Üniversite binalarının otellere satıldığı, işgal evlerinin çatılarına inen çevik kuvvet tarafından boşaltıldığı, geriye kalan işgal evlerinin selfie meraklısı turistlere fon oluşturduğu Amsterdam’da gidişata direnen girişimler de boy gösteriyor. Şehrin hızla mutenalaşan doğusundaki hem yaşam birimi hem de aktif kültürel/politik bir mekân olan Nieuwland’da yaşayan Selçuk Balamir ile direnmenin ötesine geçen alternatif yaşama ve örgütlenme biçimleri ve olasılıkları üzerine konuştuk.
Biz burada söyleşirken, aşağıdaki katta bir okuma grubunun toplantısı var, demokratik konfederasyon tartışıyorlar. Yukarıdaki mutfaktan güzel yemek kokuları geliyor. Bazıları odalarına çekilmiş, çalışıyor. NieuwLand projesinin kuruluş aşamasından beri içindesin ve bir süredir burada yaşıyorsun. Burası sizin yaşam alanınız olmasının yanısıra, çalışma mekânları ve kültürel-politik etkinlikleriyle Amsterdam’ın hızla dönüşen şehir ortamında çok kişi için bir vaha gibi. Dün de burada Nor Zartonk ve Türkiye’de Ermeni aktivizmi ile ilgili bir toplantıya katılmıştım mesela. NieuwLand’ın kapsamını, nasıl başladığını ana hatlarıyla nasıl tanıtırsın?
Selçuk Balamir: NieuwLand Amsterdam’ın doğusunda, Dapperbuurt mahallesinde kolektif bir yaşam alanı. Müşterek alanları ve çalışma mekânları olan, sosyal-politik bir mahalle merkezi de diyebiliriz. Burada 11 insan ve bir kedi yaşıyor, beş de işyeri var, bisiklet tamir atölyesi, kung fu stüdyosu gibi. Müşterek mekân ise çok daha geçirgen bir topluluğun işlettiği bir yer. Radikal yayınevinden queer güzellik salonuna, iklim adaleti gruplarından vegan yemek kolektiflerine, birçok grup buranın kullanıcısı olarak sorumluluk alıyor. Binanın tarihine bakacak olursak, 1893’te 1155 metrekarelik bir ilkokul olarak inşa ediliyor. Zamanında yeni kurulan Muiderpoort tren istasyonunun çevresindeki işçi konutlarına bitişik. 1980’lerde okul işlevini yitiriyor ve kreş, sosyal sigorta dairesi gibi işlevler kazanıyor. 2000’lerin başında ise tamamen boşalıyor ve bir “anti-işgal” (kısa süreli, düşük kiralı, istikrarsız kontrat) alanı olarak kullanılmaya devam ediyor. Dahil olduğumuz sosyal konut derneği Soweto burada kâr amacı gütmeyen ve ticari olmayan bir yaşam birimi oluşturmak için belediyeyi ikna ediyor ve 2014 Kasım ayında düşük faizli bir krediyle binayı satın alıyor.
Sosyal konut kooperatifi Soweto nasıl bir organizasyon? 2008’de Hollanda’da boş duran evleri işgal etme pratiğinin yasaklandığı ve kriminalize edildiği, sosyal konut yetersizliğinin gittikçe arttığı ve özellikle Amsterdam’ın her gün daha turistik ve mutena hale geldiği bir dönemde Soweto gibi bir oluşumun ortaya çıkması bize ne söylüyor?
Aslında bizzat Amsterdam’ın işgal hareketinden gelen bir oluşum Soweto. Kendilerini sözünü ettiğin gidişat içerisinde bulan barınma aktivistleri, yasaklara karşı direnişin nispeten cılız kalmasına cevaben, sadece savunmadan ibaret bir tutum izlemek yerine, yüzünü geleceğe dönen bir model geliştirmeye niyetleniyorlar. Emlak şirketleri ve ev sahipleri tarafından sömürülmeden, büyük bankalara borçlanmadan veya uzun yıllar boyunca sosyal konut sırası beklemeden, başka yaşam pratikleri nasıl kurulabilir düşüncesiyle ortaya çıkılıyor. Soweto bu anlamda Almanya’da yüzü aşkın komün projesine imza atmış olan Kiracılar Birliği’nden (Mietshäuser Syndikat) ilham alıyor. Yine de finansal ve yasal modeli oturtmak bile birkaç yıl sürüyor. Maksat boş veya atıl binaları devralıp dayanışmacı yaşam birimleri kurmak isteyenlerle birlikte elden geçirmek. İnsanların kendi yeniledikleri ve konuta dönüştürdükleri yapıları demokratik ve adil karar mekanizmalarıyla aynı kişilere sosyal anlayışla kiralamak. Borç ödendikten sonra oturanlar kira ödemeye devam edecek, ama bu birikim kardeş projelere yatırım olacak. Bu açıdan sürdürülebilir ve çoğaltılabilen bir model diyebiliriz.
Savunmadan ibaret bir tutum izlemek yerine, yüzünü geleceğe dönen bir model geliştirmek niyet. Maksat boş veya atıl binaları devralıp dayanışmacı yaşam birimleri kurmak isteyenlerle birlikte elden geçirmek. İnsanların kendi yeniledikleri ve konuta dönüştürdükleri yapıları demokratik ve adil karar mekanizmalarıyla, aynı kişilere sosyal anlayışla kiralamak.
Bu tip bir oluşumun, açtığı tüm olanaklara rağmen, bir yandan da işgal etmeye akabilecek enerjinin yönünü değiştirdiği, yani çözüm yerine yama olarak işlev görebileceği eleştirisi getirilebilir mi?
Soweto’nun tüzüğünde bir madde var: Derneğin sahip olduğu yapılar hiçbir şartta başkalarına devredilemez. Bu demek oluyor ki, Soweto’nun elde ettiği tüm yapılar meta olmaktan çıkmış ve bir daha emlak piyasasına dönmeyecek olan varlıklar. Böylece sosyal konutların sermayeye entegre olduğu, işgal evlerininse bir fasılda tahliye edilebildiği bir ortamda çok daha net, hileye hurdaya getirilemeyecek bir model bu. Bence Soweto’nun en özgün başarısı, sahiden sosyal konutmuşçasına belirlenen kira bedelini, yine sosyal kredi kurumundan alınan borca denk düşürerek, bir anlamda belediyenin işini belediyeden daha iyi yapabilmesi. Kısacası “kendin yap” etiğinin yaşayan bir örneği ve barınma hakkımızın öz-üretiminin mümkün olduğunun kanıtı. Bu yüzden en militan işgalcilerin gözünde bile meşru bir proje. Yine de işaret ettiğin çelişkiye muzip bir cevap olarak, işgal hareketi sembolünü andıran logomuzu “hadım edilmiş işgal sembolü” şeklinde okumak mümkün!
Emlak piyasasına karşı belediyeyle bir nevi ortaklık içindesiniz yani…
Bu proje, biz böyle bir girişimde bulunmasak gerçekleşmeyeceği gibi, kamu kurumlarının desteği olmadan da gerçekleşemezdi. Belediyenin projemize inandığı için binayı kelepir fiyata sattığı doğru. Amsterdam’da orta karar bir daireye eşdeğer bir bedele satın alabildik koca okulu. Ancak, bir yandan da yapısal sorunları işaret ederek belediyenin ipliğini pazara çıkardığımız da söylenebilir. Düşün ki belediye bu yapıyı daha iyi değerlendirecek bir işlev bulamıyor ve güzelim binayı elden çıkarmakta bir sakınca görmüyor. Halbuki barınma hakkını ciddiye alan bir belediye, böylesi bir dönüşüme bizzat önayak olabilir aslında. Bu sayede bizlerin ürettiği değerin bambaşka bir kredi kurumuna akışına da gerek kalmayabilirdi. Yerel yönetimlerin şehir sakinleriyle beraber piyasaya karşı bir ortaklığı olacaksa, belediyenin buna emlak satıcısı misali değil de, iştirakçi ve kolaylaştırıcı olarak taraf olması gerekir.
Amsterdam’a genel bir bakış attığımızda, şehir merkezi muazzam bir dönüşüm geçiriyor. Üç yıl önce, eğitimdeki bütçe kısıntıları yüzünden şehir merkezindeki Beşeri Bilimler binası Soho Club yapılmak üzere satıldı. Bina kurtarılamamış olsa da, bu gidişata karşı gelişen direniş bir süredir politik olarak uyuklayan şehir için oldukça ilham vericiydi. Şimdilerde inşaatı devam eden bu binanın hemen karşısında yer alan bir dizi işgal evi iki sene önce şiddet kullanarak boşaltıldı. Bir kabin içinde çatıya indirilen çevik kuvvet polislerinin görüntüsü hâlâ aklımızda. Geriye kalan legalleşmiş işgal evinin önünde ise turistler her gün fotoğraf çektirmek için duruyor. NieuwLand Amsterdam’ın doğusunda sahneye girdiğinde, doğudaki mahallelerde hâlâ mutenalaştırma son sürat devam ediyor, öyle değil mi?
Mahallemiz zaman içinde epey değişime uğramış. Bir zamanlar sıkı bir işçi sınıfı kimliği olan bu mahalle ‘70’lerden beri göçmenleri de ağırlıyor ve Türkiye kökenlilerin yoğun olduğu, kozmopolit bir muhite dönüşüyor. Son on yıldaysa sosyal konut sektörünün ihmal edilmesi ve emlak piyasasının spekülasyonlarıyla genç ve hip orta sınıfın mesken tuttuğu bir semt olmaya başlıyor. Şu aralar mahallenin profili çok hızlı değişim geçiriyor; ‘80’lerden beri vitrini değişmemiş dükkânlar kapanıyor, yerlerine concept, pop-up hediye dükkânları ve fusion, street food lokantalar açılıyor. Böyle bir gidişatı zaptedebilmek tabii tek başımıza yapabileceğimiz bir şey değil, bu dönüşüme alternatif bir rota çizebilmek için bizim gibi birçok proje olması gerek.
Bu projenin yapıtaşlarından biri dayanışma kültürü. Burada birlikte yaşayan on bir kişi gelire endeksli kira modeli benimsedik. Bir asgari miktar var, ama vergisinden enerjisine, gıdasından internetine kadar bütün diğer harcamalarımız müşterek. Gelirin yoksa fazladan katkıda bulunmuyorsun, ama ortalama üstü kazanıyorsan başkasının masraflarına da destek oluyorsun.
Farklı mücadelelerin içinden gelen ve ortaklaşan insanların bir arada olması baştan beri bu modelin temel çatısı. Şu anda burada yaşayanlardan birçoğu inşa sürecine de dahil oldu, değil mi? Ne gibi işler yaptınız bu süreçte? Ne gibi engellere takıldınız?
Hepimizin kendi iş güç yoğunluğundan arta kalan zamanımızda ve pek az profesyonel birikimle yürüttüğümüz, hayli uzun bir inşaat süreciydi bu. Ne var ki, NieuwLand’ın amaçlarından biri şehirdeki aktivist çevreye bir altyapı sunmak olduğu için, işgal evleri, aktivist gruplar, siyasi örgütler yardımımıza koşmaktan çekinmediler. İnşaat sırasında çok şanslıydık, birbirimize sıkıca kenetlendik ve aramızda ciddi bir sorun yaşamadan atlattık bu süreci. En son ‘80’lerde renovasyon görmüş bina epey bir yıkım-döküme maruz kaldı, ardından da yeni duvarlar örüldü, borular döşendi, çatılara takviye çıkıldı, yeni merkezi ısıtma sistemi kuruldu. En son olarak da bu yaz güneş panellerimizi edindik ve artık yirmi birinci yüzyıla hazır sayılırız! Bu projenin yapıtaşlarından biri kesinlikle dayanışma kültürü. Örneğin, burada birlikte yaşayan on bir kişi arasında gelire endeksli kira ödeme modeli benimsedik. Temel aldığımız bir asgari miktar var (ne de olsa kredi geri ödeniyor hâlâ), ama vergisinden enerjisine, gıdasından internetine kadar bütün diğer harcamalarımız müşterek. Eğer gelirin yoksa fazladan bir katkıda bulunmuyorsun, ama ortalama üstü kazanıyorsan başkasının masraflarına da destek oluyorsun. Yani devletin sağlamakta güçlük çektiği barınma hakkımızı kendimiz ürettiğimiz gibi, yine devletin gitgide eriyen adil gelir dağılımı ve sosyal güvence prensiplerini kendi aramızda sağlıyoruz. Diğer taraftan, itiraf etmek gerekir ki, dahil olduğumuz sosyo-kültürel baloncuğun dışına taşmak kolay olmuyor. Şehirdeki eylemci çevrelere sağlam bir altyapı sunuyor olsak da, doğrudan mahalleliye faydalı olduğumuzu söylemek pek mümkün değil. Mahalleye yönelik düzenlenen aktivite sayıca az, komşuların inisiyatif alıp düzenlediği etkinlikler ise daha da nadir. Sonuçta burası bir Akdeniz kasabası değil, Amsterdam’da mahallelinin toplanıp sokakta hep beraber bir şey yapalım gibi bir pratiği pek yok.
Bu arada, bu binanın hemen önünde bir mescit var, değil mi? Burada yaşayan bir arkadaş sabah odasından oradakilerin Türkiye’deki seçimler hakkındaki Türkçe yorumlarını dinlediğini söylemişti…
Evet, bu okulun simetriğinde bir okul daha varmış, ama bizimkinden farklı olarak, zamanında orta sınıf için yapılmış biraz lüks bir okulmuş. ‘80’lerde mahalledeki Müslüman cemaat dernek kurup o binayı ortaklaşa satın almış. Şu anda orası bir mescit, kuran kursu ve yatakhane olarak bildiğim kadarıyla Süleymancılar tarafından işletiliyor. Al sana tabandan gelen, kâr amacı gütmeyen ve onlarca yıldır hizmet veren esaslı bir proje! Kısacası, anarşistlerin 2000’li yıllarda yapmayı akıl ettiğini Süleymancılar çoktan yapmış… Sonuçta iki okul binası da dışlanmış topluluklar tarafından değerlendirilmiş durumda. Bambaşka kozmolojiler ve pratiklere sahip olabiliriz, ama sermayenin gözünde aynı direniş içinde sayılırız. Bizim kedimiz Dante ve onların kedisi Tarçın avluda fena halde kapışsa da, kim bilir, belki de sandığımızdan daha çok ortak yönümüz vardır.
Hepimizin aynı zamanda hem tasarımcı hem müteahhit hem de kullanıcı olmasını hedefliyoruz. Karbon-negatif malzeme ve enerji kullanmak, adil ve dayanışmacı bir finansal model geliştirmek ve spekülatif sermayeden uzak durmak istiyoruz. Hayalimiz her şeyin herkes için olduğu ve her alanında “ortaklaşa lüks” deneyimlediğimiz bir yaşam biçimi geliştirebilmek.
Ama siz de kaybedilen zamanı telafi etmek için boş durmuyorsunuz. Ufukta bir yeni bir proje fikri var, daha büyük ölçekli, “post-kapitalist şehir komünü” hayali…
Halihazırda var olan pratikleri ve imkânları temel alarak geldiğimiz noktadan gurur duyuyoruz, ancak bunun alçakgönüllü bir başlangıç olduğunun farkındayız. Bu yüzden başka seçenekleri de zorlamak istiyoruz: NieuwLand’ın ötesine nasıl geçebiliriz? Yeni nesil bir post-kapitalist komün nasıl kurabiliriz? Derken bir gün fark ettik ki, belediye bize beş dakika mesafede boş bir arsayı konut kooperatifi kurulsun diye ihaleye açmış! Amsterdam içinde hâlâ boş arsa bulunması bile başlı başına bir mucize. Doğal olarak iştahımız fena halde kabardı ve kendimizi hiç de alışık olmadığımız ölçekte hayaller kurarken bulduk. Oluru var mı yok mu demeden ilk toplantılarımızı düzenledik bile! Farklı yetenekleri olan ve değişik alanlardan gelen otuz-kırk kişi kendilerinin ille de orada yaşama beklentisi olmadan elini taşın altına koydu. Mimarlar, eylemciler, hukukçular, sürdürülebilirlik uzmanları, sanatçılar derken bir belediye çalışanı bile aramıza katıldı.
Nasıl ve ne ölçekte bir hayal bu?
Belediyenin ihalesi kırk kadar ünitenin olduğu, düşük ve orta kira düzeylerine hitap eden 2700 metrekarelik bir yapı öngörüyor. Tabii kamuya açık sosyal/kültürel aktivitelerin yapılacağı bir merkez de projenin olmazsa olmazı. Şu anda teklif dosyasını hazırlama sürecindeyiz. Niyetimiz özerklik, sürdürülebilirlik ve müştereklik ilkelerimizden şaşmadan bu başvuruyu kotarabilmek. Hani olur ya, hem siyasi hem mali açılardan tutarlı bir model geliştirebilir de ihaleyi kazanırsak, bundan sonra yapılacak benzer projelere de örnek teşkil ediyor olacağız. Belediyeye post-kapitalist bir projeye iştirak etme teklifini götürmek bile başlı başına bir provokasyon belki, fakat niyetimizi duyanların yüzünde muzır bir gülümseme yarattığı da bir gerçek.
Bu post-kapitalist yaşam birimini biraz tarif eder misin? İçinde neler yer alacak, kimler ne şekilde örgütlenerek bir araya gelecek?
Bizim de kendimize göre çılgın projelerimiz var… Hepimizin aynı zamanda hem tasarımcı hem müteahhit hem de kullanıcı olmasını hedefliyoruz. Karbon-negatif malzeme ve enerji kullanmak, adil ve dayanışmacı bir finansal model geliştirmek ve spekülatif sermayeden uzak durmak istiyoruz. Hayalimiz her şeyin herkes için olduğu ve her alanında “ortaklaşa lüks” deneyimlediğimiz bir yaşam biçimi geliştirebilmek. Örneğin, neden çocukların özerk yaşadığı, kendi kararlarını aldığı bir mekân olmasın? Neden çocuklarla yaşlıların, göçmenlerle öğrencilerin birlikte yaşadığı, nesiller ve sınıflar arası bir mekânsallık tasarlanmasın? Neden yakınımızdaki veri merkezinin soğutma sistemini kullanarak kendi binamızı ısıtmayalım? Neden çatılarda bal üretmeyelim, kahve artıklarıyla mantar yetiştirmeyelim? Belediyenin piyasa koşullarını gözeterek sınırlarını çizdiği bir teklifi, birbirinin aynısı birçok daireyi en ucuza inşa ederek değil de, müşterek bir hayat tasarlayarak neden değerlendirmeyelim?
Neoliberal saldırı döneminde “topyekûn kopuş” yaklaşımının sürdürülebilir devrimci bir strateji olduğundan şüphe duymalıyız. Sisteme entegre olmanın zıddı kendini soyutlamak değil, oyunun kurallarını bozmak olmalı.
Az önce NieuwLand deneyiminde birbirinize nasıl kenetlendiğinizden bahsediyordun. Katılan herkesin başka mücadelelerden gelmesi, dayanışma pratiği olması, bunu kolaylaştırmış olsa gerek. Ölçek genişlediğinde ve herkes böyle bir örgütlülüğe ve politik deneyime sahip olmadığı zaman ne gibi engeller ortaya çıkabilir?
Bunu bir zaaf değil de, fırsat olarak değerlendirmek lâzım. Yuppie’lere emlakçılık yapmakla ilgilenmediğimiz gibi, sadece dar bir aktivist çevrenin dahil olabileceği marjinal bir komün yaratmak da siyasi olarak pek heyecan vermiyor doğrusu. Aksine, değerlerimizle uyumlu, ama pratiklerimizi deneyimleyebilecekleri ortamlardan yoksun çok sayıda örgütsüz ve güvencesiz bireyi harekete geçirme fırsatını yaratmak gerek. Bu tür girişimlerle kentte yeniden ilerici bir siyasi-kültürel çoğunluk inşa etmenin mümkün olduğuna inanıyoruz. Çemberi genişletmek için bir başka neden daha var: NieuwLand’ın dahil olduğu nispeten homojen ortamın kendine özgü zaaflarının da bilincindeyiz. Sözgelimi işgalcilerin estetik kaygı yoksunluğu (veya kasıtlı reddi), elbette ki mekânımızın başta mahalleli olmak üzere daha geniş bir çevreye hitap etmesinin önünde bir engel. Keza, planlama veya iletişim gibi pratiklere de tepkili ve uzak duran bir anarşi kültüründen geliyoruz ve bunun olumsuz etkilerinden de muzdaribiz bana sorarsan. Siyasi örgütlülüğümüze bu tür kabiliyetlerin katılması bizi çok daha etkin ve çok daha erişilebilir kılacaktır. Bu saydığım sebepler, post-kapitalist kavramının olmazsa olmaz bileşenlerinden sayılabilir.
Bir yandan da, toplumun kapitalist işleyiş mekanizmalarından topyekûn geri çekilmeden veya geri çekilinse de duvarın arkasında bu mekanizmalar devam ettiği sürece, bir modele ne derece post-kapitalist diyebiliriz sorusu var. Örneğin, böyle bir mekânın kendi içine kapalı hale gelmesi veya mutenalaştırmanın bir parçasına dönüşme ihtimali gibi sorular etrafında neler tartışıyorsunuz?
Bu konuda geçmişten öğrenmemiz gereken bir ders var. İşgal hareketinin zirvesinde olduğu dönemlerde yerel yönetimin kent merkezindeki işgalcilere, kentin çeperinde muazzam ölçekteki atıl yapıları devretme teklifini götürdüğünü biliyoruz. İşgalcilerin ise “asla devletle ve sermayeyle pazarlığa girişmeyiz ve şehir merkezini bırakmayız” diyerek direnip yeni açılımlara yanaşmadıklarını da biliyoruz. Şimdi aradan otuz küsur yıl geçti, merkezde neredeyse hiç işgal evi kalmamış durumda ve daha da kötüsü çeper de soylulaşmaya direnemiyor. Eğer işgalciler o dönem imkânları değerlendirip çepere alternatif bir dönüşüm sağlamış olsalardı, kim bilir NieuwLand gibi kaç okul, hangar, tersane işgalcilerin ellerinden geçerek konut ve sosyal hizmetlere dönüşmüş olabilirdi. Böylelikle spekülasyona ve emlak piyasasına geçit vermeyen bir kent muhalefeti çoktan kök salmış olurdu. Soweto’yu, NieuwLand’ı ve Nieuw[er]Land’ı bu anlamda geç kalmış, ama yine de zorunlu birer adım olarak görebiliriz. Kaldı ki, neoliberal saldırı döneminde “topyekûn kopuş” yaklaşımının sürdürülebilir devrimci bir strateji olduğundan şüphe duymalıyız. Sisteme entegre olmanın zıddı kendini soyutlamak değil, oyunun kurallarını bozmak olmalı. Piyasanın değiş-tokuş ilişkilerini, dayanışma ve paylaşımın ön planda olduğu ilişkilerle yenebileceğimize olan inancımız tam. Bu anlamda, deneysel ve marjinal bir proje geliştirmenin aksine, toplumun temel ihtiyaçlarına tekabül eden pratiklerin nasıl süratle çoğaltılarak anaakım hale getirilebileceğini araştıran bir proje bu. Diğer bir deyişle, şimdi hücum sırası bizde ve korkunun taraf değiştirme zamanı geldi de geçiyor bile.