Yeni kitabınızla ve basit gibi görünen bir soruyla başlayalım: Niçin Hitler?
Norman Mailer: Pek çok kişinin gözünde kötülüğün özü olan bir şahsiyetin oluşumunda şeytanın asli rolünü göstermek istedim. Şeytan hipotezini ilerletmek için de, Hitler’in soyağacını incelemem, araştırıp kazımam gerekti.
Hitler’deki o karanlık çekirdeği kısmen açıklayabilecek bir yan olarak karakterinin şeytaniliği fikrine hakikaten inanıyor musunuz?
Cidden ve kesinlikle inanıyorum. Entelektüellerinin çoğunun laik, ateist olduğu ve dinin aşırı dinciler dışında birileri için de bir sohbet konusu olabileceğini tahayyül edemedikleri bir ülkede yazdım bu kitabı. Şöyle bir dram var, dini kendi köktenci eğilimimize terk ettik! Başkaları içinse, Tanrı demode, Şeytansa saçma! Ortaçağ’ın sonundan itibaren başlayan, Rönesans boyunca devam eden, insana birincil rolü veren ve daha sonra modern Birey’in doğmasını sağlayan Aydınlanma çağından çıktık. Tanrı ve Şeytan’ı bertaraf etmek istiyoruz. Bu manipülatör, yalancı şeytanı anlatıcı olarak kullandığım için çok eleştirildim, ama ben tezimin ciddiyetine inanıyorum. Bu, edebi bir numara değil! Şeytan’ın tektip bir kıyafeti ya da boynuzları yoktur, gece uykunuzda sizi teslim almaz, tam tersine, bürokrasinin, kısıtlanmış imkânların, cehaletin kapanında canla başla, hiddetle çalışır. Şeytan insanlardan öğrenir, insanlar Şeytan’dan değil!
Dostum Jean Malaquais saatlerce pusuya yatar, konusunu gözlerdi. Ben de ona takılırdım: “Niçin o kadar inat ediyorsun ki, çok daha iyi bir yazar mı olacaksın!” Şöyle cevap verirdi: “Hakikati bilmek istiyorum, hakikat kalemimin ucunda.”
Romanın ön hazırlıkları nasıl oldu?
En az iki yıl boyunca, bir yığın kitap okudum. Maalesef, ihtiyarlıktan, bir kitabı ancak birkaç haftada bitirebiliyorum artık. Adolf’un çocukluğuna, doğumundan babasının ölümüne kadar olan döneme dair pek fazla şey bilinmiyor. Büyük ölçüde belgelere dayanan bir üçlemenin ilk kitabı olarak düşünüyorum bunu. Bazı olağandışı, ancak rüyada görülebilecek sahneleri, mesela Hitler’le Stalin’in karşılaşmasını romanlaştırmayı hayal ediyorum. Bu işin sonunu getirecek zamanım olur mu? Bilemiyorum. Gözlerim çok zayıfladı. Zaman zaman bedenim de ihanet ediyor. Üstelik, daha okunacak binlerce sayfa var!
Hitler’i konu seçmenizde Yahudiliğinizin etkisi oldu mu?
Buna cevap veremem. Bu türden bir projeyi yazmaya giriştiğimde, kendimi şu ya da bu kimlikle düşünmüyorum. Bütün hayatım Hıristiyanların muammasını deşifre etmeye çalışmakla geçti. Ormanda bir Şato da bu teşebbüslerden biri sadece.
Özür dilerim ama, sorumda ısrar ediyorum.
Dokuz yaşındayken, Hitler daha iktidara gelmeden önce, 1933’te, annem bize “bu adam bizi öldürecek, hepimizi katledecek” demişti. Pek çok kişiden daha iyi sezmişti olacakları. Hitler’in katilim olduğu düşüncesiyle büyüdüm. Yeterli cevap oldu mu?
Hitler ailesine dair düşüncelerinizde ensest temasının rolü nedir? Babası Alois, Maria Anna Schicklgruber adında bir kadının gayrımeşru çocuğuydu ve eşi Klara’nın (Hitler’in annesi) Alois’in öz kızı olduğunu öne sürenler var.
Dostum Jean Malaquais mükemmeliyetçi bir yazardı, saatlerce pusuya yatar, konusunu gözlerdi. Ben de ona takılırdım: “Niçin o kadar inat ediyorsun ki, çok daha iyi bir yazar mı olacaksın!” Şöyle cevap verirdi: “Hakikati bilmek istiyorum, hakikat kalemimin ucunda.” Ensest hakkında yazdıkça, insanın zihnine musallat olan bu konuyu daha iyi anlıyordum. Kitapta, köylü geleneğini cehalet ve kanbağıyla, köye has ensestle açıklayan Himmler’in sesini kullandım. Niçin öyle olmasın? Bu, Hitler’in ruh haritasının ayak basılmamış, yabani alanlarını aydınlatıyor. Führer doğduğu şehri yakıp yıktı. Hiçbir şeyi gözü görmüyor, her şeyi siliyordu.
Yahudiliği hakkındaki söylenti de bir çiftlikte hizmetkâr olarak çalışan büyükannesinin bir Yahudi tarafından hamile bırakıldığı iddiasına dayanıyor. Hitler gizemini çözdüğünüzü düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Hatta onu anlayan nadir kişilerden biri olduğuma inanıyorum. Şeytan hipotezi bana geçerli geliyor. İnsanları şoke etme pahasına şunu bile söyleyebilirim, eğer Tanrı’nın oğlu olarak İsa’ya inanılıyorsa, niçin şeytanın oğlu olarak Hitler’e inanılmasın?
Yoksa sandığınızdan daha mı inançlısınız?
Kadiri mutlak bir Tanrı’ya değil ama, bir yaratıcıya inanıyorum. Kiliseye ya da dine ise inanmıyorum. “Bütün din adamları yalancıdır” diyordu Nietzsche. Niçin? Çünkü mantıken, akıl yürüterek fikir sahibi olamayacakları soyut bir varlığın otoritesiyle konuşuyorlar. Eski tüfek bir Marksist teori meraklısı olarak o kadar uzun süre ateist oldum ki, ateizmin bütün inceliklerini ya da dini hor görmenin büründüğü biçimleri gayet iyi bilirim. Dikkat edin, Tanrı’ya inanmak hayatınızı daha kolay hale getirmez!
Değişmez bir ilkem var: Kendi özkaynaklarını asla yazdıklarında kullanma! Yaşadığınız ve içinize işlemiş olan her mahrem, özel, derin tecrübe ruhunuza yerleşen kırılgan bir kristal oluşturur. Eğer kullanarak buna zarar verirseniz, ölürsünüz!
Bir önceki romanınız Bir de Beni Dinleyin –(Oğula Göre İncil)’i (1997) yazarken de böyle mi düşünüyordunuz?
(yüzünü buruşturuyor ve iç çekiyor) Ah! O başarılı bir roman değildi, olmamıştı maalesef. Neden, biliyor musunuz? İsa’yı anlamak için yeterince erdemli ve iyi değilim! Bu bana Warren Beatty’yle ilgili bir anımı hatırlattı: Bugsy’de oynarken sergilediği şiddet korkunçtu. Ona “arkadaşların bu filmden sonra senden kaçmıyor mu?” diye sormuştum. “Ben oyuncuyum. Canlandırdığım karakterin gerçekliğinin yüzde 5’inden fazlasını hissetmeye ihtiyacım yok” demişti. Romanda da aynı şey geçerli, yüzde 5 yeterli. İsa’da ben bu orana dahi ulaşamamıştım. Benim ihtirasım “geçer” not alacak bir kitap yazabilmenin ötesindeydi. Yeni Ahit’in anlatısına, diline ulaşmak, onu inanılır kılmak istiyordum ve kesinlikle yorumlamak değildi istediğim. İsa’yı insanileştirmeyi, ete kemiğe büründürmeyi beceremedim.
Tek tanrılı inanca bakışınız nasıl?
Monoteist inanç bana çok aykırı, hatta rahatsız edici, incitici geliyor, en azından, öyleydi. Öte yandan, İyi ve Kötü, Tanrı ve zıttı kavramlarını felsefi açıdan yorumlayabilmeyi isterdim. Bana öyle geliyor ki, yaratıcımızın kontrolünden az ya da çok kaçmış yaratıklarız, tıpkı bağımsızlığını elde eden çocuklar gibi; ne dediğimi gayet iyi biliyorum, çünkü dokuz çocuk ve 11 torun sahibiyim!
Hannah Arendt’in ünlü Eichmann Kudüs’te kitabında (1963) geliştirdiği kötülüğün sıradanlığı kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ifade bize çok zaman kaybettirdi. Yüzyılın entelektüel itişmesi oldu, daracık köprü üzerinde itişen inatçı eşekler gibi! Kötülük niçin sıradan olsun? Istırap çekiyorsanız, bunu sıradan, banal bulur musunuz? Istırap, acı mistik bir şeydir.
Sizden genelde kibirli bir adam olarak söz ediliyor; söylendiği gibi kibirli, hatta küstah mısınız?
Ah! Küstah ve fazla kendinden emin olduğumu düşünenler var. Belki de öyleydim! Sanatın bana nüfuz ettiğini düşünmüyordum, ben kendim nüfuz etmenin zevkini düşünüyordum; bu da bir küstahlık biçimi olsa gerek. Eserlerimden, romanlarımın geriye kalmasını isterim. Ama roman okuyucusu kaldı mı artık? Romancının gazeteciye göre avantajlı bir yanı var: Zaman kendisinindir, onu acele ettiren, sıkıştıran bir şey yoktur. Benim için, her şey maskedir; sürekli devinen, kayan, yalancı, gölgeler ve ışıklar. “Olgu nedir?” diye sorar gazeteci. “Bir kurgu” diye cevaplandırır romancı. Olgu, kuru bir tahta parçası gibi ufalanır, manipüle olur, ters yüz edilir. Gazetecilik yaptığım halde, gerçekliğe inanmam. Muhayyile, olgunun müsaade etmediği bir saflık, katışıksızlık düzeyinde yaratmanıza imkân verir. Eğer bir insan hayatı boyunca iyi romanlar okursa, tarihin entrikalarına ve örgüsüne ihtiyaç duymaz. İşte bu yüzden yolumun kesiştiği ve hikâyelerini anlattığım kişiler, Muhammed Ali’den Marilyn Monroe’ya, hepsi aynı zamanda muhayyilemi harekete geçiren, gerçekdışı imgeler. Onlar varolamazlardı! Muhammed Ali, mesela, birbiriyle çelişen kavramlar bütünü: Öyle loş, müphem yanları var ki, cömertlikle cimrilik, kırılgan bir maneviyatla maddecilik, başarısızlık duygusuyla yenme hiddeti iç içe… Yiğitlerin yiğidi, ama korku içinde yaşadı! Ah, ne şahane bir roman karakteri olurdu!
Hayat hikâyenizin zenginliği, altı eşiniz, dokuz çocuğunuz, torunlarınız düşünülürse, otobiyografik malzemeden pek yararlanmıyorsunuz. Neden?
Haklısınız. Değişmez bir ilkem var: Kendi öz kaynaklarını asla yazdıklarında kullanma! Yaşadığınız ve içinize işlemiş olan her mahrem, özel, derin tecrübe ruhunuza yerleşen kırılgan bir kristal oluşturur. Eğer kullanarak buna zarar verirseniz, ölürsünüz!
Yazılarınızda da görülen asabiyetten belli bir sükûnete gelmişsiniz gibi, yazma tarzınıza da yansıyan bir tür bilgelik mi bu?
Üslûplarıyla öne çıkan yazarlar var, Faulkner, Hemingway gibi. Ben üslûbun, stilin başlı başına bir amaç değil, bir araç olduğunu düşünürüm. Picasso beni çok etkilemiştir, bütün oyuncaklarını teker teker egemenliği altına alan bir teknik dehasıdır o. Konum bana üslûbu dikte eder. Popüler Amerikan efsanelerini yazdığım elektrikli, asabi, öfkeli tonla bir Hitler efsanesi yazmanın hiçbir mânâsı olmazdı.
Yazarlığa adım atışınız, bir bilimkurgu öyküsüyle olmuş…
Evet, 11 yaşındaydım. Can sıkıntısından yazmıştım onu. Üniversiteye başlayana kadar bir daha yazmadım. Ama 17-18 yaşına geldiğimde hayatta ne yapmak istediğimi biliyordum: Yazar olacaktım.
Aileniz nasıl karşılamıştı bu kararı ?
Orta sınıf bir Yahudi ailesi olarak (babam muhasebeci, annem ev kadınıydı) tıp, hukuk veya mühendislik okumamı istiyorlardı. Ama benim şöyle bir şansım oldu. 18 yaşındayken ulusal çapta yapılan bir öykü yarışmasını kazandım. O ödül içlerini rahat ettirdi. Oğlumuz yazar olacak dediler.
Sizi en çok etkileyen edebiyatçılar kimlerdi?
Hemingway’den basit, sade yazmayı öğrendim. Faulkner’dan ise tam tersini. Faulkner ifrada kaçar, Hemingway ise tefride. İkisini de seviyorsanız, önünüzde müthiş bir deney alanı var demektir. James T. Farrell’ı da çok severdim. Benim üçgenimi o tamamlıyordu. Farrell’ınki muhabir üslûbuydu. Olgulara, verilere dayanarak adeta haber yazar gibi yazıyordu.
Çıplak ve Ölü (1948) İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadıklarınızın romanı. Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?
Bazı kitaplarımda yaşadığım şeylerin çok ötesine gittim, bazılarında ise –The Executioner’s Song’da (1979, Celladın Şarkısı) mesela– gerçeğe neredeyse harfiyen sadık kaldım. Çıplak ve Ölü bu iki ucun ortasında bir yerde. O roman hem realisttir, hem de savaşta yaşadıklarımın mübalağalı bir aktarımıdır.
Yazarlık dışında yaptığım her şeyde sınıfta kaldım. Siyasette, rejisörlükte, hatta amatör boksta. Ama bu yaşa gelince, serinliyorsun, cool oluyorsun, hiç olmadığın kadar cool. Görüyorsun ki, hem kazandın, hem kaybettin. Herkes gibi. Ve kendine diyorsun ki: Başaramadığım şeyleri başaramadıysam, başaramadığım için başaramadım, ne yapalım! Siktir et!
Spooky Art’ta (2003, Tekinsiz Sanat) Çıplak ve Ölü’nün bir amatörün kaleminden çıkan bestseller olduğunu söylüyorsunuz. Bundan ne kastediyorsunuz?
Bir kere, “yetenekli bir amatör” diyorum. O kitabı yazdığımda profesyonel bir yazar değildim. Amatörler, profesyonellere kıyasla, kamuoyunun daha çok ilgisini çeken kitaplar yazabiliyor. Birçok bestseller yazarı, zanaatlarını hakkıyla öğrenmiyor ve ömür boyu amatör kalıyor. Ama amatör kalmanın önemli avantajları var. Fazla ölçüp biçmiyorsun, daha rahat hareket ediyorsun, riske girmekten çekinmiyorsun. Çıplak ve Ölü’yü yazarken bin mi satacak, bestseller mı olacak, bilmiyordum. Zaten o yaştayken –25 yaşındaydım– ne yaptığını bilen, profesyonel bir yazar olduğumu iddia etmem saçma olur. Yine de, Çıplak ve Ölü’nün en iyi kitabım olduğunu söyleyenler var. Çünkü açık, cesur, riske girmekten çekinmeyen bir roman. Ben “amatör”ü küçümseyerek söylemiyorum, profesyonellerin amatörlerden daha iyi olduğu önkabulü var. Onda dokuz öyledir, ama profesyonellerden daha iyi olan bir amatör ortaya çıkabiliyor ve müthiş işler yapabiliyor.
Mesela?
Mesela, başlangıçta Muhammed Ali’ye kimse katlanamıyordu. Çünkü “amatör” bir hali vardı. Yaptığı her şey profesyonellikten uzaktı. Yıllar sonra görüldü ki, en büyük profesyonel oydu. Demek istediğim şu: Amatörlere burun kıvırmayalım. Keşke, Çıplak ve Ölü için “amatör” lafını ettikten sonra o konuda bir kitap yazıp şimdi anlattıklarımı irdeleseydim.
Çıplak ve Ölü’den sonra yazdığınız otuz küsur kitapta, maçoluk merkezi bir yer tutuyor. Bu yüzden feministlerin sert eleştirileriyle karşılaştınız. Yaşınız ilerledikçe o konudaki düşünceleriniz değişmedi mi?
(gülüyor) Gülüyorum, çünkü bu yaşımda o mesele o kadar uzak geliyor ki. Maçoluk, oynaması kolay bir rol değildir. Bir merdiven gibidir maçoluk, her zaman sizden bir basamak yukarıda bir maço vardır. Maçoluğu mazide bırakmış olmaktan mutluyum. Maçoluğun zevkli tarafları var tabii, ama gerilimi de büyük. Taşıması çok ağır bir yük. Ben hiçbir zaman maçoluktan zevk alacak kadar maço olmadım.
Biraz da siyasetten bahsedelim. Baba Bush’tan yana olmadığınız gibi, Clinton’la da aranız iyi değildi. Amerika’ya, Amerikan materyalizmine, açgözlülüğüne dair eleştirileriniz geçerliliğini koruyor. ABD’nin bugünkü halini nasıl görüyorsunuz?
Sahtekârlar tarafından yönetiliyoruz. Esaslı bir değişime ihtiyaç var. Bu yönetimden utanç duyuyoruz, sadece ahlâki açıdan değil, yetkinlik açısından da; kifayetsizler. Ama Bush konusunda biraz farklı düşünüyorum; o kadar fazla eleştiriliyor ki, üstelik de bir sürü “dönek” tarafından, neredeyse, sempatik diyemeyeceğim ama, tuhaf bir şekilde insani ve küçük kusurları olan biri gibi gözükmeye başlıyor. Mesele Bush değil: İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sadakatle bağlı kaldığımız gözü dönmüş politik stratejinin bugün ödediğimiz bedeli o. Kiliseye gittiğimiz pazar gününe kadar, bütün hafta boyunca sadece para düşünen Hıristiyan bir cemaatiz biz. Bize bir düşman gerekiyordu, komünizm oldu bu. Elli yılımız CIA eliyle alçak ve ödlek komplolar kışkırtıp Moskova’nın başını çektiği şer eksenini düşünüp durmakla geçti. Küba’da yaptıklarımıza bakın! Kabul edilebilir mi! En gözüpek yöneticilerimiz, Eisenhower ya da Kennedy bile kafayı kızıl vebaya takmıştı. Soğuk savaşla şekillendik, onunla bozulduk, onunla yönümüzü kaybettik. Başkanlık iktidarını kaybetti, manevi açıdan Bush yarım insandır, ahlâki pusulasını kaybetmiştir. Ve bu kötürüm başkanın bir düşmana, kutsal bir savaşa ihtiyacı vardı. O da İslâmiyete karşı savaş oldu.
Irak savaşı sizce gerekli miydi?
Irak savaşına her zaman karşı çıktım. Bugün zaten entelektüeller arasında karşı olmayan var mı ki? Kim bize Bush’un hareketlerini izah edebilir ki? Neo-con’lar bile artık inanmıyor. Terörizm, kapitalizmin yeni düşmanıymış. Bizim nüfusumuz 300 milyon, 11 Eylül saldırılarındaysa 3 bin kişi hayatını kaybetti. İnsanları kızdırıp gücendirebilir ama, sormadan edemiyorum, kapana kısılmış fareler gibi ağlayıp sızlayacak kadar güçsüz müyüz? Ne kadar acı olursa olsun, o saldırılar kabuğumuzun üzerindeki bir sıyrıktı. Halbuki biz absürd ve mânâsız bir savaşa giriştik! Ortadoğu bana vaktiyle çalıştığım “deliler evi”ni hatırlatıyor. Günde 60 saat sıcağın altında imanımız gevrerdi, insanların birbirine saldırmasını beklerdik ve sonra da galibin üstüne çullanırdık. Eğer Irak’ta kalmaya devam edersek, kaybedecek bir şeyi olmayan bölge halkları bizim boğazımızı kesecekler. Çekip gidersek, yine tam bir felâket olacak. Ama bir şans var, çok küçük bir şans, halkların kendi kaderlerine sahip çıkıp geleceklerini belirlemesi, çünkü eğer bunu yapmazlarsa her şeyi kaybedecekler.
Demokratlar arasında tercih ettiğiniz bir aday var mı? Barack Obama mı, Al Gore mu?
(mütereddit ve kuşkuyla) Obama ilginç olurdu, ama sadece seçilmiş olması!
1969’da New York belediye başkanı seçilemediğinizde üzülmüş müydünüz?
Belediye başkanlığını ABD başkanlığı için bir basamak olarak görüyordum! (gülüyor) Geriye dönüp bakıyorum da, bir yazarın kazanma şansı asla olamazdı. Amerika, Amerikan hayatı vs. üzerine yazmak artık eskisi kadar beni cezbetmiyor, başkaları bayrağı devraldı. Plastiğe, reklamlara, televizyona karşı verdiğim savaşı kaybettim. Zaten reklam dediğin ne ki? Manipülasyon. Başka yerlere bakıyorum artık. Naziler beni dehşetle büyülüyor, Hitler’in cismanileştirdiği kötülükse öylesine insani ve şeytani ki aynı zamanda.
2005’te, oğullarınızdan biriyle (John Buffalo Mailer) matrak isimli bir kitap yazdınız: Büyük Boşluk: Siyaset, Seks, Tanrı, Boks, Ahlâk, Mit, Poker ve Vicdan Azabı Üzerine Diyaloglar. Nereden çıktı bu fikir?
Büyük boşluk, vakum, hiçlik: Bütün büyük şirketlerimizin yapmakla övündüğü şey bu değil mi? The Spooky Art’ta da gayrı insani madde olan plastiğin zaferini anlatıyordum. Gençlerin televizyonla mankafalaştırılması, özellikle de reklam kuşaklarının etkisi: Beş dakikada bir, bir hikâye kesilip doğrandığında anlatının akışı diye bir şey kalmaz ki! İşte bu yüzden eğitim sistemimizde bu kadar korkunç boşluklar var.
Şu sıralar neyle meşgulsünüz?
Michael Lennon’la beraber hazırladığımız Tanrı ve inanç konularına dair bir mülâkat kitabının provalarını okuyup düzeltiyorum. Tanrı’nın yüzünü tanımayı kim istemez ki? Şimdilik, “Bütün din adamları yalancıdır” koyduk adını. Kırkıncı kitabım olacak. Editörüm acele ediyor, içinde yaşadığımız hâkim köktenci havaya güzel bir cevap olacağını söylüyor. Ormanda Bir Şato’dakine benzer muhakemeleri bu kitapta da görebilirsiniz. Mesela, ikinci dereceden Şeytan “Köktencilere bayılıyoruz. İman onlara, kendilerini kitle imha silahına dönüştürebilecek kesinliği sunuyor” diyor. Tanrıysa, imkânları el verdiği ölçüde, elinden geleni yapıyor. Mütevazı bir Tanrı bir yerde.
84 yaşına geldiniz, hayatın sonu ne anlam ifade ediyor?
Ölümü merak ediyorum. Hakkında hiçbir şey bilmediğim, tamamen kontrolum dışında, merakımı celbeden bir şey ölüm. Daha sakin, eskisine göre daha huzurluyum. Ayrıca, öte dünyaya dair bir fikrim var. Ondan korkmuyorum. Tamamlayacağım kitaplar var daha, bir tek onlar için esef ederim.
20. yüzyılın dönüm noktalarını, ABD başkanlarını, Troçki’yi (Barbarlığın Kıyısında), II. Dünya Savaşı’nı, Hollywood yıldızlarını (Marilyn Monroe), boks şampiyonlarını (Muhammed Ali) yazdınız. Ve kamusal bir şahsiyet oldunuz…
Belli avantajlarım vardı. Fakat, zirveden erken indim.
25 yaşındayken yazdığınız Çıplak ve Ölü’nün bestseller olmasından ötürü mü öyle oldu?
Evet. Ve bir de geçim derdim olmadığı için. Ve yazarlık dışında yaptığım her şeyde sınıfta kaldım. Siyasette, rejisörlükte, hatta amatör boksta. Ama bu yaşa gelince, ağır bir hastalığın yoksa, çocuklarınla veya eşinle ilişkilerin berbat değilse, serinliyorsun, cool oluyorsun, hiç olmadığın kadar cool. Görüyorsun ki, hem kazandın, hem kaybettin. Herkes gibi. Ve kendine diyorsun ki: Başaramadığım şeyleri başaramadıysam, başaramadığım için başaramadım, ne yapalım! Siktir et!
Express, sayı 78, 25 Kasım 2007