Harbi misin?
Harbi miyim? İyi soru. Yaptığım şeyde samimiyim.
“Faithless”daki şu dize mesela: “İğneyi sokamıyorum…” Kendini kötü hissettiğin bir zamanda sert uyuşturucuları denemek istediğin oldu mu hiç? Yoksa, sadece eroin imajıyla flört mü ediyorsun?
Kurt Cobain’i “oynayacak” kadar sahtekâr değilim. O, kıllık olsun diye yazdığım bir şey.
“Creep”te “tiksinilmek istiyorum” diyorsun…
Evet, öyle. Bir tarafım öyle diyor. Öbür tarafım “merak etme, her şey yolunda, gel sana bir içki ısmarlayayım” diyor.
Hep otobüsle turne yapmayı sevdiğini söylüyorsun. Doğru mu bu?
Pencerenin perdesini açana kadar sanki bir odadaymışsın gibi olması hoşuma gidiyor. Perdeyi açtığında bir bakıyorsun, dünya yanından hızla geçiyor. Ama zaten her şey uçmaktan daha iyidir.
Uçmaktan korkuyor musun?
Hayır. Sadece insanların kurbanlık koyunlar gibi sıralanıp uçağa girmeleri hoşuma gitmiyor. Ha, bir de o röntgen cihazları var… Bir de uçaklardaki o kimyasal koku. Uçaktaki hava gerçek hava değil biliyorsunuz, “kırılmış” nem sadece. First class’taysanız mesele yok, çünkü o hava insanların bedenlerinden geçmiş değil henüz. Ama, uçağın arka taraflarında herkesin ciğerlerinden geçmiş bir hava mevcut ki, iğrenç…
Söylediklerinden emin misin, yani uçaktaki havanın sınıfsal niteliği mi var?
Kesinlikle. Üst sınıfınki tertemiz. Buna hayran kalmamak elde değil. Fakat diğer mevkileri “orta sınıf” ve “alt sınıf” diye adlandırmamaları çok ayıp. Uçakların bana ve bedenime yaptığı şeyler beni hasta ediyor. Uçaklar insanların beyinlerinin büzüşmesine sebep oluyor. (kahkahayla gülüyor)
Otobüsler daha sağlıklı yani?
Evet. Gerçi, bir tabutta uyuyormuşun gibi oluyor ama… Geçen gece, otobüste uyurken şunu düşündüm: Uykudayken bir uçurumdan uçuyorsun ve bir daha uyanmıyorsun…
OK Computer’daki “Airbag”i (Hava Yastığı) bu duygularla mı yazdın?
Mmm… “Airbag” daha çok “her yola çıkış ölüm getirebilir” fikrini işliyor. Her çağın kendine göre çılgınlıkları, gerzeklikleri oluyor. Bence bu çağınki de otomobil manyaklığı. Bana hep bu konuda obsesif olduğum söyleniyor ama, ne zaman arabaya binsem, bir daha dışarı çıkamayabileceğimi düşünüyorum. Veya bir daha hiç yürüyemeyebileceğimi…
Bu çok… Akut bir bilinçlilik…
Galiba buluttan nem kapan biri olmaktan ileri geliyor. “Airbag” aynı zamanda benim ve birçoğumuzun yetiştirilme şekliyle ilgili. Kendi ölümümüz hakkında düşünmemize zaman tanınmıyor hiç… Aslında her şey ölümlü olma fikrinin korkusundan kurtulma çabasından kaynaklanıyor. Özellikle de benim yaptığım şeyler. Eğer bir pop yıldızıysanız, yaptığınız tek şey ölümsüzlük arayışıdır. Ya da en azından klişe böyle. Yine de bir otomobil kazasında ölmek an meselesi.
Fakat, belki de çocukluğunda hastanelerde uzun zaman geçirmiş olmandan ötürü, çok erken yaşlarda ölümün üzerine düşünmeye başlamışsın…
Hayır. Hiç öyle olmadı. Aslında, ölümle yeterince karşılaştığımı sanmıyorum. Bir yakınımın ölümüne tanık olmadım. 28 yaşındayım ve hiç ölü görmedim. Dolayısıyla, ölü bir insan nasıl olur, merak ediyorum. Kötü bir maksatla değil ama… Geçenlerde okuduğum Yaşamaya ve Ölmeye Dair Tibet Kitabı’nın (Tibetan Book Of Living and Dying) uyandırdığı düşünceler bunlar. Batı uygarlığı ölümle hesaplaşmıyor, böyle bir hesaplaşma için vakit artık çok geç olmadan… Yazdığım şarkıların birçoğu, okuduğum şeylerden kaynaklanıyor…
Araba kazalarıyla ilgili bir sürü şarkı yazmanın sebebi ne?
Bence insanlar sabahları fazla erken kalkıyorlar, içinde yaşamaktan mutlu olmadıkları evlerinden çıkıp yapmak istemedikleri işlerine, otomobil denen en tehlikeli ulaştırma aracına binip gidiyorlar. Buna bir türlü alışamadım.
Rivayete göre, daha altı yaşına gelmeden beş tane göz ameliyatı geçirmen ve okuduğun okulun müdüründen nefret etmen, şarkılarındaki korku ve öfkenin kaynaklarıymış… Kişiliğinin oluşmasında başka hangi tecrübeler rol oynadı?
Annem, hep çok uslu, mutlu bir çocuk olduğumu söyler. Çocukken hiç canım sıkılmazdı. Hiçbir zaman. Hep bir şeylerle meşguldüm. Logolarla, bisikletimle… Annem yaratıcı bir insandı. Yaratıcılığımı anneme, hiperaktifliğimi de babama borçluyum galiba. Kesin olan şu ki, çocukken itilip kakılmadım. Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için kusura bakmayın.
Bir seferinde, yetiştiğin kentten, Oxford’dan, “garip ve yazarlığım için önemli” diye söz etmiştin…
Oxford’un turistler ve öğrencilerden oluşan yoğun bir transit nüfusu vardır. Çok kirli bir havası vardır. İnsan çok, alan azdır. Çok baskıcı bir kenttir, arazinin yüzde 90’ı üniversitenindir ve halkın büyük çoğunluğu bu araziye giremez.
Bir görgü tanığı olarak yazmak… Benim idealim buydu. Bir resimler serisi. Hiç boya kullanmadan… New York’taki Sony binasını gördünüz mü? İşte gelecek o! Ben sadece etrafımda hızla hareket eden şeylerin polaroidini çekiyorum.
Güzel, tarihi binalar pek umurunda değil galiba?
Hayır, çünkü o güzel ve tarihi binalar dikenli tellerle ve duvarlarla çevrili. Ülkedeki kentler içinde sınıf farkının en aleni olduğu yer Oxford’dur.
Peki niye orada o kadar uzun süre oturdun?
Ataletten. Ayrıca, Londra’da olmamak yeterli gibiydi. Ama Oxford’un havası çok kirli. Beni ve kız arkadaşımı hasta ediyor.
Kırda yaşamaya ne dersin?
Büyük bir kır evi, etrafı dikenli tellerle çevrili, bir de Range Rover. (gülüyor)
Ve tabii senin arazine karşı sınıfsal bir düşmanlık da yok…
Benim Range Rover’ım elden düşme, tamam mı!
Kötü alışkanlıkların var mı?
Bazen televizyonun karşısına geçip sarhoş olana kadar içiyorum.
Radiohead’in “On A Friday” adını taşıdığı günlerde, yazdığın şarkı sözlerinin “fazla dürüst, fazla şahsi, fazla doğrudan olduğu, dolayısıyla hayal gücüne yer bırakmadığı” yolunda eleştirildiğini söylemiştin bir röportajda. Bu eleştiriye nasıl bir reaksiyon göstermiştin?
Haklı bir eleştiriydi. Aslında, başlangıçta şarkı sözü yazmaya hiç hevesli değildim. Fakat, bu tuhaf bir durumdu, çünkü sözleri beğenmediğimde, bir şey söylemediklerini düşündüğümde parçayı da bir kenara bırakıyor, bir daha da elimi sürmüyordum.
OK Computer’da bir sürü öfkeli şey söylüyorsun… Senin gibi, Lennon’ın “A Day In The Life”ındaki nesnel, röportaj stiline hayran olan birisine o ironik, agresif ton pek uymuyor, ne dersin?
Bir görgü tanığı olarak yazmak… Benim idealim buydu. Bir resimler serisi. Hiç boya kullanmadan…
Jonny, Miles Davis’in Bitches Brew’undan etkilendiğinizi söylüyor. Bitches Brew’da seni etkileyen neydi?
İlk başta bulantı veren bir kaos gibi gelmişti. Dinlerken kötü oluyordum. Sonra giderek acayip vahşi ve acayip güzel gelmeye başladı. Sound’u devasa ve bomboş bir uzay gibi, bir katedral gibiydi. Caz değildi, rock’n’roll sound’u da değildi. Bir şey inşa ediliyor, sonra da dağılıp gidiyordu. Güzelliği de oydu. OK Computer’da yapmaya çalıştığımız şeyin temelinde, işte o güzellik vardı.
Miles Davis kendisini hiç tekrarlamadı…
Bir dostum, Brian Eno’nun kayıt yaparken kullandığı flaş kartlarından birini göstermişti. Kartın üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: Geçen sefer işe yarayan şeyi sakın tekrarlama. Biraz moral bozucu ama, doğru. Şu anda işe yarayan bir metod, bundan sonra işe yaramaz.
Başka kimlerden ilham aldın?
“Exit Music”in başındaki ritme dikkat edildiğinde parçanın Johnny Cash’in Prison Tapes’i (Hapishane Kayıtları) gibi başladığı farkedilir. Live albümlerden nefret ederim, ama onu her dinleyişimde bel kemiğim ürperiyor. Seyircinin onu teşvik edişini, onun hasta olduğunu ve notaları tutturamadığını duyuyorsun. Ama o ortamda şarkılar o kadar güçlü ki… Mahkûmlar orada, bağırıyorlar, çağırıyorlar, kahkaha atıyorlar…
Brit–pop’a ne diyorsun?
Brit-pop bizim davetli olmadığımız bir partiydi. Fakat şimdi biz parti vermiyoruz, dolayısıyla kimse davetli değil. Ha, ha, ha.
Ticari başarı sence önemli mi?
Önemli tabii… Gerisi boş.
Bence insanlar sabahları fazla erken kalkıyorlar, içinde yaşamaktan mutlu olmadıkları evlerinden çıkıp yapmak istemedikleri işlerine, otomobil denen tehlikeli ulaştırma aracına binip gidiyorlar. Buna bir türlü alışamadım.
Yazarken gerçekleştirmek istediğin şey başarı mı?
Kim sadece kendisi için yazdığını iddia ediyorsa, yalan söylüyordur. Herkes seyirciyi-dinleyiciyi-okuyucuyu düşünerek yazar. Bir sanatçının yaptığı işe devam etmesinin tek sebebi, birilerinin günün birinde onun eserini göreceğine, dinleyeceğine duyduğu inançtır.
Bir söyleşide şöyle demiştin: “Ne zaman güzel bir kadınla karşılaşsam, oradan toz olurum, ya da o kadın gidene kadar saklanırım. Bu yalnızca onları hakaretamiz bulduğum için değil, insanların onların etrafında küme olmalarını çok çirkin bulduğum için. Güzellik öğrenilmemiş imtiyaz ve güçtür…”
Evet, öyle dedim. Öyle söylemek küstahlığın son kertesi. Kabalık. Salaklık. Fakat, güzellikten hakiki bir ürküntü duyuyorum. Ulaşamama, aşağılanma duyguları yaratıyor… Biliyorsunuz, ben Paul Weller değilim.
Onun yakışıklı olduğunu mu söylüyorsun?
Her istediği ile çıkıyor… Neyse, bu konulara artık pek takılmıyorum. Olgunlaşıyorum galiba.
Bir moda reklamında oynadığına bakılırsa, başarı seni de güzelleştirdi galiba…
O büyük bir hataydı.
Niçin?
Etik olarak… Ben bir giysi beygiri değilim. Fakat o sıralarda egoma cazip geldi. Fakat yanlış bir şeydi. (Radiohead geçenlerde Guiness’in 500 bin pound’luk reklam tekflifini reddetti.)
Fakat yine de, şekliniz, şemaliniz beğeniliyormuş demek ki…
Kadın arkadaşlarım, ünlü biri olarak yolda yürümenin verdiği duygunun, bir kadının kısa bir etekle yolda yürürken duyduğu duyguya benzediğini söylemişlerdi. Bu laf benim kulağıma küpe oldu. Fakat şöhretin iyi tarafı şu: İnsanlar seni çok çabuk unutabiliyor. Altı öy önce, insanlar neye benzediğimi tamamen unutmuşlardı. Çok matraktı.
Bunu keşfetmek seni hayal kırıklığına uğratmadı mı?
Harikaydı. Hayat normale dönmüştü.
Geçtiğimiz yıl içinde seni en çok etkileyen dünya olayları nelerdi?
New York’taki Tibet’e Özgürlük konserinden çok etkilendim. Bir an için dünyanın gerçekten değiştirilebileceğine inandım. O âna kadar hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Benim kuşağımın aldığı miras, Live Aid ve Margaret Thatcher… Tibet konseri bambaşka bir şeydi. Çok duygulandım. Tamamen farklı bir açıdan da, Prenses Di’nin ölümünden etkilendim. O kadar siktiriboktan bir durumdu ki, sanki aslında başka bir şeyden ötürü üzüntü duyuyor gibiydik.
Spice Girls’ü beğeniyor musun?
Hayır. Onların soft porno olduğunu kim söylemişse doğru söylemiş. Eğer çocuklarım olsaydı, Spice Girls’le bir alâka kurmalarını istemezdim.
İnsanlar senin yaptığın mizahı ıskalıyorlar mı?
Kesinlikle. Bu da beni acayip geriyor.
“Fitter Happiness” adlı şarkı doğrudan bir broşürden alınmış gibi…
Ben de bir sürü “kendinizi na sıl geliştirebilirsiniz” türünden kitaplar aldım. Bunların birinde şöyle bir cümle vardı: “Eğer herkesi samimiyetle sevmezseniz, hiç arkadaşınız olmaz.” Böyle kitaplar hâlâ muteber. Ve hâlâ insanlar başarıya ulaşmak için “o gülümseme”yi takınmak gerektiğine, “o gülümseme”nin “işi bitireceğine” inanıyorlar: “Ürüne inanmazsanız, ürünü satamazsınız”…
OK Computer çok çeşitli eleştiriler aldı. Bunların içinde özellikle dikkatini çeken bir şey oldu mu?
Nick Kent, yapacağımız en iyi albümün bu olmadığını, kendimizi fazla esnettiğimizi yazdı. Bu eleştiriyi çok takdir ettim, “çok şükür” dedim, “nihayet birisi bunu söyledi”.
OK Computer Amerika’da Top 20’ye giremedi. Sence neden öyle oldu?
Çünkü biz formatlanamıyoruz. Bu böyle. Bundan hiç şüphe yok. Ama, bence bir piyango bu… OK Computer insanları rahatsız ediyor. Albümde yapmak istediğimiz şeylerden biri de “bulantı” yaratmaktı. The Bends teselli eden bir albüm dü, OK Computer ise mutsuz. Ve niye böyle, bilemiyorum.
Fütürist olduğu söyleniyor…
New York’taki Sony binasını gördünüz mü? İşte gelecek o! Ben sadece etrafımda hızla hareket eden şeylerin polaroidini çekiyorum.
Derleyen: Yücel Göktürk
Roll, sayı 18, Nisan 1998
VE DİĞER RADIOHEAD’CİLER
Testosteron’suz bir grubuz
Şöyle demişti Melody Maker: “Radiohead Thom Yorke’tan ibaret değil. Radiohead bir grup. Eğer Jonny ve Ed’in dillere destan ‘kırık’ gitar sound’ları, Colin’in görkemli bası ve Phil’in gökgürültüsünü andıran yaratıcı davulu olmasaydı, Radiohead Radiohead olamazdı…” Söz sırası Jonny-Colin Greenwod kardeşler, Ed O’Brien ve Phil Selway’de:
Grubun önderi kim?
Jonny: Aramızda baba yok, hepimiz anneyiz.
Radiohead’e nasıl katıldın?
Jonny: Thom’un şarkılarının kayıtlarını dinlemiştim. Elvis Costello’dan aşağı kalır bir yanı yoktu. Üstelik sadece 16 yaşındaydı. Ve aynı okuldaydık.
New Wave’in uzantısı olan New Grave sizin marifetiniz mi?
Jonny: Hayır. Kesinlikle değil. Manic Street’in işi. Gerçek New Grave’ci olamayacak kadar az makyaj yapıyoruz.
Etrafınızda çok groupie var mı?
Jonny: Groupiler? Bu çok kötü bir kelime. Çok fazla 70’ler kokuyor. Hayır, bize seks teklif eden kimse yok. Biz Manic Street değiliz. Biz testosteron’suz bir grubuz. Bu grubu libidomuzu kamuya saçmak için kurmadık.
Uyuşturucularla aranız nasıl?
Colin: Okuldayken epey takıldık. Aşırı şeyler değil ama. Speed ve esrar sadece. Ötekilerle işimiz olmaz.
Eşcinsel ilişkiler?
Colin: Fakültedeyken bir-iki flörtüm oldu. Kız arkadaşım bunları biliyor, dolayısıyla mesele değil. Fakat, gay’lerle ahbaplık etmemi istemiyor, baştan çıkarım diye!.. İsterseniz sevgilimin bir fotoğrafını göstereyim. (Cebinden Madelien’in resmini çıkarıp gösteriyor.)
The Bends, Brit–pop’un zirvede olduğu günlerde çıktı, ama yine de tuttu…
Colin: Brit-pop’ta asıl nefret ettiğim şey, şu bıktırıcı ironi. Sanki gruplar ciddi şeyler olamazmış gibi…
Ed: Biz ironi yapmıyoruz. “Pop Is Dead” dışında hiç yapmadık.
Phil: The Bends ilk piyasaya çıktığında, herkes albümün hiç mi hiç ticari olmadığını söylüyordu. Aradan bir yıl geçti, bir pop klasiği sayılır oldu. Plak şirketi albümde hiç single yok diye hayıflanıyordu ama, tam beş parça Top 30 listesine girdi.
Bir plağın veya filmin iyi olmasının sebebi onun yeni bir şey söylemesi değildir. Sebep, senin bildiğin veya sezdiğin bir şeyi söylemesi ve bunu hiç ummadığın, beklemediğin bir biçimde yapması ve böylece farkettirmesidir. İnsanların “OK Computer”ı değerli bulmasının sebebi bu…
Ed: The Bends ortaya çıktığında hâlâ insanların önyargılarıyla cebelleşiyorduk. Eleştirmenlerden hiç övgü almadık. İnsanların bizim boktan bir grup olduğumuzu düşünmeleri şaşırtıcı değildi, çünkü çok haybeci bir single yapmıştık –“Pop Is Dead”… Berbat bir parça olduğunu itiraf ediyorum.
Colin: Keith Richards şöyle derdi herhalde: Bu, ödemek zorunda olduğumuz bir bedeldi.
Ed: OK Computer’la The Bends arasındaki fark şu: The Bends tamamlanmışlık duygusu veriyor, OK Computer açık uçlu.
Colin: OK Computer, kafası kıyak Radiohead…
Phil: The Bends, Yıldız Savaşları gibiydi, Yıldız Savaşları gibi bir bütünlüğü vardı, bir sürü infilakı vardı, ama konusu, öyküsü yoktu. OK Computer, The Empire Strikes Back gibi. Daha karmaşık, daha açık uçlu ve nihayetinde çok daha iyi. Fakat bundan sonraki albümümüz Jedi’nin Dönüşü gibi olmayacak, çünkü o berbat bir şeydi.
Colin: Pablo Honey de Battlestar Galactica gibiydi, küçük bütçeli, kötü kaliteli, ama hakiki bir şey…
OK Computer politik tonu olan bir albüm. Yer yer bildiriler ihtiva ediyor…
Jonny: Bildiri gibi sözcükler yüzümü kızartır. Albümde bildiri filan yok. Var mı? “Bizim kuşağımız…” falan gibi şeyler olduğunu sanmıyorum.
Tamam, belki koyu, kalın, siyah harflerle yazılı sloganvari şeyler yok ama, mesela “The Tourist”teki “Idiot Slow Down” (Sersem Ağır Ol) bir kuşağın dertleri hakkında sayfalarla anlatılacak bir şeyi ifade ediyor…
Jonny: Hız hakkında bir sürü şarkı var, “Sersem Ağır Ol” da hepsini özetliyor. Bizi asıl şaşırtan şey OK Computer’ın fütüristik olduğunun söylenmesi. Biz neon ışıklarını, hava yastıklarını, uçak kazalarını filan yazıyoruz. Bunlar fütürist şeyler değil ki.
OK Computer niye bu kadar beğenildi?
Jonny: Bir plağın veya filmin iyi olmasının sebebi onun yeni bir şey söylemesi değildir. Sebep, senin bildiğin veya sezdiğin bir şeyi söylemsi ve bunu hiç ummadığın, beklemdiğin bir biçimde yapması ve böylece fark ettirmesidir. Bu gerçekleştiğinde, bir boşluk kapatılır ve ortak bir hissiyat haline gelir. İnsanların OK Computer”ı değerli bulmasının sebebi bu, bence.
Peki, Mad dergisi okurlarının OK Computer’ı “gelmiş geçmiş en büyük albüm” seçmelerini nasıl karşıladınız?
Ed: Önce Dünya Kupası’nı kazanmış gibi oldum. Sonra katıla katıla güldüm. Böyle bir şey nasıl ciddiye alınabilir ki! Bu tür okuyucu anketlerinin en iyi tarafı, bizim korkularımızı gidermesi… Müzik sanayiinde insanların beğeni kapasitesini düşük gören bir eğilim var.
Jonny: En iyi kıstas zamandır. 1973’teki anketlerde Pink Floyd ve Rolling Stones’la birlikte Yes ve Emerson Lake and Palmer ilk beşteydi. Halbuki bu grupların yarısı berbat, alâkasız, öteki yarısının aksine…
Ed: Biz hangi taraftayız acaba…
Jonny: Şu anda bunu bilmemiz mümkün değil.
Tamam bilgisayar!
OK Computer’ın başarısı nasıl açıklanabilir? Belki de adından başlamalı. “Tamam bilgisayar”. Bilgisayara verilen bir cevap mı bu? Eğer öyleyse, şunu söyleyebiliriz: Anlatılan yabancılaşmış insanın hikâyesidir. Kendisine hizmet etmesi gereken makinelerin hizmetine girmiş insanın. Bant sisteminde çarkın bir dişlisi gibi çalışan insanın değil, hizmet sektörünün sanayi sektöründen daha büyük hale geldiği günümüzde bilgisayar klavyesi ve ekranının bir uzantısı haline gelmiş insanın hikâyesi anlatılan.
Bir de belki şu açıdan bakılabilir. Radiohead, bir anlamda 7O’lerin progressive rock çizgisinin devamı. 90 sonlarıyla 70’ler arasında bir paralellik olmalı. Sinemada karşımıza sık sık çıkıyor 70’ler (Boogie Nights, Buz Fırtınası, Jackie Brown). 70’ler toplumcu bir düşün yenilgisinin ardından yaşanmıştı, 90 sonlarıysa ABD ve İngiltere’de muhafazakâr partilerin yenilgisinin, bireyci bir düşün iflasının ardından yaşanıyor. Belki de iki dönem arasında böyle bir ortaklık var. Kendi düşünü henüz oluşturamamış dönemler. OK Computer bunu yaka ladı. Ama iki dönem arasında paralellikten çok simetri var. 70’leri Sex Pistols’ın punk’ı kapamıştı, 90’ları ise Nirvana’nın punk’ı açtı. Eğer bu simetri sürerse, 68’in yeni bir versiyonunu yaşamayı umut edebiliriz.
Ve tabii yeni kuşaklar üzerinde etkisini hiç yitirmeyen Pink Floyd, Genesis gibi toplulukların yerinin doldurulamamış olmasının da rolü var. Bir sürü eleman değişikliğinden sonra ruhunu ve inandırıcılığını yitiren bu topluluklardan bayrağı devralacak kimse de çıkmamıştı. Radiohead bu boşluğu doldurdu. Güzel doldurdu. İhtiyacımız varmış.
Yazı bitti. Bastıracağım. Bilgisayarım soruyor: OK mi? OK Computer.
Cüneyt Cebenoyan