Neoliberal kapitalizmin taarruzu sadece maddi alana değil, ruhsal alan da işgal altında. Peki, ruhsal alanın işgal görüngüleri neler, bunlarla nasıl mücadele edilebilir? Plaza Eylem Platformu’nun geliştirdiği dayanışma araçlarını Eylem Akçay’dan dinliyoruz…
Plaza Eylem Platformu (PEP) ne zaman kuruldu, üyeleri hangi işkollarında?
Eylem Akçay: 2008 krizi ve IBM direnişi ilk çıkış noktasıydı, ama Plaza Eylem Platformu’nun bir emek örgütüne dönüşmesi 2010’a, Tekel direnişine dayanıyor. Aslında gerçekten bir plazada çalışan çok az var aramızda; beyaz yakalı işsizler, freelance çalışanlar, çeşitli ofis işlerinde çalışanlar, sivil toplum kurumlarında çalışanları diye sıralayabilirim özetle.
Bu beyaz yakalı örgütlenmesini zaruri bir ihtiyaç haline getiren nedir?
Hard kapitalizmdir. “Beyaz yakalılar işçileşti” diyen de var, yani beyaz yakalıların mavi yakalılaştığını söyleyenler. Onlara göre, beyaz yakalılar işçileştiği için örgütlenme ihtiyacı da açığa çıktı. Ama eğer 1980 öncesi ile karşılaştıracaksak, beyaz yakalılar daha önce daha fazla işçiydi. Bank-Sen büyük ve etkili bir işçi sendikasıydı. PEP’in ortaya çıkışında da beyaz yakalıların işçi olduğunu fark etmesi ile ilgili bir tartışma var, ama bunlar bizce başka bir şeyin, başka bir durumun da semptomları. Bugün yaşanan şey emeğin yeni bir alanının zapt edilmesi ile ilgili. Yani, durumu biraz daha iyi olan beyaz yakalıların bazı hak kayıplarına tepki vermesi değil sorun. Zaten eğer öyle olsa tüm sınıftaki mevcut hak kayıpları dikkate alındığında gerçekten de büyük bir mücadele çıkması gerekirdi. Daha farklı bir şey var.
Nasıl bir fark?
Bugün yaşanan şey emeğin bir cephesinin –yeni bir kıta keşfediliyormuşçasına– zapturapt altına alınması, işgal edilmesi ile ilgili. Bu cepheyi biz “ruhsallık” diye adlandırıyoruz ya da görüngülerini şimdi ruhsallık alanında tespit ediyoruz. Bu anlamda, mesela mobbingin bugün önemli bir kavram olması bir örnek. Mobbing sadece beyaz yakalıların değil bütün işçi sınıfının kullandığı bir kavram haline geldi ve kavramın kendisi bir silaha, mücadele alanına dönüştü. İkinci bir görüngü de çalışanlar arasında duygu durumu düzenleyici ilaçların yoğun kullanımı. Bunlar ruhsal alanın işgalinin ve işgale direnmenin ipuçları.
Mobbing, “ruhsallığın işgali” ve buna karşı direniş. Bunu biraz daha açar mısınız?
Çok fazla işçi mobbinge maruz kalıyor. Bunlar bu işgalin görüngüleri. Yapı Kredi bankası çalışanı Nadide Kısa mesela, ağır bir mobbinge uğradı, buna metanetle karşı durmaya çalıştı, ancak vücudu ona izin vermedi, sonunda beyin kanamasından hayatını kaybetti. Son tweet’lerinde üç çocuğuyla birlikte fotoğrafı var ve “çocuk da yaparım kariyer de” göndermesi yapıyor, başarılı bir bankacı oluyor. Fakat tenzil-i rütbeye uğruyor. Bu bütün işyerlerinde görülen bir şey, ama beyaz yakalılar söz konusu olunca biraz görmezden geliniyor. Bütün hayatınıza bir yatırım yapıyorsunuz, bunu dolaylı bir şekilde topluma veriyorsunuz aslında. Mesela işinizde yükseliyorsunuz –burada yükselmek “benim bu toplumda bir anlamım var” da demek– ama siz yükseldiğinizi düşündüğünüz yerden alınıyorsunuz ve başka bir yere konuyorsunuz, zaten geçtiğiniz yoldan geriye döndürülüyorsunuz. Sonra satış baskısı, iş baskısı…
Bugün yaşanan şey emeğin bir cephesinin işgal edilmesi ile ilgili. Bu cepheyi “ruhsallık” diye adlandırıyoruz ya da görüngülerini şimdi ruhsallık alanında tespit ediyoruz. Ruhsal alanın işgal altına alınması “ruhsal sandıklar” kurma ihtiyacı çıkarıyor karşımıza.
Beyaz ve mavi yakalı çalışanlar çalışmaya katlanabilmek için vitamin haplarından antidepresanlara birçok ilacı rastgele kullanıyor, birbirine tavsiye ediyor. Japonya’da Karoşi (aşırı çalışmaya bağlı ölüm) 1998’de gündeme geldi, alınan tüm önlemlere rağmen engellenemedi, aksine büyük bir hızla arttı. Bizimle ilişkiye geçen finans çalışanlarının çoğunluğunda engellilik düzeyine varan bedensel ve psikosomatik sorunlar var. Yani bedeninizin ve ruhunuzun sınırlarına kadar zorlandığınız bir kapitalist düzen var. Bu hep vardı, bugün daha da ağırlaşıyor. Farklı olarak bunu yapmak için siz yönetildiğiniz kadar yönetmek de zorundasınız.
Bugün yönetme-yönetilme konusunda değişen ne?
Neoliberal yönetimsellik kendi kendimizi yönetmemizi istiyor. Ama tabii bunu yaparken işletmenin de kazanması lâzım, yani bir kazan-kazan ilişkisi hayal ediyor. Akılcı bir yaklaşımla bunu becermek mümkün değil. Sıradan bir piyasa ekonomisinde çatışan çıkarlarınızı dengelediğiniz varsayılır: çatışma çözülmez, ateşkes ilan edilir. Gerçekten, nihai olarak sizin çıkarınıza olan şey işletmenin zararınadır, aynı şekilde işletmenin çıkarına olan şey ise sizin çıkarınıza terstir. Bu kapitalizmin aklıdır, doğasıdır. Aklın çözmeyi beceremeyeceği bu durumda ruhsallık devreye giriyor. İşçiden “işini sevmesi,” işletmenin çıkarına olan davranışı kendisinin anlaması, kabullenmesi ve göstermesi bekleniyor.
Beklenen yönetme becerisi elbette çalışanların iş süreçlerine hakimiyetini hiçbir şekilde kapsamıyor. İşçilerin fabrikayı yönetmesi değil kendi bedenini ve zihnini yönetmesi lâzım; ne yapacağını bilmesi, sürekli değişen doğruya cevap verebilmesi lâzım. Sadece iş hayatını değil iş dışı hayatını da buna göre düzenlemesi lâzım. Ama işçiler kendi iplerini kendi ellerine almaya çalıştıklarında mobbinge uğradılar, intihara sürüklendiler ya da şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Nihayetinde bunların bir direniş ya da çatışma olduğunu görmek gerekiyor. Kapitalizm bu krizi de kendi lehine çeviriyor tabii, ama direnişin izleri silinemiyor.
Tüm bu koşullar beyaz yakalıları nasıl bir örgütlenmeye mecbur bırakıyor?
Kapitalizmin ilk dönemlerinde çalışmaya direnmeyle birlikte özel bir örgütlenme de baş gösteriyor. Ufak bir örgütlenme bu. Emekli sandığı gibi sandıklar kuruluyor. İşçiler ortak bir kasa oluşturup ihtiyaçlarını oradan karşılıyorlar. Yani kendi aralarında bir çeşit sigorta sistemi kuruyorlar. Buna engel olamayan, hatta bundan yararlanabileceğini anlayan işveren ve devlet zamanla buna el koyuyor. Bu ilksel sigorta sisteminin yönetilmesi, düzenlenmesi, toplumsal bir borç sistemi haline getirilmesi bu süreçte ortaya çıkıyor. Bu sandıklar bir direniş alanı oluşturuyor ve devletinki de ona cevap gibi. Bugün ruhsal alanın işgal altına alınması “ruhsal sandıklar” kurma ihtiyacı çıkarıyor karşımıza. Biz ruhsal sandıklar kurmaya çalışıyoruz.
Ruhsal sandıklar nedir, nasıl kuruluyor?
Tabii ki somut hak kayıpları var, fazla mesai yapmak zorunda kalıyorsun, performans sistemi diye bir şey var, mobbing var, ağır çalışma koşulları var… Krizlerle alanlarımız daha da daralıyor. Ama temelde işgal edilen alan ruhsal alan. Biz de burada bir şey biriktirmeye çalışıyoruz. Kurduğumuz “ruhsal sandıklar” birbirimizi bu anlamda korumak oluyor.
Bizimle ilişkiye geçen finans çalışanlarının çoğunluğunda engellilik düzeyine varan bedensel ve psikosomatik sorunlar var. Yani bedeninizin ve ruhunuzun sınırlarına kadar zorlandığınız bir kapitalist düzen var.
Yeni iş düzeninde, iş arkadaşlarınızın arasında zayıf görünme şansınız yoktur. İşletme, çalışanlar arasında eşitlenmeye izin vermez, eşitsizliği ve çatışmayı körükler. Olası insani tepkileriniz aleyhinize kullanılır, çoğunlukla patlamalar şeklinde, gerçeklikten kopma anları halinde deneyimlenebilir. Biz toplantılarımızda birbirimize korkusuzca zayıflıklarımızdan bahsedebiliyoruz, çalışma acısından kaynaklanan yaralarımızı gösterebiliyoruz, usul usul birbirimizle eşitleniyoruz. Beyaz yakalılar bunu politik olan ve olmayan bağlamlarda sürekli yapıyorlar. Kimisi ortak bir maneviyatı veya ahlaki bir ortaklığı bahane ediyor, kimisi ekolojik krizi veya başka bir küresel krizi konu ediniyor. Tüm bu çemberlerin temel işlevi, bugünün ruhsal sandıklarını kurmak, ruhsal sendikaların tohumunu atmak.
“İşten Atıldım” siteniz bu ruhsal sendikaların tohumlarından biri mi?
Evet. “İşten Atıldım” adlı bir sitemiz var, “işten atıldım, ama yalnız değilim.” İşten atılanlar buraya yazıyor. Biz de onlara hukuki destek veriyoruz. Hukuki destek faydalı, ama temel mesele burada bir temasın olması. Duygusal bir destek alıyorlar ve aslında onu istiyorlar zaten. Anlamsızlaştırılmalarının bir anlamı olsun, değersizleştirilmelerinin öcü alınsın istiyorlar; “Evet, benim hayatımı anlamsız hale getirildi, değersizleştirildim, ama bunun cevabı da olmalı” diyorlar, “anlatayım ki benim yaşadıklarımı başkası yaşamasın, bunları boşuna yaşamış olmayayım.”
İşten çıkarma sarsıcı bir durum. Asimetrik ve ani bir saldırıya maruz kalıyorsunuz. Maddi anlamda ciddi bir belirsizlik ortaya çıkıyor. Yasal güvenceniz çoğunlukla yok, mevcut yasal düzenlemeler de tamamıyla asimetrik. Saldırının hızını karşılamak yerine savunma tepkilerinizi ertelemeye yarıyor. Saldırıya aynı hızda karşılık verirseniz, mesela işyerini terk etmeyi reddeder veya küfretmeye başlarsanız, yasal güvencelerden de mahrum kalırsınız. İşten çıkarılma saldırısına uğrayan işçinin olası karşı atağı veya savunması ertelenmiştir, işçi yalnız bırakılmıştır. Zaten zamanla kendisini sosyal hayattan da geri çekmesine çok rastlanır. İşte biz bu erteleme esnasında çalışanlarla temas kurmaya çalışıyoruz. Kimsesizlerin kimsesi olamayan yasanın boşluğunu, yine yasayı bahane ederek doldurmaya çalışıyoruz. Temelde yaptığımız çalışanlara basitçe haklarını hatırlatmak. Ama girdiği işten bir hafta geçmeden çıkartılan ve performansını iyileştirmek için ne yapması gerektiğini soran mağaza çalışanı Zeynep’e, aslında yılbaşı yoğunluğu için işe alındığını ve işten çıkarılmasının performansıyla hiç alakası olmadığını söylemek, onun yalnızlığını mutlaka değiştiriyor.
“İşten Atıldım” adlı bir sitemiz var, işten atılanlar buraya yazıyor. Biz de onlara hukuki destek veriyoruz. Hukuki destek faydalı, ama temel mesele bir temasın olması. Duygusal bir destek alıyorlar ve aslında onu istiyorlar zaten.
Esasında performansın da iyi çalışmayla âlâkası yok. Kazancınızı artırma ödülüyle değil, ruhunuzdan daha fazla kayıp verme tehdidiyle çalışmaya, çok çalışmaya zorlanıyorsunuz. Beyaz yakalıların tuzu kuru gibi düşünülüyor, hâlbuki mesele para değil. Mavi yakalı da bunları tam olarak böyle yaşıyor. Bağlamları farklı, araçları farklı ya da süreçleri farklı, ama yaşanan şey mavi yakalı için de duygusal alanın işgali. Bugün işin sert kısmı biraz da bu, çünkü ruhsal hayatımızı işgal altına alıyorlar ve bizi sürekli başka biri olmaya zorluyorlar. Mesela, “Sen böyle iyi değilsin, şöyle olsan daha iyi olur” değil, “Sen benim isteklerime göre sürekli kendini değiştirmek zorundasın” deniyor, esas mesaj bu.
Her gün iş yönetimi sistemi değişiyor. İş yönetimi sistemini sürekli değiştirmek için insan istihdam edilir. Bu ilginç, çünkü biz kapitalizmi şöyle bilirdik; “ölçer, biçer, geleceği görmek ister.” Ama kapitalizm geleceği görmek istemiyor, kapitalizm medeniyet istemiyor. Belki eskiden kapitalizmin toplumların önündeki uzun yıllara göz koyduğu zannediliyor, demokrasi ile arasında bir ilişki kurulabiliyordu. “İyi” bir kapitalizmin insan öldürmemesi gerektiği iddia edilebiliyordu, ama bugün bizden istenen şey medeniyet değil, barbarlık.
“Deneyim Paylaşımı Atölyesi” adını verdiğimiz bir etkinliğimiz var. Bunu da bir “ruhsal sandık” gibi düşünebiliriz. İş hayatıyla ilgili belli bir konuda deneyimlerimizi paylaşıyor, yeni yaklaşımlar geliştiriyoruz, konvansiyonları değiştiriyoruz. Atölyelerden birine katılan bir arkadaş şunu demişti: “Beni bu işe mizacımı göz önünde tutarak aldılar, ama ben agresif biri olmak istemediğimi anladım, o yüzden işten ayrılıyorum, başka bir şey yapacağım.” Çalışanlar barbarlık mesajını alıyor ve “Beni sürekli değişmeye zorlayan baskıcı bir mekanizma var” diyor, bunun farkındalar.
Kendinizi emek mücadelesinin neresinde görüyorsunuz; ruhsal sandıklarınız emek alanında nasıl bir cephe açıyor?
İşletme, çalışanın sürekli değişmesini istiyor, çalışan da değişiyor. Ama bu yeti işletme için risk oluşturuyor. Ruhsal hayatı ve iş dışı hayatı işgal eden iş süreçleri, fethe giriştiği kıtanın onu yutmasından da korkuyor. Bugün barbarlığın içinde Yalnızlık Bakanlığı kuruyorlar. Britanya’da var. İntiharla mücadele ediyorlar. Bugün ruhsal baskı her yerde eşit, ister istemez işçileri de usul usul eşitlenmeye zorluyor. Nasıl kâr oranları düşme eğilimindeyse, işçiler arasındaki fark da giderek aşılıyor. Yalnızlık Bakanlığı sizi yönetmek için önden, proaktif olarak ortaya atılan bir şey değil, bu ruhsal alandaki karşı çıkışa cevap vermek için mecbur kalınan bir önlem. Yine seni çevrelemeye ve zapturapt altına almaya çalışıyor, ama fark etmez. Ruhsal alanda bir çatışmanın başladığını kabul ediyor. Kapitalizm hard, ama bunun karşısında ruhsal alanda bir çatışmanın da ipuçları var. Bizim de temel olarak yaptığımız emek alanında bu mücadeleye bir cephe açmak, kapı aralamak.
Türkiye’de her şey çok hızlı değişiyor. Ama beyaz yakalılar alanı işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olacak. Mavi yakalı mücadelesi bazı durumlarda muhafazakâr, temasa kapalı olabilir. Kısmi çıkarlara daha çok odaklanır. Dev bir metal sektöründe, grev tehdidiyle ücret artışı talep eder ve talebini alır. Ama bunun genel düzeyde sınıfın toplam kazanım ve örgütlenmesine, mesela asgari ücrete, maaşların alt limitine dair doğrudan bir tasarrufu pek olmaz. Bazı durumlarda direnişi üretim alanlarının çok dışına taşırmak kazanım imkânlarını daraltabilir. O anlamda kapalı ve daha muhafazakâr olabilir mavi yakalı. Beyaz yakalı mücadelesine gelince, şu anda kazanımlar ancak daha fazla temasla mümkün oluyor. Değil bir sektördeki bütün işçileri, bir işyerindeki beyaz yakalıları bile harekete geçirmeniz çok zordur. Ancak beyaz yakalıların kendi arasında veya toplumla temaslarını artıracak en ufak bir direniş bile çok güçlü olabilir. Örneğin, nicelik açısından küçük olan IBM direnişi, Plaza Eylem Platformu aracılığıyla beyaz yakalıların tamamına açıldığı için şu anda aktif olan ve olmayan toplam on kadar beyaz yakalı örgütünün ortaya çıkmasını sağladı. Yani hâlâ başarılı olmaya devam ediyor.
“Deneyim Paylaşımı Atölyesi” adını verdiğimiz bir etkinliğimiz var. Bunu da bir “ruhsal sandık” gibi düşünebiliriz. Deneyimlerimizi paylaşıyor, yeni yaklaşımlar geliştiriyoruz. Atölyelerden birine katılan bir arkadaş şunu demişti: “Agresif biri olmak istemediğimi anladım, o yüzden işten ayrılıyorum.”
Ek olarak, beyaz yakalı emeğinin üretimin örgütlenmesini de üretiyor olması onu kilit bir noktaya taşıyor. Mesela Kalkınma Ajansı’nda bir saatlik grev olmuştu ve başarıyla sonuçlanmıştı, çünkü yaptıkları iş çok kilit bir iş. Ufak bir direnç gösterince ekonomiyi sarsacak gücün oluyor. Sekiz kişisin, ama çalıştığın kurumun sahiplerini, hatta yerine göre ülke yöneticilerini bile zora sokacak bir güce ulaşabilirsin. Dolayısıyla, böyle bir noktaya geldiysen istediğini belli oranlarda alabilirsin.
Beyaz yakalı yönetilebilmek için yalnız bırakılmak zorunda. Ama bunun da sınırına varmış durumdayız. Beyaz yakalı barbarlığa katlanabilmek için bir başka beyaz yakalı ile temas etmek zorunda ve şu anda bu yaşanıyor. Şimdilik işyeri dışındaki temaslar sermayeye tehdit olarak görünmüyor, ama biz orada bir potansiyel görüyoruz. Bunun büyümesi durumunda karşı tarafa yönelme imkânı var.
Basit bir örnek vereyim. Büyük bir firmada, Turkcell’de, çocuklara, köylere kitap yardımı gibi bir etkinlik düzenleniyor. Firmanın internette, çalışanların kendi aralarında mesajlaştığı bir duvarı var. Oradan birisi bunu örgütlüyor. Gerçek hayatta birbirlerini tanımıyorlar, sadece internette birbirleriyle temastalar. Burada ortaklaşıyorlar, ama sayıları artıyor. Her biri sarı bir fular takarak birbirlerini tanıma yöntemine gidiyorlar. Turkcell soruşturma açıyor “Nedir bu sarı fular?” diye. Bunları topluyor ve soruyor. Şirket “Çok güzel bir şey yapıyorsunuz, ama biz bu fularlara, tek tip giyinmeye izin veremeyiz” diyor. Yardım kampanyasının kapsamını genişletip, firmanın ana sayfasına sosyal sorumluluk projesi olarak koyuyorlar. Oradaki insanlar tabii dağılıyor.
Burada temel korku yataydaki temas, çünkü her bir çalışanın diğer çalışanla ilişkisi işletmeden geçmek zorunda. Herkese “kendini yönet” emrini verdiyseniz aralarındaki ilişkiyi denetlemenin yolu da ortadan kalkar. Yataydaki ilişkilerin en masumuna dahi izin verilmiyor. Bir örnek vereyim: Eskiden kademelerin maaşları sabit olurdu, şimdi çeşitlendi. Eskiden tanımadığınız birine maaşını sormak çok da hoş karşılanmayabilirdi, ama emek örgütlenmeniz maaşlarınızı elbette bilirdi. Şimdi aynı işi yapanlar bile farklı ücretler alabiliyor. Şimdi işyerinizde yakın olmadıklarınıza aldığınız ücreti söylemeyi istemeyebilirsiniz belki, ama işletme etik kodlarla bunu size zaten yasak ediyor. Söyleseniz bile söylediğinizi gizlersiniz, söylemenin olası etkileri silinir. Maaşı söyleme yasağı, herkesçe aşikâr olan adaletsizliği gizlemeye yaramıyor. Gerçekte yasaklanan çalışanların birbiriyle dost olması, birbirlerine işletmeye olduklarından daha yakın olmasıdır. Sendikayı şirketten daha fazla sevmek yasaklanmıştır.
Alttan alta korku şu: Çalışanlar yatayda dostluk kurdukları müddetçe yönetilememe tehdidi oluşturuyorlar. Hard kapitalizm altında çalışanlar arasında işletmeden dolayımlanmayan her türlü temas ve ilişki onu “yumuşatma” ve kırma potansiyeli taşıyor. Neoliberalizm kapitalizmin bunu fark etmesi ve buna cevap üretmeye çalışmasıdır.