İnsan hakları mücadelesinin önündeki temel tıkaçlar neler? Otoriter rejimler uluslararası işbirliği içindeyken, insan hakları mücadelesi yürütenler arasındaki dayanışma ne düzeyde? İfade özgürlüğü önündeki engeller insan hakları mücadelesini nasıl etkiliyor? Cumartesi Anneleri’ne yönelik saldırılar, 1990’lı yıllarda işlenmiş faili meçhul cinayetlerle ilgili davaların beraatle sonuçlandırılması, AİHM’in özgürlükçü olmayan kararları nasıl bir çerçeveye oturtulabilir? Yıllardır insan hakları mücadelesi yürüten Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin eş direktörü Murat Çelikkan’a bağlanıyoruz…
Eş genel direktörü olduğunuz Hafıza Merkezi’nin Danışma Kurulu üyesi de olan Osman Kavala’nın tutukluluğu bir yılı buldu. Bir yıldır iddianamesi bile hazırlanmayan Kavala’ya yönelik muameleyi neye bağlıyorsunuz?
Murat Çelikkan: Osman’ın tutukluluğu, iktidarın keyfi ve baskıcı uygulamalarına, insan hakları ihlallerine ses çıkartabilecek her kesimin susturulması operasyonunun bir parçası olarak düşünülebilir. Osman, desteklediği işlerin olumlu örnek oluşturması üzerine çalışan biridir, bağırıp çağıran biri değildir. Kendisini tanıyan kimsenin, onun herhangi bir örgüte mensup olduğuna inanacağını sanmıyorum. Yaptığı işler, durduğu pozisyon ne kadar bağımsız olduğunun göstergesidir. Bu nedenle, deli saçması iddianamelere boğulduğumuz halde, Osman hakkında bir suçlama oluşturmakta oldukça zorlandıklarını düşünüyorum. Ancak sivil toplumcu kimliğinin yanısıra işadamı kimliğinin de olması, Türkiye’de entelektüel çevreler kadar uluslararası planda da ilişkilerinin olması bir taşla birkaç kuş vurmak olarak düşünülmüş olabilir. Muhaliflerde “ona bile dokunuyorlarsa”, yandaşlarda da “ona bile dokunduk” duygusu yaratmak açısından iyi bir hedef olduğu da sanılmış olabilir. Osman’ın hâlâ hapiste olması onu hapse atanların acziyetini ortaya koyuyor. Ortada Osman’ı suçlamak, gözaltına almak, tutuklamak için ne yeterli ne de geçerli nedenler var. İnsanın aklına soğuk savaşın “rehin ve değişim” uygulamalarını getiren örneklere bakınca, Osman bir rehin. Ama serbest kalması için karşılığının ne olduğu belli olmayan bir rehin. Bugün her Türkiye vatandaşı için potansiyel tehlike olan bu durum onun için fiiliyata geçmiş vaziyette. Bir an önce özgürlüğüne kavuşturulması lazım.
Osman Kavala insan hakları mücadelesi başta olmak üzere sivil toplumun gelişimi konusunda yoğun emek sarfetmiş bir isim olduğu halde, sizce yeteri kadar sahiplenildi mi?
Sahiplenme ancak gücünüz ve ısrarınız itiraz ettiğiniz şeyin gücüyle belli bir dengeye erişebiliyorsa, sebatınız daha güçlüyse işe yarayabilir. Yoksa amaca ne kadar hizmet ettiği düşünülmeli. Ayrıca bence Osman çok farklı kesimlerce, hak örgütleri, vicdan sahipleri tarafından sahiplenildi ve sahiplenilmeye de devam ediyor. Unutmayalım ki sadece İnsan Hakları Derneği yöneticisi veya avukatı olup kovuşturmaya uğrayan, yargılanan veya ceza alanların sayısı 200’ü aştı. Bugün kapatılmamış hak örgütleri arasında en az bir mensubu yargılanmayan ya da cezalandırılmayan örgüt yok. Mücadele bu koşullarda veriliyor yani.
Uluslararası alanda insan hakları mücadelesinin zayıflamasının nedenlerinden biri, bu alanın çok teknik bir konu haline gelmesidir. Bu “teknikleşme”, büyük şirket yönetimi kültürünü de bu alana soktu. Dolayısıyla insan hakları mücadelesini finanse eden yapılar, sonuç alamayacaklarını düşündükleri alanlardan elini çekiyor.
FETÖ davası kapsamında tutuklu bulunan Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak gibi isimler müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu davaların da yeteri kadar konuşulmaması, sıradan birer vaka olarak görülmesi nasıl izah edilebilir sizce?
Herhalde birden fazla nedeni var. Birincisi, yapılan konuşmaları seslendirecek medya organı kalmadı. Hepsi şu veya bu yöntemle resmi yayın organı haline getirildi. Yine de sözüne itibar edilen, vicdan sahibi olan her kesimin bu meseleyi de gündeme getirdiğini gözlemliyorum. İkincisi, toplumun geniş kesimleri üzerinde oldukça kapsamlı uygulanan korkutma ve sindirme operasyonlarının etkisini küçümsememek gerekir. Buna bir de her türlü barışçıl protesto eyleminin yasaklandığını ekleyin. Üçüncüsü de, bu konuda ses çıkartabilecek kesimlerin bir kısmının hâlâ “mahalle kaygısı” olduğunu sanıyorum. Herhalde “onlar bizim mahalleden değil” yaklaşımının da kısmi bir etkisi var. Halbuki demokrasi ve insan hakları mücadelesi verenler açısından mahalle kaygısı olmaz.
Hrant Dink ödülünü alırken yaptığınız konuşmanıza “Her şeyin bir çatlağı vardır ve ışık oradan sızar. Bu ödülü umut adına alıyorum” cümleleriyle son vermiştiniz. Herkesin karamsar olduğu bir dönemde, umudu nerede görüyorsunuz?
Hâlâ hayatta olmakta ve mücadelede görüyorum umudu. Gerek Türkiye’de gerekse diktatörlük altındaki başka ülkelerde böyle düşünen ve yaşayan çok sayıda insan var. Bazı insanlar varoluşlarını insan hakları yahut mesleki etik mücadelesi üzerinden sürdürüyor. Onların mücadelesi bir umut kaynağı. Umut olmadığı zaman herhangi bir değişim mücadelesi olamaz.
Otoriter rejimler kendi hükümranlık bölgelerinde insan hakları mücadelesini bertaraf etmeye çalışırken çoğunlukla uluslararası ittifaklara da başvuruyor. Peki insan hakları mücadelesi yürütenlerin uluslararası dayanışma ağında bir genişlemeden veya daralmadan söz etmek mümkün mü?
Uluslararası alanda insan hakları mücadelesinin zayıflamasının nedenlerinden biri, bu alanın çok teknik bir konu haline gelmesidir. Bu “teknikleşme”, büyük şirket yönetimi kültürünü de bu alana soktu. Dolayısıyla insan hakları mücadelesini finanse eden yapılar, sonuç alamayacaklarını düşündükleri alanlardan elini çekiyor. Ya fon vermiyor, ya kaynak bulmayı zorlaştırıyor veya dediğim gibi elini o alandan çekip tercih değiştiriyorlar. Örneğin bazı bağımsız fon kuruluşları, verdikleri fonları alınan sonuçlarla bağlantılı olarak değerlendirme eğilimi gösterdikleri için, fonlarında kısıtlamaya gidebiliyorlar. Türkiye’den bir sivil toplum kuruluşu, “Türkiye’de ifade özgürlüğünün iyileşmesi için şöyle şöyle çalışmalar yapacağım” dediğinde, kimse yaptığınız çalışmanın kısa vadede Türkiye’de ifade özgürlüğünü iyileştireceğine inanmıyor. Dolayısıyla böyle bir yatırım yapmak istemiyor.
İnsan hakları mücadelesinde sonuç alıcı faaliyetleri tamamen gönüllülük esasıyla gerçekleştirmek kolay değil. Bu mücadeleyi sürdürülebilir kılmak için, mücadeleyi yürüten insanların hayatlarını da sürdürebilmesi gerekiyor. Aksi halde, tıpkı siyaset alanında olduğu gibi ya parası olanlar bu mücadeleyi yürütecek veya gönüllü insanlar sadece boş zamanlarını buna ayırabilecek.
Yani bağımsız fon kuruluşları, insan hakları için yürütülen mücadele alanlarına yatırım gözüyle mi bakıyor?
Maalesef dünyada bunun işleyişi böyle. Çünkü sivil alanın, sivil toplumun gelişmesine yönelik fonların önemli bir kısmı, iş dünyasından gelen insanlar tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla zaten Türkiye’den umudunu yitirmiş olan fon sahipleri, dikkatlerini ve kaynaklarını başka ülkelere kaydırıyor.
Bu eğilim bir yanıyla da insan hakları mücadelesini fonlara bağımlı olmaktan kurtarmaya, gerçek anlamda gönüllülüğe dayalı bir mücadelenin yolunu açmaya vesile olabilir mi?
Valla bu bir hayal. İnsan hakları mücadelesinde sonuç alıcı faaliyetleri tamamen gönüllülük esasıyla gerçekleştirmek kolay değil. Bu mücadeleyi sürdürülebilir kılmak için, mücadeleyi yürüten insanların hayatlarını da sürdürebilmesi gerekiyor. Aksi halde, tıpkı siyaset alanında olduğu gibi ya parası olanlar bu mücadeleyi yürütecek veya gönüllü insanlar sadece boş zamanlarını buna ayırabilecek. Böyle sonuç almak da pek mümkün değil. Nitekim dünyada çok az sayıda büyük insan hakları kuruluşu sadece kendi kaynaklarıyla çalışabiliyor. Ancak mutlak olarak gönüllüğü gerektiren bu mücadelede profesyonellikle gönüllülük arasındaki gerilim henüz tam anlamıyla çözülebilmiş, olması gerektiği gibi dengelenebilmiş değil. İnsan haklarının teknik hale gelmesi yüzünden insanlar, insan hakları hakkında konuşanların ne dediklerini çoğu zaman anlamıyor. Örneğin ifade özgürlüğünden söz ettiğinizde, uzmanlık gerektiren bir alandasınız demektir. İşkenceyi önleme mücadelesi, uzmanlık gerektiren bir alan. Çıkıp teknik dille bir haktan veya ihlalden söz ettiğinizde, dediklerinizi anlaşılır kılacak başka insanlara ihtiyaç oluyor. Mağdur olanlarla, hedef alınanlarla doğrudan bağı olmayan, ortak dil kuramayan hak örgütleri de bu zayıflamanın bir başka kaynağı olabilir. Ama bu mücadeleden sonuç almak, süreklilik gerektiriyor. Süreklilik de parasız olmuyor.
OHAL’le birlikte uluslararası fon kuruluşlarından destek alan insan hakları örgütleri çeşitli defalar iktidarın hedefi haline geldi. Temmuz 2017’de, İstanbul Büyükada’da yapılan ve dokuz insan hakları savunucusunun gözaltına alınıp daha sonra tutuklandığı operasyon başta olmak üzere, hak savunucularının faaliyetleri kriminalize edilmeye, hatta darbeyle ilişkilendirilmeye çalışıldı…
İktidarlar çeşitli kısıtlama veya kriminalize etme yöntemlerini birbirlerinden öğreniyorlar. Sivil alana ve hak alanına yönelik mücadelede Rusya’da Putin’in yaptığıyla Türkiye’nin, Venezuela’nın, Kamboçya’nın, İsrail’in yaptıkları arasında çok büyük farklar yok. Nasıl ki iktidarlar bu konuda ortaklık kurabiliyorsa, hak mücadelesi yürütenlerin de ortaklaşması çok önemli. Hak örgütlerine yönelik kısıtlamaların ve baskıların olduğu yerlerde insanların nasıl mücadele verip sonuç aldıklarını bilirsek, uluslararası bir dayanışma içinde olursak, elbette mücadele etmemiz daha kolay olur. Sivil toplumun saldırılara karşı bir araya geldiği, sorunlarını öncelik sırasına koyarak mücadele ettikleri ülkelerde sivil alanın daralmasına karşı yürütülen mücadelede başarı şansı daha yüksek. Türkiye’de ne yazık ki ortak çalışma kültürü çok az. Ama mevcut dönemde, küçük de olsa bu yönde bir ilerleme olduğunu söylemek mümkün. Evet, şu an belli bir dayanışma içindeyiz, ama sivil alana yönelik saldırılara karşı nasıl bir stratejimiz olması gerektiğini oturup konuşmamız, belli bir strateji belirlememiz de gerekiyor. Henüz o aşamaya gelmediğimizi söyleyebilirim.
Baskının çok şiddetli olduğu, insanların konuşmaya çekindiği, hayatlarının bir gün içinde yok edildiği tek dönem bu değil. Nasıl bir hayat istediğimize ilişkin netliği ve umudu kaybetmemeliyiz.
Varlığını fon alarak sürdüren kurumların haricinde, topluluklar veya gönüllü inisiyatifler üzerinden insan hakları mücadelesi yürütenler de var. Bu yolla mücadele yürütenlerde bir artış olduğu söylenebilir mi?
Bu yolla yürütülen mücadelenin geliştiğini düşünüyorum. Gazeteciler, avukatlar, sendikacılar, kadınlar, LGBTİ bireyler hak mücadelesi yürütüyor. Çoğu zaman bu mücadeleyi yürüttükleri için başlarına iş alıyorlar. Dolayısıyla bu kesimleri de insan hakları mücadelesi verenler kategorisinde değerlendirmek lazım. Üstelik bu alandaki mücadele son üç yıla değil, son otuz yıla yayılıyor ve giderek artıyor, çeşitleniyor. Tabii şu anda ufak bir basın açıklaması yapmak bile yasaklanıyor, engelleniyor veya saldırıya maruz kalıyor. Bu tür engellemeler ve baskılar mücadeleyi geriye düşürüyor, katılımı azaltıyor. Yine de verilen mücadelenin kalıcı ve sistemli hale getirilmesi için kaynak da gerektiğini hatırlatayım.
Muhalif siyasi partilerin hak mücadelesinde genel olarak nasıl bir pozisyonu var? İnsan hakları mücadelesine ne düzeyde odaklanıyorlar?
Milletvekilleri, belediye başkanları hapse atıldığı için HDP, ister istemez bir varlık mücadelesi yürütmek üzere bu mücadelenin içinde yer alıyor. Bu mücadeleyi daha etkili bir biçimde yapabilir mi, ayrı tartışma konusu. CHP’nin az sayıdaki milletvekilinin çabası ve koşturması dışında böyle bir politikası olduğunu ise söyleyemeyiz. CHP’nin hapse atılan milletvekillerine bile yeteri kadar sahip çıkmadığı ve Meclis’te verdiği destekle buna sebep olduğu da görülüyor. Kendi milletvekillerine bile sahip çıkmayan bir partinin insan haklarına sahip çıkacağına inanmak oldukça zor. Meclis’te temsil edilmeyen partilerin ise birçok insan hakları mücadelesi ortamında var olduğunu görmek mümkün. Ancak bugünün Türkiye’sinde ne yazık ki bu katılımların hiçbiri yeterli değil.
Cumartesi Anneleri’nin bir süredir izin verilmeyen basın açıklamalarını her hafta bir CHP milletvekili TBMM Genel Kurulu’nda özetleyerek okuyor. CHP’nin bu desteğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHP’li milletvekillerinin bu desteğini çok önemsiyorum. Türkiye’de her toplumsal ölçekli cinayetin faili meçhul ve cezasız kalması pratiğinin en önemli göstergelerinden olan kaybedilenlerin faillerinin kim olduğunu aslında herkes biliyor. Bunu CHP milletvekillerinin Meclis’te hatırlatıyor olması hem cezasızlıkla mücadele açısından hem de bugün her türlü demokratik etkinliğin yasaklandığını göstermesi açısından önemli.
Bugünün Türkiye’sinde insan hakları için ne yapılabilir, ne yapmalı?
Boş bir laf değil: Umutlu olmak ve hayal etmeyi sürdürmek lazım. Ben 60 yaşını geçtim ve Türkiye’de ilk defa böyle bir dönemden geçmiyoruz. Baskının çok şiddetli olduğu, insanların konuşmaya çekindiği, hayatlarının bir gün içinde yok edildiği tek dönem bu değil. Nasıl bir hayat istediğimize ilişkin netliği ve umudu kaybetmemeliyiz. Bu yolda çok farklı düzey ve çeşitlilikte yapılabilecekler var. Benim açımdan bu mücadeledeki en önemli kriter, her gün aynada yüzüme bakıp bakamamak, gözlerimi kendimden kaçırıp kaçırmamaktır. O halde vicdan da boş bir laf değil. İnsanlara vicdanlarının sesini dinlemelerini öneririm. Herkesin demokratik haklar ve insan hakları mücadelesi için yapabileceği bir şeyler vardır. İnsan hakları mücadelesi her zaman en radikal olmak zorunda değil. Bazı mücadeleleri de kaydetmiyor, görmüyoruz, ama aslında iş ortamında, okulda, gündelik hayatta bu mücadeleyi veren sayısız insan var. Bu mücadeleleri çoğaltmak ve bundan vazgeçmemek zorundayız.
25 Eylül’de BM Genel Kurulu’nda konuşan Trump’ın “küreselleşmeye karşı vatanseverliği savunuyoruz” sözleri sizce ne anlama geliyor?
Bir kere bu beyan bir yalan. Aksi halde ABD’nin denizaşırı bölgelere asker göndermekten vazgeçmesi gerekirdi. Amerika’nın burnunu sokmadığı, katliamlarına karışmadığı, baskıcı yönetimlerini desteklemediği çok az ülke var. ABD, Çin ve Rusya’ya karşı, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın her yerini kullanıyor. Vatanseverlik, baskıcı liderlerin milliyetçilik ve muhafazakârlık üzerinden kurduğu bir söylemden ibaret.
İnsan hakları mücadelesi her zaman en radikal olmak zorunda değil. Bazı mücadeleleri de kaydetmiyor, görmüyoruz, ama aslında iş ortamında, okulda, gündelik hayatta bu mücadeleyi veren sayısız insan var. Bu mücadeleleri çoğaltmak ve bundan vazgeçmemek zorundayız.
İktidarların insan haklarına yönelik kısıtlamalarının dünya ölçeğinde arttığı bir dönemin yaşandığını Hrant Dink ödül töreni sırasında da vurgulamıştınız. İktidarların baskıları, kazanılmış hakların kaybedilmesi ve giderek unutulması ihtimalini de beraberinde getiriyor mu?
Bu konuda farklı yaklaşımlar var. Sisifos söylencesine atfen “peki ya insanlar ateşi istemiyorsa ne olacak” sorusu sorulur. Tanrılarla insanların eşitlenmesi mücadelesi veriyorsun, ama insanlar bunu istemediğinde ne yapacaksın? Bir kere eşitsizliklerin ve haksızlıkların her zaman mağdurları var. Bu mağdurların hak talebi devam ediyor. İnsanların önemli bir kısmı her zaman bu eşitsizliklerin ve haksızlıkların giderilmesini istiyor. Dolayısıyla baskılar karşısında insanların temel haklarını kulak arkası edebileceğini söyleyemeyiz. Uluslararası ilişkilerden uluslararası kurumlara kadar 20. yüzyılın ikinci yarısına insan hakları mücadelesi damgasını vurdu. 21. yüzyılda bunda bir gerileme görüyoruz. Fakat bu gerileme, insanların haklarından vazgeçmesi veya bunları unutmasıyla değil, siyasi baskılarla, tercihlerle ilgili. Son elli yıllık insan hakları mücadelesinin de dönüp kendisine bakması gerekiyor, ama söz konusu gerilemenin sebebi elbette otokratik rejimlerin uygulamalarına dayanıyor. Öte yandan insan haklarının çıktığı yer olarak gösterilen Batılı ülkelerde de bu daralmanın yaşandığı ifade ediliyor, ama insan haklarına esas katkının Latin Amerika ülkelerinden olduğu unutuluyor. 1990’lardaki AİHM kararlarıyla bugünün kararlarını karşılaştırdığınızda, özgürlükler açısından bir geriye gidiş gözlemliyoruz. Ama sonuç olarak AİHM de devletlerarası bir kurum. Şu anki Batılı devlet yönetimlerinin önemli bir kısmının muhafazakâr olduğunu da unutmamalıyız. İnsan haklarında dönemsel gerilemeler olabilir, ama bu geçicidir. İlkeler ise kalıcıdır. Bu ilkeleri daha özgürlükçü perspektifle yorumlayacak insanlar ve mücadele alanları mutlaka yeniden yeşerir.
İnsan haklarında dönemsel gerilemeler olabilir, ama bu geçicidir. İlkeler ise kalıcıdır. Bu ilkeleri daha özgürlükçü perspektifle yorumlayacak insanlar ve mücadele alanları mutlaka yeniden yeşerir.
Hafıza Merkezi olarak başta 1990’lı yıllarda işlenen faili meçhuller olmak üzere zorla kaybetme vakalarının hem çetelesini tutuyor hem de açılmış davaları takip ediyorsunuz. Mevcut yargı, özellikle 1990’lara ilişkin nasıl bir tutum alıyor?
AKP, iktidara geliş sürecinde ve iktidarının ilk dönemlerinde, kendi siyasal alanını genişletebilmek için Kemalizmin ve yer yer militarizmin dayanak noktalarıyla mücadeleye girişti. Bu süreçte özellikle 1990’lı yıllardaki ihlallere yönelik çeşitli davaların açıldığına ve o dönemdeki sorumlulara yönelik suçlamaların yapıldığına şahit olduk. Bu, şu veya bu nedenle yapılmış olabilir, ama bizim açımızdan önemli olan sonuç alabilmekti. Fakat çözüm sürecinden sonra ve hatta hemen öncesinde, 1990’lı yıllara ilişkin açılmış davaların tek tek aklanmayla sonuçlandığını gördük. Zaten davaların yılları bulan ertelemeleri, müdahil avukatların taleplerinin görmezden gelinmesi, davaların oradan oraya taşınarak takip edilmesinin zorlaştırılması gibi engeller vardı. Fakat yargılama safhasında müebbet hapis istenenler hakkında birdenbire, tek celsede beraat kararları verildiğini görmeye başladık. Dolayısıyla, adaletin siyasallaşmasından ve büyük ölçüde yönetim erkinin kontrolüne girmesinden geçmişle yüzleşme davaları da etkilendi. Bu kapsamda, açılan davaların mağdurlar aleyhine sonuçlarla nihayetlendirildiğini söyleyebiliriz. Bu sonuçlar elbette bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu adalet mekanizmasının bağımlılığı sorunundan ya da hükümetin ve devletin giderek daha milliyetçi bir çizgi ve söyleme sahip olmasından, bu temelde yapılmış olan ittifaklardan bağımsız değil. Öte yandan örneğin 1990’lı yıllarda Cizre’de elliye yakın insanın katledilmesinden veya kaybedilmesinden sorumlu olan biri için mağdur yakınları şöyle diyordu: “Biz zaten hiçbir zaman mahkûm olacağına inanmadık. Ama bizimki, onun sanık sandalyesinde yargılandığını, bir dönem de olsa tutuklanmış olduğunu görme mücadelesiydi.” Her ne kadar sonuç alınmasa da insanlar bir mücadele alanı olarak adalet alanını terk etmiyor. Sonuç alınmayacağını biliyorlar, ama yıllarca sürecek bir uğraşa hâlâ giriyorlar. Pek çok ülkede kırk-elli yıl sonra gelen adalet var.
Yaklaşık 273 bin kişi hapiste. 400 bini aşkın kişi de denetimli serbestlik kapsamında kontrol altında. Denetimli serbestlik de çoğunlukla adli suçlar için tasarlanmış bir yöntem. Cezaevlerinin kapasitesinin ne kadar aşılmış olduğu ortada. Aflar her dönemde hem oy hem de kendi muhaliflerine cezaevlerinde yer açma yatırımı olarak kullanılıyor.
Kesintilere uğramış olsa da yirmi yıla yakındır devam eden Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önündeki gösterileri artık sert bir biçimde engelleniyor. İktidarın Cumartesi Anneleri’ne yönelik saldırgan tavrını neye dayandırıyorsunuz?
Cumartesi İnsanları’nın hedeflediği kesimlerin önemli bir kısmının bugün iktidarda olması veya iktidar ittifakı içinde bulunması etkenlerden biri. İkinci etken, Cumartesi Anneleri’nin, Cumartesi İnsanları’nın sadece kaybedilen yakınlarını değil, devletin bugün de devam eden pratiklerini anımsatıyor olması. Cumartesi Anneleri’nin öyle bir meşruiyeti var ki, hiçbir şekilde gösteri yapılmamasını isteyen iktidarın iradesini kırıyorlar. İktidar eğer Cumartesi İnsanları’nın iradesini kırabilirse, geriye kalan herkesle uğraşılabileceğini düşünüyor olabilir. Mezar hakkı mücadelesi bundan üç bin yıl önceye, Sofokles’e, Antigone’ye dayanıyor. Bunun karşısında hiçbir siyasetçi, hiçbir devlet mücadele edemez. Onların tarihleri bu mücadeleyle baş etmeye yetmez. Cumartesi İnsanları’nın toplumun çok farklı kesimlerinde inanılmaz bir meşruiyetleri ve haklılıklarının kabulü var. Uluslararası alanda da hâlâ çok önemliler ve herkesin gözleri onların üzerinde. Bu iş o kadar kolay değil!
MHP’nin af tasarısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Son rakamlar, yaklaşık 273 bin kişinin hapiste olduğunu gösteriyor. 400 bini aşkın kişi de denetimli serbestlik kapsamında kontrol altında. Denetimli serbestlik de çoğunlukla adli suçlar için tasarlanmış bir yöntem. Cezaevlerinin kapasitesinin ne kadar aşılmış olduğu ortada. Bu tür aflar her dönemde hem oy hem de kendi muhaliflerine cezaevlerinde yer açma yatırımı olarak kullanılıyor. Her affın, devletin “biz hata yaptık” demesi olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Ancak tam anlamıyla bağımsız, etkili, adil bir yargı mekanizması olmayınca aflar kaçınılmaz oluyor ve herkes haklı bir memnuniyetle karşılıyor. Ancak bugün Türkiye’de patlayan adli olaylar kadar hapsedilmiş siyasi mahkûmlar olduğu gerçeğini unutmamak lazım. Af olacaksa ayrımsız bir genel af olmalı. İnsanlığa karşı suç işlemiş olanlar da af kapsamı dışında olmalı.
Yoğun baskı döneminde başta gazeteciler olmak üzere pek çok insan, düşüncelerini ifade etmekten geri duruyor, otosansüre başvurmak zorunda kalıyor. Aynı şeyin insan hakları savunucuları için de geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yüzyıllara dayanan mücadele sayesinde elde edilmiş ve tanımlanmış haklardan geri adım atma imkânı yok. Bu haklarla ilgili savunuyu yumuşatmak söz konusu olamaz. Yapılan ihlal neyse, insan hakları savunucuları bunu söylemek zorunda. Fakat mücadele yöntemlerinde kısıtlamalar, farklılıklar gündeme gelebilir. Bazı kurumlar yayınlayacakları raporları, eğer gündelik bir meseleye dokunmuyorsa, erteliyor olabilirler. Ama gündelik hak mücadelesinden hiçbir insan hakları kurumu geri duramaz.
Dolayısıyla Türkiye’de insan hakları mücadelesi yürüten yapıların sağlam temellerinden şaşmadığı, kurumsallaşmanın kökleşmiş olduğu söylenebilir mi?
İnsan hakları uluslararası bir alan. Türkiye’de insan hakları kuruluşlarının söylediği her söz güvenli ve itibarlı bulunur. Ama sadece İHD’nin bile 200’e yakın üyesi, insan hakları faaliyetleri nedeniyle ya yargılanıyor ya da kovuşturmaya tâbi. Şu anki mücadelenin böylesi şartlar altında yürütüldüğünü unutmamalıyız.
“Adalet gibi, hakikat de tahakküm altına alınıyor. Hakikatin gücünden bahsetmek zorlaşıyor. Hakikatin değil, inançların gücünden bahsetmekse kolaylaşıyor. Gücü elinde tutanların inanılmasını istediklerinin egemen olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz.” Bu cümleler, Hrant Dink ödül töreni konuşmanızdan. Basın özgürlüğü üzerindeki baskılar ve kısıtlamalar, insan hakları mücadelesi açısından ne tür sorunlar yaratıyor?
Bundan kaynaklanan sorunlar çok ciddi. Özellikle pozitivizmden gelenler hakikatin gücüne inandıkları için, “hakikati ortaya çıkarırsan meseleler çözülür” diye düşünürler. İçinde yaşadığımız dönemde hakikatlerin ortaya çıkması engelleniyor. Dahası, kutuplaşmanın had safhada olduğu toplumlarda, hakikati ortaya çıkarsan bile, toplumun bir kesimi o hakikati görmemeyi veya gerekçelendirmeyi tercih ediyor. Dolayısıyla insan hakları kriterleri ve ilkelerinin nasıl oluştuğu da, hakikatin hangi süreçte arandığı da bu açıdan çok önemli. Hakikat oluşumundan ve bunun topluma yayılmasından bahsedebilmek için sonsuz bir ifade özgürlüğü olması gerekir. Türkiye’de siyaset yapanların, siyasi görüşlerini açıklayanların bile yargılandığı ve cezaevinde bulunduğu bir dönemde gazetecilerin, insan hakları savunucularının ve hatta hukukçuların işi çok zor. En zoru da, doğrudan bir ideolojik alanda çalışan gazetecilerinki. Ben bireysel düzeyde de olsa gazetecilik alanında hâlâ etik mücadelesinin verildiğine inanıyorum. Ama mesele bununla çözülecek gibi değil. Mevcut tahakkümün ortadan kaldırılması ancak demokrasi mücadelesiyle mümkün.