KARA TREN: STEPHEN HAWKING (8 Ocak 1942 –14 Mart 2018)

Yücel Göktürk
19 Mart 2018
SATIRBAŞLARI
14 Mart’ta aramızdan ayrılan çağımızın Kopernik’i Stephen Hawking’i Zamanın Kısa Tarihi adlı eserini konu alan Ekim 1997 tarihli (Roll, sayı 12) yazı ve vefatı sonrasında kaleme alınan zeyl ile uğurluyoruz. 14 şarkı eşliğinde…

Rolling Stones söylüyor: Time waits for no one

Hikâye bu ya, Ben Johnson’la bir kaplumbağa yarışa tutuşmuşlar, Johnson on kat daha hızlı koştuğu için kaplumbağa kardeşe on metre avans vermiş. Fakat sonra fena halde pişman olmuş, çünkü arayı bir türlü kapatamamış ve rüzgârın oğlu Ben Johnson, zamanın çocuğu kaplumbağaya geçilmiş.

Nasıl olur demeyin, aynen şöyle olmuş: Kaplumbağadan on kat hızlı koşan Johnson onuncu metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş 11. metreyi geçmiş. Johnson 11. metreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir desimetre daha ilerlemiş. Johnson o desimetreyi tamamladığında, kaplumbağa kardeş bir santim daha ilerlemiş. Johnson o bir santimi tamamlarken, kaplumbağa kardeş bir milimetre daha ilerlemiş. Johnson o bir milimetreyi geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda biri kadar ilerlemiş. Johnson milimetrenin onda birini geçerken, kaplumbağa kardeş milimetrenin onda birinin onda biri kadar ilerlemiş…

Ve bu böyle devam etmiş; Johnson, kaplumbağa kardeşten on kat daha hızlı koştuğu halde, avans verdiği on metreyi bir türlü kapatamamış… Yarıştan sonra, şaşkınlık, içinde kaplumbağa kardeşe sormuş: “Nasıl olur da böyle olur?” Güngörmüş kaplumbağa, “olur olur, bal gibi olur” demiş, “bu çok eski bir hikâyedir”. Johnson bakakalmış, kendi kendine mırıldanmış: “Amma hikâye…”

Roll, sayı 12, arka kapak, Ekim 1997

Tom Waits söylüyor: Time, time, time

Bir “amma hikâye” daha var. William James, 1911’de yayınlanan Bazı Felsefe Meseleleri adlı eserinde, bir “zaman meselesi”
 atmış ortaya. Ve bir “14 dakika” örneği
 vermiş. Roll’un 12. sayısının mana ve ehemmiyeti bakımından, James’in örneğini “12 dakika”ya uyarlayarak aktaralım.

Bazı Felsefe Meseleleri’nin yazarına bakılırsa, 12 dakikanın geçmesine imkân ve ihtimal yok, çünkü 12 dakikanın geçebilmesi için, önce yarısının, yani altı dakikanın geçmesi gerekir. Altı dakikanın geçmesi için de üç dakikanın… Üç dakika için de bir buçuk dakikanın, bir buçuk dakika için de bir buçuk dakikanın yarısının, bir buçuk dakikanın yarısı için de bir buçuk dakikanın yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının ve onun yarısının yarısının geçmesi gerekir. Bu gidişin varacağı yer belli: Sonsuzluğun labirentleri… Ya da zamanın sıfır noktası…

Zamanın sıfır noktası… Öyle bir şey var mı? Varsa, o noktanın öncesi ne, nasıl bir şey?

Umberto Eco bu sorulardan çok sıkı bir mevzu çıkarmış. Konu şu: 24 saatlik günün bir başlangıç ânı, bir sıfır noktası olması gerektiğine göre, bu “nokta” bir “yer”de ama, nerede?

Eco o noktayı Pasifik’teki bir adaya kondurmuş. O adada öyle bir hat varmış ki, orası 24 saatin başlangıç noktası, günün sıfır noktasıymış. O noktadan sonrası ise “önümüzdeki gün”müş. Peki ya o noktanın “berisi”? O da “evvelsi gün”. Zaten kitabın adı da, Önceki Günün Adası.

Roll, sayı 12, Ekim 1997

Mevzu harbiden derin. Bir insan zamanın sıfır noktasına gidebilir mi, giderse, o anda –yani sıfır noktası hattının üzerinde durduğu anda– nerede ve ne zamandadır? Dahası, hattın “beri” tarafına geçerse ne olur, nereye gider? Evvelsi güne mi?

Donovan söylüyor: Cosmic Wheels…

Evvelsi gün, dün, bugün, yarın…
 Hopi kızılderilileri böyle mevzulara takılmıyor, dillerinde “geçmiş”, “şimdi”, “gelecek” diye sözcükler yok. Çünkü, Hopilere göre, zaman “akmıyor”, “oluşuyor”.
 Hopi’lerin düşünce dünyalarında kâinatın iki veçhesi var, “Olan”, yani tezahür etmiş olan… Ve olmakta olan, yani tezahür etmekte olan…

“Olan” objektif ve somut, “kuvveden fiile” çıkmış, somutlaşmış bir “nesnel” durum. Ve ortaya çıktığı andan itibaren “şimdi”den ziyade geçmişe ait. Zira, bir kere “olmuş” olmuş. “Olmakta olan” ise, henüz potansiyel halde olduğundan, sübjektif ve soyut. İzlenimler, imgeler, simgeler, umutlar, arzular, hevesler, niyetler, duygular ve sezgilerden mürekkep bir “potansiyel” bu. “Olmakta olan”, işte bu potansiyelin kuvveden fiile çıkarak somutlaşma, nesnelleşme süreci.

Böyle olunca, haliyle “şimdiki zaman” bir bıçak sırtı mahiyeti kazanıyor. “Olan”ın olmuş olduğu (yani artık maziye karışmakta olduğu) ve “olmakta olan”ın olmakta olduğu bir an. Dumursal durumlar yani…

Peki bütün bunların ve bu kâinatın müsebbibi ne, kim? Hopilere göre “a’ane himu”. Kelimesi kelimesine Türkçesi, “güçlü bir şey”… Tamam, “güçlü bir şey” ama ne? Hopiler ellerini iki yana açmakla yetiniyor: Güçlü bir şey, kim bilir ne? Bir tür kozmik nefes… Zaman işte!..

Deep Purple söylüyor: Child In Time…

Zamanın tanrılığı kızılderililere has bir inanç değil. Eski Yunan’da, tanrıların tanrısı Zeus’un babası da “zaman”: “Her şeyi yaratan ve yok eden Kronos”…

Çapraz bulmacalardaki bankomuz, eski Mısır tanrısı Ra da “zaman”ın ta kendisi. Güneş tanrısı Ra, doğarken böceğe, batarken krokodile dönüşüyor. Geceyarısından sonra ise çift başlı (başları aksi yönlere bakan) bir aslan halini alıyor: Routi… Yani “dün ve yarın”.

Çin düşüncesinde ise, Tao, zamanı temsil eden eril ilke Yang ile kuvveden fiile çıkmayı temsil eden dişil ilke Ying’in uzayda birleşmesinden meydana geliyor. Ayrıca, Yang ve Ying sadece kozmik ilkeler değil, aynı zamanda kozmik ritmler. Ve, zaman anlamındaki Çince sözcük, che (ne rastlantı) daha çok “koşulların bir eylemin ortaya çıkmasına elverişli olup olmadığını” bildiriyor. (O kadar kısa bir kelime, bu kadar uzun bir tarif… Oluyor işte!)

Bob Dylan söylüyor: Last night I dreamed about St. Augustine

Ortadoğu’da ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dışındaki inanç sistemlerinin hemen hepsinde, tanrı hep zamanın içinde var oluyor, hatta bazen de zamanın ta kendisi oluyor. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te ise zamanın dışında. Kâinatla birlikte zamanı da yaratıyor. Ama, önce yerküreyi, “dağları ve denizleri” yaratıyor, sonra da zamanı: “gündüzü ve geceyi”…

Yani “o”, zamandan önce de var. Peki, “zamandan önceki zamanda”
 Tanrı ne yapıyor, nerede ve nasıl vakit geçiriyor? Kâinatı ve zamanı ne zaman yaratıyor? Ve niye “o zaman” yaratıyor da, başka bir zaman yaratmıyor?

Hikmetinden sual olunmaz, peki. Fakat insan Einstein’ın ünlü sualinin hikmetini de merak ediyor: “Yoksa, tanrının başka seçeneği yok muydu?” Yani, kâinatı ve zamanı yaratmaya, üstelik de “o belirli anda” yaratmaya mecbur muydu?

Kâinatın bir başlangıç zamanı olup olmadığı insan zihnini öteden beri uğraştıran bir şeydi. Ne de olsa, “dünyanın düzeni” önemli ölçüde bu sorunun cevabına göre şekillenecekti. Hıristiyan teologların “filozofların filozofu” diye yere göğe koyamadığı Aristo’ya göre, kâinat ebedi ve ezeliydi, herhangi bir zamanda başlamamıştı, herhangi bir zamanda da bitmeyecekti. Hep vardı ve hep var olacaktı. Aristo’nun ezeli ve ebedi kainat yorumu, tanrının ve elçilerinin ve temsilcilerinin “müdahale” alanını bir hayli daraltıyordu. Bu da, haliyle, teolojinin işine gelmiyordu.

Aziz Augustine, Aristo’yu “revize” etti ve bugünkü Vatikan’ın bile resmi görüşü olan dogmayı ilan etti: Zaman, tanrı tarafından yaratılan kâinatın niteliklerinden biriydi ve kâinatın başlangıcından önce, zaman diye bir şey yoktu. Yani, zamanın sıfır noktası tanrının kâinatı yarattığı andı. Tanrı zamanın belli bir ânında yaratmamıştı kâinatı, zaman yaradılışla birlikte başlamıştı. Peki, Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

“Aziz Augustine ‘Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu’ sorusuna cevap vermiyordu. ‘Tanrı, bu tür sorular soracak olanlar için cehennemi hazırlıyordu’ diyemezdi herhalde…” Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi’nde dalgasını böyle geçiyor.

Mustafa Topaloğlu söylüyor: Mach Keine Filozofi…

Cevabı hazırlamak Kant’a düşmüştü. Felsefenin köşe taşlarından biri sayılan Saf Aklın Eleştirisi’nde, kâinatın bir başlangıç noktası olup olmadığının “saf aklın çelişkileri”nden doğan “yanlış” bir soru olduğunu söylüyordu. “Çünkü” diyordu Kant, “eğer kâinatın bir başlangıcı yoksa, her hadiseden önce sonsuz süreli bir zamanın geçmesi gerekir ki, bu ‘absürd’ kategorisine girer. Eğer kâinatın bir başlangıcı varsa, o zaman da başlangıç noktasından önce, sonsuz süreli bir zaman var demektir ki, o zaman da ‘kâinat niye belli bir anda başlasın’ sorusu çıkar ortaya”…

Stephen Hawking’e göre, Kant aslında her iki durumda da aynı argümanı öne sürüyor. Çünkü her iki durum da aynı varsayıma, açıkça söylenmeyen, yazılmayan ama zımnen genel kabul gören bir varsayıma dayanıyor: Kâinat ebedi olsa da, olmasa da, zaman ebedi; sonsuza dek geçmişe uzanan bir zaman…
 Peki, bu ebedi zamanın hangi ânında kâinat yaratılıyor ve niçin başka bir anda değil de “o an”da? Ve yine Einstein’ın sorusuyla karşılaşıyoruz: Yoksa Tanrı, kâinatı “o an”da yaratmaya mecbur muydu?

Koro: Bang bang chitty chitty bang bang

Einstein’a bu soruyu sorduran, “Big Bang” / “Büyük İnfilak” teorisiydi. 20. yüzyıla kadarki teolojik, filozofik ve bilimsel tartışmaların hiçbirinde kâinatın genişlediği ya da daraldığı söz konusu edilmiyor, kâinatın hacmi sabit addediliyordu. Ancak 1929’da kâinatın genişlediğinin kanıtlanmasıyla birlikte, “hareket halindeki kâinatın nasıl yaratıldığı zihinleri kurcalamaya başladı ve ortaya “Big Bang” teorisi çıktı.

Evvel zaman içinde, kâinat minnacık ve acayip yoğun bir “şey”miş. Kalbur saman içinde “infilak” etmiş ve zaman içinde bugünkü kâinat haline gelmiş. “Big Bang” teorisi dinin yaradılış efsanesiyle pek öyle uzlaşmaz çelişkiler içinde değildi. Newton’un “ilk fiske”sinin yerini “büyük infilak” almıştı. Kâinat hareket halinde –genişlemekte olduğuna– ve kâinatın bir başlangıç noktası bulunduğuna göre, bir de “son”u olması kaçınılmazdı, eninde sonunda “patlayacaktı”. Kıyametin bilimsel adı “big crunch”dı.

Ortada, “bu ne yaman çelişki” dedirtecek bir durum yoktu. Zaten, bu nedenle, Papalık “big bang” teorisini benimsediğini dosta düşmana beyan etmiş, hatta 1981’de Vatikan’da dünyanın önde gelen bilimadamlarının katıldığı bir kozmoloji konferansı düzenlemişti. Ve Papa, konferansın kapanış törenini şereflendirdiğinde bilimadamlarına hitaben şöyle demişti: “Big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinin, araştırılmasının bir mahzuru yoktur…”

Ama, “hareket halindeki kâinat” kavramı, ister istemez, big bang ânını ve “big bang” öncesini de sorguluyordu.

Hareketsiz bir kâinatta, kâinatın başlangıç noktası, kâinat dışı bir güç tarafından belirlenebilirdi, fiziksel bir
 sebep, gereklilik yoktu. Ama,
 hareket halindeki –genişlemekte 
olan– bir kâinat kavramı, kâinatın başlangıç noktasının, tanrısal bir irade sonucu kadar, fiziksel bir mecburiyet sonucu olabileceğini de gündeme getiriyordu.

John Lennon söylüyor: Imagine…

Şimdi, bu noktada yine Stephen Hawking’e kulak vermek gerekir. “Tanrı’nın kâinatı geçmişte, kendi istediği bir anda yarattığına inanılabilir… Canı isteyen, Tanrı’nın kâinatı büyük infilak ânında, hatta daha sonraki bir zamanda, büyük infilak olmuş gibi yaparak yarattığını düşünebilir. Ama, kâinatın büyük infilaktan önce yaratıldığını söylemek anlamsız olacaktır. Genişleyen bir evren bir yaratıcıyı dışlamıyor, ama işini yapacağı zamana ilişkin sınırlamalar getiriyor…”

Einstein’ın sorusu tam da buydu zaten: Tanrı’nın kâinatı belirli bir zamanda başlatma mecburiyeti. Yaradılışın “big bang”den önce vuku bulması, Hawking’in vurguladığı gibi, mümkün değildi, “big bang”den sonrası ise gereksiz olurdu, çünkü kâinat zaten “olmuş”tu.

Geriye sadece “big bang” ânı kalıyordu. Yani Tanrı istese de istemese de kâinatı o anda yaratmaya mecburdu.

Peki o an, hangi andı? Yani zamanda hangi noktaydı? İnfilak zamanın dışında gerçekleşebilecek bir şey olmadığına göre, “big bang”in zamanın dışında bir nokta olması söz konusu değildi. Velhasıl, “big bang”den öncesi yoktu, çünkü “big bang”den önce zaman yoktu. Peki, yaradılıştan önce ve “big bang” ânında Tanrı ne yapıyordu?
 Aziz Augustine’in cevapsız bıraktığı tehlikeli soru yine karşımızda.

Tehlikeli bir soru, zira Tanrı’nın zamanın içinde olması gerekiyor ki, “big bang” ya da yaradılış vuku bulsun. “Big bang” zaman içinde gerçekleşen bir şey olduğundan, Tanrı’nın önce zamanı yaratmış olması ve o zaman içinde bir noktada “big bang”i gerçekleştirmesi, yani kâinatı yaratması gerekiyordu. Ancak, kutsal metinlere göre, Tanrı önce kâinatı, sonra zamanı, Aziz Augustine’in yorumuna göre de kâinatı ve zamanı eşzamanlı olarak yaratmıştı. Her halükârda, Tanrı zamanın içinde değil, dışındaydı.

Aziz Augustine, “yaradılıştan önceki zaman” tartışmasını, “kâinattan önce zaman yoktur” diye kestirip atmakta kendi açısından haklıydı. “Kâinattan önceki zaman”, Tanrı’yı ister istemez zamanla bir ilişkiye sokacaktı ve bu ilişki din hakkında pek hayırlı sonuçlar doğurmayacaktı. Ama, “big bang” teorisi bu kaçınılmaz ilişkiyi kurdu ve Aziz Augustine’in inşa ettiği dogmayı temelinden sarstı.

Madonna söylüyor: Papa Don’t Preach…

Zaten tam da bu nedenle, 1981’de Vatikan’da toplanan konferansın açılış konuşmasında, Papa, “‘big bang’den başlayarak kâinatın evriminin incelenmesinde, araştırılmasında bir mahzur yok” dedikten sonra. Aziz Augustine’i aratmayacak biçimde bilimadamlarını uyarmıştı: “Ama, ‘big bang’in kendisini araştırmaya kalkılmamalı, çünkü o an yaradılış ânıdır ve Tanrı’nın işidir…”

Papa’nın o gün orada hitap ettiği bilimadamlarından biri olan Hawking, o anki düşüncelerini şöyle naklediyor. “Hangi konuda konferans vereceğimi bilmediğine memnun oldum. Konum uzay zamanının sonlu, ancak sınırsızlığı idi, bu da
 bir başlangıç ânı, bir yaradılışın olmaması demektir. Galile’yle aynı kaderi paylaşmak istemem, çünkü ona büyük bir yakınlık duyuyorum, bu belki biraz da onun ölümünden tam 300 yıl sonra doğmuş olmamdan!..”

“Big bang” teorisinin zaman boyutu, tektanrılı dinlerin yaradılış efsanesini fena halde köşeye sıkıştırmıştı: Ya kâinattan önce zaman vardı ve Tanrı zaman içinde istediği, dilediği bir anda kâinatı –icabında “big bang” süsü vererek– yaratmıştı… Ya da kâinattan önce zaman yoktu ve kâinatı fiziksel bir mecburiyet sonucunda “big bang” yoluyla yaratmıştı.

İkinci şık, Tanrı’yı “‘big bang’ yapmaya”, birinci şık ise kâinattan önce “zamanı yaratmaya” mecbur ediyordu.
 Zaten tam da bu nedenle, yaklaşık beş asır arayla Aziz Augustine ve Papa John Paul, “Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusunu gürültüye getirmeye gayret ediyordu.
Çünkü, Tanrı ya zamanı yaratmakla meşguldü ya da “bing bang” ânının gelmesini bekliyordu. Her ikisi de bir mecburiyetti; eninde sonunda “Tanrı’yı bütün bunlara mecbur eden ne?” sorusuna bir cevap bulmak gerekiyordu. Ve kimse, Hopilerin cevabından başkasını kolay kolay veremeyecekti: güçlü bir şey…

Erkin Koray söylüyor: Öyle bir geçer zaman ki, dediğim aynıyla vaki…

Buraya kadarki satırlar 1997 Ekim’inde, Roll’un 12. sayısının “Fotosentez” sayfasına yazılanlar. 2000’lerin ortalarında yazılsaydı, girişteki Ben Johnson örneğinin yerinde tabii ki Usain Bolt olacaktı. Ama geri kalanı aynıyla vaki.

O yazının bundan sonraki kısmı Roll’un birinci yıldönümü üzerine, zaman temalı varyasyonlardı. Şimdi, bundan sonraki satırlar ise Hawking’e saygı duruşu.

Dediklerimiz aynıyla vaki ama, öyle bir geçti ki zaman… Dünya da, ülke de çok başka bir yer artık. Ve Hawking’in dedikleri, bugünün “hakikat sonrası – alternatif gerçek” ikliminde, daha da bir “damardan”. Zamanın Kısa Tarihi o zamanlarda siyasal uzantıları, tonları olan bir kitaptı, bu zamanlarda ise basbayağı siyasal bir kitap. Hawking’in kendisi de siyasal bir figür artık.

Vefatının hemen ertesinde, sosyal medyada dolaşıma giren ve paylaşım rekorları kıran fotoğraftaki savaş karşıtı gösteride, Tarık Ali ve Vanessa Redgrave’le birlikte yürüyen gözlüklü, koltuk değnekli gencin Stephen Hawking olduğu yolundaki rivayet derhal kabul gördü. Niye görmesin? 1969’daki Vietnam savaşı karşıtı bir gösteride, Hawking’in de olmasında yadırganacak bir şey yoktu.  

Derken, Tarık Ali’nin açıklaması geldi: “(Sosyal medyada) o çok paylaşılan fotoğraftaki kişi Hawking değil. Evet, Hawking Vietnam savaşına karşıydı. Irak savaşına da karşıydı. Ama fotoğraftaki kişi o değil, keşke öyle olsaydı.”

Hawking Filistin’in işgaline de karşıydı, İsrail’i boykot kampanyasını destekliyordu, BDS’nin (Boycott, Divestment and Sanctions) safındaydı. 2013’te İsrail hükümetinin yaptığı konferans davetini reddetmişti.

Dünyanın dört bir yanında Hawking’i saygıyla ananlar da vardı, dini ideolojileri çürüten çalışmalarından ötürü zındık ilan edenler, lanet okuyanlar da. Dünyanın başka yerlerindeki cihadistler gibi, Türkiye’nin siyasal İslâmcıları için de, Hawking “küfür” demekti. Başta evanjelistler olmak üzere, kökten Hıristiyanların gözünde de “engizisyonluk”tu.

Üç asır öncesinde Galile, dokuz asır öncesinde İbn-i Rüşd veya altı asır öncesinde Simavna Kadısı Bedreddin köktendinciler için neyse, Hawking de oydu. Bedreddin’i anmışken… Zamanın Kısa Tarihi’nin Türkçeye kazandırıldığı günlerde, tesadüfen –tevafuk mu demeli– Varidat da elimizin altındaydı. Aynıyla vaki: Kâinat sezgisi ve kâinat bilimi karşılaştırması bakımından, Varidat’la Zamanın Kısa Tarihi arasındaki kimi paralellikler parmak ısırtıcı.         

Bob Dylan söylüyor: Time Out of Mind / Highlands…

Stephen Hawking 14 Mart 2018’de ebediyete intikal etti. Galile’nin ölümünün 300. yıldönümünde, 8 Ocak 1942’de doğmuştu, Einstein’in doğumunun 139. yıldönümünde vefat etti. Yıldızların bir bildiği var belki de. Ölüm tarihinin “Dünya Pi Sayısı Günü”ne denk gelmesi de ayrıca “amma hikâye”.    

New Yorker dergisinin Hawking’in doğum-ölüm tarihlerinin Einstein ve Galile’ninkilerle çakışmasına ilişkin nükteli tweet’inin[i] altına ciddiyetle yazılanlar, “zamanın ruhu”na ayna tutuyor. “Ölüm gününü planlamış olamaz mı”dan “mutlaka planlamıştır”a uzanan yelpazede, Einstein’ın 139. doğumgünü kadar değilse de, “Dünya Pi Sayısı Günü”nün vurgulanmış olması dikkat çekici.

Bu bahiste, ThisIsNotMyBeatiful adlı İngilizce hesabın şu tweet’ini selamlamamak olmaz: “Şu matematiğe bakın: Galile ile Hawking arasında 300 yıl, Einstein’la Hawking arasında 139 yıl var. 300+139=439. Bunu pi sayısına, 3.14’e bölün. 439÷3.14=139 (yuvarlama yok)! Tam tamına Einstein’la Hawking arasındaki yıl sayısı. #MatematikEğlencelidir”

Peki, 14 Mart’ta vefat eden Hawking’e adanan işbu yazının kendiliğinden 14 şarkı etrafında dönmesine ve dahi 1 ile 4’ün pi sayısının sonsuz küsuratının başlangıcı olmasına ne demeli?  

Taner Öngür söylüyor: Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında…

Stephen Hawking şimdi Tanpınar’ın ünlü dizelerinde. Zamanımızın içinde değil artık, ama dışında da değil büsbütün. Sadece içinde olduğumuz zamanın değil, bundan sonraki zamanların da hem dışında hem içinde bundan böyle. Onsuz, ona referans verilmeyen, onun anılmadığı zaman olmayacak artık. Galile gibi, Einstein gibi ve daha birçokları gibi.

Alevi-Bektaşi inancında gidenin arkasından devri daim olsun denir, biz de öyle diyelim. Düz anlamıyla da söyleyelim: Hawking her devirde daim olacak. Bilim ve sanat öyle bir hakikat kapısı çünkü.

Hayko Cepkin söylüyor: Anlıyorsun değil mi, zaman akmıyor sanki…

İslâm ilahiyatında olduğu gibi, Hıristiyan ilahiyatında da “faiz haram”. Haram, çünkü faizin esası, künhü zaman. Tefecilik / bankacılık kurumu zamanı alıp satıyor. Boşuna dememişler: Vakit nakittir. Oysa zamanın tek bir sahibi var: Tanrı. Tefeciler, bankalar sahibi olmadıkları, tanrının mülkü olan zamanı alıp satıyor. Günahın tillahı.

Zamanında büyük gürültü koparan Hıristiyanlığın Özü’nde, dini ideolojiyi ters yüz etmesiyle ünlü Alman filozof Ludwig Feuerbach, “zamanın sahibi tanrı değil, insandır” diye bir cümle kurabilirdi pekâlâ. Öyle demiş olsaydı, Feuerbach Üzerine Tezler’de, Marx birkaç cümle de onun üzerine ederdi. “Hangi insan?” diye sorar, “işçinin zamanıyla sermayedarın zamanı aynı değildir” diye devam eder ve şöyle bağlardı herhalde: Kapitalizmde, zamanın sahibi sermaye sahipleridir, kapitalist sınıftır, yani burjuvazidir.”

Haksız mı? Örnek çok, ama 22 Şubat 2018 tarihinde, su şirketi (bu “su şirketi” ifadesine Marx kim bilir ne derdi?) Sırma’nın çalışanlarına yolladığı, basına yansıyan e-posta en taze belge:

“Değerli Sırma grup çalışanları,

Çalışanlarımızın bütün sözlü uyarılara rağmen mola uygulamasını suistimal etmeleri sebebiyle, 15’er dakikalık ara dinlenme saatleri iptal edilmiştir. Ayrıca çalışma saatleri içerisinde sigara kullanımı için sigara içme alanına ya da kafeteryaya inilmesine de izin verilmeyecektir. Bilgilerinize rica ederiz. Saygılarımızla.

İnsan Kaynakları Müdürlüğü”

Marx bu “İnsan Kaynakları” ifadesine kim bilir ne derdi, demeyelim, soralım: Hangi çalışana sorarsak soralım, işyerinde, iş saatlerinde zaman nasıl geçiyor diye, “zaman akmıyor sanki” demeyecek çıkar mı? Peki, molalarda, özellikle de uzun molalarda ya da yıllık izinde? “Göz açıp kapayana kadar” elbette.

Feuerbach yukarıda andığımız türden bir cümle kursaydı, Marx Kapital’de söylediğini Feuerbach Üzerine Tezler’de de söylerdi herhalde: “Özgürlük zamandır.”

Peki, Hawking kapitalizm hakkında ne düşünüyordu? Robotlar emek-zaman sömürüsüne çare olabilir miydi? Bizim yerimize robotlar çalışsa özgürleşir miydik?

6 Ekim 2015’te, Reddit bilim dergisinin bu minvaldeki sorusuna cevabı:

“Eğer makineler ihtiyacımız olan her şeyi üretirse, sonuç bu üretilen şeylerin nasıl paylaşıldığına bağlı olur. Makine-üretimi zenginlik paylaşılırsa, herkes lüks bir hayatın tadını çıkarabilir veya makine sahipleri bu zenginliğin paylaşımına karşı başarılı bir kampanya yaparsa, çoğunluk sefalete gömülür. Şimdiye dek, trend ikinci ihtimal yönünde. Teknoloji eşitsizliği sürekli derinleştiriyor.”

1 Aralık 2016 tarihli Guardian’daki yazısında da şunları söylüyor:

“Otomasyon imalat sanayiindeki istihdamı kıyıma uğrattı. Yapay zekânın yükselişi de bu kıyımının orta sınıflara doğru derinlemesine yayılmasına yol açacak görünüyor. Bu da dünyanın dört bir yanında yaygınlaşan eşitsizliğin artışını hızlandıracak. İnternet ve dijital platformlar, çok küçük bir azınlığın, çok az istihdamla devasa kârlar elde etmesini mümkün kılıyor.

Mali eşitsizliklerin daralmadığı, aksine genişlediği bir dünyada yaşıyoruz. Birçok insan sadece yaşam standartlarının çökmesini değil, geçimlerini kazanma şartlarının ortadan kalkmakta olduğunu görüyor. Yeni bir toplumsal sözleşme arayışında olmaları şaşırtıcı değil. Trump ve Brexit bu arayışın görünürdeki temsilcileri.

İnsan türü, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Dehşet verici çevresel tehditlerle karşı karşıyayız: İklim değişimi, gıda üretimi, aşırı nüfus, diğer türlerin yok oluşu, salgın hastalıklar, okyanusların asitlenmesi.

Bütün bunlar insanlığın gelişimindeki en tehlikeli anda olduğumuzun göstergeleri. Üzerinde yaşadığımız gezegeni imha edebilecek teknolojiye sahibiz, ama ondan kaçmamızı sağlayacak bir hünerimiz yok.”

Manic Street Preachers söylüyor: Me and Stephen Hawking…

İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in taziye mesajı: “Stephen Hawking’in kâinatın sırlarını açıklığa kavuşturma kararlılığı bütün dünyayı esinlendirdi. O aynı zamanda, hayatın zorlu sıkıntılarının üstesinden gelme konusunda nefes kesici bir cesaret örneği ve Ulusal Sağlık Hizmeti’nin tutkulu bir savunucusuydu. Çok özleyeceğiz.”

Corbyn’in sözünü ettiği Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS), sosyal devlet anlayışının son kalelerinden biri. Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi, kamusal sağlık hizmeti Britanya’da da neoliberalizmin hedef tahtasında.

Sağlığın temel bir hak, devlet açısından ise asli bir yükümlülük olmaktan çıkarılması, alınıp satılan bir meta, muazzam kârlı bir yatırım alanı, sınai-ticari sektör haline getirilmesi, 1970’lerin sonundan bugünlere, adım adım ilerleyen bir süreç. Bugün gelinen nokta ve Stephen Hawking’in sözünü ettiği insanların “mukadderatı” Ken Loach’un Ben, Daniel Blake filminde en yalın haliyle karşımızda duruyor. Slogan gibi olmasın, ama olsun: Hepimiz Daniel Blake’iz.

Stephen Hawking şanslı bir Daniel Blake’ti. Şansı Blake’ten önce dünya gelmesiydi. 22 yaşındayken umarsız motor-nöron hastalığına yakalandığı teşhis edildiğinde, sene 1964’tü. Sosyal devlet ayaktaydı, en kapsayıcı dönemini yaşıyordu. Öyle olmasaydı, Hawking diye biri olamazdı. Ne öyle bir insan, ne de öyle bir bilim insanı.

Bugün olsa, Cambridge Üniversitesi’nde olamazdı. Ailesinin bütçesi onu, değil Cambridge’e, üniversiteye göndermeye yetmezdi. Diyelim yetti, o sağlık durumuyla çalışmalarını sürdürmesi mümkün olmazdı. Bütün bunlar bir yana, hayatta kalamazdı, çünkü tedavi masraflarını karşılayamazdı. 1970’leri göremezdi. İnsanlık da öyle bir fizikçiyi göremez, o bilimsel çalışmaların ufkuna vakıf olamazdı.

Hawking o feci hastalığa rağmen 76 yaşına kadar yaşadı. Ömrünü Corbyn’in sözünü ettiği kamusal sağlık kurumuna borçluydu. Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği, sağlığın metalaştırıldığı, bir kâr alanına dönüştürüldüğü, Daniel Blake’lerin ölüme mahkûm edildiği neoliberalizm dönemine 22 yaşında denk gelseydi, ömrü kırk-elli yıl kısalacaktı.[ii]

İnsan ömründen bahsediyoruz. Ha onca yıl, ha 24 saat, 24 gün, 24 ay… İnsan ömrünü çalan bir “sağlık hizmeti”nden bahsediyoruz. Bunu “doğa yasası” olarak insanlığın önüne koyan küresel sermayeden, küresel neoliberalizmden bahsediyoruz.

Neoliberalizmin Britanya’daki bayraktarı Muhafazakâr Parti, sağlık sisteminin can çekişen kamusallığına ölümcül darbeyi indirmeye hazırlanıyor. ABD’de de Trump, İskandinav ülkelerindeki kamusal sağlık sisteminin soluk bir kopyası olmasına rağmen kendisini iktidara taşıyan güçlerin “komünistlik” dediği “Obamacare”i lağvetmekle meşgul.

“Ulusal Sağlık Hizmeti olmasaydı hayatta kalamazdım” diyordu Hawking. “Benim durumumda sağlık hizmeti, özel hayat ve bilimsel hayat iç içedir.” Ve sadece sağlık alanında değil, her alanda neoliberalizme cephe aldı. Ve hep neoliberal politikaların kutsal üçlüsünü hedefe koydu: Deregülasyon, kamu bütçesinin tırpanlanması, özelleştirme.

Bunları söylemekle kalmadı, açık tavır aldı, kampanyalara angaje oldu.

Stephen Hawking’in arkasında bıraktığı miras, insanlığın kâinata bakışını değiştirecek çalışmalardan, eserlerden ibaret değil. Bilimsel çalışmalarıyla kazandığı namını, konumunu eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştiren, kökleştiren, insanlığı ve gezegeni tarihte misli görülmemiş çapta tehdit eden neoliberalizme karşı seferber etmesi de var. Bu politik miras, bilimsel mirasının gölgesinde kalmayacak kadar önemli.

Anısı önünde bütün düğmelerimizi ilikliyoruz –Manic Street Preachers’ı dinleyerek:

“Boğa Herman ve koyun Tracey / Gen aktarımlı sütte insan proteini / Bebek mamasından daha ucuzdur bakterisi / Dikkat edin bugün / Bugün inek, yarın siz / (…) / Zevkten dört köşeyiz / Ben ve Stephen Hawking, gülüyoruz kah kah / Beden dersinden sınıfta kaldık / Cinsel devrimi kaçırdık / (…) / Dikkat edin / Bugün inek yarın siz…”

[i] The New Yorker’ın 14 Mart tweet’i: “Stephen Hawking Galile’nin 300. ölüm yıldönümünde doğduğunu hatırlatmaya bayılırdı. Albert Einstein’ın 149. doğum yıldönümünde öleceğini bilseydi kim bilir nasıl bir tepki gösterirdi.”
[ii] Bugün, 22 yaşındaki bir üniversite öğrencisi, Hawking’inki gibi bir hastalığa ya da daha hafifine yakalansa, onu nasıl bir gelecek bekliyor olurdu? Bu soruya güzel bir cevap için: https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/mar/14/a-young-stephen-hawking-would-never-survive-in-todays-age-of-austerity?CMP=twt_gu
^