Performans sanatçıları olarak deprem bölgesine gitmeye nasıl karar verdiniz?
Güray Dinçol: Hemen karar veremedik tabii. Birçoğumuz gibi ben de büyük bir şok yaşadım. Çaresizlik, üzüntü, öfke ve bütün bu duyguların iç içe geçtiği üç-dört günlük bir kıvranış içindeydim. Mesleki bir çaresizlik içine düştüm diyebilirim. Mesleğimin böyle akut bir krizle karşılaşıldığında ne kadar işlevsiz ve anlamsız olduğuna dair bir tür sorgulamaya çakıldım. Dolayısıyla, ilk üç-dört günde bir ağırlık hissi, öfke, üzüntü, yas iç içeydi.
Sonra “performans sanatçıları olarak sahada ne yapabiliriz”i düşünmeye başladım. Tiyatro camiasında birçok insanla temas içindeyim. Bu alanda deneyimine güvendiğim, bize kılavuz olacak kişilere bir çağrı yaptım. Hızlıca bir söyleşi organize ettik, internetten canlı yayınladık. Çok ilgi gördü. Beş kişilik deneyimli ve uzman bir konuşmacı grubunun sahaya dönük tavsiyelerini, düşüncelerini ilettiği, biz performans sanatçılarının “ne yapmalıyız, hangi aşamada devreye girmeliyiz” gibi sorularını, kaygılarını dinlediği bir çalışma oldu.
Bu buluşmanın dinamiğiyle ikinci aşama gözüktü. “Bunu atölyelere çevirelim, başlıklar ortaya çıktı, sıra yüz yüze buluşmada.” dedik. Çünkü hâlâ sahaya gitmeye hazır bir durum yoktu. Henüz barınma, beslenme, güvenlik, hijyen gibi temel şartlar sağlanmamıştı. Sanattan bahsedilebilecek bir zemin yoktu henüz. Bu yüzden “Sürece hazırlanalım” dedik, buna odaklandık. Beden perküsyonu, sosyal clown, oyun kurma, oyun yoldaşlığı, kukla, masal anlatıcılığı gibi atölye çalışmaları silsilesine başladık. O atölyelerde sahaya gitmek isteyen, o söyleşi gecesinde tanıştığımız onlarca tiyatrocu, performans sanatçıları vardı. Yaklaşık 20 katılımcı, 20 gözlemci, 40 kişilik bir ekiple çalıştık. Sonra bu ekipler çıktılar sahaya, gittiler geldiler hatta. Hâlâ sahada olanlar da var. Ve bunun rüzgârıyla da eğitimin ikinci aşamasını yaptık.
Depremin birinci ayında, bölgeye ilk turunuzu yaptığınızda hangi noktalara, kimlerle gittiniz?
Clowns Without Borders’la –Sınır Tanımayan Palyaçolar’la– birlikte ilk turumuza çıktık. Sınır Tanımayan Palyaçolar İsveç’in fonu ve Clown Me In diye Lübnanlı –sosyal aktivist bir clown grubunun– bir STK’nın iş birliğiyle gittik bölgeye. Lübnanlı üç performans sanatçısı ve iki İsveçli –biri fotoğrafçı, diğeri müzisyen– sanatçıdan oluşan bir ekiple üç sahada bulunduk. Üç gün Hatay’daydık. Üç gün de Antep ve Maraş bölgesinde, ilçelerde ve köylerde çalıştık. Daha sonra, bahsettiğim atölye çalışmalarının ikinci ayağını tamamlamak için küçük bir ara ve hemen sonra da, yine Sınır Tanımayan Palyaçolar’la, fakat bu sefer ABD ekibiyle sahaya döndüm. Bu turda önce Antep, Maraş yaptık ve Pazarcık, Narlı gibi gitmediğiniz ilçelere gittik. Yarın (25 Mart) Hatay’a geçeceğiz, üç gün de Hatay’da çalışacağız.
İlk turunuzda nasıl bir manzarayla karşılaştınız? Bir tiyatrocunun, performans sanatçısının gözüne ilk çarpan ne oldu?
Depremin birinci ayında sahaya adım attık ve açıkçası geç kaldığınızı hissettim. Elbette hiçbir şey için geç değil ama, “zamanı mı, gerekli mi, değil mi?” gibi kaygılarımızın, sahaya çıktıktan sonra hiçbir karşılığının olmadığını gördüm. Öyle büyük bir çaresizlik ve yıkım var ki, sanatçı ya da herhangi bir mesleğe sahip herhangi bir kişinin gönüllü olarak orada, o insanların yanında olması çok önemli. O yüzden bu ülkede yaşayan her bireyin o bölgeden bir kere geçmesi gerektiğine gönülden inanıyorum. Gerçek bir dayanışma ruhunu anlamak, bunu bir arada yaşamak için.
İşin diğer boyutuna gelince, barınma, beslenme güvenlik gibi temel ihtiyaçlar sağlandıktan sonra hemen sanata alan açılıyor. Bunu ben söylemiyorum tabii, birçok sanat kuramcısının söylediği şey bu. Ama nasıl bir sanat? Mesela kaldığımız kampta –İBB’nin afet koordinasyon kampında– yakılan ateşin başında saz çalınıp söyleniyordu. Ya da bir kampın içinde dolaşırken Alevi bir ailenin deyiş söylemesinin de insanlara iyi geldiğine tanık oldum. Bu da sanat. İşte orada sanat başlıyor.
Bizim öznemiz ilk önce çocuklar tabii. Çocuklar travmayı yetişkinlerden çok başka yaşıyor. Onların da hayatı altüst oluyor, ama çocuklukları gitmiyor. Bir oyun arkadaşı olarak onlarla temas halinde olmak çok önemli. O yüzden geç kalmışız diyorum. Kamplara ya da barınma alanlarına yerleştikleri andan itibaren sahada çocuklarla çalışan herkes bence doğru zamanda oradadır. Ama doğru şey yapılıyor mudur, bu tabii tartışma konusu.
Barınma, beslenme güvenlik gibi temel ihtiyaçlar sağlandıktan sonra, hemen sanata alan açılıyor. Mesela kaldığımız kampta, yakılan ateşin başında saz çalınıp söyleniyordu. Bir kampta dolaşırken Alevi bir ailenin deyiş söylemesinin de insanlara iyi geldiğine tanık oldum.
Benim yaptığım alana da eleştiriler gelmişti. “Clown’lara gerek var mı canım şimdi?” Buna şöyle bakıyorum: Neyi, nasıl yaptığımız önemli. Her tür sanatsal desteğe ihtiyaç var, ama nasıl yaptığımız, hangi donanımla, hangi arka planda, hangi hazırlıkla hangi niyetle, hangi kitleye, hangi zamanda? Bütün bunların cevabı açıksa sizde, “erken mi, geç mi, şimdi bize gerek var mı” tartışmalarını çok boş ve çok şehirli buldum orada. Uzaktan bakan, İstanbul’dan bakan bir kaygı bu. Beslenme, barınma, temizlik gibi temel ihtiyaçlar karşılanır karşılanmaz hemen orada olmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Dediğim gibi, ilk düşüncem geç kalmışız oldu. Gittiğimiz hiçbir noktada kötü karşılanmadık, aksine müthiş bir coşkuyla karşılandık. Yetişkinlere de çok iyi geldi yaptığımız şey, sosyal hizmet görevlilerine de, doktorlara da… Sahada olan birçok insana temas etmeye çalıştık, sadece çocuklara değil. Ve kimseden tek bir ters tepki almadık, hep çok olumlu geri dönüşlerle ayrıldık.
Siz nasıldınız o günler boyunca? Sizi nasıl etkiledi yıkım, çaresizlik?
Sanırım yaptığımız iş yüzünden şanslıydık. Çünkü çok fazla hareket ediyoruz. Her gün en az altı noktaya gidiyorduk. Gerilla tarzı diyebileceğimiz bir hızda, otuz dakika–bir saat arası maksimum tansiyonla gösteri yapıp, çocuklarla oynayıp, bir sonraki noktaya doğru harekete geçen bir konsept içindeydik. O yüzden bu hengâmenin içinde depremin yıkımını psikolojik olarak çok fazla yaşamadım açıkçası.
Tabii ki çok ağır bir resimle karşı karşıya kaldık. Özellikle Defne ve Samandağ’da enkazlardan gelen koku, şahit olduğumuz görüntüler çok sarsıcıydı, ama çocuklar kopardı bizi bunlardan ve kendilerine çekti. Onlarla çalışmak bizi taze tuttu. Komedi üzerine bir iş yapıyor oluşumuzla, ekip üyelerinin taşıdığı mizahi güçle ayakta kaldık. Yaptığımız işe sığındık kısacası. Yaptığımız işle kendimizi toparladık ve bir sonraki noktaya gidecek gücü bulduk.
Travmanın çocuklara yansıması nasıldı? Anlatıda fiziksel olanı, hareket düzenini dert edinmiş bir tiyatrocu gözüyle neler gördünüz çocuklarda? Oyunlara katılırken rahat mıydı bedenleri?
Çocuklarla ilgili uzman değilim, ama şunu söyleyebilirim: Fiziksel kapasitelerine yansıma da dahil olmak üzere, travmanın müthiş boyutlara ulaştığını görmedim onlarda. Zaman geçirebildiğim kısa anlarla sınırlı olsa da gözlemim bu, çocuk hâlâ çocuk. Çocukların oyun dünyasının da, bedenlerinin de, oyun oynama arzularının da hâlâ orada durduğunu görüyordum. Elbette bunu çok yakınlarını kaybeden çocuklar için söylemiyorum. Öyle birkaç çocukla temas ettik, hiçbir tepki vermeden bizi izleyen ve ne yapsak ne etsek ulaşamadığımız çocuklardı onlar.
Clown bir sahne sanatları türü. “Palyaço” da denebilir elbette, ama “palyaço” dediğimizde Türkiye’deki algısı arzu ettiğim şeyi ya da yaptığım işi karşılamıyor. Ticari eğlendirmeye dönük makyajlar, kostümler gibi bir imaj beliriyor insanların zihninde. Oysa onun çok daha ötesinde bir derinliğe sahip.
İki sene boyunca İstanbul’un 80 dezavantajlı mahallesinde bunun gibi bir proje yaptım. Orada karşılaştığım çocuk profili neyse deprem sonrası karşılaştığım çocuk profili de o oldu. Çünkü kalanlar çoğunlukla yoksul ailelerin ve bölgede kalmak zorunda olanların çocukları. Gidecek hiçbir yeri olmayanlar… Gidebilenler zaten çoktan başka şehirlere göçmüşler. Gidecek ilişkileri olmayan, gitme şansı olmayan, belge kısıtları yüzünden orada olan Suriyeli çocuklar da var. Suriyeli gruplarla çok çalıştık, kamplarına gittik. Bir kısmı hiçbir psiko-sosyal yardımın gitmediği noktalar. Bunlar özellikle seçmeye gayret ettiğimiz noktalardı zaten. İlk ekipte Lübnanlıların olması sayesinde çok sayıda Suriyeli çocuğun olduğu noktayı seçebildik ne mutlu ki.
Türkiyeli çocuklarla nasıl arası Suriyeli çocukların?
Suriyeli çocuklarla Türkiyeli çocuklar arasındaki gerilim, şiddet, zorbalık ve duygusal çatışma dikkatimi çok fazla çeken şeyler arasındaydı. Özellikle yetişkinlerin kışkırttığı halin çocuk dünyasındaki karşılığını görmüş olduk kanlı canlı. Birkaç gösteride kavgalara da tanık olduk ne yazık ki. Suriyeli çocukların olduğu bir bölgeye yakın oynadığımızda örneğin, Türkiyeli çocuklardan olumsuz tepkiler alabildik, “Neden Suriyelilere de oynuyorsunuz” gibi sitemler… Fakat yine de majör şeyler değildi bunlar, bunu söyleyebilirim.
Birlikte oyun izleyebildikleri oldu mu? Ya da birlikte oyun kurabildikleri, bu gerginliğe iyi gelebilecek anlar var mıydı?
Birlikte izlediler. Çünkü birlikte oyun izlemeleri zaten temel hedeflerimizden biriydi. Oyunu çift dille oynamaya çalıştık, çift dillilik de ana temalarımızdan biriydi. Sahnedeki Lübnanlılar Türkçe bilmiyordu, Arapça ve komik bir Türkçeyle çocuklarla iletişime geçmeye çalışıyorlardı. Oyundaki temalarımızdan biri ölümdü. Çatışma, arkadaşlık da ana temalarımızdandı. Bunları didaktik olmayan, tamamen oyunsu ve “clown” mantığıyla “aptalca” bir yerden kurduğumuz için çocuklar arasında köprülerin oluştuğunu, duvarların biraz da olsa kalktığını hissedebiliyorduk. Fakat çok da romantize edemeyeceğim. Biz gidiyorduk ve sonra şiddet devam ediyordu muhtemelen.
Çocuk travmayı ve yası yetişkinlerden farklı yaşıyor. Çadırda olmak bile onun için bir noktada eğlenceye dönüşebiliyor. Bunu 99 depreminde de çocuklarla çalıştığım için gözlemlemiştim. Galiba bizim yapmamız gereken şey, çocukları ailelerinden biraz uzak tutacak sağlıklı ve düzenli etkinliklerle sahada olmak. Düzenlenmiş saatlerle çocukları sanatla, oyunla ve başka eğitimlerle beslemek. Çünkü aileler ağır bir yas sürecinde, aileler üzgün, kızgın. Birbirlerine bile çok öfkeli. Komşularına öfkeli mesela, bir sürü şey yüzünden çatışma halinde olabiliyorlar. Çadır için, battaniye için, dağıtılan çay için. Bunların birçoğu çözülmüş geçen zaman içinde, ama ilk gidişimde yüksek tansiyonlu gerginliklere çok tanık olduk. Dolayısıyla, çocukları yetişkinlerden uzak tutmak, hem yetişkinlere zaman vermek, hem de çocukları biraz da olsa o travmatik süreçten uzaklaştırmak için. Yapmamız gereken, yapabileceğimiz şeylerden biri bu.
Yetişkinler, özellikle de kadınlar nasıldı seyirci olarak? Fotoğraflarınızda gösterileri çocuklar kadar şevkle izleyen, oyunlara katılan kadınlar görülüyor…
Bu da yaptığımız işin ana çatılarından biri. Öncelikli hedef gruplarımız çocuklar ve kadınlar. Çünkü erkekler bir şekilde o sosyalliğe, toplumsallaşmaya, seyirlik alana kolay ulaşabildikleri için, böyle zamanlarda ilk önce çocuğa ve kadına odaklanan bir yaklaşımla ilerliyoruz.
Clown çok güçlü bir enstrüman. Sadece sizin için oraya gelmiş, aptalca davranan ve her şeyin içini bir anlamda tamamen boşaltmış, vazgeçmiş, hiçbir şeyi olmayan, sadece oyun kuran ve oynayan biri… O yüzden böyle bir figürün yetişkin-çocuk ayırt etmeksizin herkes için sağaltıcı bir yanı var.
Çocuklar travmayı yetişkinlerden çok başka yaşıyor. Onların da hayatı altüst oluyor, ama çocuklukları gitmiyor. Bir oyun arkadaşı olarak onlarla temas halinde olmak çok önemli.
Kadınlar çocuklarının mutlu olduğunu görünce çok mutlu oluyorlar. Kendileri muhatap alındığında daha da mutlu oluyorlar. Anneler, ablalar, bakım verenler seyirci konumuna geldiğinde ve görünür olduklarında çok büyük keyif alıyorlar. Bu nedenle oyunlarda dört-beş tema oynuyorsak bunlardan biri her zaman yetişkinlere de yönelik oluyor.
Kadınlardan hiçbir olumsuz tepki almadığımız gibi, hep dualarla, sevgiyle, korkunç imkânsızlıklara rağmen ikramlarla karşılandık, uğurlandık. Bize de çok iyi geldi yetişkinlere temas etmek ve gittiğimiz kampların, yerlerin enerjisini değiştirmek.
Kadınlar o kadar kısa zamanda yadırgamayı, “bu nereden çıktı şimdi” halini üzerlerinden atıyorlar ki. Hemen oyuna dahil oluyorlar, hemen. Onlarla birlikte clown’un ne kadar güçlü bir enstrüman olduğuna yeniden şaşkınlıkla ve heyecanla tanık olduk Sınır Tanımayan Palyaçolar ekipleriyle.
Sınır Tanımayan Palyaçolar nedir, kimlerden oluşur? Siz nasıl irtibatlandınız onlarla? Nasıl böyle hızlıca organize olup felâket bölgelerine gidiyorlar?
Bildiğim kadarıyla 16 ülkede birimi var Sınır Tanımayan Palyaçolar’ın. Bu 16 ülkenin kendi sanatçı havuzları var. Bu ülkelerin sanatçılarının benim gibi bağlantıda olduğu, çalıştıkları sanatçılar var. Şu ana kadar her buluşmamızda Türkiye’deki organizasyonlarını ben yaptım. Çünkü İtalya’da aldığım eğitimlerden birindeki hocam bu ekibin üyelerinden biriydi ve o dönem Suriye savaşının başladığı, mülteci akınının, savaştan, zulümden kaçan insanların sınırlara yığıldığı zamanlardaydık. Neden Türkiye-Suriye sınırında da bir çalışma yapmayalım diye düşündük. Çünkü tam da topluluğun hedef kitlesiydi oradaki insanlar.
Bu fikirle hemen kolları sıvayıp Türkiye’deki ilk organizasyona giriştim. İki eğitmen geldi ekipten ve buradaki performans sanatçılarına eğitim verdiler. Sonrasında da ilk turumuzu yaptık bölgeye.
Çocukların oyun dünyasının da, bedenlerinin de, oyun oynama arzularının da hâlâ orada durduğunu görüyordum. Bunu çok yakınlarını kaybeden çocuklar için söylemiyorum. Öyle birkaç çocukla temas ettik, hiçbir tepki vermeden bizi izleyen ve ne yapsak ne etsek ulaşamadığımız çocuklardı onlar.
Sınır Tanımayan Palyaçolar dünyanın her yerinde güldürmeye ve oyuna odaklı, bağımsız bir sivil toplum kuruluşu. Hedef grup olarak çocukları ve kadınları gözeten, özellikle savaş, afet, salgın hastalık gibi insanlık değerlerinin temelden sarsıldığı büyük olaylarda alarm durumuna geçen, dünyanın herhangi bir bölgesine hızlıca hareket eden bir topluluk. Bir felâket anında bulunmadıkları nokta yok diyebilirim.
Depremin daha birinci haftasında bana üç çağrı geldi, “biz gelmek istiyoruz” diye. Fakat o dönem, “erken mi, değil mi?” sorusuyla cebelleşirken net bir şey söyleyememiştim onlara. En temelinde, her çocuğun gülme ve oyun hakkı üzerine kurulmuş, ayrımcılığı tamamen reddeden, tamamen eşitlik üzerine bir oyun alanı kurma hayaliyle yeşeren ve herkesi gülme ve oyun üzerinden eşitleyen, dönüştürücü, insana bir topluluk olduğu bilgisini her zaman hatırlatmayı amaç edinen bir oluşum bu. Felâket anlarında en çok ihtiyaç duyulan şey bu çünkü. Yerle bir olmuş, ayaklarının altından bir anda kayıp gitmiş bir dünyada kalakalmış milyonlarca insan var. Bir şeye birlikte bakarak gülmeleri ve tek ses olmaları çok çarpıcı. Travma içindeki bir kamptan kahkahaların yükselmesi kadar çok az şey var dünya üzerinde duygu yüklü olan. O kadar yıkımın içinde insan hâlâ gülmeyi becerebiliyor. Gülmeyi becerebildiği için ayakta kalmayı da becerebiliyor. Gülme varsa bir ortamda güven de var. Belki çok mikro bir STK alanı bu, ama çok değerli buluyorum. Bir sosyal aktivizm türü. Yapılan şey de bir insani yardım. Literatürde “Humanitarian Social Clown” diye geçmesi boşuna değil.
Herhangi bir zorlukla karşılaştı mı yabancı palyaçolar? Yasal bir sorun ya da aksilik geldi mi başınıza?
İki noktada yaşadık maalesef. Osmaniye’de bir kamp yetkilisi doğru bulmadı ekipte yabancıların olmasını. Bir de “çok fazla çocuk etkinliği yapılıyor” gibi bir şeyler söylendi aynı yerde. Önceliğimiz de böyle yardımlara ulaşamayan çocuklar olduğu için diretmedik bu engellemeye karşı. Ama Pazarcık’ta biraz canımızı sıkıldı. Orada “valilik kararı gereği hiçbir yabancı eğitmenle çocuklarımızın buluşmasını istemiyoruz” gibi bir duvarla karşılaştık. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bir yetkilisi tarafından arandım. Telefonuma nasıl ulaşıldığını hâlâ bilmiyorum. Hatta gösterinin ortasında oldu bu, gösteriyi kesmek zorunda kaldık.
Resmi bir kampta izinsiz bir gösteri yaptığımız için ve aynı telefonun benden sonra kamp güvenliğine de gideceğini tahmin ettiğim için, evet, ne yazık ki arkadaşlarımdan oyunu durdurmalarını istemek zorunda kaldım. Böylesi gönüllü ve profesyoneller tarafından yapılan bir çocuk etkinliğinin bir izne ihtiyacı var mı gibi bir tartışma açılabilir burada. Bütün bu sürecin tek elden yürütülmesine de değinmek gerekiyor sanırım. Sadece devletin izin verdiği, tercih ettiği kurumlar ve kişiler mi bu dayanışma sürecinin parçası olacak?
“Bu mikro bir STK, Birleşmiş Milletler’le çalışıyor, UNICEF’le çalışıyor, dünyada birçok felâket bölgesinde harika işler yapıyor” diye anlatmaya çalıştığımda, söyledikleri tek şey, “Hayır, çocuklarımızın yabancı eğitmenlerle karşılaşmasını istemiyoruz” oldu. “Peki ne yapalım çocuklarınız için?” dediğimde, “Bağış yapın” dediler. Gerçekten, bağış yapmamızı önerdiler. Maraş’ta biraz bireysel tepki oldu yabancılar var diye. Fakat yine de rahatlıkla şunu söyleyebilirim, “Ta oralardan kalkıp bizim için mi geldiniz, Allah razı olsun” dedi büyük çoğunluk. Halk dışında da, Milli Eğitim Bakanlığı görevlilerinden Sağlık Bakanlığı çalışanlarına, güvenlik güçlerine, herkes, saygıyı ve sevgiyi hiç eksik etmedi.
Yaptığımız iş hafif görülüyor ya bir de, bu da kolaylaştırdı tabii zor anları. Sanatçılara bakıyorlar, belli bir yaş olgunluğunda insanlar ve inanamıyorlar. “Bu adam, bu kadın, ülkesinden kalkıp gelip bizim için bunu mu yapıyor” şaşkınlığını yaşıyorlar. O şaşkınlıktan sonra da çok iyi geliyor bu durum insanlara. Çocuklar mesela, sürekli soruyor, “Bu abi nereden, bu abla nereden, hangi dili konuşuyor?” Merakın uyanması ne kadar önemli öyle bir ortamda.
Suriyeli çocuklarla Türkiyeli çocuklar arasındaki gerilim, şiddet ve duygusal çatışma dikkatimi çeken şeyler arasındaydı. Yetişkinlerin kışkırttığı halin çocuk dünyasındaki karşılığını görmüş olduk kanlı canlı. Birkaç gösteride kavgalara da tanık olduk ne yazık ki.
Açıkçası, ben de Amerikalıların kalkıp gelmesini biraz anlamsız bulmuşum. Okyanus ötesinden üç sanatçı yolluyor adamlar. Yani harcanan paraya, zamana, her şeye bir acımıştım doğrusu. Benim de burada kaynaklarım var, ben de yaratabilirim o sahneleme etkisini diye düşünüp, şüphelerimi de iletmiştim.
Şunu demişlerdi bana: “Sen yine yap, hazırlan, yardım edelim. Ama biz kendimiz olarak orada olmak istiyoruz, tanık olmak istiyoruz.” Sosyal Clown’un çok önemli görevleri var. Gittiğin bir kampta, noktada, travmatize olmuş, ama fark edilmemiş bir çocuk ya da kadın görürsen hemen bildirmek zorundasın görevliye, uzmana. Şiddet gördüğünü anladıysan birinin, bildirmek ve kaydetmek zorundasın. Takip etmek zorunda, ağlar kurmak zorundasın.
Çok küçük bir olaydı, ama anlatmak isterim. Antep’te, bir kadın gösterinin sonunda yanıma geldi ve Charlie Chaplin hakkında konuşmaya başladı. İnanılmaz kötü bir kamp, koşullar berbat ve bir kadın geliyor gösteri sonrası yanına, hayranlık uyandırıcı bir biçimde sessiz sinemadan filan bahsediyor. Ben o kadını oradaki yerel bir kadın örgütüyle bağlantılamaya gayret ettim. O kadının olduğu bölgeye sinema gösterimleri yapan ve sinemayla ilgilenen bir yerel örgütü yönlendirmeye çalıştım, lütfen onu bulmaya çalışın diyerek. Çünkü böyle bir görevimiz var.
Dünyanın diğer ucundan gelmek isteyen clown’lar bu görev bilinciyle de gelmek istiyorlar. Bütün bir insanlığın hikâyesi, trajedisi bu. Ve bu trajediye, ta okyanus ötesinden birilerinin palyaço olarak ortak olmasıyla, arama-kurtarmacı olarak ortak olması arasında bir ortak fayda var gerçekten. Yapılan işin büyüklüğü belki farklı görünüyor, ama niyetinin aynılığı insanlık adına umut verici geliyor.
Yabancı clown’ların dikkatini çeken şeyler nelerdi? Bizim kanıksadığımız, onlarınsa çok şaşırdığı şeyler var mıydı?
Binaların durumuna sürekli bir inanamama halindeydiler. Depremin bir binaya bunu nasıl yapabileceğini anlamakta güçlük çektiler. Bizim gözlerimiz muhtemelen çok daha kolay kabul ediyor. Bir noktadan sonra, ikinci gün belki, gözüm galiba alıştı ve görmemeye başladım. Artık sadece işime odaklanmıştım, ama onlar için her defasında yıkılan bir binaya baktıklarında, “Bu binaya nasıl insan yerleştirilir, nasıl izin verilir?” sorusu baki kaldı. O dehşeti sürekli yaşadılar.
Ve tabii ilk grupla gittiğimizde, bir ay geçmiş olmasına rağmen, özellikle resmi olmayan kamplardaki insani yardım eksikliği, düzensizlik, sosyal destekten, hijyenden yoksunluk gibi şeylerle karşılaşmak sarsıcı oldu hepimiz için. Ne zaman öyle bir yerin önüne gidip dursak hemen bir izdiham oluyordu, bir şey dağıtıyoruz sanıyordu insanlar. Çünkü daha önce ya da çoğu zaman öyle bir minibüs yanaşmamış oraya. Hatta oynadığımız en az beş-altı noktaya ilk defa biz gitmişiz, dışarıdan gelen ekip olarak. Yaptığımızı yüceltmek için söylemiyorum bunu, bu bir utanç bence.
Bizim yapmamız gereken şey, çocukları ailelerinden biraz uzak tutacak etkinliklerle sahada olmak. Çocukları sanatla, oyunla ve başka eğitimlerle beslemek. Çünkü aileler ağır bir yas sürecinde, aileler üzgün, kızgın. Birbirlerine bile çok öfkeli. Bir sürü şey yüzünden çatışma halinde olabiliyorlar.
Gaziantep’in tam merkezinde, Abdallar denen, oranın insanıyla, Suriye Abdalları denen başka bir topluluğun birlikte yaşadığı, resmi olmayan bir kampa ilk defa biz gitmişiz. Ne bir su dağıtımı olmuş ne bir sağlık taramasına gelinmiş ne temizlik ürünleri dağıtılmış… İnsanların gördükleri ilk yardım palyaçolardan gelmiş… Yabancı clown’lar o görüntülere tanık olduktan sonra üzüntü krizleri geçirdi diyebilirim. Biz şaşırsak, sarsılsak da daha kolay algılıyoruz böyle şeyleri. Onlar için insana insanın verdiği değersizlik hissi kolay kabul edilebilir bir şey değildi.
Neden palyaço değil de daha çok “clown” demeyi tercih ediyorsunuz? Nedir “clown”?
Clown bir sahne sanatları türüdür. Kişisel yolculuğumda da 12 yıldır çalıştığım bir alan. “Palyaço” da denebilir elbette, ama “palyaço” dediğimizde Türkiye’deki algısı arzu ettiğim şeyi ya da yaptığım işi karşılamıyor. Ticari eğlendirmeye dönük, makyajlar, kostümler gibi bir imaj beliriyor ilk önce insanların zihninde. Oysa onun çok daha ötesinde bir derinliğe sahip.
Bugün (24 Mart) sahadaki dokuzuncu günümüz. Her gün altı noktaya gitmiş olsak, 55 nokta gördüm. Gittiğimiz her yerde, en kötü durumda, en zor şartlarda yaşayan mülteci gruplarından tutun da, Maraş’taki çok organize bir kampa kadar her yerde, “Palyaçolar geldi” diye bizi tanıyorlar kırmızı burundan ötürü. Dünyanın her yerinde kabul gören bir oyun türü clown.
2015’te Suriye sınırında çalışmıştım, orada hayatında hiçbir performans ve benzeri şeyi görmediğini bildiğim köylülerle, savaş mağduru çocuklarla çalıştım, onlar da bizim kim olduğumuzu biliyorlardı. “Palyaçolar gelmiş” diye bağırıyorlardı sevinçle. Bunda çok büyülü bir şey var.
Kadınlar çocuklarının mutlu olduğunu görünce çok mutlu oluyorlar. Kendileri muhatap alındığında daha da mutlu oluyorlar. Anneler, ablalar, bakım verenler seyirci konumuna geldiğinde ve görünür olduklarında çok büyük keyif alıyorlar.
Bir yandan da birçok insanın korktuğu ve nefret ettiği bir yanı da var tabii. Korku sineması, animatik clownlar ve işin tekniğini çok da çalışmadan, sadece makyaja, kıyafete, bunların taşıdığı komikliğe odaklanan gösteriler nedeniyle belki. Burada bizim yaptığımız şey ayrılıyor. Clown tekniği için bir tür şiirsel güldürme tekniği, bunun vücut bulmuş hali diyebilirim.
Neden şiirsel? Hayatın sert gerçekliğinin kabulünü reddeden, kendi bilgesel oyun dünyasında, deprem gibi bir felâketin ortasında bile, oyun oynayan bir figür clown. O yüzden bir “aptal”. “Aptal”ı biz çok olumlu anlamda kullanıyoruz tabii. Çünkü aptalın bilmediği şeyler karşısındaki çaresizliği sonucunda düştüğü küçüklüğü bir sunuşu var. O kadar çaresiz ki, düştüğü durumla, başına gelenlerle izleyen herkeste bir bağ kuruyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanlar onunla bağ kuruyor. Sınır Tanımayan Palyaçolar’ın yaklaşık 25 yıllık birikiminin söyledikleri de bunlar. Kırmızı buruna “dünyanın her yerinde geçerli bir pasaport” diyor topluluk. Öyle de. İşte bu yüzden teknik belirleyici oluyor.
Eğitimlerini almış, kurucusu olduğu oyuna, seyircisine ve dışında bulunduğu travmanın boyutuna bakabilecek, hangi sınırlarda oynayacağını bilen bir profesyonel olması gerekiyor clown’un. İyi bir kılavuz, müzisyen, dans sanatçısı ve tiyatro oyuncusu gibi birçok becerilerin karması bu yüzden. Geleneksel aynı zamanda, akrobatsın işte, yapabileceklerini yapar, becerilerini bitirir, her şey olduktan sonra hiçbir şey olursun. En başa dönersin. Tam da böyle büyük bu felâketlerin içinde, düşmüşlüğe, düşmüşlüğünün kabulüne dayanmış, sadece oyun oynayarak duran bir figüre ihtiyaç var. Böyle anlarda da insanlık tarihi boyunca clown’lar ya da benzerleri devreye giriyor.
Politik olarak da güçlü bir figür değil mi? Akla hemen 2003’te Irak işgali sırasında ABD’deki protestolarda ortaya çıkan, sonra birçok eylemde gördüğümüz Başkaldıran Asi Yeraltı Palyaço Ordusu (Clandestine Insurgent Rebel Clown Army – CIRCA) geliyor. Polisin çok sert müdahale ettiği gösterilerde bile epey paralize edici bir güce sahip clown’lar…
Bunun bir benzerini Gezi’de yaşadık. Gezi Parkı boşaltıldıktan sonra Taksim’de yapılan ve polisin sert bir müdahaleyle girişeceği ilk buluşmaya biz clownlar olarak katıldık. Her birimiz koltuk değnekleri, askıda kollar, yara bere makyajı ve kostüm tasarımıyla oradaydık. Çünkü bir hafta önce çok sert bir müdahale olmuştu parka ve insanlar yaralanmıştı. O gün de tansiyon yavaş yavaş artıyordu ve biz meydanda dikiliyoruz, oynuyoruz filan…
Ve orada polisin gerçekten ne kadar paralize olabileceğine çok yakinen ve şaşkınlıkla tanık oldum. TOMA’yı çalıştırdılar, TOMA’nın hortumunu bize çevirdiler, ama bir yandan da sıkamıyorlar, kalakaldılar. Etrafımızı basın sardı. Polislerin bir kısmı gülmeye başladı, bir kısmı bizimle fotoğraf çektirmek istiyor, bir kısmı anlam veremiyor, ne yaptığımızı anlayamıyor.
Travma içindeki bir kamptan kahkahaların yükselmesi kadar çok az şey var dünya üzerinde duygu yüklü olan. O kadar yıkımın içinde insan hâlâ gülmeyi becerebiliyor. Gülmeyi becerebildiği için ayakta kalmayı da becerebiliyor. Gülme varsa bir ortamda güven de var.
Deprem bölgesinde de, normalde giremeyeceğim şehirlere, ilçelere, rahat temas kuramayacağım insanlara gidiyorum. Çocukları için geldiğimizi, onlar için orada olduğumuzu anlıyorlar ve kolaylıkla kabul görüyoruz. Benzer şeyi otoriteyle de yaşıyor clown’lar. Taksim Meydanı’ndan elimizi, kolumuzu sallaya sallaya geçip gitmiştik. Bizden bir 15-20 dakika sonra müdahale başlamıştı. Çok güçlü bir politik özne clown, evet. Çünkü her kapıyı açabilen, her yere girebilen, herkesle iletişim kurabilen bir yanı var.
Clown tiyatronun neresinde peki? Fiziksel tiyatroyla akrabalığına dair neler söylemek istersiniz?
Çok basit bir fiziksel tiyatro tanımıyla başlamak belki doğru olur. Hareket, beden ve oyun odaklı bir tiyatro türü fiziksel tiyatro dediğimiz şey. Bu tür yapmayı çok sevdiğim, hayatta da karşılık bulduğuna çok inandığım, dünyanın her yerinde ilgi gören bir sanatsal biçim. Performans sanatlarının evrenselliğini ve ayrımcılık yapmayan halini önemsiyorum. Herhangi bir sosyal gruptan, herhangi bir ülkeden, herhangi bir ırktan, herhangi bir dilden gelen seyirciyle rahatlıkla buluşabilecek bir oyun türünü önemsiyorum.
Kendi basit tanımımla “sofistike halk tiyatrosu” diyorum yapmaya çalıştığım şeye. Belli bir entelektüel alt yapısı ve sofistikasyonu var, ama öncül araçları bunlar değil. En temel derdi oyunsu bir alanda seyirciyle buluşmak, oyunun varlığını, bir oyun oynadığımız gerçeğini hatırlatmak ve oyunun kendi hakikatini sahnede seyirciyle birlikte aramak gibi teatral bir yol arayışımız var fiziksel tiyatro içinde.
Osmaniye’de bir kamp yetkilisi doğru bulmadı ekipte yabancıların olmasını. Pazarcık’ta “valilik kararı gereği hiçbir yabancı eğitmenle çocuklarımızın buluşmasını istemiyoruz” gibi bir duvarla karşılaştık.
Ve bunun çok güçlü enstrümanlarından biri clown. Tarih boyunca var olmuş bir figür. Kimi zaman soytarı da denmiş kendisine. Dikkatli bakınca, Karagöz-Hacivat’ta, gölge perdesinde de gördüğünüz, Keloğlan’ından tutun da İnek Şaban’ına kadar kültürümüzde ve başka kültürlerde –Chaplin gibi– karşılığı olan bir figür.
Hatta bir mağara resmi var. İddia edildiğine göre, resimdeki anlatıcı komik bir hikâye anlatıyor. Oturanların pozisyonundan ve anlatıcının beden formundan komik bir şey anlattığı anlıyoruz. Dolayısıyla, belki de insan kadar eski bir şeyden bahsediyoruz.
Güldürmek için bir şey anlatıyorsan, elinde ne var bunu yapacak? Önce beden. Bedenin hareketleri ve bedenin ürettiği sesler. Görünmeyen duygular ya da görünmeyen, harekete geçmeyen bedenlerden ziyade, aktif, ayağa kalkmış, devinen, devinirken seyirciyi oturduğu yerden kıpırdatan, onun duygularını, düşüncelerini harekete geçiren, ama aslında kendisi duygulanmayan, düşünmeyen, sadece hareket eden, seyirciyi bir oyun arkadaşı olan gören bir figür gibi bakıyorum oyuncuya tiyatroda. Bunun da en güçlü hali clown’a tekabül ediyor. Dolayısıyla, yaptığım bütün işlerde de “clownesk” bir yaklaşım var.
Kriz ve felâket zamanlarında, dünya değişirken, değişim sancıları çekerken fiziksel olan tiyatro, performans sanatları yükselişe geçiyor ve o da kendi devrimine –insanlara da yol göstererek belki– yürüyor gibi şeyler söylenir, yazılır sahne sanatları tarihinde. Siz de bir söyleşide buna benzer bir şeyden bahsediyordunuz. İnsanlara yol gösterirken, tiyatroya neler olacak, ya da ne olmalı size göre?
Şöyle bir şey söyleyebilir miyiz? İnsanın ilk tepki verdiği yer bedeni. Duygusal tepki dışa çıkmadıkça, görünür alemde var olmadıkça tepkiye dönüşmüyor aslında. Bir cümle olarak da “duygusal tepki” demiş oluyorum. Dolayısıyla, “fiziksel tiyatro” ile bedene ve harekete dayalı her tür tiyatroyu kastediyoruz. Fakat buna kafa yorduğumuz an, aslında bedeni eyleme davet ediyoruz ve seyirci izleme pozisyonundan aktif olduğu bir pozisyona geçiyor. Yani seyircinin merkezde olduğu bir tiyatro biçimi bu.
Deprem bölgesinde de böyle işte, biz sadece çocuklar için varız. Bize “Oyuncak dağıtmıyor musunuz?” diye sorduklarında, “Biz oyuncağız” diyoruz. “Biz size oyuncak olarak geldik!” Merkez tamamen karşınızdaki. Karşınızdakinin duygularını uyarmak ve bedenini aktive etmek için araçlarsınız. Nasıl oluyor bu? Gülerek, alkışlatarak, harekete davet ederek, seslerini çıkarttırarak, çığlık çığlığa bağırtarak, ağlatarak, hüzünlendirerek… Seyirciyi tam anlamıyla harekete geçiriyoruz. O yüzden fiziksel tiyatroyu olumlu anlamda çok manipülatif, çok provokatif bir biçim olarak buluyorum.
Fiziksel tiyatronun bugün dünyanın bütün bu kritik politik evrelerinde, seyircide ciddi anlamda karşılık bulmasının nedeni, seyircinin neşeye aç olması, harekete aç olması, coşkuya aç olması, sahneyi, sahnede gördüğü her şeyi arzu dolu bir empatiyle kucaklama isteği. Bunlarla politikleşiyor sahnede yapılan her şey, başka şeyle değil.
Fiziksel tiyatronun kışkırttığı şey zihin, muradımız da o zihnin eyleme geçmesi. Eylemden kastım sokağa çıkması falan değil. Şu an mesela, sahada aradığımız ilk eylem gülmek. Bir topluluk olarak gülmek, aynı şeye bakarak gülmek. Gerçekten tesadüfi bir şey değil dünyanın bütün büyük buhranlarında, fiziksel biçimlerin hem tiyatro yapanlar cephesinde hem seyirciler cephesinde yükselişi. Çünkü biraz sıkıldık artık zihnin içine hapsolmuş küçük duygulardan, düşüncelerden ibaret olan minik minik oyunlardan. Ben kendi adıma sıkıldım en azından. O yüzden daha fazla hareket eden, daha coşkulu, daha çok risk alan, bedenlerin sahada olduğu, bedenlerin çarpıştığı, coşkuyla varolduğu bir alanı ve hatta sahneyi sokak olarak, sokağı sahne olarak, meydanlar olarak tanımlayan bir biçimi, bir tiyatroyu özlüyorum. Eşitlikçi, ayrımcılık gözetmeyen, ulaşılabilir, erişilebilir, kendi sanatsal kaygılarından vazgeçmeden, ama bunu bir toplumsal deneyim için ürettiğimizi hatırlayarak tiyatro yapmak benim muradım.
Tiyatroların halkla ilişkilenmesini nasıl görüyorsunuz? Geleneksel tiyatromuzda ve günümüzde fiziksel olanla ilişki nasıl?
Biraz kendi kabuğundan çıkması, biraz sokağa bakması, İstanbul dışına, başka şehirlere bakması gerektiğini düşünüyorum tiyatromuzun. Oralar çok öğretici. Oralarda çok fazla dinamik var. Bir sürü yaratıcı insan var, yaratıcılık var. Keza amatör tiyatrolar var. Türkiye’nin her yerinde bir amatör topluluk vardır. Bu çok önemli bir şey. Demek ki Türkiye’de tiyatro var. Neredeyse her üniversitede bir tiyatro kulübü vardır. Her ilin bir tane bile olsa kendi kendine tiyatro yapmaya çalışan bir ekibi vardır. Biraz gözümüzü bunlara çevirelim.
Sorunun diğer kısmına gelince de yine buraya bağlanıyoruz. Geleneksel tiyatromuzda İbiş’inden tutun Orta Oyunu’na, Meddah’ına, Karagöz’üne, Gölge’sine, “clownesk” onlarca öge var. Sahnelediğimiz Şatonun Altında oyununda çalıştığımız bir biçim, “bufon” diye bir teknik vardı. Avrupa menşeili, grotesk, alay sanatına dayalı bir oyun oynama hali. Ama açıp Metin And’ın Oyun ve Bügü’süne baktığınızda öyle fotoğraflarla karşılaşıyorsunuz ki, köy seyirliklerinden alınmış, bildiğiniz “bufon” onlar. Yani, beden yapılarını bozmuşlar, çirkinleşmişler, normal hayatta ağızlara alınmayacak sözlerle oyunlarını kurmuş köylüler.
Deprem bölgesinde bize “Oyuncak dağıtmıyor musunuz?” diye sorduklarında, “Biz oyuncağız” diyoruz. “Biz size oyuncak olarak geldik!”
Avrupa kültüründeki o karnavalesk olanın bu topraklarda da ritüelist bir karşılığı var, ta şamanizmden gelen. Dolayısıyla, bizim kodlarımızda bu ayarlar bozulmuş, yapılmış, yeniden bozulmuş, yeniden üretilmiş. Çok heyecan verici bir gelenek var buralarda. Halkımız bence çok oyuncul, çok muzır, çok yaramaz, fıkır fıkır… Bu halin tiyatrodaki karşılığını arayıp, bununla birlikte nasıl daha iyi, daha güzel, nitelikli hikâye anlatırız, bunun üzerine kafa yormamız gerekiyor sanırım.
Son olarak, Dünya Tiyatrolar Günü’ne dair sahadan bir oyuncu olarak neler söylemek istersiniz? Her yıl yayınlanan ulusal ve uluslararası bildiriler arasında aklınıza kazınan, sizi etkileyenler var mı?
27 Mart’ı tiyatrocuların kendini hatırladığı, andığı, anıldığı, birbirlerini ve seyirciyi kutladığı bir gün olarak görüyorum. O yüzden çok kıymetli. Çok politik, çok güzel bir sürü metin vardır o bildirilerin içinde. Ama Süreyya Karacabey’in KHK’lar sonrası yazdığı yıkıcı bildirisinin bende hep izi vardır, bana hep dokunmuştur. Onu anmak, hatırlamak isterim:
“İnsanların birbirini yeniden bulacağı kökene çağır bizi tiyatro,
sonsuz kardeşliğin ve barışın dünya sahnesine,
birlikte oyun seyretmenin neşesine çağır bizi,
tarihte ustaların yaptığı gibi, cesarete ve dürüstlüğe çağır bizi.
Sahneye özgürlük yaz!”