Kitabın adındaki vulnus’tan başlanabilir belki de…
“Vulnus” Latincede “yara” anlamına geliyor. Ama bu yara kendi kendine oluşan bir şey değil. Daha çok, örneğin bir savaş meydanında, Öteki’nin yaralayıcı bir eylemi sonucunda oluşan bir yaraya benziyor. “Vulnus” kavramsal olarak Öteki’ne olan bu kapatılamaz açıklığı anlatıyor. Bir yerde bir “vulnus” varsa, orada kaçınılmaz olarak Öteki vardır.
Burada Öteki kavramını Lacancı Büyük Öteki, “A–Autre” olarak düşünmeliyiz. Başka bir deyişle, içine doğup büyüdüğümüz, Ben demek için, kendimize ait cümle kurabilmek için boyun eğdiğimiz dil ve simgesel sisteminin bütünüdür Büyük Öteki. Varlığın kurucu bir öğesidir. Kendimizle ilgili kurduğumuz her cümleye dahildir. Özneleşme süreçleri bu açıklıktan sızan yaralayıcı eylemlerle doludur.
Kırılganlığın “kolay tanımlanamaz” olduğunu söylemememin nedeni, onun çok kişisel olarak değişen niteliğidir, bu nedenle hep aynı sabit göstergelere tutturulamaz. Biri için “yaralayıcı” olarak görülmeyen bir eylem, bir söz, bir imge, bir sabitlenme ânı, bir bakış, bir durum, toplumsal bakışa bir an içinde yakalanma, bir başkasının psişesini uzun süre sakatlayan bir kırılganlık nedeni olabilir. Kırılganlığın izini bu nedenle yalnızca teorik metinlerde değil de bir araştırma sahasında, gerçek kişilerin gerçek hikâyelerinde sürmek istedim.
Bu “despotik bakış/ses alanı”nı biraz açabilir misiniz?
Hepimiz belirli bir şekilde görmeye alışığız. Modern görme rejiminin bir dayatması olarak, kendimizi ve başkalarını görünür dünya içindeki hallerinden ibaretmiş gibi düşünüyoruz. Kategorik olarak bedenleri ayıran ve onlara anlamlar atfeden bir görme biçimidir bu. Ve bu nedenle despotiktir. “Yaşlı, genç, şişman, güzel, çirkin” gibi tanımlarla ses bulur. Bu bakış/ses ikiliği öznelliği soğurur, öznenin tüm diğer özniteliklerini de görünmez kılar.
Frantz Fanon’un sinemada bilet kuyruğunda kendisine bakan gözlerle ilgili “Çevremdeki insanlar beni süzerler, bakışlarıyla didik didik ederler beni, beni beklerler. Zenci bir uşak boy gösterecek şimdi” derken söylemeye çalıştığı bu. Siyah bir beden olarak, tüm öznelliği bu beden imgesinin içine çekilmiştir.
Fakat kitapta da Darian Leader’dan alıntıyla anlattığım gibi, “bir imgenin içine çekilmek yabancılaştırıcı bir süreçtir”, kimliğimizde bir çatlak yaratır. Her zaman doldurmaya çalıştığımız kırılganlık çatlağı, ya da kitapta tanımladığım haliyle, “fay hatları” buralardan geçer.
Araştırmanın saha aşamasını biraz anlatabilir misiniz? Dünyada, sosyal bilimler alanında sıkça kullanılan sanat temelli bir araştırma yöntemi kullandığınızı belirtiyorsunuz. Bu yöntemin avantajları nelerdi? Böylesine çetrefil bir konuyu anlatmanızda kolaylaştırıcı işlevi oldu mu?
Yöntem üzerine çok düşündüm. Konvansiyonel yöntemlerle bu araştırmayı yapamayacağımın, kırılganlık gibi bir konuyu anketle ya da odak grup görüşmeleriyle anlamaya çalışmanın çok anlamlı olmayacağının, konunun katmanlarını ortaya koyacak bir yöntem bulma gerekliliğinin farkındaydım. Sanat temelli araştırma yöntemleri üzerine çeşitli okumalar yaptım. Dünyada bu alanda yapılmış çok heyecan verici çalışmalar olduğunu gördüm.
Roma ve Ankara’da çok farklı kırılganlıklarla karşılaşacağımı düşünerek araştırmaya başlamıştım. Ama iki sahadan da benzer kırılganlık hikâyeleri dinledim. Kırılganlığın kültürler üstü, kuşatıcı ve içinde yaşadığımız çağa ait bir bakış/ses rejimiyle ilgisi var.
Sonuç olarak, saha araştırması katılımcılarından kendi kırılganlık hikâyelerini günlüğe yazar gibi, ya da bir mektup yazar gibi yazmalarını istedim. Böylece araştırmacı olarak biraz geri çekilerek, kendi bakışımı katılımcıların üzerine düşürmekten mümkün olduğunca kaçınarak, katılımcılara alan açarak ilerlemek mümkün oldu. Katılımcıların kırılganlık hikâyeleri kırılganlığın dikişlendiği durumlar ve duygular üzerine çok-katmanlı bir çalışma alanı sundu.
İkinci aşamada ise katılımcılardan, anlattıkları hikâyeyi görsel olarak temsil ettiğini düşündükleri bir imgeyi, araştırmaya taşımalarını istedim. Böylelikle karşımıza bir de görsel bir boyut çıktı. Yazılı metin ve görsel metin üzerine birlikte düşünüldüğünde, birçok anlamsal ittifakın ya da çatışmanın olduğunu gördüm. Bu yöntemin çok zenginleştirici olduğunu düşünüyorum.
“Kırılganlığın dikişlendiği durumlar”dan ne kastettiğinizi örnekleyebilir misiniz?
Bunu kitaptaki kırılganlık hikâyeleri anlatıyor aslında. Kırılganlık öznenin kimliğinde bir “ideal”e karşı bir uyuşmazlık deneyimlediği her alanda yaşanabiliyor. Bunu “Beden” ve “Statü” başlıkları altında iki kategoride tartıştım. Fakat yepyeni bir saha araştırmasında, başka hikâyelerde, başka kategoriler, alt kategoriler ya da kategori dışı kırılganlıklar ortaya çıkacaktır. Buradaki dikişlemeden kastım, öznenin kendisini kırılgan olarak tanımladığı her durum, her hal, her sabitlenme ânı olabilir.
Araştırmaya katılan anlatıcılar aracılığıyla Roma ve Ankara arasında gidip geliyoruz. Farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerde, kendine özgü kırılganlık kategorileri ve kırılganlığın birleştirici nitelikleri neler?
İki şehirde, Roma ve Ankara’da çok farklı kırılganlıklarla karşılaşacağımı düşünerek araştırmaya başlamıştım. Ama sonuç olarak, her iki sahadan da benzer kırılganlık hikâyeleri dinledim. Kırılganlığın kültürler üstü, kuşatıcı ve içinde yaşadığımız çağa ait bir bakış/ses rejimiyle ilgisi var. Kültürel farklar elbette var, fakat sandığımız kadar belirgin farklar değil bunlar. Ankara’da yaşayan bir kadın ile Roma’da yaşayan kadının kırılganlığı birçok açıdan benzeşebiliyor. Katılımcıların kırılganlıkları da, onları anlatırken kullandıkları dil de, hikâyelerin ana çekirdeği de aynı yerden beslenebiliyor.
İdealliğin gösterişli koltuğuna ne yaparsa yapsın yerleşemeyen öznelerin hikâyeleri bunlar. Dil, kültür, coğrafya değişse de idealin merkezdeki yeri pek değişmiyor. Araştırma sonuçlarının beni de şaşırttığını eklemeliyim. Daha parçalı bir bakış/ses ilişkisiyle karşılaşacağımı düşünerek araştırmaya başlamıştım.
Bu kitap 2016’da tamamladığınız doktora tezini konu alıyor. Tez ve kitap arasındaki farklar neler oldu? Neleri budadınız veya yeniden biçimlendirdiniz?
Doktora tezi yazma sürecinin, doktora yapan herkesin bildiği gibi, çok daha kurumsal süreçlerle ilişkisi var. Doktora tez metni sizin metniniz olduğu kadar, size ait olmayan bir metne de dönüşebiliyor, danışman ve jüri üyelerinin hem zenginleştirici hem de biçimlendirici etkileri var. Kitap ise artık bu süreçleri geride bırakıp kendi dilinizle yeniden yazma olanağı sağlıyor. Metis Yayınevi’nden Semih Sökmen ile birlikte kitabı yayına hazırlarken metninin içinden dolambaçlı kuramsal izleği biraz geride bırakarak, metnin en canlı, en yaşayan kısmını çekip çıkararak okuyucuya sunmaya çalıştık.
Kırılgan öznelerin aynı zamanda kırılmazlık anlatısı inşa eden öznelere, sizin tabirinizle “kırılganlaştıran pratiklerin üreticisi”ne dönüşmelerini, kırılmazlık anlatısının evrensel, tarihsiz ve ebediymiş gibi algılanmasını, anlatıcıların idealliğin ideolojik ve tarihsel olduğundan bahsetmemelerini anlatıyorsunuz. Burada karşılaşan ve çatışan pozisyonları, muktedir olan ile olmayanı, Öteki ile ben arasındaki hattı biraz açabilir misiniz?
Buradaki pozisyonlar Möbius şeridi üzerindeki yer değiştirmeler gibi düşünülebilir. Möbius şeridi tek yüzlü bir şerittir ve bir ucu diğer ucuna 180 derece bükülerek tutturulmuştur. Normal bir şeride yapılan bu müdahale bu şeridi tek yüzeyli kılmıştır, böylelikle bu şerit üzerinde hareket edildiğinde bütün bir alan taranarak başlangıç noktasına dönülür. Kırılganlık anlatısıyla ideallik anlatısının arasındaki bağın da benzer olduğunu düşünüyorum.
Kaja Silverman’ın Görünür Dünyanın Eşiği adlı çalışmasında görsel içerik üreticilerine yaptığı çağrıyı çok anlamlı buluyorum ve burada da tekrarlamak istiyorum: “Başka bir biçimde görmemize katkıda bulunun.”
Kendi kırılganlığını anlatmaya başlayan özne tüm ideallik anlatısını katederek bu anlatıyı kuruyor. Başka bir deyişle, biricik ve kişisel bir anlatıyı aktarmak için öncelikle toplumsal olanı anlatmak zorunda kalıyor. Möbius şeridinde, kendisini anlatırken Öteki’ni, Öteki’ni anlatırken kendisini anlatarak yer değiştiriyor. Kırılganlığımızı anlatırken ideali, ideali anlatırken kırılganlığımızı anlatıyoruz, hep aynı kavramsal alanı bir bütün olarak katetmek zorunda kalıyoruz.
Öteki’yi burada bir başka özne olarak düşünmemek gerekiyor. Lacancı Büyük Öteki kavramını hatırlayarak, öznenin yerleşik olduğu simgesel sistemi Öteki olarak düşündüğümüzde, Ben-Öteki ayrımını daha iyi anlayabiliriz. Öteki zaten Ben’e yerleşiktir; aynı zamanda kurucu bir özelliği vardır. Bu nedenle özne kendi adına bir cümle kurarken aslında Öteki’nin sesini devralır. Kırılganlık anlatısının ideallik anlatısıyla aynı hat üzerinde yer alması da bu nedenledir.
Farklı kırılganlıklara sahip olmamıza rağmen herkesi bir araya getirecek bir zemin olarak kırılganlığın hakikati var mı?
İdealin tekil ve hükmedici sesi ve imgeleri yerine, kırılganlığa yer açtığımızda başka bir görme rejimine katkıda bulunabileceğimizi düşünüyorum. Başka bir bakış/ses rejimi yaratmaya dair her çaba değerlidir. Kaja Silverman’ın Görünür Dünyanın Eşiği adlı çalışmasında görsel içerik üreticilerine yaptığı çağrıyı çok anlamlı buluyorum ve burada da tekrarlamak istiyorum: “Başka bir biçimde görmemize katkıda bulunun.” Gündelik hayatta da bu çağrıyı aklımızın bir köşesinde tutmamız gerek diye düşünüyorum. Birbirimize bakarken bakışımızı indirebilmeli, Öteki ile aynı hizaya gelebilmeliyiz. Böylelikle bakışın o despotik noktasından kopabilir, onu çok daha demokratik bir şekilde işleterek daha çoğul ve daha iyileştirici bir görme rejimi kurmak mümkün olabilir. En azından benim umudum bu yönde.