3 Ağustos 2018’de, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı davasında, 19 sanık için karar verildi: 100 kişinin öldürülmesinden, 20’si çocuk 391 kişiyi öldürmeye teşebbüsten 9 sanık 101 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve 10 bin 557 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 10 sanık için de örgüt yöneticiliği, üyeliği ve patlayıcı madde bulundurmak gibi suçlardan 7.5 ila 18 yıl arasında ceza verildi. Anaakım medyaya göre, suçlular cezalandırıldı. Müştekilere ve avukatlarına göre ise gerçek suçlular hakkında ne soruşturma ne de kovuşturma yapıldı, dava kapatıldı. Davanın son duruşmasında yaşananları, verilen kararı ve bundan sonrasını müştekiler ve avukatlardan dinliyoruz.
Sincan Yerleşkesi’nde yapılan 10. tur duruşmalar dört gün (31 Temmuz- 3 Ağustos 2018) sürdü. İlk gün, mahkeme heyetinin kurgusuna göre, sadece müşteki avukatları savcının mütalaasına karşı söz hakkı alabilecekti, ancak avukatların ve salondaki katılımcıların ısrarı ile dokuz müştekiye söz verildi. Müştekiler adalet taleplerini yineledi. 10 Ekim Avukat Komisyonu’nun değerlendirmelerinin yanısıra, Adana Barosu, 10 Ekim-Der, İHD, HDP, CHP, KESK, ÇDH ve ÖHD adına söz alanlar savcılık mütalaasına yönelik nihai değerlendirmelerini yaptı. Söz alanların tümü dokuz turdur ifade ettikleri gerçekleri bir kez daha dile getirdiler, davanın yeni deliller ışığında derinleştirilmesini istediler. İkinci ve üçüncü gün sanık avukatları ve sanıklar dinlendi. Dördüncü gün, sanıkların son sözlerinin ardından, mahkeme heyeti kararını açıkladı : 100 kişinin öldürülmesinden, 20’si çocuk 391 kişiyi öldürmeye teşebbüsten 9 sanık 101 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve 10 bin 557 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Beş sanığa örgüt üyeliğinden 12 yıl, dört sanığa 7.5 yıl, örgüt üyeliğinden ceza alan bir sanığa ayrıca patlayıcı madde bulundurmaktan 10 yıl, bir sanığa ise örgüt yöneticiliği suçundan 18 yıl hapis cezası verildi.10 Ağustos 2018’de müştekilerin avukatları katliamda sorumluluğu bulunan kamu görevlileri hakkında soruşturma yolunun açılması talebinde bulunurken, 10 sanık için verilen karara itiraz ettiler. Müştekiler Sincan Cezaevi Yerleşkesi’ndeki duruşma salonunun önünde yapılan basın açıklamasının ardından memleketlerine döndü. Yaklaşık üç yıl önce yakınlarının cenazelerini Ankara’daki Adli Tıp’tan alıp defnetmek için memleketlerine döndükleri gibi, öfkeli ve gözleri yaşlı, “adalet aramaya devam edeceğiz” diyerek.
“BU NASIL VİCDAN”
Özcan Yaman: Benim de müştekisi olduğum 10 Ekim Ankara Gar Katliamı davası, 10. grup, 54. duruşmasında, iki yılın sonunda dört gün süren karar duruşmasıyla 3 Ağustos 2018’de bitirildi. Sonuç; Shakespeare’in Hamlet’te tanımladığı , “o” krallık ininde (“Nedir bu kızılca kıyamet? / Kan gövdeyi götürmüş burada! / Ey dünyayı hor gören ölüm, / Krallık ininde bir şölen mi var da / Birden kana boyadın bunca şanlı insanı?”) katliamları planlayanlar, ihmal ve kastı bulunanlar, katliamlar üstünden siyasi çıkar sağlayanlar cezalandırılmadı. Meğer ülkeyi seri katliamlarla sarsanlar sadece otuz-kırk katil ve onları yöneten bir-iki kişiymiş. Onlar da zaten güvenlik güçleri tarafından “etkisiz hale getirilmiş”, geriye kalanlar da mahkemece “en ağır” cezalara çarptırılmış! Bu mu yani? 16’sı firari, 19’una müebbetle beş-on yıl ceza verildi. Geride HDP binalarının bombalanması, HDP mitinginde katliam, düğünde katliam, Ankara’da katliam, İstanbul’da katliamlar; 200’den fazla insan katledildi, yüzlercesi engelli ve travmalı kaldı. Adalet sağlanabildi mi? Mahkemeye göre “kesinlikle, evet”. Bize göre, tek kelime ile “hayır”. Peki, kim sorumlu? Ölenler mi? Bir tek vali, emniyet amiri, polisi ya da askeri yetkili yok mu sorumlu olan? Bu nasıl vicdan, nasıl adalet?
“TUTULMAMIŞ YASIMIZ VAR”
Mehtap Sakinci Coşgun: Tutulmamış bir yasamız var. Bizim insanlarımız hep alanlara geldiler her ay, yıldönümlerinde polis müdahalesiyle karşı karşıya kaldılar. 7 Kasım 2016’da davalar başladı; hepsini takip ettiler. Karar günü, cenaze törenlerimize benziyordu. Bu davanın sonunda yitirdiklerimize kavuşacak değildik, ancak adalet tecelli etseydi az da olsa iyileşecektik. Devlet buna izin vermedi. Karar açıklanırken devletin o en büyük duruşma salonunda oturduk. Sanıklar götürülürken de oturduk. Susarak, öfkeli bir kitle halinde çıktık salondan. Nihai resim sevdiklerimizi defnettiğimiz günkü kadar hazindi.
10 Ekim günü bombalı saldırının hemen ardından polisin yaralıların olduğu yere biber gazı atmasından, olay yerine ambulansların girmesi için koridor açılmamasından, katliamda kaybettiklerimizi gar önünde anmamıza izin verilmemesinden, sürekli polis saldırısına maruz kalmamızdan düşmanlaştıran tutumu anlamıştık.
Özcan Yaman: “Barış” diyenleri düşman ilan eden, milliyetçi-mukaddesatçı bir rejimi dayatan bir devlet ne kadar adil bir yargılama yapabilir? Devlet katliamı aydınlatmadı. Bununla bir kez daha yüzleştik, bu duyguyla evlerimize döndük.
10 Ekim katliamı davasının 10. turu Sincan Cezaevi Yerleşkesi’nin içinde, bu yılın başında âlâyı valâyla açılan “Türkiye’nin en büyük duruşma salonu”nda yapıldı. Avukatların, sanıkların, katılımcıların mahkeme heyetini ve birbirlerini göremediği salondaki duruşma iki dev ekranda izlenebildi. Katılımcılar altı ayrı noktada kimlik kontrollerinden geçirildi. Sarı basın kartı olmayan gazeteciler salona alınmadı. Kalem ve defterler dolaplara kitlendi. Yerleşkenin giriş kapısındaki arama noktasında sanıkların hedef gösterdiği Evrensel gazetesinin nüshalarına el kondu. Salonda ses ve görüntü kaydı yapıldı.
“BİR SINIR VARMIŞ GİBİ”
Mustafa Doğan: Karar duruşmaları, 9. turun görüldüğü Sıhhiye Adliyesi’nden Sincan Cezaevi Yerleşkesi’ne resmen kaçırıldı! Yargılanması gerekenleri yargılamayan adalet son duruşmaları gözlerden uzak bir yerde, bozkırın ortasında, güneşin alnında yapmayı seçti. İlk turda ifade verdiğimde, mahkeme başkanına “bu mahkemede adil bir karar çıkacağına inanmıyorum” demiştim. Nitekim öyle oldu. Geriye dönüp bakarsak, bu ülkede böyle çok katliam var ve hepsi karanlıkta kalmış. Katliamlarla yüzleşilmemiş ve hiç adalet tecelli etmemiş. Yargı hep katliamcılardan yana çıkmış. Bu ülkenin sistemi bu. Bugün de ülkeyi yöneten kişinin iki dudağının arasında adalet. Bizler başından beri bu davaları izlerken hep koca bir polis ordusuyla tehdit edildik. Karar duruşmasında ise sanki sınırdaymışız gibi, sanki burada bir savaş varmış gibi, polis ordusu vardı. Bu hayatımızın her alanında böyle, hep bir sınır varmış gibi…
Yargılamanın ortak toplumsal yaşam alanlarından uzakta, izole edilmiş Sincan cezaevinde, yine müştekilerin mahkeme heyetinden ve avukatlarından uzakta yerleştirildiği mahkeme salonunda yapılması bile tek başına ezici bir tahakküm algısını oluşturmaya yeterli nedenlerdir.
MAĞDURLARIN SANIKLAŞTIRILDIĞI BİR DAVA
Ziynet Özçelik: 10 Ekim 2015 Emek, Demokrasi ve Barış Mitingi’ne katılmak için gelenler, emekçilerin toplumsal gelirden yeterli pay aldığı, gelir dağılımındaki uçurumun giderildiği, demokrasinin toplumsal yaşamda karşılık bulduğu, etnik, dini, cinsiyet ya da cinsel yönelimden kaynaklanan herhangi bir ayrımcılığın olmadığı, barış içinde yaşayan bir toplum düşünü kuran kişilerdir. Talepleri iktidar ve onun temsil ettiği sermayenin talepleri ile çelişmektedir. Bu nedenle de onlara iktidar tarafından hakları olan yurttaşlar değil, “riskli grupların üyeleri”, “potansiyel/gizli düşmanlar” olarak bakılmaktadır. 15 Temmuz 2016 günü darbe girişimine karşı sokağa çıkan insanlardan yaşamını yitiren ile 10 Ekim 2015 günü bombalı saldırı sonucu yaşamını kaybeden insanların anmalarında takınılan ayrımcı tutum bile bu bakışı ortaya koymaya yeter. Aslında, 10 Ekim günü bombalı saldırının hemen ardından polisin yaralıların olduğu yere biber gazı atmasından, olay yerine ambulansların girmesi için koridor açılmamasından, katliamda kaybettiklerimizi gar önünde anmamıza izin verilmemesinden, sürekli polis saldırısına maruz kalmamızdan da düşmanlaştıran tutumu anlamıştık. Dolayısıyla, katliam yapanları yakalamayan, mitinge gelenlerin yaşamını korumayan güvenlik makamlarını, dört günlük yargılama boyunca bezdirici, ürkütücü tutumlarını, tomaları, akrepleri, kalkanları, silahları ile her an ve her yerde gördüğümüzde kendimizi güvende hissetmedik. Aksine, duyumsadığımız şey, gerçeklik ve adalet arayışımıza yönelik her an gerçekleşebilecek bir tehdit algısıydı. Zaten yargılamanın ortak toplumsal yaşam alanlarından uzakta, izole edilmiş Sincan cezaevinde, yine müştekilerin mahkeme heyetinden ve avukatlarından uzakta yerleştirildiği mahkeme salonunda yapılması bile tek başına ezici bir tahakküm algısını oluşturmaya yeterli nedenlerdir. Bu koşullar altında, her şeye rağmen çok sayıda aile, kimi kurum temsilcileri, bir kısım milletvekili yargılamayı sonuna kadar takip etti ve iktidarın aygıtları eliyle inşa ettiği sanal gerçekliğe, adaletsizliğe karşı çıktı.
Sanıkların birçoğunun zaten emniyet istihbaratın teknik ve fiziki takibi altında olduğu öğrenildi. Yargılanan sanıklar aslında gözden çıkarılmış olan IŞİD’lilerdir. Kaçmalarına izin verilenler ise, mahkeme bu yöndeki taleplerimizi reddettiği için, kimlerdir, hâlâ bilememekteyiz.
“OCAK 2018’DE NE OLDU?”
Özcan Yaman : Hâkim 24 Haziran öncesinde davayı mahsus bitirmedi, yarım bıraktı. Seçimler geçti, rejim tesis edildi ve davayı Sincan’a yolladı, karar duruşması olduğunu açıkladıktan sonra. Sincan’da rejimin en büyük duruşma salonunda yargılama sahneye kondu. İki yol vardı, ya karar duruşmasında mütalaadaki gibi 19 sanık ile bitireceklerdi bu davayı, hiçbir yetkili etkiliye bulaşmadan kapatacaklardı ya da avukatlarımızın taleplerine kulak verecek ve davayı derinleştireceklerdi. Sonuca bakarak devletin muhaliflere yönelik “düşman hukukunu” ara vermeksizin sürdüreceği anlaşılıyor.
Mehtap Sakinci Coşgun: Hiç unutmuyorum, savcılık bize soruşturma aşamasında, 90. günde, “öyle bir araştırma yaptık ki, olası katliamları bile önledik” dedi. Aynı günün akşamı İstanbul’da Sultanahmet katliamı oldu (12 Ocak 2016). Savcı soruşturma aşamasını böyle yürüttü. Kovuşturma aşamasında hâkim devleti huzursuz edecek bir “belayı” iyi kovdu. 54 celsede, iki yılda, on turda ancak kovabildi. Taleplerimizi az da olsa gören savcıya 2018 Ocak’tan sonra ne oldu? Kanımızca alınan ön seçim kararının bununla ilgilisi var. İktidarın bu noktada bir talimatı olabilir mi? Bu sorunun yanıtını merak ediyoruz. Rejim tesis edilirken aktif bir güç odağı haline gelen bizlerin davasından kurtulmak iyi olacaktı belki de.
NASIL BİR DAVA?
10 Ekim 2015’te KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin “Savaşa inat, barış hemen şimdi”, “Acil barış, acil demokrasi“ şiarıyla düzenlediği Emek, Barış, Demokrasi Mitingi öncesinde yapılacak yürüyüş için binlerce kişi sabah saatlerinde Ankara Tren Garı önünde toplandı. Saat 10.04’te yürüyüş başlamadan kitlenin en kalabalık olduğu noktalarda birkaç saniye arayla iki patlama yaşandı. Saldırıda 103 kişi hayatını kaybetti, en az 500 kişi yaralandı ve katliama tanık olan binlerce kişi psikolojik açıdan olumsuz yönde etkilendi. Yaklaşık sekiz ay sonra iddianame tamamlandı ve 7 Kasım 2016’da dava süreci başladı.
Nuray Özdoğan: Bizler, katliam günü olay yerinde bulunan veya sonradan olay yerine gelen avukatlar olarak savcılık işlemleri bitene kadar olay yerini terk etmedik. Amaç katilleri bulmak ise bu soruşturmanın nasıl yürütülmesi gerektiğini o gün ve o günden sonraki her gün savcılara, hâkimlere, yargı mensuplarına ısrarla anlattık. Delil toplama ısrarlarımıza savcılık makamının cevabı, dosyaya gizlilik, kısıtlılık ve hatta Türkiye’de ilk kez karşılaşılan şekliyle yayın ve eleştiri yasağı oldu. Aslında, ceza kanunu gereği kısıtlılık kararı müştekilere uygulanamaz. Ancak savcılık makamı kısıtlılık kararını müşteki avukatlarına dönük uyguladı. Savcılık olay yeri incelemesini olay mahallindeki ölülerimizi hızlıca toplama, alanı temizleme olarak gerçekleştirdi. Olay ânında orada olmayan, miting güvenliği almayan kolluk olay sonrası tüm itirazlarımıza rağmen delil parçaları üzerinde gezdi. Çünkü barış mitingine gelenler zaten suçluydu, zaten “terörist” idi! Yüzlerce yaralı ve insan parçaları arasında vicdanları nefretle örülü olanların soğukkanlı bakışları bu tablonun en korkutucu kısmı mıydı diye düşünüyorum. Kapalı kapılar ardında yürütülen soruşturma sırasında, savcılık, emniyet işlemleri geciktirmiş ve katliamcıları taşıyanlar aynı yoldan Antep’e dönmüş, beş gün içinde de Antep’te yaşadıkları rezidansları ve depoları hiç aceleleri yokmuş gibi yavaş yavaş boşaltıp kaçmışlardır. Daha sonra dosyaya gelen bilgilerden bu sanıkların birçoğunun zaten emniyet istihbaratın teknik ve fiziki takibi altında olduğu öğrenildi. Yargılanan sanıklar aslında gözden çıkarılmış olan IŞİD’lilerdir. Kaçmalarına izin verilenler ise, mahkeme bu yöndeki taleplerimizi reddettiği için, kimlerdir, hâlâ bilememekteyiz. Hem soruşturma hem kovuşturma sürecinde normal bir ceza davasında bir haftada gelecek bilgi ve belgeler bu dosyada bir buçuk yılda gelmedi. Delil toplama görevi savcılarda, kolluk güçlerinde olmasına rağmen yapmamakta direndikleri için olanaklarımız ölçüsünde 10 Ekim Avukat Komisyonu olarak yapmak zorunda kaldık. Gelen bilgiler IŞİD ve devlet bağlantılarına dair ciddi deliller içermeye başladığı andan itibaren mahkeme yargılamayı hızlandırdı, bu bilgilerin görünür olmasının önünü kesti. Devlet tüm kurumlarıyla bütün halinde bu yargılamanın derinleşmesine izin vermemiştir. Biz de şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz: “Nasıl bir suç işlenmiştir ki, katliamda devletin bir kısım odaklarının nasıl bir dahli vardır ki, gerçeği gizlemeye dair büyük bir direnç oluşmaktadır?”
Devlet tüm kurumlarıyla bütün halinde bu yargılamanın derinleşmesine izin vermemiştir. Biz de şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz: “Nasıl bir suç işlenmiştir ki, katliamda devletin bir kısım odaklarının nasıl bir dahli vardır ki, gerçeği gizlemeye dair büyük bir direnç oluşmaktadır?”
“CEZA YARGISININ ARAÇSALLAŞTIRILMASI”
Ziynet Özçelik: Mahkeme kör oldu. Bu körlük o tarihteki cumhurbaşkanı, başbakan ve içişleri bakanının, sorumluluk üstlenmeyen, hayali karma örgüt yapılarını ve üyelerini işaret eden açıklamalarına paralel bir sonucu inşa etti. Eğer yargı tarafından gerçekte olan bitenin ne olduğu bağımsız bir biçimde araştırılabilseydi ve hatta ortadaki kanıtlar değerlendirilebilseydi, durum başka olurdu. Öte yandan, Ortadoğu’da şiddete dayalı bir süreç yürütülüyor. İnsanların kanları pahasına şiddet bir araç olarak kullanılıyor. Bu nedenle polisin gücünü artırıyorlar. Ne yazık ki, yargı aygıtı da bağımsız bir gerçeklik araştırması yapamayan bir dönüşüm sürecinde. Bu davada da ceza yargılaması yoluyla ulaşılacak gerçekliğin yerine polis aygıtının ortaya koyduğu ve tanımladığı “olay” gerçek gibi kabul edildi. Ceza hukukçuları, hukuk sosyologları bir süredir bunu tartışıyorlar. Bugün ceza yargılaması araçsallaştırılmıştır. Bu durum, hukuk öğretisinde, “yargı aygıtının yürütme erki tarafından araçsallaştırılması, daha kesin olarak adaletin polis aygıtına boyun eğişi” olarak tanımlanmaktadır. Bu hallerde, gerçekte yargı makamının, polisin işi üzerinde hiçbir kontrolü yoktur. Ancak sonradan yargı polis tarafından alınan kararlara bir çeşit garanti ya da destek olarak ortaya çıkar. Özetle, mahkeme bağımsız bir araştırmayla sonuca ulasmak yerine savcılığın ve kolluğun vasıflandırdığı bir çerçeveyi kabul etmemizi istedi. Buna dair karar verdi.
Özcan Yaman: Önce sonuca karar verildi, geriye giderek buna göre bir dava yürütüldü ve bu davaya göre bir iddianame hazırlandı.
ORGANİZE GÖREV SUİİSTİMALLERİ
Kâzım Bayraktar: 10 Ekim dava dosyasına gelen kanıtlar, bir bütün olarak, yargılanan tetikçilerin dışında, IŞİD yapılanmasının ve katliamların yolunu organize görev suiistimalleri yaparak açan sorumlu kamu görevlileri ve yöneticileri olduğunu ortaya koydu. Neydi 2011’den katliama kadar yaşanan süreçte organize görev suiistimallerinin ortak özellikleri? İlki, El Kaide, IŞİD, El Nusra Cephesi vb. silahlı cihatçı örgütlerin üyeleri, taraftarları, eylem ve faaliyetleri, gerek yargı kararları gerekse istihbarat çalışmaları kapsamında izlendi, kayıt altına alındı, kanıtlar toplandı. Toplanan bilgi, kanıt ve kayıtlar arşivlendi, soruşturma dosyaları açıldı, ancak yıllarca önleyici tedbirler alınmadı, soruşturma dosyaları kamu davalarına dönüştürülmedi. Hukuksal tanımla “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suç”, iktidarların deyimiyle “terör suçu” işledikleri kanıtlı olarak tespit edilen örgüt mensupları, taraftarları, dernekleri, şirketleri suç işlemeye devam ederlerken önleyici hiçbir işlem yapılmadı. Öte yandan, Selefi-Sünni rejim kurma amacıyla yapılanan bu örgütler, şiddet de içeren eylem ve faaliyetlerini, IŞİD’e insan, silah, malzeme akışını devletin bu suçları önlemekle görevli kurum yöneticilerinin teknik ve fiziki takibi sırasında gerçekleştirdiler. Yapılan operasyonlar, eldeki bilgi ve kayıtlara rağmen sınırlı tutuldu, medyada abartılı haberler yayınlanarak bu örgütlerin üzerine sonuna kadar gidildiği izlenimi verilmeye çalışıldı. Gelin görün ki operasyonlarda yakalananlar hakkında açılan soruşturma ve dava dosyalarına eldeki bilgi, belge ve kanıtlar bazen hiç konmadı, bazen de eksik kondu; şüpheli ve sanıkların kısa sürede serbest kalarak yasadışı örgütsel faaliyetlere yeniden katılmalarının, yeni eylemler düzenlemelerinin yolu bu yöntemlerle açık tutuldu.
Ceza yargılaması yoluyla ulaşılacak gerçekliğin yerine polis aygıtının ortaya koyduğu ve tanımladığı “olay” gerçek gibi kabul edildi.
10 Ekim davasında da, yargılama boyunca, müdahil vekilleri olarak bizler “2011’den başlayarak El Kaide ve IŞİD’in Türkiye’de örgütlenmelerinin ve katliamların yolu nasıl açıldı” sorusunun yanıtını aradık, bulduk. Kanıtlarıyla mahkemeye sunduk ve hukuksal dayanaklarıyla açıkladık. Ancak katliamların hazırlanmasına, yollarının açılmasına görevlerini suiistimal ederek katkıda bulunan kamu görevlileri hakkında suç duyurusu taleplerimiz mahkeme tarafından reddedildi. Yargılama sadece tetikçiler ve ilişkili olan bir kısım faillerle sınırlı tutuldu. Karara bağlanan 10 Ekim katliamı dava dosyası ise tetikçiler ve yakın çevresiyle sınırlı tutulan kovuşturma dosyasıdır. Suç işlendikten sonra sınırlı bir operasyonla, sınırlı sayıda çete üyesinin yargılanarak belli cezalara mahkûm edilmesi amaçlanıyordu. Kuşkusuz bu çerçevede sınırlı tutulmaya devam edilerek itiraz ve temyiz yollarından geçirilip kapatılacak, arşive atılacak, IŞİD’le ilgili pek çok dosyada olduğu gibi.
Yakalanamayan sanıklarla ilgili devam edecek olan davada bu konuda yeniden bir karar verileceği anlamına geliyor. Ancak bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi kurulmadan IŞİD yapılanmasını tümüyle temizleyecek, devlet içindeki işbirlikçileriyle birlikte yargılayacak soruşturma ve kovuşturma yapılması olanaksız. Bu türden iktidar politikalarının uygulanması söz konusu olduğunda, uygulama suç teşkil edecek eylemler gerektirdiğinde, ilgili devlet kurumlarında buna uygun kadrolaşma yoluna gidilir. Bu politikayı uygulayacak olan kamu yöneticilerine ve görevlilerine soruşturulmayacaklarına ve yargılanmayacaklarına dair bir güvence verilir ve öyle uygulanır. Aksi halde IŞİD dava dosyalarında gördüğümüz gibi sonuçları çok ağır ve çok sayıda, birbirini tamamlayan görev suiistimallerini hiçbir kamu görevlisine yaptıramazsınız. Egemenler hukuk dışı kirli işlerini yaparlarken çoğu zaman piyonlar kullanır. Piyonların nasıl kullanıldıklarını anlama kapasiteleri ve yetenekleri yoktur. Her birinin son kullanma tarihleri vardır. Zamanı geldiğinde bir çukura atılırlar. Kullananlar ise her zaman ne yaptıklarını iyi bilir. Dava dosyamız bu açıdan da önemli derslerle dolu.
Dava dosyasına gelen kanıtlar, bir bütün olarak, yargılanan tetikçilerin dışında, IŞİD yapılanmasının ve katliamların yolunu organize görev suiistimalleri yaparak açan sorumlu kamu görevlileri ve yöneticileri olduğunu ortaya koydu.
“İSTENSE ÖNLENEBİLİRDİ”
İlke Işık: 10 Ekim Ankara katliamı istense önlenebilirdi. Örneğin, katliamın planlayıcısı Yunus Durmaz’ın izlenmiş, takip edilmiş, hakkında soruşturma açılmış, IŞİD örgütlenmesi yapmış olduğunun bilinmesine karşın gözaltında alınmamasının mantıklı ve makûl bir izahı söz konusu değil. Gaziantep’te IŞİD’e militan yetiştirdiği bilinen derneklerin faaliyetlerini sürdürmeleri, bu kadar kolay ev ve depo bulabilmeleri, amonyum nitrat temin edebilmeleri, sınırlardan istedikleri her şeyi ve herkesi getirip götürebilmeleri, sınırı tamamen IŞİD’lilerin kontrol ediyor olması bu katliamın hazırlanmasına neden olmuştur. Miting için neredeyse hiçbir önlem almayan Ankara Valiliği ve Ankara Emniyet Müdürlüğü bu katliamda sorumluluk sahibidir. Ankara Emniyeti kendisine gelen istihbaratların hiçbirini dikkate almamıştır. Üstelik istihbaratların birinde “IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde eylem yapması bekleniyor” denmesine karşın bu istihbarat gizlenmiş, ilgili yerlere iletilmemiştir. 9 Ekim gecesi sabaha kadar Ankara’ya girişte hiç kimse aranmamıştır. Ankara Emniyeti yol aramasına bu zaman zarfında ara vermiştir.
Biz çalışmamızda esasen IŞİD’in ülkenin her yerinde örgütlenmiş olduğunu gördük, dosyamıza bizlerin çabalarıyla Kırıkkale’den Konya’ya, Antep’ten Hatay’a, Adıyaman’dan Bingöl’e, Elazığ’dan Ankara’ya, pek çok ilden dosya geldi. İl düzeyinde sorumluları, canlı bomba eylemi yapacak kişileri, paraları, her türlü bağlantıları olan, bu illerin neredeyse hiçbirinde sorun yaşamadan çalışmış bir örgütten söz ediyoruz. Ancak, özellikle Antep’te, 2015 yılında yaşadığımız toplam beş katliamı örgütlediklerini düşündüğümüzde çok gelişmiş ve köklü bir örgütlenmeleri var. Antep’teki örgütlenmeye 2016 Mayıs’ında operasyonlar yapılmaya başlandığını da hatırlatayım. Örneğin, Yunus Durmaz 19 Mayıs 2016’da kendisine yönelik operasyonda ölmüş/öldürülmüştür. Bu dosya bir IŞİD ana davası değildi, böyle olmasını da istemedik. Biz esas sorumluluğumuzu en baştan bu yana bu katliamdaki devlet sorumluluğunu açığa çıkarmak olarak gördük. Dosyamızdaki firari sanıklardan, Antep yapılanmasının en önemli sanıklarından Nusret Yılmaz’ın Antep örgütlenmesi lideri olduğuna dair belgeler elimizde mevcut. Daha önce tutuklanmış, ama tahliye edilmiş Ahmet Güneş çok önemli bir isim. Keza İlhami Balı sınırları kontrol etmiş ve çok sayıda eylemde imzası olan bir IŞİD’li. Ömer Deniz Dindar canlı bomba olarak yetiştirilmiş biri, eşi Walantina da aynı biçimde. Devlet bu sanıkların gezmesine izin verdiği için şu an firariler ve bu bütün insanlık için ciddi bir tehlike. Öte yandan, yine davaya Hatay’dan gelen bir dosyadan da anlıyoruz ki, Ahmet Güneş ve Ömer Deniz Dündar’ın 2017 yılı temmuz ayında ele geçen canlı bomba yeleklerinde parmak izleri var. Özetle IŞİD yapılanması çökertilmemiştir.
“YARGI DİRENİYOR, DEVLET DİRENİYOR”
Ahmet Özdel: IŞİD yargılamalarının temelinde davalar birbirinden bağımsız yargılanıyor. Örgütsel ilişki ortaya konmuyor. Konmadığı için de örgüt eylemlerinin sorumluları ile bir çerçeve çiziliyor. Bu çerçeveyi de kolluk çiziyor. Biz bu çerçevenin dışına çıkmaya çalıştık. Savcılık da kısmen çıktı, ama doğru değerlendirme yapmadı. Toplanmayan deliller, kurulmayan ilişkiler var. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç davalarının birbiriyle ilişkisi var. Katliamları gerçekleştiren sanıkların da birbiriyle bağlantısı var. Bir davanın sanıkları bir başka davanın x, y, z’si. Bizim dosyada açığa kavuşturulmayan ve görüntüleri bulunan x-y-z diye adlandırılan kişiler var. Örneğin, Elazığ davasının x1, x3, x4 kişileri bizim dosyamızın örgüt yöneticisi. Suruç dosyasının içine Elazığ dosyası veya Ankara dosyası gelmezse örgütsel bağ ortaya çıkamaz. Bu dosyanın bütünü incelendiğinde bir örgüt şeması çıkar. Öte yandan örgütlü suçları değerlendirirken hep illegal bir ilişkiler ağı arıyoruz. Oysa bunlar bir ailenin tamamını örgütün içine katıyorlar. Yaşamın olağan akışı içinde her türlü ticari, sosyal ilişkilerini örgütün içine katıyorlar. Her sanıkta kod ismi yok bu yüzden, buna ihtiyaç duymuyorlar. IŞİD yapılanmasını tanımlayabilmek için bu dava bunun için çok önemliydi. Yargı direniyor, devlet direniyor bu noktada.
“BİRAZ YATIP ÇIKARIM”
Mehtap Sakinci Coşgun: Adıyaman, Bingöl, Elazığ yapılanmaları, Kilis, Urfa-Akçakale’de, Suruç’taki gibi sınır illerindeki IŞİD yapılanmaları var. Onlar ortada duruyor. Aslında bizlerin, ailelerin ve avukatların gayretleri olmasa bu davadan da beraatlar çıkardı. IŞİD davaları Türkiye’de genellikle salıverme ile sonuçlanıyor. Bizim davamızda hüküm giyenlerin de ilk fikri, “biraz yatıp çıkarım” yönündeydi. Son iki günde sanıklar tutuştu. “Güvendiğim devlet beni feda ediyor” görüşü hâkimdi. Bu yüzden de son celselerde yeri geldiğinde devletin sorumluluğuna işaret ettiler.
Özcan Yaman: Ülkenin başkentinde, güvenlik ve istihbarat açısından devletin en güçlü olması beklenen yerdeki katliama basit bir “olay”, basit bir “terör olayı” denemez. Bu bir toplu kıyımdır, uluslararası tanımı “katliamdır” ve insanlığa karşı işlenmiştir. Duruşmalar süresince tüm resmi belge ve dosyalarda katliam kelimesini göremezsiniz. Ancak mahkeme başkanının salonu susturmak isterken “Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı en büyük katliam” diye seslenmesini de not etmek gerek.
Karara bağlanan 10 Ekim katliamı dava dosyası, tetikçiler ve yakın çevresiyle sınırlı tutulan kovuşturma dosyasıdır. Suç işlendikten sonra sınırlı bir operasyonla, sınırlı sayıda çete üyesinin yargılanarak belli cezalara mahkûm edilmesi amaçlanıyordu.
“İNSANLIĞA KARŞI SUÇ”
Senem Doğanoğlu: Devletin dahli şüphesi duyulması halinde Minnesota Protokolü gereği soruşturma yapılmasının zorunlu olacağını söyledik en başında. İnsanlığa karşı suç işlendiği düşüncesiyle soruşturmanın yapılmış olması ihtimali bugün peşine düştüğümüz devlet sorumluluğu açısından da belirleyici olacaktı. Kuşkusuz böyle yürütülemediğini görmek için uzun süre beklememiz gerekmedi. Ne iddianame ne de mütalaa böyle verildi. Sanıkların mahkûm olmaları gereken suç insanlığa karşı suçtu, ancak bu konuda karar kurmayı tercih etmedi mahkeme. Bir siyasal retorik olsun diye söylemedik, 10 Ekim Ankara Katliamı planlı, sistematik bir saldırıdır. Siyasal saiklerle, hegemonik ideolojiden de aldığı güçle sanıklar katliam gerçekleştirmiş, insanlarımızı öldürmüş ve yaralamıştır. Bunun da TCK’da açıkça karşılığı vardır: insanlığa karşı suç, madde 77. Türkiye’de bir mahkemeden bu nitelikte bir karar çıkması, esasen hakikatin adının konması açısından önemlidir. Sadece davada sanık olanlar yönünden değil, tüm bu sanıklardan da yola çıkarak Türkiye’de IŞİD’in örgütlenmesine, katliamlarına devam etmesine dair mekanizmaya da işaret edilebilecekti. İnsanlık karşı suç meselesi 12 Eylül yargılamasında ve Madımak katliamı davasında yine şikâyetçilerin zoruyla duruşmalar boyunca tartışılabildi. 12 Eylül yargılamasında işkencenin de insanlığa karşı suç niteliğinde olması nedeniyle zamanaşımı işlemeyeceği vurgusu yapıldı, ancak kararda mahkûmiyet insanlığa karşı suçtan olmadı.
BURADA DEĞİLSE SURİYE’DE
Öztürk Türkdoğan: Bu davayı 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı, 19-24 Aralık 1978 Maraş Katliamı, 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı gibi katliam davalarına benzetebiliriz. Olayda kullanılan tetikçiler yargılanıyor, ancak olayın gerçek planlayıcıları ve emri verenler açığa çıkarılmıyor. Bu hususta çok şey söylenebilir, ancak her dönemin kendine özgü yanları vardır.
Gar katliamı insanlığa karşı suç kapsamında soruşturulmalıydı ve dava TCK 77. Madde’den açılmalıydı. Ancak, dava dosyası içerisinde bulunan Mülkiye Müfettişleri raporundan da anlaşılacağı gibi, bu katliamda sorumluluğu bulunan devlet görevlilerinin açığa çıkmaması için dava “örgüt suçları ve bu suçlar kapsamında işlenen öldürme fiilleriyle buna iştirak”tan açıldı. Görüldüğü gibi, bir cezasızlık –devlet görevlileri bakımından– uygulanmaktadır. Peki niçin böyle bir cezasızlık söz konusudur? IŞID, El Kaide ağı içinden çıkmış bir örgüttür. BM Güvenlik Konseyi’nin başta El Kaide olmak üzere diğer cihatçı örgütlerle ilgili “terör örgütleri” listesine bakmak gerekir. Bu davada, IŞID’in canlı bomba saldırısı yaptığı ve bu saldırıda rol oynayanlardan bazılarının yakalanarak mahkeme önüne getirildiği biliniyor. Bu örgütün gerek Suriye ve Irak’ta, gerekse de Türkiye’de ve Avrupa’da gerçekleştirdiği katliamların tamamı planlı ve belli bir amaca dönük olarak gerçekleştirilmiştir. Katliam kurbanlarının tamamı laik ve demokratik yaşamdan yana olan kesimlerdir, dolayısıyla TCK 77’de tanımlanan suç tipine birebir uyuyor. Ayrıca şunu da söyleyebilirim, insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı işlemez. Zaman aşımının işlemediğini bildikleri için kamu görevlilerinin olaya dahil edilmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Türkiye’deki cezasızlık pratiği sürekli olarak devlet içindeki çete yapılanmalarını, kamu görevlilerini korumaya dönüktür. Bunlar yargılanmadıkları için, bunlara siyasi emri veren siyasiler de açığa çıkmamaktadır. Tıpkı 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün siyasi ayağının açığa çıkmaması gibi.
Egemenler hukuk dışı kirli işlerini yaparlarken çoğu zaman piyonlar kullanır. Piyonların nasıl kullanıldıklarını anlama kapasiteleri ve yetenekleri yoktur. Her birinin son kullanma tarihleri vardır. Zamanı geldiğinde bir çukura atılırlar. Kullananlar ise her zaman ne yaptıklarını iyi bilir. Dava dosyamız bu açıdan da önemli derslerle dolu.
IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te Irak’ın Şengal bölgesinde Ezidilere yönelik soykırımıyla ilgili olarak bir rapor hazırladık. 25-26 Haziran 2015’te Suriye’nin Rojava bölgesinde bulunan Kobani kentinde IŞİD’in gerçekleştirdiği katliam sonrasında İHD heyeti olarak Kobani’ye gittik ve görgü tanıklarıyla görüştük. IŞİD bu katliamda toplam 251 sivil Kobaniliyi katledip yüzlercesini yaralamıştı. Bu olayla ilgili raporumuz ile Kobani kanton yönetiminin raporunu Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcılığı’na gönderdik ve soruşturulmasını istedik. Dosya halen başsavcılıkta duruyor. Bilindiği gibi, UCM başsavcısının resmi soruşturma açabilmesi için Suriye hükümetinin UCM’nin yargı yetkisini kabul etmesi ya da BM Güvenlik Konseyi’nin karar vermesi gerekir. Suriye’de IŞİD gibi cihatçı örgütlerin işlediği soykırım ve insanlığa karşı suçlar konusunda bazı ülkelerin ön soruşturma yaptıklarını, bu bilgileri düzenli olarak BM İnsan Hakları Konseyi’ne, UCM Başsavcılığı’na ve BM Güvenlik Konseyi’ne ilettiklerini belirtebilirim. İzlediğim kadarıyla, Suriye’de bir barış anlaşması imzalandığında, kuvvetle muhtemel, tıpkı Yugoslavya’da olduğu gibi, bir özel ceza mahkemesinin kurulması zorunluluk gibi durmaktadır. Böyle bir mahkeme kurulduğunda BM Güvenlik Konseyi kararıyla bu mahkemenin hangi suçları yargılayacağı ve bu suçlara karışan failleri nasıl soruşturacağı ortaya konulacak. Bu durumda, özellikle IŞİD gibi cihatçı örgütlerin karıştığı Irak Şengal’deki soykırım suçu gibi Suriye’deki insanlığa karşı suçlar, Suriye dışında gerçekleştirdikleri katliamlar soruşturulacak. Bu durumda da bu örgütlere yardım eden devletlerin yetkilileri açığa çıkabilecek. Uluslararası toplum bunun hazırlıklarını yapıyor. Öte yandan, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) sağ yakaladığı yüzlerce IŞİD militanı yargılanmayı bekliyor. Bu militanlardan birçoğunun bildiklerini itiraf ettiği ve hangi ülkelerin kendilerine yardımcı olduğunu söyledikleri anlaşılıyor. Fransa bu kişilerin SDG tarafından yargılanmasını teklif etmiş, SDG ise bu kişilerin UCM tarafından yargılanabileceğini belirtmiş, bu konudaki belirsizlik devam ediyor. Yani, şu anda birçok şeyi bilen çok sayıda IŞİD militanı yargılanacağı günü bekliyor. 10 Ekim Ankara Gar Katliamı davasında tüm bu hususları karar duruşmasında mahkemeye hatırlatıp hazır önlerinde bir dava varken suç vasfının insanlığa karşı suç kapsamında ele alınmasını ve bu örgüte yardım eden devlet görevlilerinin açığa çıkarılmasını talep ettik. Türkiye’de devlet içindeki çete yapılanmalarının açığa çıkarılmasının önemli olduğunu vurguladık. Sonuç olarak, bugün Türkiye’de bu katliamlara katliam denmeyecekse ve insanlığa karşı suç kapsamında yargılama yapılmayacaksa yarın uluslararası alanda bunun yapılacağı kesin.
NASIL BİR KATLİAM?
Yunus Akıl: “10 Ekim muhalif güçlerin sokaktaki gücünün kesilmesi girişimidir. Amaç muhalefetin sokaktaki gücünü yok etmek ve bu yeni dizaynı gerçekleştirmekti. O gün Diyarbakır’dan, Suruç’tan sonra olumsuz bir şeyler yaşanabileceğine dair bir kaygım vardı. 14 arkadaşımız, küçük Veysel (Atılgan) de kayıplarımız arasında. Lise yıllarından beri tanıdığım iki dostumu kaybettim. Tırpanlanmış gibiydi insanlar patlamadan sonra.
Deniz Akıl: AKP savaş konseptine doğru gidiyordu. Bizler, binlerce emekçi savaşa karşı barış çağrısı yapmak için 10 Ekim’de alandaydık. Çok güçlü katılım sağlanmayı amaçlamıştık, bunun için çok çalıştık. Savaş baronlarına karşı barış diyorduk. Böyle kanlı bir katliam yapılacağını hiç düşünmemiştim. Öyle olsa çocuğum ve eşimle gelmezdim alana.
DUYGULARDA BÖLÜNMÜŞLÜK
Özcan Yaman: Bu katliamı diğerlerinden ayıran en önemli farklardan biri, teknolojinin sağladığı dijitalleşme. Eğer bende dijital fotoğraf makinası, ânında cep telefonlarıyla görüntü kayıtları, ânında dünyaya bunları ulaştıran internet olmasaydı, yine 1 Mayıs 1977 gibi olacaktı. Çektiklerimizi en erken gece yarısı elde edebilecektik. Çok şeye şahit oldum. Gözünüzün önüne getirin, polis akrebi giriyor alana, yerde yaralılar, yaşamını yitirenler… Onların önlerinde siper oluyor insanlar, ezilmesinler diye. Video ile çekiyorum o ânı. Ambulansların peşine koşuyoruz. Hiçbir yaralı almadan giden ambulansları çektim. Akrebin girdiği yönde iki ambulans bekliyorlar, görüyorum. 45-48 dakika sonra ilk ambulans girdi alana. Bunların tümünü, yüzlerce görüntüyü kare kare arşivledim.
Sosyal medyaya çekilen fotoğrafları tararken gördüm ki, katliam günü paylaşılan fotoğrafların altında inanılmaz yorumlar var. Bu haliyle bu katliam duyguların bölünmüş olduğu bir katliamdı. Bir hafta sonra üniversiteye geldim, Yeditepe’ye. ODTÜ’de, Boğaziçi’nde boykotlar vardı. Bizde ders var. Kapıdan girdim, baktım her şey bir hafta önce bıraktığım gibi. Katliamın “K”sı yok ortada. Herkes neşe içinde. Sınıfa girdim, herkes kendi havasında. Öğrencilere, “bir hafta önce çok büyük bir saldırı oldu, yas ilan edildi, duydunuz mu” dedim. “Ya evet, bir bomba patlamış, bir şeyler olmuş Ankara’da” filan dediler. Çok sıradan bir olaydı onlara göre. Sınıfa boykotu anlattım. “Arkadaşlar, yas ilan edildi, okulu tatil etmemiş olabilirler, ama öğrencilerin elinde boykot diye bir güç var, bakın ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Hacettepe’de hepsinde boykot var. Burada bir tane elinize bir metin alıp bu katliamı kınadınız mı? Hadi çıkın dışarı” dedim. “Hocam imza” filan dediler. “Bugün boykot var, ne imzası” dedim.
Hatırlayalım, o dönemde, barış sürecinin bitirilmesi isteniyordu. Barışın ne kadar “tehlikeli” olduğunu göstermesi açısından HDP binalarına yapılan saldırılardan bu yana sıralarsak Diyarbakır, Suruç, Ankara bir ardışıklık gösteriyor. Hepsi barışa ve muhaliflere yönelikti. Bugünü kurmaya yönelik, araçsallaştırılmış bir katliamdı 10 Ekim. Tekrar alana dönersek, cesetler toplandı. Hava kararmak üzere, bizi güvenlik çemberinin dışına aldılar. Çadırlar kurdular, sözde delil topluyorlar. Polisleri etrafa dizdiler. Sanki bizi, bize yapılan saldırının delillerinden koruyorlar. Millet hâlâ hınç içinde, bağıran çağıran, slogan atanlar var. Hatta onların zavallı birer polis olduğunu düşünenler bile var. Yoksa o kitle onları mahveder. Sağduyu gösteren bir kitle de var. Güvenlik şeritleri önümde, polisler ve insanlar akın akın bağırıp çağırıyor. Polis amiri geldi, ben de onu takip ediyorum. Tam benim durduğum yere geldi, polisler korkuyor, yüz ifadelerinden belli. Onlara dedi ki, “Ağzınızı açmayın, bir şey söylemeyin, ne derlerse desinler. Bugün onların acıları var, ne söylerlerse söylesinler sineye çekeceksiniz”. Bu “sineye çekeceksiniz” lafı aklımdan hiç çıkmadı. Ne demek diyorum “sineye çekeceksiniz”. Yani, onların bugün acıları var, yarın biz onlara gösteririz demek mi? Sonra yaşananları, yakılan yıkılan kentleri düşününce bu sözü daha iyi kavradım.
Alandayken, AFP’den aradılar. Evrensel’e gittim, saat 4 filan. Dört-beş tane fotoğraf seçip gönderdim. Şu çelişkiyi çok yaşadım, kaldırıma oturdum, “ne yapmalıyım” diye sordum kendime: Fotoğraf çekmeyip gidip yaralılara yardım mı etmeliyim, yoksa fotoğraf çekmeye devam mı etmeliyim? Ancak o kadar yardım eden insan vardı ki mitinge katılanlar arasında. Kamusal sorumluluğu unutmadan, soğukkanlılığımı yitirmeden fotoğraf çekmeye devam ettim. Ölenlerden yaklaşık on kişiyi yakından tanıyordum. Hayata bak dedim, beş dakika önce konuşuyorduk. Biri üniversiteye gidecek, öbürünün dişçi sorunu, diğerinin kredi kardı borcu, ev kirası, berikinin yaşam gailesi, doktor randevuları, gözaltılar… Hepsi bitti o an. Alandan sonra yoğun olarak cenazelerde de fotoğraf ve video çektim. İstanbul’a döndüm. Psikolojik destek aldım, rapor aldım. Bugün ikinci hayatımı yaşıyorum. Bundan sonraki yaşamımda bu alanda yapabileceğim ne varsa yapmaya karar verdim. Sanatçılarla toplantılar yaptık. Ne kadar görüntü ve video varsa toplamaya başladım. Avukat Komisyonu’nun toplantısına katıldım ve hepsini onlara verdim. Böylece olay yeri fotoğrafları delil niteliği kazandı.
Ankara katliamı istense önlenebilirdi. Örneğin, katliamın planlayıcısı Yunus Durmaz’ın izlenmiş, takip edilmiş, hakkında soruşturma açılmış, IŞİD örgütlenmesi yapmış olduğunun bilinmesine karşın gözaltında alınmamasının mantıklı ve makûl bir izahı söz konusu değil.
AVUKATLARIN ADALET ARAYIŞI
Ziynet Özçelik: 10 Ekim Avukat Komisyonu olarak bilinen avukatlar, katliamdan hemen sonra birlikte çalışmaya başladılar. O günlerde hukuk örgütleri, barolar, pek çok kurum ve kuruluş aracılığıyla ortak çalışmayı gerçekleştirmek için toplantı çağrısı yapıldı. Çalışma grupları oluşturuldu. Davanın açılmasıyla birlikte farklı illerden davayı takip etmek isteyen avukatlarla bir komisyon oluşturuldu. Dosya çalışmaları, 25-30 arasında değişen bir çekirdek ekip tarafından, kimi arkadaşlarımızın olağanüstü çabası ve emeği, diğerlerinin katkıları ile yürütüldü. Ankara’da hemen her hafta, şehir dışı katılımcılarla ise duruşma öncesi ve sonrası bir ya da birden fazla gün süren ortak hazırlık toplantıları yapıldı. Birbirimizi anlamak ve ortaklaşa bir yöntemi oluşturmak için bilinçli ve sürekli bir çaba gösterdik. Katliamın toplumda, ailelerde ve katılımcılarda yarattığı tahribatın, bölücü şiddet politikalarının panzehirinin birliktelik, dayanışma olacağını düşündük. Motivasyon kaynağımız bu oldu. 10 Ekim 2015’ten bugüne kayıplarımız ve adaletsizliği üreten sistemin varlığı nedeniyle zorlu bir süreçten geçtik. Ancak içimizi ısıtan en önemli şey, sanırım adalet arayışını birlikte yürütüyor oluşumuzdur. Birlikte ve yılmadan hukuki mücadeleye devam edeceğiz.
Nuray Özdoğan: Karara itiraz ettik. Firari sanıklar açısından yargılama devam edecek. Ayrıca üyelikten ceza alan bir sanık açısından da katliama dahli nedeniyle yeniden dava açılacak. Mahkeme o kadar acele etti ki, bu sanık açısından ek iddianame düzenleyip diğer sanıklarla birlikte karar verme olanağı varken bunu yapmadı. Devletin, kamu görevlilerinin sorumluluğu açısından ulusal ve uluslararası tüm mekanizmalara başvurularımız devam edecek. 182 klasör, iki yıl süren yargılama için söylenecek binlerce söz var. Ancak katliama uğrayanların her şeye karşın yarattığı büyük dayanışma ve mücadele azmi, 10 Ekim günü bedelini en ağır şekilde ödedikleri barışın bu ülkeye bir gün geleceğine dair içimizde yeni umutlar doğurdu.
IŞİD davaları Türkiye’de genellikle salıverme ile sonuçlanıyor. Bizim davamızda hüküm giyenlerin de ilk fikri, “biraz yatıp çıkarım” yönündeydi. Son iki günde sanıklar tutuştu. “Güvendiğim devlet beni feda ediyor” görüşü hâkimdi. Bu yüzden de son celselerde yeri geldiğinde devletin sorumluluğuna işaret ettiler.
İlke Işık: Davanın basında yer bulması konusunda çok zorlandığımızı ifade etmek gerekir. Politik bir katliam. Siyasal iktidar, devlet sorumluluğu söz konusu olduğu için çok sınırlı bir basın takip etti. Bizimle birlikte çok emek veren gazeteci arkadaşlarımız oldu. Kamuoyu duyarlılığı beklediğimiz düzeyde olmadı. Neredeyse müvekkillerimizin çabalarıyla üç yıldır bu katliam bir şekilde gündemde kaldı. Dava firari sanıklar açısından devam edecek, itiraz yolları açısından da. Bu nedenle bitmiş bir dava değil, biz bir aşaması tamamlandı diye bakıyoruz, bu nedenle daha çok sahiplenmeye ve ülkenin en büyük katliamının izini daha çok sürmeye ihtiyacımız var, ancak böyle bütün sorumlular yargılanacak.
Öztürk Türkdoğan: Bundan sonraki hukuki mücadelede, Türkiye’deki cezasızlık pratiğinin ortaya konularak özellikle IŞİD katliamlarında UCM’nin devreye girmesini sağlayacak çalışmalar yapılması önemlidir. Ayrıca şunu belirtelim, bu davanın insanlığa karşı suç kapsamında ele alınmaması ve kamu görevlilerinin yargılanmaması nedeniyle konu Bölge Adliye, Yargıtay, AYM ve AİHM nezdinde devam edecektir, ancak aslolan cihatçı örgütlerin başta Ortadoğu olmak üzere dünyada gerçekleştirdikleri katliamların UCM tarafından soruşturulmasını sağlamaktır.
10 Ekim Ankara Gar Katliamı insanlığa karşı suç kapsamında ele alınmasını ve bu örgüte yardım eden devlet görevlilerinin açığa çıkarılmasını talep ettik. Bugün Türkiye’de bu katliamlara katliam denmeyecekse ve insanlığa karşı suç kapsamında yargılama yapılmayacaksa yarın uluslararası alanda bunun yapılacağı kesin.
NASIL BİR MÜCADELE?
Mehtap Sakinci Coşgun: 10 Ekim 2015’ten bu yana öfkemizi besleyen, bizi birlikte büyük bir mücadelenin parçası yapan haksızlığa karşı tepkimizdi ve bu tepkimiz sürecek. Mevcut dayanışma yeniden bir örgütlenme yapısıyla devam edecek, aileler olarak bunun için çalışacağız. Bizlerin ve toplumsal travmanın iyileşmesi için adalet arayışımızı sürdüreceğiz. “Barış” diyemedikleri için “Demokrasi” adını verdikleri alanda, bir “unutmama anıtı” yapılmasını talep ediyoruz. Her ayın 10’unda, saat 10:04’te yaptığımız anmalarda sesliyoruz bu talebi. Anıt ve alan düzenlemesiyle ilgili katliamdan beş gün sonra belediye meclisi karar aldı. Görüşmelerimizde, “kararın cumhurbaşkanlığının görüşüne sunulduğu” ifade edildi. Üç yıldır bu karar sonuçlandırılamadı. Şimdi öğreniyoruz ki, gar yerleşkesinin –plan notunda yapılan değişikle– özel bir üniversiteye, hatta sağlık bakanının kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’ne verilmesi gündemde. Kamu yararına aykırı bir biçimde yapılaşma öngörülüyor. Anıtı nereye inşa edecekler? Alanı nasıl düzenleyecekler? Gördüğünüz gibi, dayanışmayı büyütmenin dışında çaremiz yok. Bunun için de daha çok çalışmalıyız. Tek tümceyle ifade etmek isterim ki, odağında barış mitingi ve yaşatılan katliam olan mücadelemiz biz bitti demeden bitmeyecek!
Zöhre Tedik: Biz o gün barış için gelmiştik Ankara’ya. Bu dava bir “barış davasıdır” bir yönüyle. Barış için ölen 103 insan ve onun davası görünür olmadı. Bugün barışa ve demokrasiye daha çok ihtiyaç var. Bütün DKÖ’lerin, siyasi parti ve sendikaların MYK’ları, GYK’ları Ankara’da olmasına karşın onları temsilen az sayıda insan vardı son duruşmada. Muhalif partiler, başkanları ve tüm vekilleri ile mahkeme salonunda olmalıydı. Tüm davayı kesintisiz biçimde sadece Evrensel izledi. Benim alternatif medyaya, sol-sosyalist basına sözüm yok. Onların bazıları burada, burada olmayanlar da haber yaptılar. Başımızın tacı Avukatlar Komisyonu ve dayanışma gönüllülerimiz, onlar hep yanımızdalar. Hrant Dink davası, Göktepe davası yedi yıl sürdü, takipçileri arasında uluslararası gazeteciler ve gazeteci örgütleri vardı. Karar günü neredeydi onlar? Bağıra bağıra söylüyorum, bir bütün olarak örgütlü yapılarımız neredeydi? Doğrudur, ülkenin üzerine karanlık çökmüş, korku hâkim. Ancak bu davaya, dolayısıyla barışa sahip çıkarak aşılabilir bu süreç. Biz en önde olacağız hep; kimsenin kılına zarar gelmez. Derneği yüz kez kapatsalar bizim örgütlülüğümüzün önüne geçemezler, yeniden kurarız. Çünkü bizim örgütlü olmamız gerek, dernek veya vakıf olarak. Her halükârda bir araya geliriz.
Ölenlerden yaklaşık on kişiyi yakından tanıyordum. Hayata bak dedim, beş dakika önce konuşuyorduk. Biri üniversiteye gidecek, öbürünün dişçi sorunu, diğerinin kredi kardı borcu, ev kirası, berikinin yaşam gailesi, doktor randevuları, gözaltılar… Hepsi bitti o an.
Özcan Yaman: Geçen üç yılın değerlendirilmesi yapılmalı. Ben de miting tertip komitesinin ve demokratik kitle örgütlerinin katılım ve desteklerinin yetersiz olduklarını düşünüyorum. Fakat ülkenin içinde olduğu anti-demokratik koşullar, başkanlık sistemine geçiş siyaseti gibi bolca neden mevcut. İktidar ve muhalefet arasındaki dengesizlik ve birçok alanda açılan cephe toplumsal direnişi parçaladı. Fakat her şeye rağmen, katliam mağduru aileler her ne kadar yaygın medyanın ilgisizliğine sitem etseler de, sıraladığım nedenleri sağduyuyla değerlendiriyorlar. İşte bu aile böyle bir aile. Parça-bütün ilişkisini kuran, neden-sonuç bağıntısını hayata geçiren bir aile… Sincan’da görülen son davada 450’ye yakın katılımcı ile bu dayanışmasını gösterdi. Bu dava aynı zamanda hesap soracakları da yetiştirmeye başladı. Gençlerin kimi hukuk okuyor, kimi gazeteci olma yolunda ilerliyor. Ne diyor Emile Zola: “Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacak!”
Ayşegül Duman: İki yıldır bu davada yaşananların Türkiye kamuoyunda görünür olduğuna inanmıyorum, özellikle ana akım medyada. Çok ciddi bir korku ablukası var. Mahkeme salonuna gazeteci olarak sadece sarı basın kartı olanlar alındı. Gelin görün ki karta sahip olanlar da gelmedi. Biz bu davalara gelirken insanlar “duruşmalardan bir şey çıkmayacak, neden katılıyorsunuz?” diyorlardı. İnsanlar ülkedeki hukuk sistemine güvenmiyorlar. Ne oldu? Biz yine yüzlerce kişi dağın başına geldik ve son duruşmayı takip ettik. Bizler kimin neye ne kadar destek verdiği tartışmasını kendi aramızda yapacağız. Bileşenlere zarar verecek bir açıklama yapmayacağız. Derneği kapattılar, yeniden açarız, hiç sorun değil. Omuz omuza mücadelemizi sürdüreceğiz. Hrant Dink davasında olduğu gibi, bir rüzgâr değişir, asıl sorumlular yargı önüne çıkar. Karar duruşmasında son sözü kullanan müştekilerden biriydim; hâkime “Hazır mısınız bundan sonra yaşanacak katliamların sorumluluğunu almaya? Bu dosya böyle kapatılırsa yeni katliamların müsebbibi heyetiniz olacak” dedim. Biz tarihe adımızı kanla yazdık. İsterdik ki mahkeme heyeti de adını adalet ile yazsın. Gökten yağmur yağar, kar yağar. O gün bizim üstümüze kan yağdı, et parçaları yağdı. Bizi hayata bağlayan, ayakta tutan tek şey adalet mücadelemizdir.
“Barış” diyemedikleri için “Demokrasi” adını verdikleri alanda, bir “unutmama anıtı” yapılmasını talep ediyoruz. Her ayın 10’unda, saat 10:04’te yaptığımız anmalarda sesliyoruz bu talebi. Anıt ve alan düzenlemesiyle ilgili katliamdan beş gün sonra belediye meclisi karar aldı. Üç yıldır bu karar sonuçlandırılamadı. Şimdi öğreniyoruz ki, gar yerleşkesinin özel bir üniversiteye, hatta sağlık bakanının kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’ne verilmesi gündemde.
Mustafa Doğan: Demokratik kitle örgütü ve sendikaların hem anmalara hem de davalara katılımı genel sekreter, kimi zaman da ender de olsa başkanlar düzeyinde sağlanabildi. Bir bütün olarak bulunmamaları bir zafiyettir. Bu yapıcı bir eleştiridir. Bu örgütler çağrıcıdır, bu da onlara sorumluluk yükler. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Sezai Temelli’nin karar gününde mahkemede olması gerekirdi. Gelmediler, vekiller geldi. Herkesin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların, siyasi partilerin mitingin çağrıcısı olduklarını unutmamalarını, sorumlu olduklarının bilinciyle hareket etmelerini bekliyoruz. Ya böyle hareket edecekler ya da böyle hareket edecekler. Tarihsel olarak süreç onlara sorumluluk yüklüyor. Bizler, aileler, susmayacağız ve bu davanın peşini bırakmayacağız. Ben oğluma ve yoldaşlarına bir söz verdim. Nefes aldığım verdiğim sürece, bedenim beni taşıdığı sürece onların mücadelesini bırakmayacağım. O gar alanını da bırakmayacağım. Son nefesimi de gar alanında oğlumun kanıyla karıştırarak vereceğim. Onlar derneği kapatsınlar, yeni bir dernek kurarız. Önemli olan iradedir, sahiplenmektedir. Barbarlığa maruz kalanlar olarak irade bizdedir.
Hanife Budak: Eşim “barışa gidiyoruz” diyerek çıkmıştı evden, katliamdan sonra felç oldu. Aylarca Ankara ve İzmir’de tedavi gördü. Dayanışma’dan arkadaşlar bizi hiç yalnız bırakmadı. İki kere tekerlekli sandalyeyle duruşmalara katıldı eşim. Adaletli bir sonuç çıkmayacaktı, biliyordu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Sezai Temelli’nin karar gününde mahkemede olması gerekirdi. Gelmediler, vekiller geldi. Herkesin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların, siyasi partilerin mitingin çağrıcısı olduklarını unutmamalarını, sorumlu olduklarının bilinciyle hareket etmelerini bekliyoruz.
Muhammed Bahadır Kılıç: Mahkemede de söyledim, heyetin arkasında “adalet mülkün temelidir” yazıyor, onu silin, “adalet iktidarın özel mülküdür” yazın. İçerdeki birkaç piyona 100’er kez ağırlaştırılmış müebbet vererek bu davayı kapattılar. Ülkeyi bu hale getirenlerin savaş konseptini devreye sokmadan sürdürme şansları yoktu çünkü. Ve 2015’ten beri savaş konsepti devrede. Bu burada bitmez, biz adalet arayışını sürdüreceğiz. Tekrar dava açılır. Binlerce insanız; toplumsal bir travma yaşadık, bizlerin adalet arayacağı tek bir adresimiz var: Sokak.
Yunus Akıl: Ben hâlâ çalışıyorum, haftanın beş günü gar meydanından geçiyorum. Arkadaşlarımı, Veysel’i hatırlıyorum, haftanın beş günü. Devletin ne kadar aciz olduğunu düşünüyorum. Bu katliamı gerçekleştirenler için “beter olsunlar “diye düşünmedim hiç, onların zavallı olduğu kanaatindeyim. Bu insanları bulup kullanıyor devlet. Bu ülkede kimse böyle bir acı görmesin, hiç kimse! Katliamdan birkaç gün sonra 10 Ekim’de yaşamını yitirenler yuhalandı, hatırlayın. Bu ve buna benzer örnekler insani değerlerden bir bütün olarak uzaklaşıldığını gösteriyor. Nefret, kin ve öfke toplumu kuşatmış durumda. Nefret ve kin bizi adalet duygusundan uzaklaştırabilir. Bundan sonra toplumsal vicdana seslenen bir dille adalet aranması gerektiğini düşünüyorum, sloganlarla değil. Bizler çok bedeller ödedik. Bu bedeller üzerine barış tohumları ekebilmek için barış dilini kullanmalıyız. Kin ve nefret diliyle yapamayız bunu.
Deniz Akıl: Şeklen görülen bir dava, bir prosedürü yerine getirmekten ibaretti duruşmalar. Her defasında içimdeki kanama artıyor. Bir kanama var sanki kalbimde ve hiç kapanmıyor. 10 Ekim’den sonra hayatımda çok şey değişti. Hepimizin değişti. Bunlar üzerine konuşmamız gerekiyor. Geçmiş alışkanlıklarımızı ve argümanları değiştirmemiz gerek. Nasıl dünya, teknoloji ve argümanlar değişiyorsa, biz de tüm özneleri bir araya getirerek bunları tartışmalıyız. Biz bunu yapmazsak faşizm derinleşecek ve biz kaybedeceğiz…
Özcan Yaman: Katliam davalarının yeniden açılıp yargılanması toplumsal muhalefetin siyasal, ekonomik ve kültürel alandaki mücadeleleriyle doğru orantılı. Bu mücadelede de eksen ‘‘Demokratikleşme ve Barış’’ mücadelesi olmalı. Resmi tarihe karşı gayrıresmi tarihi kaydetme, her türlü adaletsizlik ve hukuksuzluğa karşı kendi argümanlarımızı geliştirme zorunluluğumuz var. Hepimiz en iyi bildiği işi yaparak, inat ve sabırla mücadele hatlarımızı toplumsal muhalefet cephesinde sürdürerek ve dayanışmayı yükselterek bu davanın ve hukuksuzlukların hesabını sorabiliriz. “Gar olayı” davası bitti. 10 Ekim Ankara katliamı davası sürüyor. Sorumlular ve “sorumsuzlar” yargılanana kadar sürecek.