19 AĞUSTOS KAYYUM DARBESİ: ÖNCESİ VE SONRASI

Özgür Amed
24 Ağustos 2019
SATIRBAŞLARI

31 Mart yerel seçimlerinde HDP, üçü büyükşehir olmak üzere sekiz il ve 56 ilçe ve belde belediyesini kazanmış, kayyumla el konan belediyelerini büyük ölçüde ve yüksek oy oranlarıyla geri almıştı. 23 Haziran’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde sandık sonuçlarına yansıyan iktidar partisi aleyhine 800 binlik fark ise, aynı zamanda, Saray İttifakı’nın beka söyleminin toplum nezdinde arzu edilen karşılığı bulmadığını gösteriyordu. Nitekim, AKP cenahından beka söyleminin seçim yenilgisine neden olduğu sesleri yükselmişti. Derken, belediye kadroları henüz icraata başlamışken, HDP’nin kazandığı üç büyükşehir belediyesine, Diyarbakır, Mardin ve Van’a kayyumlar, yani il valileri atandı. Böylece, seçme ve seçilme hakkı lağvedilirken 31 Mart’ta, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, birçok büyük şehrin muhalefet tarafından kazanılmasının belirleyici aktörü olan HDP, kayyumlar vasıtasıyla siyaset dışına itildi. Üstelik, en yüksek mevkideki resmi makamlarca ifade edilen “dağa para aktarma” iddiasının ispatına gerek dahi duyulmadan, “mahkeme kararını mı bekleseydik” denerek. Toplumu ikna çabası bile gütmeyen bu kaba güç gösterisinin yakın zamanda neye gebe olduğu ise belirsiz. 19 Ağustos kayyum darbesinin, öncesi ve sonrasıyla Diyarbakır’dan nasıl göründüğüne yakın plan…

“Ne yazık ki dünya tarihi, çoğu kez anlatıldığı gibi, sadece insan cesaretinin tarihi değil, insan korkaklığının da tarihidir. Siyaset de öyle sanıldığı gibi kamunun yönetilmesi değil, liderlerin kendilerinin yaratıp etkiledikleri aynı makamın önünde kul köle olup eğilmesidir. İşte böyle çıkar savaşlar: tehlikeli sözcüklerle oynamaktan, ulusal tutkuların aşırı kışkırtılmasından ve politik suçlardan; yeryüzünde hiçbir kötülük ve canilik insan korkaklığı kadar kan dökmemiştir. Eğer Fouché, Lyon’da kitlelerin celladı haline geldiyse, bunun nedeni cumhuriyetçi tutkuları değildir (çünkü onun hiç tutkusu olmamıştır), ılımlı olarak göze batma korkusudur.”
Stefan Zweig (Joseph Fouché kitabından)

Zapatistaların anlattığı bir öyküdür. “İlk sözcükler üç taneydi” diyorlar. Devamı şöyle: “Demokrasi, özgürlük ve adalet… Diğer tüm sözcükler bunlardan türedi. Bu sözcükleri ayna karşısına aldılar. Çoğaltmak istediler. İki ayna karşısında doğru dil böyle doğdu… Özgürlük, herkesin istediğini yapması değil, hangi yolu seçmek isterse o yolu seçmek; ihanet etmeyecek doğru yola ve sözcüklere girişmektir. Demokrasi, düşüncelerin güzel bir anlaşmada birleşmesiydi. Herkesin aynı şeyleri düşünmesi değil, tüm düşüncelerin ya da çoğunluktakilerin, azınlıktakileri ortadan kaldırmadan çoğunluk için iyi olacak ortak bir anlaşmada buluşmasıydı.” (Subcomandante Marcos, “Koca Antonio’dan Öyküler kitabından)

Demokrasi, özgürlük, adalet… Neredeyse bize unutturulan bu üçlünün olmadığını gösteren onlarca olayla baş başayız her gün. Zapatistaların sade tanımlarının yanına yaşadıklarımız eklenince gerçek bir ütopya gibi geliyor bu kavramlar! Çünkü, deniyor ki, demokrasi bizlere itaat ediyorsan var, özgürlük bizim anlayışa geliyorsan var, adalet ise tüm yanlışlarımıza göz yumup onlara ortak oluyorsan var…

Düşüncenin taşlaştığı, duygunun basmakalıplaştığı, doğrunun çarpıtılarak sabitlendiği bir tarihsel çizgide asılı kalmış bir ülke durumundayız. Bunun son örneği 19 Ağustos sabahı Amed, Mardin ve Van Büyükşehir Belediyelerine yapılan kayyum darbesi oldu. Deyim yerindeyse, Kürtler resmi olarak vatandaşlıktan çıkarıldı…

Kayyumlar atanmadan birkaç gün önce, 1+1 Forum için kayyumlaştırma sürecinin nasıl ve hangi adımlarla devam ettiğine dair bir yazı yazmış, “çalınmış mekân, yağmalanmış ekonomi, çarpıtılmış veriler ve gerçekliğin gündelik gaspı olarak özetlenebilecek” kayyum konusuna değinerek, yaklaşmakta olan cehennem öncesi döşenen kötü niyet taşlarından bahsetmiştim. Özetle, şunu diyordum:

Düşüncenin taşlaştığı, duygunun basmakalıplaştığı, doğrunun çarpıtılarak sabitlendiği bir tarihsel çizgide asılı kalmış bir ülke durumundayız. Bunun son örneği 19 Ağustos kayyum darbesi oldu. Deyim yerindeyse, Kürtler resmi olarak vatandaşlıktan çıkarıldı.

“Devletin cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan’daki belediyelere ‘hizmet’ çerçevesinde baktığını söylemek zor. Tüm gücüyle bu belediyeleri ve onların şahsında tezahür eden tüm temsilleri devlete nasıl eklemlerim derdiyle yaklaşmıştır. O anlamda belediyeler, devlet için ideolojik bir meseledir! Kayyum atamaları söylendiği gibi gerekli bir ‘şey’ değil, son derece planlı bir ideolojik hamle olup basite indirgenemeyecek derecede hayatiydi. Yine kayyumlar, söylendiği gibi, hizmette değil, rantta yarıştılar. Sıradan devlet memurları değil, seçilmiş özel kişilerdi. 2016-2019 arasında söz konusu belediyeleri yöneten kayyumların pratiğine bakıldığında, meselenin tamamen Kürt kimliğine bir yaklaşım olduğu görülecektir.”

Sonra neler oldu? Müsaadenizle kısaca özetlemeye çalışacağım.

Sınıra yoğun askeri sevkiyatın yapıldığı, Rojava’ya savaş çığlıklarının ve tehditlerin yükseldiği günlerin arifesinde, 19 Ağustos sabahı bir başka operasyon daha başlatıldı. Şu an Hakkari, Van ve Şırnak kırsalında 14 tabur askerin katılımıyla bir haftasına giren ve adı “Kıran” konan askeri operasyon devam ediyor. Operasyonun komutanı, dağların tamamen temizlendiğini ilk üç gün sonrası müjdeledi…

Burada dikkatinizi “temizlemek” sözcüğüne çekmek istiyorum. 1930’un temmuz ayı Cumhuriyet gazetesinin manşetlerine göz atarsanız, bugün neyin değiştiğini ya da değişmediğini görebilirsiniz. Hâlâ bir temizlik sevdası! Sormayın gitsin… Mesela 2 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet’te şöyle deniyor: “Eşkıya tenkil ediliyor. Kuvvetlerimiz Ararat Ağrı dağını tamamen kuşatmışlardı. Hükümet bu kez Şark (Doğu) meselesini kökünden hal etmeğe karar verdi. (…) Hükümet imhaya azmetmiş.”

Bugün de hükümet gerçekten imhaya azmetmiş. Ona şüphe yok! Yaşamın her alanını, nefes alınan her hücreyi kuşatması bundan! “İkinci kayyum darbesi” olarak tarihe geçen 19 Ağustos’un öncesi ve sonrasını da belki bu azmetme üzerinden okumakta fayda var. Bu azmin adı savaş. Doğaya, özgürlüğe, insana, kadına, hayvanlara ve topyekûn yaşama, topluma karşı savaş söz konusu. Çünkü savaş onlar için en iyi reçetedir.

“Önleyici Savaş” ve “Mekânsal Çözüm”

İki şeye sığınıyorlar. Birincisi ABD’nin onyıllardır uyguladığı “Önleyici Savaş” doktrini, ikincisi ise David Harvey’in yeni emperyalizm kategorisinden hatırlattığı “Mekânsal Çözüm” meselesi. “Önleyici Savaş” stratejisinde, bir ülkenin herhangi bir sebep sunmadan kendi yarattığı nedenlerle ve yine hiçbir hukuk kuralı tanımadan savaş açması vardır. Bu hem içerisi hem dışarısı için geçerlidir. Kendi çıkarına ters bir şey görüyorsa bunu hemen uygular.

“Mekânsal Çözüm” ise biraz daha alegorik. Kapitalizm bir buhran yaşarsa, sermaye tıkanırsa ve yönetimsel anlamda iç çelişkiler artarsa, kendisini yeniden üretebilmek, kendine gelebilmek için mekânsal bir çözüme gitmek zorundadır. Mekânın değişimi için terör, tehdit algısı ve totalde savaş en iyi çözümdür. Savaş ile kapitalizm ve onun alanını yeniden düzenlersin. Türkiye’de iktidarın sınır ve savaş aşkının önemli iki sebebi de budur.

İki şeye sığınıyorlar. Birincisi ABD’nin onyıllardır uyguladığı “Önleyici Savaş” doktrini, ikincisi ise David Harvey’in yeni emperyalizm kategorisinden hatırlattığı “Mekânsal Çözüm” meselesi.

Kürt lafını duyunca denge kaybına uğrayan hükümetin iç ve dış politikalarındaki çıkmazlara bulduğu yeni dahiyane çözüm ise tekrar kayyum atamak oldu. Bu son kayyum darbesinin, Önleyici Savaş kategorisi ile birleştirilmiş bir Mekânsal Çözüm olarak incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kent yıkımları da Mekânsal Çözüm konsepti olarak düşünülmüştü…

Bir “çözüm” yöntemi olarak bunlar önümüzde iken, diğer taraftan duyulmayan, es geçilen bir başka çözüm önerisi vardı. Kayyum sürecini bir de onun üzerinden hatırlamak faydalı olacak. Bahsettiğim şey son İmralı görüşmeleri. PKK lideri Abdullah Öcalan ramazan bayramında kardeşi Mehmet Öcalan ile gerçekleşen görüşmede “Türk devleti, imha ve savaş politikasıyla bir sonuç alamaz. Onurlu bir barışa gidecek yöntemler geliştirilmeli” demişti. (7 Haziran 2019, Mezopotamya Ajansı)

İmralı görüşmeleri

İçinden geçtiğimiz toplu kriz halinin son beş İmralı görüşmesi ile elbette yakından ilgisi var. Bu görüşmeleri es geçen her analiz eksik kalır kanısındayım.

Kısaca hatırlayacak olursak:

1- İlk görüşme 2 Mayıs’ta gerçekleşti. Avukatları 6 Mayıs’ta kamuoyuna açıklama yaptı ve Abdullah Öcalan’ın “Derin bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Bizim için onurlu barış ve demokratik siyaset tarzı esastır” mesajını paylaştı. Bu ilk görüşmede ayrıca Suriye konusu merkezde olmak üzere, son dört yıl üzerinden siyasetin neden başarısız olduğu, siyasetin neden hâlâ beklenen üretimde olmadığı ve Mem û Zîn üzerinden demokratikleşme sancısının ne olduğu ifade edilmişti.

2- İkinci görüşme 22 Mayıs’ta, açıklaması 26 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu görüşme, Asrın Hukuk Bürosu’ndaki avukatların basına verdiği demeçten de anlaşıldığı üzere, daha geniş bir içeriğe sahipti. En önemli mesaj ise “Önümüzdeki aylarda bazı gelişmeler yaşanabilir. İyi yönde olursa herkes için iyi olur, olmazsa yıkım gelecektir” minvalindeki uyarı idi.

Bu ifadeden kısa süre sonra bayram dolayısıyla aile görüşü olmuş ve o görüşte ilginç bir diyalog da gerçekleşmişti. Mehmet Öcalan, ağabeyine İmralı’da başlayan görüşlerin devam edip etmeyeceği yönünde bir soru yönelttiğini ifade etmiş, Öcalan’ın bu soruya yanıtı şöyle olmuştu: “Ne görüşme kanallarının tamamen açıldığını söyleyebilirim ne de kapandığını söyleyebilirim. Biraz beklemek gerek. Eğer ki bu kanallar tamamen açılırsa herkes için iyi bir şeydir. Ancak tamamen kapanırsa herkes için yıkım getirecektir.”

İçinden geçtiğimiz toplu kriz halinin son beş İmralı görüşmesi ile elbette yakından ilgisi var. Bu görüşmeleri es geçen her analiz eksik kalır.

Görüşmede Öcalan, onurlu bir barış ve demokrasinin Türkiye siyasetinin temel değerleri haline gelmesi açısından üzerine düşeni yapacağını belirtiyordu. Yine ilkinde olduğu gibi, gerçek anlamda siyaset yapmayı bilen neredeyse kimsenin olmadığını, halka öncülük yapılamadığını, bu bağlamda Gandhi siyaset tarzının incelenmesi gerektiğini ifade ediyordu. Yerel yönetimler konusuna ise hayati denecek eleştiriler geliştirmiş, emek verilmeden başta örgütleme sorunları olmak üzere hiçbir bilincin gelişemeyeceğini belirtmişti. Ayrıca, avukatların “bizler de bu görüşmelerde, Sayın Öcalan’ın onurlu barış temelinde sorunların demokratik müzakere yöntemi ile çözülmesi yönündeki pozisyonunu koruduğunu, gelecek açısından umutlu olduğunu ve kendisine güvendiğini açıkça gördük” notu da satır aralarındaki yerini aldı. Bu görüşme sonrası dalga dalga yayılan ölüm orucu ve 200. gününe giren açlık grevi direnişi sona ermişti.

3- Üçüncü görüşme 12 Haziran’da gerçekleşti. 18 Haziran’da görüşmeyi yapan avukatlar verdikleri röportaj üzerinden görüşmenin detaylarını kamuoyu ile paylaştılar. Öcalan bu görüşmede “yaşama siyasetinin” altını çiziyordu. “Mezopotamya’da Kürtler bitirildiği vakit, Anadolu’da Türklük adına bir şey kalmaz. Kürtlerin var olması ve gelişmesi, Türkün de gelişmesi demektir. Bu tarihin bir göstergesidir; bizim icadımız değildir. Herkesin bunu anlaması gerekmektedir. Yoksa büyük kaybedilir. Daha önce de ‘Türksüz Kürt, Kürtsüz Türk olmaz’ ifadesini kullanmıştım. Bu böyledir. Bu dönemde de bunu kabul edip başarı şansı yakalayabiliriz. Defalarca anlattım, anlatmaya devam ediyorum. Tarihi bilgime güveniyorum, tarih de tüm gerçekliğiyle apaçık ortadadır” dediği aktarıldı. Aynı şekilde, bu görüşmede de Gandhi ve demokratikleşme sancısından bahsedildiği paylaşılan bir diğer konuydu.

4- Dördüncü görüşme 18 Haziran’da gerçekleşti. Bu görüşme kritik 23 Haziran İstanbul seçimlerinin hemen öncesindeydi. Ve bu görüşmenin detayları daha açıklanmadan iktidar harekete geçerek, akademisyen Ali Kemal Özcan üzerinden Öcalan’a ait olduğu söylenen bir metin yayınladı. İstanbul seçimlerine üç gün kala, Anadolu Ajansı ve diğer havuz medyası yayın organlarında Öcalan’a ilişkin kimi haberler de eş zamanlı servis edildi. Söz konusu haberlerde Öcalan’ın, HDP’ye İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi için tarafsızlık çağrısında bulunduğu ileri sürüldü. Deyim yerindeyse yer yerinden oynadı ve Erdoğan çıktığı TV kanalında “Kandil Öcalan’a karşı geliyor” mealinde bir şeyler söyledi. Bu gelişmeler üzerine 21 Haziran’da Asrın Hukuk Bürosu avukatları açıklama yaptı. Bu açıklamada Öcalan, avukatlarına, “HDP’nin kendi yolunu koruması gerektiğini ve kararlarını kendilerinin vereceğini” söylediği paylaşıldı. Açıklamada, Öcalan’ın “Demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk sacayağı üzerine demokratik siyasetin geliştirilmesi gerektiğini söylediği, evrensel hukuk içinde Demokratik Anayasal İttifak kavramını önerdiği” mesajı da iletildi.

5- Beşinci görüşme 7 Ağustos’ta gerçekleşti. Asrın Hukuk Bürosu ilk açıklamayı 8 Ağustos’ta twitter hesapları üzerinden yaptı. Açıklamada, Öcalan’ın, “Kürtlere yer açmaya çalışıyorum, gelin Kürt sorununu çözelim. Bir haftada çatışma durumunu, ihtimalini ortadan kaldırırım diyorum. Ben çözerim, kendime güveniyorum, çözüm için hazırım. Ancak devlet de devlet aklı da gereğini yapmalıdır” dediği belirtildi. Aynı açıklamada, “Sayın Öcalan çatışma ve savaş politikalarındaki ısrar nedeniyle yaşanan gidişatı kaygı verici görmektedir. Kırk yıldır yaşanan insani, siyasal, ekonomik kayıplara işaret ederek bölgesel durum itibariyle aynı politikada ısrarın daha ağır sonuçlar ortaya çıkaracağını herkesin görmesi gerektiğini ifade etmiştir. Kendisinin demokratik çözüm çabalarının Özal döneminden bugüne kontrgerilla tarafından sabote edildiğinin bilindiğini, çözüm karşıtı bu güçlerin bugün de aynı olmasa da savaş çıkaracak düzeyde bir potansiyeli taşıdıklarını söylemektedir” dendi.

Görüşmenin detayları avukatların 18 Ağustos’ta Mezopotamya Ajansı’na verdiği röportajla netleşti. Öcalan bu görüşmede avukatlara “Türk-Kürt savaşı olarak bir tuzak kurulduğunu, bu tuzağa Türkiye’nin düşmemesi gerektiğini, ancak devlet aklının bundan uzak olduğunu” ifade etmektedir.

Yukarıda sıralanan görüşmelerde dile getirilen görüşlerin hiçbirine cevap verilmedi.

Ve 19 Ağustos darbesi tam da “barışa hazırım, bir hafta bile yeterlidir, demokratik müzakere ihtiyacı var” dendikten, “Kürt-Türk savaşının bir tuzak olduğu, Türkiye’nin buraya ısrarla çekildiği ve devlet aklının bunda ısrar ettiği” söylendikten bir gün sonra gelişti. 29 ilde 500 kişiye yakın gözaltı furyası eşlik etti kayyum darbesine… Yani devlet aklı yıkıma yanaşmış, iyi şeyler yine olmamış ve “barışa hazırım” sözü dikkate alınmamış ya da bazılarını çok korkutmuştu…

“İnsanın aklını kullanarak nihai olarak ulaşacağı noktada artık davranışlara maddi çıkarlar, kaprisler, kişisel arzular değil, aklın evrensel ve zorunlu emirleri yol gösterecektir” diyen Kant, bu durumda hangi yöne düştü varın tahmin edin artık…

19 Ağustos sabahı

19 Ağustos sabahına bir göz atalım.

– İlk olarak Amed’de gece 12’den sonra gözaltılar başladı. Her taraftan ev baskını haberleri geldi. Sabaha kadar sürdü bu operasyonlar. Gözaltına alınanlar her kesimdendi. Fakat ağırlık meclis üyelerine ve parti çalışanlarına verilmişti. Gözaltların dördüncü gününde savcılığa çıkarılma ile beraber 81 kişinin “6-7 Ekim olayları benzeri eylem hazırlığı içerisinde olma şüphesi” ile suçlandığı ortaya çıktı. Bunun dışında açlık grevlerini yaygınlaştırma, basın açıklamasına katılma ve sosyal medya ile ilgili geniş bir skala emniyette tutulanların önüne bırakıldı. Sabah İçişleri Bakanlığı’nın açıklaması geldi: “Diyarbakır, Mardin ve Van illeri başta olmak üzere toplam 29 ilde PKK/KCK Terör Örgütü’ne yönelik 418 şahıs yakalanarak gözaltına alındı. Yakalamaya dönük operasyonlar devam etmektedir.”

– Sabahın erken saatlerinde belediye binalarının kapıları kırıldı ve 31 Mart seçimlerinin ardından belediyelerin etrafından kaldırılan polis bariyerleri ve beton duvarlar yeniden kondu. Bu aslında tüm ablukanın Kürt siyasetine dair temel metaforu oluyor. Bariyerlerle, beton bloklarla kapatma!

– 19 Ağustos kayyum darbesinde üç ilde de önlem olarak internetin kesildiği, sosyal medya uygulamaları erişimine kısıtlama getirildiği öğrenildi. Uzun süre paylaşımlar yapılamadı bu illerden. Üç ilin de belediye hesapları askıya alındı, kapatıldı. Fakat Mardin Büyükşehir twitter hesabından bir paylaşım oldu. Atanan kayyum Erdoğan’ın fotoğrafını paylaşarak “Mardin’imiz için yeniden iş başındayız. Sizin için çalışıyoruz” dedi. Selçuk Mızraklı yerine atanan eski vali kendi hesabından attığı tweet’te Erdoğan ve Süleyman Soylu’ya teşekkür ederek minnettar olduğunu ifade etti.

Sabahın erken saatlerinde belediye binalarının kapıları kırıldı ve 31 Mart seçimlerinin ardından belediyelerin etrafından kaldırılan polis bariyerleri ve beton duvarlar yeniden kondu. Bu aslında tüm ablukanın Kürt siyasetine dair temel metaforu oluyor. Bariyerlerle, beton bloklarla kapatma!

– Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan baskının ardından görevden uzaklaştırılan eşbaşkan Selçuk Mızraklı, belediye binasına girdi. Mızraklı, kendisine tebliğ edilen İçişleri Bakanlığı tebligatını, “Bana bu iradeyi veren halk adına imzalamayı onursuzluk addederim” şerhi düşerek imzalamadı.

– Bir açıklama da Ahmet Türk’ten geldi. “Bunu izah etmek için mantık, akıl yetmiyor” diyen Türk, durumu “Hukukun olmadığı, haksızlığın tavan yaptığı bir dönemi yaşıyoruz. Halkın iradesini tanımıyorlar ve buna da demokrasi diyorlar. Her şey açık bir şekilde ortada duruyor” diye tarif etti.

– Van Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanan Van Valisi Mehmet Emin Bilmez’in belediyeye girer girmez ilk yaptığı iş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını asmak oldu.

– Kayyum atama haberi ile birlikte sabahın erken saatlerinde “kayyum atanması demokrasiyle ve demokratik teamüllerle izah edilemez. Milletin iradesini yok saymak kabul edilemez” denerek yoğun bir protesto başladı. İlk olarak sosyal medya üzerinden başlayan dalga çok geçmeden sokağa sıçradı. Amed Büyükşehir önünde halk toplanmaya başladı.

Su faturasını ödemeye gelen ve kayyumun atanıp belediyenin işgal edildiğini gören bir kadın, “oyum zehir zıkkım olsun size” diyerek protesto etti. İlk gün başta CHP’den bazı vekiller olmak üzere, 100’e yakın kurum açıklama yaparak kınama yaptı. Dış basın genişçe yer verdi olan bitene. Kısaca, İçişleri Bakanlığı kayyum atamaya gösterdiği sebeple kimseyi ikna edemedi ve herkes bunun açık bir darbe olduğunu söylemekten geri durmadı.

Bu protestolar bugün beşinci güne girmiş bulunuyor ve devam ediyor. Avrupa’nın her yerinden, Türkiye’nin her tarafından ABD ve Rusya’ya kadar geniş bir protesto var. Bu durumun büyük bir haksızlık ve gasp olduğu dillendiriliyor.

Tüm bu protestolara özelikle Amed ve Van’da çok sert cevaplar veriliyor. Gözaltı, tazyikli su ve biber gazının yanında yoğun bir polis şiddeti sürüyor. Öyle ki, Van’da polisin saldırısına uğrayan ve girdiği bir çay ocağında işkence gören zihinsel engelli Fırat Koç’a yapılanlara AKP’li vekiller “bile” isyan etti.

Fakat direniş daha büyük. Halk vekillerle beraber sokağı terketmiyor. Tüm abluka ve sokak kapatmalarına rağmen her gün saat 11’de belediye önünde toplanılıyor. Anneler, çocuklar, gençler “Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganı ile her gün eylemdeki yerlerini alıyor.

Skandal belge

Bu süreçte önemli bir gelişme daha oldu.

Kayyum atama tebrikleri sonrası çıktığı TV programında “Ben demokrasi teorisyeniyim. Halk bizi arayıp ne olur kayyum atayın artık diyor” diyen Süleyman Soylu’nun sözleri elbette akla ziyan, fakat 22 Ağustos günü ortaya çıkan gerçek, kayyumu kimin istediğini netleştirdi. İçişleri Bakanlığı kararıyla Amed Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Selçuk Mızraklı’nın görevden alınarak yerine kayyum atanmasıyla ilgili skandal bir belge ortaya çıktı.

Diyarbakır Valiliği, Mızraklı henüz mazbatasını almadan, seçimden bir gün sonra, 1 Nisan’da İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıyla kayyum atanması talebinde bulunuyor. Yani talep, kayyum olarak atanan Vali Hasan Basri Güzeloğlu’nun. Bu haber daha gündemde iken aynı durumun Van için de geçerli olduğu ortaya çıktı. Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne 2016’da kayyum olarak atanan ve görevde olduğu süre boyunca adı birçok yolsuzluğa karışan Mardin Valisi Mustafa Yaman’ın da 1 Nisan 2019 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na yazı göndererek kayyum atanmasını talep ettiği ortaya çıktı. “Çerezci kayyum” olarak anılan Yaman’ın imzasıyla gönderilen yazıda Ahmet Türk hakkında açılan soruşturmalar sıralanıyor.

Batasuna örneği ve Aklime annenin sorusu

Sürece dair en önemli soru ise HDP’nin şimdi ne yapacağı konusu.

HDP kendi cephesinden yaşamı durdurma kararı aldı. Demokratik muhalefet ekseninde sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştiriyor. Nitekim HDP Gençlik Meclisi belediyeye ait otobüslerde kart basmama eylemini başlattı. Her gün akşam 8’de ışık ve gürültü eylemi yapılıyor. Bu ve buna benzer eylemlerin çoğalacağı sinyali var. Durumu kamuoyuna aktarma ve paylaşma, destek arayışları var. Bu durumun kendileriyle sınırlı olmadığını, herkesi ilgilendiren bir hak-özgürlük sorunu olduğunu ifade ediyorlar. AKP-MHP-İYİP dışında genel bir destek almış durumdalar.

Günlerdir eylem alanında bulunan 57 yaşındaki Aklime Hanas, polisin ona “git buradan” demesi üzerine “Nereye gideceğiz, nereye kadar sessiz kalacağız? Sessiz kalırsak evimize de kayyum atanacak” diyerek tepki gösteriyor.

Darbelere karşı olduğunu söyleyerek iktidara gelen AKP’nin artık bir darbeler partisi olduğunun altı çiziliyor. Örneğin 1952’de yürürlükten kaldırılan 4. Umumi Müfettişlik kanununun bugün AKP eliyle geri döndüğüne inanılıyor. Kürt legal siyaset arayışına yapılan dört siyasi darbenin üçünün AKP döneminde olması da bir diğer argüman! (2 Mart 1994 darbesi, 14 Nisan 2009 darbesi, 4 Kasım 2016 darbesi ve 19 Ağustos 2019 darbesi…)

HDP’nin üzerindeki baskı ve psikolojik savaş düşünüldüğünde, çok çetin bir sınavdan geçeceğini söylemek mümkün. Zira, diğer belediyelere de kayyum atanacağı inancı içten içe yükseliyor. Aynı şekilde AKP sözcüsü Ömer Çelik’in Batasuna örneğini vermesi, HDP’yi kapatma tehdidi olarak okunuyor halk arasında.

19 Ağustos’ta HDP’li üç büyükşehir belediyesine kayyum atanmasına ilişkin beş gün sonra ilk kez konuşan AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, görevden alınan seçilmişlere yönelik birtakım suçlamalar yöneltti ve “Kim terörle el ele olursa milletin verdiği yetkiyi kullanırız” diye konuştu. Erdoğan ayrıca “Bu ülkeye demokraside ve ekonomide cumhuriyet tarihindeki en büyük atılımı AK Parti yaptırmıştır” demeyi ihmal etmedi ve belediye başkanlarına ilişkin “Kapı önüne koyarız” mesajı verdi.

Tüm bu baş döndürücü gelişmelerin ortasında artan protestolar ile gidişatın nasıl olacağını kestirmek zor. Hükümet kanadında geri adım atmaya yönelik bir işaret henüz yok. Eylemler de sürüyor. Günlerdir eylem alanında bulunan 57 yaşındaki Aklime Hanas, polisin ona “git buradan” demesi üzerine “Nereye gideceğiz, nereye kadar sessiz kalacağız? Sessiz kalırsak evimize de kayyum atanacak” diyerek tepki gösteriyor.

Aklime annenin sorusu öylesine bir soru olarak görülmesin lütfen! Çünkü belediyede uyuşturucu arayan, yazı işleri müdürüne de kayyum atayan, belediye eşbaşkanlarını döven, KHK kumpasları tasarlayan, meclis üyelerine keyfi soruşturma açıp görevden alan, belediyeye istediği zaman yetkisi dışında güvenlik atayan ve en önemlisi de kendi koyduğu yasayı çiğneyerek her şeye istediği kılıfı bulmada mahir iktidar, gerçekten de evlerimize de kayyum atayacak mı? Bir sonraki aşama artık bu mudur, merak ediyoruz.

^