Alevi örgütlerinin eşit yurttaşlık talebini gündemde tutamaması, Öteki Olarak Ölmek sempozyumunun izleri, Gezi-Aleviler ilişkisi, Alevi toplumunda Ortodokslaşma eğilimleri… Dizinin beşinci bölümünde, Alevi Enstitüsü’nün kurucularından SBF eski öğretim üyesi Ayhan Yalçınkaya’yı dinliyoruz…
Alevi açılımından, cami-cemevi projesinden, Yavuz Selim Köprüsü’ne, Alevi evlerinin kapısına X işareti konmasına geldik… “Açılım” sonrası, Alevilerin taleplerinin tümünü kapsayan “eşit yurttaşlık” talebinin güçlü bir biçimde gündemde tutulmaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ayhan Yalçınkaya: Eşit yurttaşlık talebini bir koordinat ekseninde şekillenen dinamik bir talep gibi düşünmek gerekiyordu. Yatay eksende geçmişten bugüne ve geleceğe, dikey eksende aşağıdan yukarıya doğru. Yatay eksende eşit yurttaşlık ne demektir? Şimdiki zamanla sınırlanmamak demektir. Yani bu haliyle eşit yurttaşlık, örneğin camilerde olduğu gibi, cemevlerinin de elektrik parasından muaf olmasıyla sınırlanamaz
Eşit yurttaşlık talebi, özellikle ve öncelikle Cumhuriyet döneminden itibaren, bir yüzleşme ve hesaplaşmayı ve aktif bir bedel ödemeye çağrıyı da içerir. Devlet olarak bir topluluğun maddi-manevi bütün mirasını yağmalamışsınız, kendi yandaş-aparat dinsel çevrelerinize tahsis etmişsiniz, Alevileri kendi mekânlarında misafir-kiracı durumuna düşürmüşsünüz, literatürünü imha etmişsiniz, ritüelini yasaklamışsınız. Bunlara uzayıp giden katliam zincirini eklemiyorum bile.
Öyleyse, şimdi “elektrik faturası ödenmesin hadi” deyince eşitlik sağlanmış mı olacak? Hadi geçmişi bıraktık –bırakamayız ama–, bugün örneğin yargı ve genel olarak hukuk bürokrasisinde tek bir Alevi kalmamış, kapılar onlara kapatılmışken “yahu hadi üç tane de MHP’li, ama Alevi polis alalım, onlar kesin Fetöcü değildir, zaten onları emniyet müdürü yapacak da değiliz” dediğiniz için eşit yurttaşlık sağlanmış mı olacak? Bir zulüm ve zorla, şiddete dayalı kültürleme olarak zorunlu din derslerini ve bunun ötesinde eğitim-öğretimin kreşten doktoraya kadar zorunlu Sünnileştirilmesini saymıyorum bile.
Eşit yurttaşlık talebi Alevilerin tam da dinleri gereği ortaya attıkları –ki bu haliyle de saf siyasal– ve dinleri gereği oldukça da Alevilerle sınırlı tutulamayacak dinamik bir talepti. Talebin toplumun bütün kesimlerinden yankı bulması bu nedenleydi zaten. Alevi hareketi çok önemli bir sıçrama momentini yakalamıştı.
Dikey eksene yöneldiğimizde ise durum daha da vahim. Aleviyi Aleviye, Sünniyi Aleviye, Türkü Kürde ve cümlesini Ermeniye düşman etme politikalarınız ve bu toplulukların birbirlerine karşı geliştirdiğiniz ayrımcı politikalar ne olacak? En altta yer alan artık yoksul bile diyemeyeceğim çok çeşitli kimlik ve kesimlerden oluşan toplulukların uğradığı eşitsizlik ve ayrımcılık ne olacak?
Dolayısıyla, eşit yurttaşlık talebi bu anlamda, Alevilerin tam da dinleri gereği ortaya attıkları –ki bu haliyle de saf siyasal– ve dinleri gereği oldukça da Alevilerle sınırlı tutulamayacak dinamik bir talepti. Talebin toplumun bütün kesimlerinden yankı bulması ve giderek tüm kesimlerce sahiplenilmesi de bu nedenleydi zaten. Alevi hareketi de başlangıçta bu dinamizme uygun adımlar atarak ilerliyordu –tümü olmasa bile, en azından bazı aktörleri. Dahası, bu talebi öne sürmeyen, bunu sahiplenmiyormuş gibi görünen, mesafeli davranan Cem Vakfı çevresi bile talebin dinamizmine teslim olmak zorunda kalmıştı. Çünkü aksi bir durum kendisinin tümüyle tecridine yol açabilecek bir risk içeriyordu. Ancak, süreç içinde, Alevi hareketi talebin dinamizmine, hızına ve kapsamına yetişemez hale geldi. Yani talebin mahiyeti hareketin boyunu ve gücünü ne yazık ki aştı. Bunun nedenlerini elbette tartışabiliriz, ama şu anda şu kadarını söylemekle yetineyim; bu boy ve güç aşımı nedeniyle Alevi hareketi talebi statik bir talepler listesine indirgemeye, bu listeyi de olabildiğince Alevilerin kendi ihtiyaçlarıyla sınırlamaya girişti, ki bu da hareketin kapanmasına ve diğer toplumsal siyasal hareketlerle bağının önce zayıflayıp sonra tümüyle kopmasına neden oldu. Oysa hareket, hani çok iddialı olacak, tarihsel demeyeyim ama, çok çok önemli bir sıçrama momentini yakalamıştı. Elbette bunun en önemli nedenlerinden biri Alevi hareketinin devletin çalıştaylar hamlesine ve orada ortaya koyduğu stratejiye güçlü bir yanıt verememesi, aksine o stratejinin, en azından bugün geldiğimiz noktada, bariz bir biçimde başarılı olması.
Bugün kadın hareketinden Kürt hareketine, gayrimüslimlerden LGBTİ+’ya, birçok hareket/grup eşit yurttaşlık talebini dile getiriyor. Bugün için konuşursak, siz her ne kadar Aleviler için sıçrama momentinin kaçırıldığını söyleseniz de, bu gruplar/hareketler eşit yurttaşlık talebi temelinde Alevilerle hareket edebilir mi?
Saydığınız grupların eşitlik yurttaşlık talebi doğrultusunda Alevilerle birlikte hareket edip edemeyeceğini geçmişe bakarak pekâlâ yanıtlayabiliriz. Basitçe, örneğin o kalabalık, kitlesel Alevi mitinglerini, Alevi taleplerinin haykırıldığı Alevi mitinglerini dolduranlar yalnızca Aleviler miydi? Elbette ki hayır. Birçok kesimi temsil eden sivil toplum örgütleri, sendikalar, hareketler, siyasal partiler bu mitingleri destekliyordu ve katılıyordu. Yalnızca gayrimüslimleri ve onların temsilcilerini istisna tutabiliriz, ki onlarınki çok anlaşılabilir. Kaldı ki, bu da zaten genelleştirilebilir bir şey değil, birazdan bir örneğini vereceğim. Saydığınız tüm kesimler açısından, eşit yurttaşlık talebi etrafında Alevilerle birlikte hareket etmek hiçbir sorun yaratmıyordu. Sorun onlardan kaynaklanmıyor. Onlara değil, başka bir odağa yönelmeliyiz kanımca.
Ama bu yönelişten önce, birlikte hareket etmek bakımından bir-iki can alıcı örneği hemen vermek istiyorum: Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan bir yapı olarak zamanın Alevi Enstitüsü girişiminin açılış töreninde –yanlış hatırlamıyorsam Rum ve Süryani– gayrimüslim temsilciler de yer almıştı. İkinci bir örnek, bildiğim kadarıyla alanında ilk girişim olarak gerçekleştirilen, benim de koordinatörlerinden biri olduğum, İzmir’de yapılan “Öteki olarak Ölmek” sempozyumunun örgütleyici kurumları Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Kaos-GL, Halkların Köprüsü Derneği ve Narlıdere Cemevi Derneği idi. İlginç değil mi? Bu sempozyumda Kürt Barış Anneleri, translar, Aleviler, mülteciler seslerini bir araya getirdiler. Hatta Gani-Met’in translar cephesinden Aleviler ve Sünnilere attığı “fırçayı” hiç unutmam: Mealen “ulan” demişti, “ben öldürülüp çöplüğe atıldıktan sonra, cenazemi ister cemevinden kaldırın, ister camiden… Umurumda mı sanıyorsunuz?” Bu sözü, mealen de olsa anımsamam boşuna değil. Talepler cemevine kapatılır, orada sıkışıp kalınırsa ne transların, ne Kürtlerin, ne de gayrimüslimlerin umurunda olmaması son derece doğal ve kaçınılmaz olan bir şey, ki gerçekleşti zaten.
Ama talepler dinamik talepler olarak ileri sürülüyorsa, o zaman Gani-Met de cemevi talebine sahip çıkacaktır. Nasıl? Sözüm ona kimliği meçhul birilerince öldürülen bedeni çöplüğe atıldığında o bedene en azından Alevilerin sahip çıkacağından emin olduğu için değil, sokakta kaçırılmaya çalışıldığında çevredeki en az bir Alevinin yardımına koşacağından eminse! Kaçırılması engellenemese bile Alevi örgütlerinin onun için yeri göğü yıkacağından eminse.
Aynı sempozyumdan bir anekdot daha aktarayım ve odağımızı nereye çevirmemiz gerektiğine de buradan bağlanayım. Sempozyumun Alevi katılımcılarından, hatta yanlış hatırlamıyorsam, vakfın şube yöneticilerinden biri, Gani-Met’i dinledikten sonra, arada sigara içerken sessizce beni kenara çekmiş ve şöyle demişti, yine mealen: “Hocam, tamam başımıza Ermenileri sardın, anladık, başımız üstünde yerleri var. Papazları sardın, Rumları sardın, eyvallah da bir de başımıza bu ibneleri sarmasaydın iyi olacaktı.”
O Alevi bir yandan bundan yakınıyor, ama öte yandan sempozyumun tüm işlerine koşturuyordu, sempozyumu da sonuna kadar izledi. Öyleyse, bu moment yakalanabilir mi yakalanamaz mı diye merak ediyorsak, dikkatimizi dün olduğu gibi, bugün öncelikle Alevi topluluklara çevirmeliyiz.
Aleviler bu kesimlerle hareket edebilir mi?
Elbette burada öncelikle Alevi hareketinin öncü örgütlenmelerini kastediyorum, özellikle de iki örgütü: Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği. Alevi toplulukların mensupları bakımından çok kaygılı değilim, böylesi birliktelikler için. Örneğin, genç Aleviler benim için endişe kaynağı değil. Sol radikal gruplar içinde örgütlenmiş Alevi gençler için bu bir sorun oluşturmuyor zaten. Milliyetçi-ırkçı-faşist-ulusalcı kimi örgütlerin şu ya da bu düzeyde parçası olan gençler için elbette bu bir sorun olacaktır, ama 90 yaşında bir Alevinin sözü bile onların en keskin kılıçlarından üstündür, yeter ki karşılarında gerçekten bir iradeyi görsünler.
Öteki Olarak Ölmek sempozyumunda Alevi katılımcılardan biri, arada sessizce beni kenara çekmiş ve şöyle demişti, mealen: “Hocam, tamam başımıza Ermenileri sardın, başımız üstünde yerleri var. Papazları, Rumları sardın, eyvallah da bir de başımıza ibneleri sarmasaydın iyi olacaktı.” Bir yandan bundan yakınıyor, ama öte yandan sempozyumun tüm işlerine koşturuyordu.
Eski sol gelenekten gelen, ulusalcı olduğunun farkında bile olmayan, pragmatist ve oportünist bir orta yaş ve orta üst yaş grubu Alevi kitle var ki, onlar da sağcı Alevi gençler gibi, oportünizmleri ve pragmatizmleri gereği örgütsel iradeyi kollayacaktır. İrade dediğimiz anda da demek ki mesele geliyor, örgütlenmeye dayanıyor. Soruyu buradan doğru yanıtlamak lâzım. Buna ilişkin bazı ipuçlarını vermiştim. Bugün Alevi hareketinin tüm bileşenleri politik düzeyde benzer bir çizgide buluştu. Olabildiğince orta yolcu, olabildiğince kendi aralarındaki politik farklılıklar ile mücadele yöntemlerinin farklılıklarının üstünü örten, sorunları olabildiğince erteleyen, riskli alanlardan olabildiğince uzakta duran bir politik hat bu. Anlaşılacağı gibi, daha çok kendini kapatıp, başını siperden çıkarmayıp, bu dönemi en az hasarla atlatmaya dönük savunmacı-kapanmacı bir çizgi. Bunun mazereti de hazır zaten: Birlik görüntüsü veriliyor güya.
Yine de elbette, tek tek her bir bileşeni düşündüğümüzde, örneğin böyle birliktelikler için en deneyimli iki örgütün, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ile Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın hâlâ bu potansiyeli taşıdığını söyleyebiliriz. Ama ben bu politikanın bir örneğini KHK sürecinde, koskoca Mekteb-i Mülkiye’de, yani İbişgillerin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bilfiil tecrübe ettim ve sonuçlarını hep beraber gördük. O zaman ve hâlâ da bu politikayı savunan pek ünvanlı, pek Marksist akademisyenler, fakültenin bir bütün olarak tasfiyesini başlarını soktukları siperden seyrettiler. Sonuç almış sayılırlar, değil mi, hâlâ kürsülerinde olduklarına göre? Eh bu durumda Alevi örgütleri de sonuç almış sayılsın, hâlâ kapatılmadıklarına göre.
Peki, bu potansiyel harekete geçebilir mi?
Mevcut politik hat bence buna engel. Bu iki aktör, özellikle de Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı tek başına kuşkusuz adım atacak bir iradenin kırıntılarını hâlâ koruyor, ama atabilir mi? Hayır. Çünkü o iradenin arkasında durabilecek gücü, kaynakları neredeyse kalmadı, her şey bir yana. Onun gündeminde de şu anda baskın eğilime uygun olarak Alevilerin Alevilikle ilgili sorunları var ne yazık ki. Eh, pandeminin de zaten aylardır her şeyin üzerine tuz biber ektiğini eklemeden olmaz, değil mi? Ancak, yanıtımı tamamlarken şu kadarını söyleyeyim de her şeyi pek kötümser gördüğüm düşünülmesin yine de: Türkiye’de muhalefetin içinde bulunduğu çaresizlik, umutsuzluk, örgütsüzlük nelerden nasıl kaynaklandıysa, Alevilerinkini de böyle değerlendirmek pek yanlış olmaz. Dolayısıyla, Alevi topluluklar bütün olumsuz gelişmelere karşın hâlâ ve inatla bu kesimlerle birlikte hareket etmeye uygun ciddi bir potansiyeli barındırmaya devam ediyorlar. Gezi de bunun bir diğer örneği değil miydi zaten?
Nasıl ki Türk sağı, özellikle faşist kanatları sınıf mücadelesini sönümlendirmek ve yönünü değiştirmek için Komünist-Kızılbaş özdeşliğini kullanmışsa ve bu12 Eylül faşizminde Kürt-Komünist-Kızılbaş özdeşliğine evriltildiyse, AKP rejimi de Gezi’yi bir Alevi kalkışması gibi göstermeyi seçti.
Gezi’den sonra AKP medyası “Gezi Alevi ayaklanmasıdır” deyip durdu…
Aleviler Gezi’nin bedelini çok ağır biçimde, ciddi can kayıplarıyla ödedi. Can kayıplarının yanı sıra, iktidarın Gezi’nin tüm faturasını Alevilere yıkma girişimlerinin de belli bir sınırlılıkla başarılı olduğunu söyleyebiliriz. AKP rejimi açıkça Aleviler üstünden en klişe araca başvurdu. Nasıl ki 1980 öncesi Türk sağı, özellikle faşist kanatları sınıf mücadelesini sönümlendirmek ve yönünü değiştirmek, kitleleri bu mücadeleden koparmak ve aynı anda kontrol edebilmek, nihayet topyekun tasfiye edebilmek için Komünist-Kızılbaş özdeşliğini kullanmışsa ve bu nihayet 12 Eylül faşizminde taçlanarak Kürt-Komünist-Kızılbaş özdeşliğine evriltildiyse –bugün buna kadınların K’sini ve LGBTİ+’ların L’sini ya da queer’in q’sunu ekleyip 4K1L ya da 4K1Q demeliyiz– AKP rejimi de aynı yola başvurarak Gezi’nin mirasını en azından etkisizleştirmeye, solgunlaştırmaya çalıştı ve Gezi’yi bir tür Alevi kalkışması, âmiyane tabirle “Alevi tezgâhı” gibi göstermeyi seçti.
“Camilere ayakkabıyla girdiler, camilerde bira içtiler, türbanlı bacımıza saldırdılar” yalanlarının bu yönünü biz pek fark etmedik, ama geleneksel sağcı Sünni damarın sözde hassasiyetlerini kaşıyan bu yalanlar, aynı zamanda bu damarın Alevi düşmanlığını da kışkırtmaya yönelikti. Tıpkı Maraş’ta, Çorum’da yaptıkları gibi, “Aleviler Alaeddin Camii’ne bomba attılar….” Tek fark, açıktan Alevilerin adı zikredilmiyordu, ama o adı da zaten o zamanın başbakanı, şimdinin cumhurbaşkanı her yerde söylüyordu. Söylemese bile anlayan anlamıştı kendi tabanında da, nedense biz bunu ya kabullenemedik ya anlayamadık.
Gezi hiçbir zaman bir Alevi girişimi değildi. Gezi, ne kadar Türkse o kadar Kürt, bir o kadar da Sünni ve Aleviydi. İşte biraz önce tam bunu söylemeye çalışıyordum; Aleviler şu anda bile, ne kadar kendi kendileriyle boğuşuyor olursa olsun, nihayetinde verimli ve dinamik bir gerilimi, tarihsel yüklerinin de katkısıyla, ama en çok şu ya da bu düzeyde, dinlerine bağlılıkları gereği taşıyorlar ve taşıyacaklar. Bu nedenle, bütün olumsuzluklara karşın Aleviler toplumsal muhalefetin hâlâ en diri güçlerinden biri olmaya aday.
Aleviler kendi vasıfları, tarihsel ve dinsel birikimleri gereği –tarihsel olarak şu anki öznellik deneyimlerinden bağımsız olarak ya da onu paranteze alarak– toplumsal muhalefetin kendileri dışındaki grupları ya da kesimleri arasında olan/olabilecek ve muhalefeti parçalayıcı etki yapabilecek çelişki ya da çatışkıların çözümlenemese bile, en azından yumuşatılabileceği, taraflar arası diyalogun kesintisiz devam edebileceği bir düzlem olarak işlevsel olabilir. Bu tespiti zan altında bırakan şey, Alevilerin mevcut haliyle Aleviliği deneyimleme biçimleri.
Bir Alevi “Ali de bizim, Ömer de” diyemez. Bir kere, Ali Alevinin olamaz, Alevi ancak Ali’nin olabilir; kaldı ki Ömer! Mescide silahı sokan bir figürü sahiplenmeye kalkan Alevi, bugün Sünnilerin bile sahiplenmekte güçlük çektiği DİB başkanı zatı da sahipleniyordur. Ayasofya’nın açılışındaki zulmü görmek yerine, “öyleyse cemevlerinin statüsünü de tanıyın” diyen her Alevi bu kapsamdadır.
Alevilerin muhafazakârlaşması, hatta Sünnileşmesi gibi bir tehlikeden söz edebilir miyiz?
Her zaman üçüncü bir seçenek vardır ve hâlâ aynı olguyu ya da gelişmeyi ifade ediyoruzdur. Muhafazakârlaşma, Sünnileşme gibi terimler yerine Ortodokslaşma terimini seçmeyi öneriyorum. Çünkü ister muhafazakârlaşmadan –ki bundan kasıt belirli, ama kesinlikle modern bir anlamda sözüm ona geleneksel Alevi dindarlığına, bundan anlaşılan şey de çeşitlenmek kaydıyla, sıkı sıkıya sarılmak olmalı– ister Sünnileşmeden söz edilsin –ki bundan da kasıt Alevilerin kendi dinsel anlayışlarını Sünni dinsel anlayışlara yakınlaştırması, benzetmesi ve belki de bunlarla değiştirmesi olmalı–, esasen ikisi de daha üstte yer alan bir çerçevenin, yani Ortodokslaşma demeyi seçtiğim gelişmenin görünüm ya da tezahür etme, somutlaşma biçimleri.
Demek ki başka somutlaşma biçimleri de mümkün ve hatta var, örneğin Alevilerin Şiileşmesinden de söz edebiliriz, ki bu da Ortodokslaşmanın bir biçimi olduğu gibi, hatta ve hatta Alevilerin modernleşmesi de bu Ortodokslaşmanın somut tezahürlerinden biri. Dolayısıyla, söz konusu olan tek bir doğrultuda ilerleyen, tek boyutlu bir gelişme olmanın çok ötesinde, büyük bir çeşitlilik ve karmaşık bir yapı gösteren bir gelişme. Bugün Alevi dünyasında bu Ortodokslaşmanın, konuşmamızın başından beri somut örneklerini verdiğim farklı biçimlerinin tümü deneyimleniyor ne yazık ki.
Bu tespitinizi biraz açar mısınız?
Muhafazakârlaşma biçimindeki Ortodokslaşma kendi dininin dünyayla ilişki kurma biçimlerine, tarihsel birikimine ve serüvenine, hatta kimi esasen vazgeçilmez ilke/değerlerine sırt dönerek seçilmiş –ki çeşitlenme buradan itibaren başlıyor zaten– kimi unsurların biricikleştirilmesi, homojenleştirilmesi ve hakikatin bütünü yerine geçirilmesiyle başlıyor. Ve sonu, kaçınılmaz olarak özcülüğe teslimiyete vardığı gibi, seçilmiş öz üzerinden nostalji ve gelenek kutsamasıyla sarılıp sarmalanmış hayali bir kimlik inşasına yol açan politik ve davranışsal bir müdahaleye varıyor.
Bu muhafazakârlaşmanın başvurduğu referansların önemlice bir bölümünün dinin Sünnice ya da Şiice okunmasıyla malûl olduğu gözetilirse, Sünnileşme-Şiileşmeyle iç içe geçtiğini de söyleyebiliriz elbette, ama Sünnileşme-Şiileşme, esasen Alevilerin çok çeşitli nedenlerle “Alevilikten kaçışını” ifade ediyor benim için.
Örneğin, Kur’an’a, tanrıya, Ali’ye ilişkin Alevi anlayışlar boşaltılarak yerine Şii-Sünni anlayışlar zerk ediliyor. “Ali de bizim, Kur’an da bizim, muharrem de bizim, ramazan da bizim” dediğiniz an, bu “bizim” ilan ettiğiniz şeylere alan açmanız gerekiyor. Oysa olduklarını iddia ettikleri haliyle bunların Alevi dünyasında bir yeri yok. Yanlış anlaşılmasın, elbette Kur’an’ın, tanrının ve Ali’nin bir yeri var, ama bu Aleviliğin kendi hakikat iddiasıyla koşullu. Sünni-Şii iddialara sırtını dönüyor Alevilik. Hele ramazanı filan Aleviliğin içine nasıl sokuşturacaksınız? Ancak Aleviliğin kendi dini çerçevesinden kimi unsurları ya atarak ya dönüştürerek.
Alevi edebiyatının devlete, hükümdara, kendi dinselliği dışındaki anlayışlara ilişkin eleştirilerini duymaya bile katlanamıyor bugünkü Alevilerin önemlice bir bölümü. Bugün Kazak Abdal’ı, Kaygusuz’u, Harabi’yi Alevi dünyasında gündüz gözüne fenerle aramanız gerekir, bulduğunuzda da recm etmek üzere.
Bir Alevi, en azından teolojik referansları itibariyle, “Ali de bizim, Ömer de” diyemez. Bir kere, Ali Alevinin olamaz, Alevi ancak Ali’nin olabilir; kaldı ki Ömer! Mescide silahı sokan bir figürü “o da bizim” diye sahiplenmeye kalkan Alevi, bugün Sünnilerin bile sahiplenmekte güçlük çektiği DİB başkanı zatı da sahipleniyordur. Öyle ki, Ayasofya’nın açılışındaki zulmü görmek ve altını çizmek yerine, “öyleyse cemevlerinin statüsünü de tanıyın” diyen her Alevi figür bu kapsamdadır.
Nihayet, Alevi toplulukların modernleşme deneyimi de bir Ortodokslaşma biçimi olarak karşımıza çıkıyor, ama baskın olarak iki ayrı formda. Daha politik ve daha kolay görülüp teşhis edilen formu Atatürkçülük hastalığı ve Atatürk kültü. Bu form Kemalist refleksler içermekle birlikte, Kemalizm terimini bilerek kullanmıyorum, çünkü Kemalizmin arkasında ciddi bir entelektüel-tarihsel referans zenginliği var. Atatürkçülük dediğim şey ise daha çok 12 Eylül faşizminin çocuğu ve “ben söylüyorsam doğrudur, aksi iddia edilemez” cehlinden gayri değil.
Bu hastalık ve kült üzerinden Aleviliği besleyen eleştirel, sapkın, toplum-dışı damar kesilip atılıyor. Bu operasyon sayesinde Aleviler devlet tapıncına bağlanıyor ve devlet, tıpkı çoğu Sünni-Şii toplulukta olduğunca, biricik referans haline geliyor, hem de kendi dinlerinin bile doğruluk referansı. Bu yanıyla da devletin onayı hayati bir önem taşımaya başlıyor. Örneğin, cemevlerinin statüsünün kabulü siyasal bir işlem olmaktan çok, dinsel bir işleme dönüşüyor.
Bu da beraberinde elbette temel arayışın ve politik mücadelenin çizgisini “daima devletin gözünün içine bakmak” olarak belirliyor, ama unutulan bir şey var: Kemalist devlet, bu Alevilerin gözünün içine bakmıyordu, çünkü bunlar zaten batıl inançlı, eğitimle –olmadığı yerde şiddetle terbiye edilip– modernleştirilerek gerçek İslâm dinine devşirilecek topluluklardı.
Şimdiki devlet ise Alevilerin tam gözünün içine bakıyor! Öyle ki, Alevi edebiyatının devlete, hükümdara, kendi dinselliği dışındaki anlayışlara ilişkin eleştirilerini duymaya bile katlanamıyor bugünkü Alevilerin önemlice bir bölümü. Bugün Kazak Abdal’ı, Kaygusuz’u, Harabi’yi Alevi dünyasında gündüz gözüne fenerle aramanız gerekir, bulduğunuzda da recm etmek üzere.
Bir Ortodokslaşma biçimi olarak modernleşmenin ikinci formu –bu kez devlet yerine pozitivist anlayışın en kötü ve karikatür haliyle– bilim tapıncı biçiminde kendini gösteriyor. Bilim ve din arasındaki tarihsel ilişkiler bir yana, kavramsal düzlemler de imha edilerek, esasen bilim adı altında, hangi modern ya da modernleşmeye çalışan coğrafyanın bir parçasında yaşanıyorsa, oranın sosyo-politik-kültürel ve kötüsü, hatta gündelik pratik ihtiyaçlarına uygun bir Alevilik inşasına yöneliniyor, ki bu inşa bir arayışa ve ihtiyaca karşılık geldiği oranda en azından yaygınlaşan bir eğilime de tekabül ediyor.
Örneğin, Alevi ritüellerinin kimi unsurlarının batıl inanç, gericilik, modern yaşama aykırı, bilime aykırı diye tasfiye edilmeye girişilmesi ve alay konusu edilmesi bu baptan. “Neymiş efendim taklitçi Aleviler cemde kullanmak üzere Avrupa’ya hâlâ çalı süpürgesi götürüyorlarmış!” Bu Ortodokslaşma deneyiminin iki formu da aslında Kemalizmin ve Kemalist devletin Aleviliğe bakışını tarih-üstü bir biçimde donduruyor, onu tarihten kaçırıyor ve en geride muhafazakârlaşmanın özcülüğüyle bitişiveriyor.
Şöyle bir özetle toparlayayım isterseniz. Bugün, yaygın olarak Alevi toplulukların Sünnileşmesi ya da muhafazakârlaşmasından benim anladığım şey şu: Alevi topluluklar Sünni-Şii toplulukların dönüşmesinden/oldukları şeyden uzaklaşıp başka türlü olmasından/o şey her neyse başka bir şeye dönüşmesinden umudu kestikçe, onlarda görmek istedikleri şeyi kendileri üstleniyor ve onların yerine geçiyor.
Somutlaştırayım: “İçkisini içsin, ama namazını da kılsın”, “dilediği yerde türbanını da taksın, ama minik etek de giysin ya da en azından giyene göz-söz etmesin”, “camii de onun olsun, kilise de, muharrem de, ramazan da”, “kurbanımızı da keselim, aşuremizi de kaynatalım”, “imanı kavi olsun, ama bilimden de ayrılmasın”… Bu liste uzar gider. Bu listenin nereden ödünç alındığını sanırım söylemeye gerek kalmadı. Evet, Aleviler Ortodokslaşıyor. Yani, ne tür bir otorite tarafından konmuş olursa olsun, norma meydan okuma, norm çalılığından dolaşma, norm-dışını üstlenme vasfını yitiriyor, aynı anda sınır aşan vasfını terk ediyor.
“İçkisini içsin, ama namazını da kılsın”, “türbanını da taksın, minik etek de giysin, en azından giyene göz-söz etmesin”, “camii de onun olsun, kilise de, muharrem de, ramazan da”, “kurbanımızı da keselim, aşuremizi de kaynatalım”, “imanı kavi olsun, ama bilimden de ayrılmasın”… Bu liste uzar gider. Bu listenin nereden ödünç alındığını sanırım söylemeye gerek kalmadı. Evet, Aleviler Ortodokslaşıyor.
Ölüm orucunda yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek ve Avukat Ebru Timtik’in cenaze törenleri polis tarafından engelledi, cemevine saldırılar yaşandı. Cemevlerine saldırılar Alevileri nasıl etkiliyor?
Şöyle bir soru sorsak: Cemevine saldırılar acaba Sünnileri nasıl etkiliyor? Bir camiye polis saldırısını tahayyül edemeyen bir Sünni, bir cemevine, bir kiliseye saldırıyı kolaylıkla sindirebiliyor. “Kiliseye saldırı olmasa iyi olurmuş, ama ne yapalım, birkaç öfkeli Müslüman çocuğun delikanlılığı işte, ne yapalım, Ermeniler de şöyle yapmasaymış.”
Kiliseyi bir ibadethane olarak gören Sünni zihniyet dünyası, bu ibadethaneye saldırıyı o ibadethanede ibadet eden topluluk bakımından meşrulaştırmak ihtiyacını hissediyor. Ama cemevi için böyle bir şey bile söz konusu değil. Değil, çünkü orası bir ibadethane değil, kültür merkezi. Kültür de zaten bu ülkede “ya komünistlerin ya teröristlerin işidir, polis saldırmayıp da ne yapacaktı ki?”
Bu aynı zamanda mevcut rejimin zihniyeti, cemevlerine bakışı. Siyasal rejimin bakışıyla Sünni toplulukların bakışının farklı olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum, çünkü o bakışı onlara baştan beri devlet kazandırdı zaten, devletsiz bir Sünni topluluk “bakışsız bir kara kediden” başka bir şey değildir. Bu saptamayı bir kenara koyalım öncelikle.
Devamla, devlet bu saldırılarıyla, büyük Sünni gücün de arkasında olduğundan emin bir biçimde, cemevlerini kriminalize etmeye çalışıyor. Oraları bir terör ve suç merkezi gibi işaretliyor. Bunun Alevilerdeki ilk etkisi de zaten bununla ilgili: Alevilerin cemevlerine gelmekten, oraları desteklemekten, oralarda ibadet etmekten, sahiplenmekten korkması isteniyor ve kısmi olarak da bu başarılıyor. Hele hele Ortodokslaşmanın belirli biçimlerinin hâkim olduğu Aleviler nezdinde. Böylece cemevleri adeta tasnif ediliyor; devlet nezdinde makbul, terör merkezi olmayan kültür merkezleri ve devlet nezdinde makbul olmayan kültür merkezleri.
Ama dikkat edelim: İkisi de kültür merkezi aslında. Örnek vermeye gerek var mı bilmiyorum, polisin sürekli saldırdığı cemevlerine bakın ve bu cemevlerinin yer aldığı mahallelere. Bu, elbette polisin saldırmadığı cemevlerinin tümünün devlet nezdinde makbul olduğu anlamına gelmiyor, onlar da kültür merkezi oldukça, saldırıya açık halde tutuluyor zaten, sadece henüz gerçekleşmemiş, hepsi bu.
Özetle, cemevlerine yönelik polis saldırıları, saldıranlar ve bunu onaylayanlar açısından, orasının bir ibadethane, orada yapılanın da bir ibadet olmadığını açıkça işaretliyor. Bu da Alevi hareketinin bütün enerjisini cemevlerinin bir ibadethane sayılması için yığmasına bir vesile daha yaratmış oluyor, ki bu da bir başka etki zaten. Bunda ne var? diye akla bir soru gelebilir. Eğer siz cemevlerinin statüsü sorununu bu ülkenin temel sorunlarından, arkaik bir ifadeyle, Kürt sorunundan, Ermeni sorunundan, Süryani sorunundan ayrı düşünmeye başlarsanız, devlet zaten hedeflerinden birini tutturmuş oluyor.
Biraz odağı değiştirelim. Aleviliğin dinsel özelliklerine biraz yakından bakıldığında, bu dinsel yapının “meyhanede cem tutmaya, kilisede namaz kılmaya, havrada günah çıkarmaya, camide derin bir uyku çekmeye” olur verdiği görülecektir. Bu haliyle ibadeti belirli bir mekânla sabitlemeyen bir dinsel oluşumla karşı karşıyayız. Ortodokslaşma biçimlerinin tam da bu özellikleri tasfiyeye yöneldiğini de burada not etmiş olayım.
Hal böyle olunca, aslında cemevine saldırı ile Alevilerin herhangi bir mekânına saldırı arasında hiçbir fark yok, ikisi de aynı anlam ve değeri taşır, aynı tepkileri doğurur. Burada işte bir Sünnileşme tezahürüyle karşılaştığımız için, cereyan eden şey bundan biraz farklı: Modernleşme süreçlerinin yarattığı bir ihtiyaçla ve dine bakışa hakim olan Sünnileşmeyle birlikte, cemevleri, anlaşılabilir ve kabul edilebilir, yadsınamaz bir biçimde, bugün Alevilerin ibadethanesidir. Öyleyse Sünni bakışın dinsel anlayışı gereği, bir ibadethane masuniyet karinesinden yararlanmalıdır. Eğer devlet, buna rağmen oraya saldırıyorsa, ya ilgili topluluk ya devletin temel ihtiyaçları bakımından bu meşrulaştırılmalıdır.
Kiliseyi bir ibadethane olarak gören Sünni zihniyet dünyası, bu ibadethaneye saldırıyı o ibadethanede ibadet eden topluluk bakımından meşrulaştırmak ihtiyacını hissediyor. Ama cemevi için böyle bir şey bile söz konusu değil. Değil, çünkü orası bir ibadethane değil, kültür merkezi. Kültür de zaten bu ülkede “ya komünistlerin ya teröristlerin işidir, polis saldırmayıp da ne yapacaktı ki?”
Ama her şeye karşın, sıradan Alevi, ne düzeyde Ortodokslaşmış olursa olsun ve hatta tam da Ortodokslaştığı ölçüde ihtiyaç duyduğu bu açıklama-meşrulaştırma-savunma-onaylama hattını ne yazık ki izleyemiyor ve bir anda, her saldırıda devletin çıplak yüzüyle burun buruna geliyor. Bu da onu sürekli bir açmazda, gerilim içinde tutuyor. Bunu açıklayamadığı ölçüde de ister istemez geride yalnızca umutsuzluk, kaygı ve hiç değilse çocuklarını bu ülkeden kurtarma arzusu bırakıyor. Çünkü devlet, Aleviler, hangi Alevilerden söz edersek edelim, hepsi birden ağızlarıyla kuş tutsa da cemevlerini ibadethane olarak tanımayacak. Bu açıkça ortaya çıkmış oluyor.
Buradaki sorun şu: Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması için ya devletin değişmesi gerekiyor ya Alevilerin! İşte kimi Alevi failler, özellikle benim politik olarak Alevi sağı diye adlandırdığım kesimler, Aleviler ne yaparsa yapsın cemevlerinin tanınmayacağını göz ardı edip, kendilerini değiştirmeye çalışıyor. Oysa değişmesi gereken devlet. Ve bunun için mücadele edilmeliyken, tersine, mücadele içe dönüyor ve farklı Aleviliklere karşı mücadele yürütülmeye başlanıyor, ki bu da tam da devletin çalıştaylarda ortaya koyduğu politika belgesinin arayıp da bulamadığı şey. Cemevlerine yönelik saldırıların Aleviler açısından en ağır sonucu da bu.
Ancak, bunu yine de devletin mutlak zaferi olarak işaretleyemeyiz. En başta bu statünün tanınması gerektiğine ilişkin ulusal ve uluslararası çeşitli düzeylerdeki yargı kararlarının varlığına karşın tanımamak, devleti ve siyasal rejimi Aleviler nezdinde, bir bütün olarak hukuk dışında konumlandırmaya zemin hazırlıyor. Bunun yerleşmesi, yaygınlık kazanması, hele de kitleselleşmesinin devlet açısından hiç de istenir bir şey olmayacağı açık. Dahası, devletin ve rejimin Alevi topluluklar ve Alevi hareketi içindeki ajanları –görevlileri– sürekli olarak açığa düşüyor ve her seferinde hareket ve topluluk içinde bir güven krizini aşmak zorunda kalıyorlar.
Nihayet, kanımca en önemlisi: Ne kadar Ortodokslaşmış olursa olsun, isterse Süleyman Demirel’in, Devlet Bahçeli’nin korumalığına kadar yükseltilmiş olsun, bu saldırılar Alevi topluluklar içinde her bir bireyin, en köklü, en gizli mirasını sürekli besliyor: “Güven gez, güven gez/ Ne devlete bel bağla/ Ne varlığa güven gez.” Dikkat edilirse, bu saldırıların insani sonuçlarından, yarattığı insani etkilerden hiç söz etmedim. Uğur Kurt’un cemevi bahçesinde öldürülmesinin Aleviler açısından insani etkileri neler olmuştur? Devlet tarafından bu ve benzeri etkilerin, sonuçların nasıl bertaraf edilebildiği, her halükârda Alevileri aşan bir boyuta sahip. Ama her durumda giderek devlet tarafından militanlaştırılmış bir Sünniliğin artık devletin elinin altında hazır olduğunu unutmayalım.
Ama unutulmaması gereken madalyonun tersi de: Her Alevi bunu görüyor! Görüyor görmesine, ama yine de… Ama, neyse ki artık büyük ölçüde aşılmış olsa da bir hususu daha not etmek isterim. Sorunun başında ismini andığınız cenazelerin cemevlerinden kaldırılması, her seferinde Sünni topluluklar için bu isimlerin herhangi bir dinden yoksunluğu anlamını bir kez daha onaylarken –Sünni topluluklar için Alevilerin bir dini yoktur, bu yüzden ateist bile olamazlar– Alevi topluluklar nezdinde de bir yarılmayı, ayrışmayı da beraberinde getiriyor-du. Bu da devletin ayrıştırıcı mantığına ve siyasal hedeflerine çok uygun düşüyordu.
Artık bu sorun aşıldı, ama hâlâ arada bir, kimi Alevi olduğunu iddia eden ırkçı, faşist, karanlık mahfiller bunu diriltmeye uğraşıyor. Kendilerine buradan ekmek çıkmayacağını fark edince eski taktiğe geri döndüler, devlete yamanma, onun uzantısı olma, ama bir farkla: Vurucu, tetikçi güç olarak. Neyse ki şimdilik çok azınlıktalar ve her girişimlerini bizzat kendi elleriyle rezil etme kapasiteleri çok yüksek.