MARILYN MONROE ANLATIYOR

Derleyen: Yücel Göktürk
4 Ağustos 2022
SATIRBAŞLARI

Marilyn Monroe: Evet, gayrimeşru bir çocuktum. Annemin ilk kocasının soyadı Baker’dı, ikincisininse Mortenson. Ben doğduğumda annem ikisinden de boşanmıştı. Küçükken babamın New York’ta bir otomobil kazasında öldüğünü söylerdi.

Tuhaf bir şey, nüfus kâğıdımda babamın mesleği hanesinde “Baker” (fırıncı) yazıyordu, annemin ilk kocasının soyadı yani. Doğduğumda, annem bana bir isim verme ihtiyacını hissetmiş ve ağzından “Baker” çıkmış, tamamen tesadüf eseri… En azından bana öyle geliyor. Her halükârda, adım Norma Jean Baker olmuş. Bütün okul sicilimde böyledir, başka türlüsünü iddia edenler zırvalıyor.

Fabrika kızı

Savaş zamanında bir fabrikada çalışıyordum. İşim çok sıkıcı, hayatım berbattı. Öteki kızlar birbirlerine evvelki gece ne yaptıklarını, hafta sonunda ne yapacaklarını anlatırlardı. Benim çalıştığım bölümde –boya spreyleri– sadece erkekler vardı. Sonra, günlerden bir gün Hava Kuvvetleri bizim fabrikanın fotoğraflarını çekmek istedi. Ben de birkaç günlüğüne onlara fotomodellik yaptım, elimde alet-edevatla poz veriyordum. Fotoğraflar Eastman Kodak’ta banyo ediliyordu, orada çalışanlar fotomodelin kim olduğunu sormuşlar. Fotoğrafçılardan biri, David Conover, bir gün gelip fotomodel olmalısın” dedi, “saattte 5 dolar kazanırsın. Saatte 5 dolar! Ben haftada 20 dolar alıyordum, günde 10 saat mesai karşılığında. Ve bütün gün ayakta çalışıyordum. Fotomodelliği denemem için yeterli sebep vardı. Hayallerimden birini gerçekleştirebilirdim belki de. Param oldukça oyunculuk dersleri alıyordum, çok pahalıydı o dersler, saati 10 dolardı. Fabrikada çalıştığım sıralarda, birçokları tezgâhtarlık yapmamı önerirdi. Bir seferinde Thrifty’s’e başvurmuştum, ama lise diplomam olmadığı için işe almamışlardı.

Norma Jean Baker (ortada) ve arkadaşları, 1941 civarları

Chanel 5

O takvim fotoğrafları hakkında bir sürü hikâye anlatılır. O olay ortaya çıktığında Asphalt Jungle’ı yeni bitirmiştim, Fox stüdyoları benimle yedi yıllık bir sözleşme yapmıştı. Halkla İlişkiler departmanından çağrılışımı dün gibi hatırlıyorum. “Bir takvim için poz verdin mi?” diye sormuşlardı. “Evet” demiştim, “bunun bir sakıncası mı var?” Bayağı gergindiler, “sakın poz verdiğini söyleme” dediler. “Ama verdim” dedim, “hatta bir makbuz da imzaladım, inkâr edebileceğim bir şey değil”. Bu onları çok mutsuz etti. Asphalt Jungle’daki kameramanlardan biri o takvimden edinmişti, bana getirip imzalayıp imzalamayacağımı sordu. “Tabii” dedim ve imzaladım. Stüdyodakiler iyice öfkelendiler.

Fabrikada çalıştığım dönemde her cumartesi gecesi sinemaya giderdim. Ben hep benim gibi insanlar için, ağır şartlarda çalışan, gişeden aldıkları bilet karşılığında eğlenmek isteyen insanlar için oyunculuk yaptığıma inandım. Yönetmenin ne düşündüğü pek umurumda değildir.

Beni tanıyan herkes yalan söyleyemediğimi bilir. Bazen bazı şeyleri dile getirmem ya da yorum yapmam, kendimi ve başkalarını korumak için –o başkaları korunmak istemiyor da olabilir tabii. Ama yalan söyleyemem.

İnsanlar çok tuhaf. Bir soru sorarlar, dürüstçe cevap verdiğinizde şoke olurlar. Bir seferinde, bana yatakta üzerinizde ne olur” diye sormuşlardı, pijama mı, külot mu, gecelik mi?” Ben de Chanel 5” dedim. Gerçek o çünkü. “Çıplak yatarım” demek istememiştim, ama gerçek öyle.

“Sette kalabalık bir topluluktuk. Küçük rollerin, birkaç jestin, üç-beş cümlenin oyuncuları. Bazıları genç ve güzel göğüslüydü, ama benden farklı olduklarına kaniydim. Onların benim gibi illüzyonları yoktu. Benim illüzyonlarımsa iyi bir oyuncu olmakla alâkalı değildi. Üçüncü sınıf olduğumu biliyordum. Yetenek yoksunluğumu, iç çamaşırlarımın ucuz olduğunu bildiğim gibi biliyordum. Ama öğrenmek istiyordum, değişmek istiyordum, gelişmek istiyordum. Başka hiçbir şey istemiyordum. Ne erkek, ne para, ne aşk. Sadece oyunculuk kabiliyeti istiyordum.”

Gece okulu

Tanınmış biri olduğumda, film çekimleri dışında ne yaptığım herkesin merak konusuydu. Galalara, partilere gitmiyordum çünkü. Çok basit bir şey yapıyordum: Okula gidiyordum.

Liseyi bitirememiş olduğum için UCLA’de gece okuluna kaydolmuştum. Edebiyat tarihi ve Amerikan tarihi dersleri alıyordum. Okumaya başladım, harika yazarların öykülerini. Derslere yetişmem zor oluyordu, çünkü saat 18:30’a kadar stüdyoda çalışıyordum. Sabah 9’da sette olabilmek için de erkenden yatıyordum. Bazen sınıfta uyuyakalıyordum. Yine de kendimi dersleri dinlemeye zorluyordum. Hocamız Mrs. Seay kim olduğumu bilmiyordu ve ders esnasında oğlanların bizim sınıfın kapısında toplanıp içeri bakmalarını yadırgıyordu. Bir gün benim kim olduğumu sordu, sınf arkadaşlarım sinema oyuncusu diye atılınca, çok şaşırdım” dedi, “ben onu manastırdan gelen bir kız zannediyordum”. Bu, hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan biriydi. Çevremdeki insanlarsa beni seksi, dengesiz ve aptal biri olarak görüyordu.

“Hollywood öyle bir yerdir ki, bir öpücüğünüze bin dolar verirler, ruhunuza ise 50 cent. Bunu iyi biliyorum, çünkü birinci türden teklifleri çok reddettim, 50 cent’e razı oldum… Hollywood’un bazı hergeleleri Arthur’u (Miller) terketmemi istediler. Kariyerimi mahvedermiş. O tipler anadan doğma ödlektir ve sizin de kendileri gibi olmanızı isterler. Kennedy’nin seçimleri kazanmasını istememin bir sebebi de, Nixon’ın o Hollywood hergeleleriyle aynı hamurdan olması.”

Yavaşlık ve mutluluk

Hep geç kalmak gibi bir şöhretim var. Hep geç kaldığım doğru değil bence. Ayrıca, başka insanlar kadar hızlı hareket edemiyorum. Arabalarına atlıyorlar, birbirlerine tosluyorlar, hiç durmuyorlar. İnsanlar robot gibi olsunlar diye yaratılmadılar ki. Ayrıca, acelecilik büyük bir zaman israfı. İnsan yavaş hareket ederse daha fazla iş yapabilir. Eğer koştura koştura kuaföre, oradan yine koştura koştura makyöze, oradan da kostümcüye gidersem, oynayacağım sahneye sıra geldiğinde kendimi tüketmiş olurum. Let’s Make Love’ın çekimlerinde George Cukor bana bir saat geç kalma hakkı tanımıştı, günün sonunda taze kalayım diye. Zaten bence sinema oyuncularının mesaisi çok uzun. Bana kalırsa insanlar fazla koşuşturuyor. Gergin ve mutsuz olmaları o yüzden. O acele içinde herhangi bir şeyi kusursuz yapmak mümkün mü? Kusursuzluk vakit ister.

Aşk ve iş, hayatımızdaki en değerli şeyler. Geri kalanı o kadar mühim değil. Bence aşk ve işten biri eksikse, diğeri de pek iyi olmuyor. İnsan ikisine birden ihtiyaç duyuyor.

İyi bir oyuncu, gerçek bir sanatçı olmak isterim. Ve tabii ki mutlu olmak isterim. Ama kim mutlu ki? Galiba mutlu olmaya çalışmak, iyi bir oyuncu olmaya çalışmak kadar zor bir şey. Ama ikisi için de uğraşmak gerekiyor. İşimde bazı şeyleri gerçekleştirdiğimde mutluluğa çok yaklaşıyorum. Fakat bunlar anlık sadece. Genelde mutlu değilim, mutsuzum. Şahsi hayatımı çalışma hayatımdan ayırmıyorum. Şahsen ne kadar çalışırsam, mesleki olarak da o kadar iyi oluyorum.

Rilke ve Actors Studio

Bana çok yardımcı olan bir kitap var, Rainer Maria Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar’ı. O kitap olmasaydı ruh sağlığımı koruyamazdım diye düşündüğüm anlar oluyor. Bence bir sanatçı –özür dilerim, ama bir sanatçı olmaya başladığımı düşünüyorum, bazıları gülecektir buna, onun için özür diliyorum– hakiki olmaya çalıştığında delirmenin kıyısına geliyor. Gerçekten delirmek değil tabii, yalnızca kendinizin en hakiki tarafını dışsallaştırmak istiyorsunuz ve bu çok zor bir şey. Kendi kendinize “yapmam gereken tek şey içten olmak” diyorsunuz, ama bu o kadar kolay olmuyor.

“Tanrıya şükür, hepimiz cinsel varlıklarız. Ne yazık ki, birçok insan bu doğa armağanını aşağılıyor, kırıp döküyor.”

Hep gizli bir his var içimde: “Aslında ben sahteyim, yapmacık bir insanım.” Herkes arada bir bu hisse kapılıyordur herhalde. Actors Studio’daki hocam Lee Strasberg sık sık şöyle der bana: “Niye kendin hakkında böyle düşünüyorsun? Sen bir insansın. Ben de “evet, ama daha fazla bir şey olmam gerektiğini hissediyorum” diyorum. O da “hayır” diyor, “sen bir insansın, kendinden başlaman lâzım”. Bunu ilk defa söylediğinde yerimden sıçramıştım: “Ne, kendimden mi?” Lee evet” demişti, “kendinden”. Lee, hayatımı değiştiren insanların başında gelir. Onun için, ne zaman New York’ta olsam Actors Studio’yu ziyaret ederim ve bundan mutluluk duyarım.

Aşk ve iş

Fabrikada çalıştığım dönemde her cumartesi gecesi sinemaya giderdim. Gerçekten eğlendiğim, gevşediğim, güldüğüm, kendim olduğum yegâne zaman oydu. Film kötüyse, bu müthiş bir hayal kırıklığı olurdu! Bütün hafta boyunca sinemaya gitmeyi iple çekerdim, bilet parası için ter dökerdim. Filmdeki oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapmıyorsa ya da özen göstermiyorsa, çok öfkelenirdim. Ben hep benim gibi insanlar için, ağır şartlarda çalışan, gişeden aldıkları bilet karşılığında eğlenmek isteyen insanlar için oyunculuk yaptığıma inandım. Yönetmenin ne düşündüğü pek umurumda değildir.

Aşk ve iş, hayatımızdaki en değerli şeyler. Geri kalanı o kadar mühim değil. Bence aşk ve işten biri eksikse, diğeri de pek iyi olmuyor. İnsan ikisine birden ihtiyaç duyuyor. İşimi elimden geldiğince iyi yapmaktan gurur duyuyorum. Aşık düşlediğim zaman da onun mümkün olduğu kadar kusursuz olmasını arzularım.

Hep gizli bir his var içimde: “Aslında ben sahteyim, yapmacık bir insanım.” Actors Studio’daki hocam Lee Strasberg sık sık şöyle der bana: “Niye kendin hakkında böyle düşünüyorsun? Sen bir insansın. Kendinden başlaman lâzım”. Bunu ilk defa söylediğinde yerimden sıçramıştım: “Ne, kendimden mi?” Lee “evet” demişti, “kendinden”. Lee, hayatımı değiştiren insanların başında gelir.

1954’te evlendiğimizde, Joe DiMaggio beysbolu bırakmıştı, ama harikulâde bir sporcuydu ve birçok bakımdan çok duyarlı bir mizacı vardı. Ailesi göçmendi ve gençliğinde çok zor günler yaşamıştı. Dolayısıyla bana dair bazı şeyleri çok anlayışla karşıladı, ben de ona dair bazı şeyleri anlayışla karşıladım. Ve evliliğimizi bunun üzerine kurduk. Ama, “bazı şeyler” yeterli olmuyor. Evliliğimiz mutlu değildi ve dokuz ay sonra son buldu.

Her şeyin ötesinde, insan gibi muamele görmek isterim. Arthur Miller’la ilk tanıştığımızda As Young As You Feel’ın setindeydik ve ben ağlıyordum. Ağlıyordum, çünkü bir arkadaşım vefat etmişti. İşte o gün Elia Kazan beni Arthur Miller’la tanıştırdı. Yıl 1951’di. Hayatımda birçok şey yolunda gitmiyordu. O günden sonra Arthur’u yaklaşık dört yıl hiç görmedim. Mektuplaşıyorduk, Arthur bana beğendiği kitapların listesini gönderiyordu. Beni bir filmde seyredeceği ihtimalini düşünerek elimden gelen en iyi oyunu çıkarmaya çalışıyordum. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, ama ona tanıştığımız anda aşık olmuştum. “Tiyatroda oynamalısın” dediği günü hiç unutmuyorum, bunu söylediğinde etrafımızdaki insanlar gülmüştü. “Ben ciddiyim” demişti Arthur, o kelimeleri telaffuz ediş biçimi duyarlı bir insan olduğunu gösteriyordu. Bana da duyarlı bir insan muamelesi yapıyordu.

Marilyn Monroe ve Arthur Miller

Yalnızlık ve sosyallik

Evlendiğimizden beri sakin ve mutlu bir hayatımız var New York’ta. Hafta sonları gittiğimiz Connecticut’taki çiftlik evinde daha da mutluyuz. Eşim sabahları erken kalkıp çalışmayı seviyor. Genellikle sabah 6’da ayaklanmış oluyor. Gün içinde işine ara verip şekerleme yapıyor. Oturduğumuz daire pek büyük değil, dolayısıyla çalıştığı odaya ses yalıtımı yaptırdım. Çalışırken mutlak bir sessizlik içinde olmak istiyor. Ben saat 8:30 sularında kalkıyorum. Kahvaltıdan önce köpeğim Hugo’yu gezintiye çıkarıyorum. Kahvaltıdan sonra banyo yapıyorum, izin günlerimin çalışma günlerimden bir farkı olsun diye. Çalıştığım günlerde sabah 5’te veya 6’da kalkıyorum ve dirilmek için soğuk bir duş alıyorum. İzin günlerimde küveti doldurup içine giriyorum, New York Times’ı okuyorum, müzik dinliyorum. Sonra da Actors Studio’ya gidiyorum. Salı ve perşembeleri saat 11’de oyunculuk dersleri alıyorum, sair günler Lee Strasberg’in verdiği dersleri izliyorum. Öğleden sonra eve geliyorum, akşamüstünü eşimle geçiriyorum. Yemekte mutlaka müzik dinliyoruz, ikimiz de klasik ve caz seviyoruz. Cazı dans ettiğimizde veya misafir geldiğinde dinliyoruz genellikle.

“Arthur (Miller) ve ben yolun sonuna geldik. Arthur içimdeki şeytanı gördü çünkü. Birçokları benim masum bir kadın olduğumu düşünür, çünkü onlara öyle davranıyorum. İçimdeki şeytanı görseler benden nefret ederlerdi. Benim birden fazla kişiliğim var. Ve genellikle, olmak istediğim insan değilim. Ama, aptal bir sarışın, iri göğüslü bir seks manyağı olmadığım da kesin.”

Arthur’un ilk evliliğinden iki çocuğu var, onlara iyi bir üvey anne olmaya çalışıyorum. Ev işi yapıyorum, hep yapılacak bir şeyler oluyor. Yemek yapmayı seviyorum. Ekmek pişiriyorum, bazen yeni yemek tarifleri icat ediyorum. Çeşit çeşit sos yapıyorum, sarımsak yemeyi çok seviyorum. Sarımsaklı soslarım kimilerine fazla keskin geliyor. Arada bir stüdyodan oyuncu arkadaşlarım geliyor, kahvaltıya veya çaya. Çalışırken bir şeyler atıştırıyoruz.

Akşam yemeğinden sonra tiyatroya, sinemaya gidiyoruz, arkadaşlarımızı ziyaret ediyoruz ya da onlar bize geliyor. Ama genellikle evde oluyoruz. Müzik dinliyoruz, sohbet ediyoruz, kitap okuyoruz, Central Park’ta yürüyüş yapıyoruz. İkimiz de yürümeyi çok seviyoruz. Bazen keşke daha planlı, programlı olabilsem, belli şeyleri belli saatlerde yapabilsem diyorum, ama Arthur’a göre böylesi daha iyiymiş, hiç değilse canımız sıkılmıyormuş.

İnsanları seviyorum, fakat çok sosyal biri değilim. Yalnızlık beni rahatsız etmiyor. Bir tür teneffüs gibi, kendimi tazeleme fırsatı veriyor bana. İnsanların birbiriyle çelişen iki tarafı var, en azından benim için öyle: Hem yalnız kalmak hem de başkalarıyla birlikte olmak istiyoruz. Bir neşeli tarafım var, bir de hüzünlü tarafım. Bu bir sorun gerçekten. İşimi çok sevmemin sebebi de bu: Yaptığım işten memnunsam daha sosyal bir insan oluyorum, değilsem yalnız olmak istiyorum. Özel hayatım için de aynı şey geçerli.

Her şeye rağmen kendimi mutlu hissediyorum. 34 yaşındayım, birkaç yıl sonra mesleki olarak daha iyi, özel hayat açısından da daha mutlu olacağımı sanıyorum. Benim temel arzularım bunlar. Belki daha uzun zamana ihtiyacım var, çünkü yavaş bir insanım. Bunun çok iyi bir metod olduğunu söylemiyorum, ben başka türlüsünü bilmiyorum. Her şeye rağmen umutluyum, umutsuz yaşanmıyor.

Express, sayı 58, Şubat 2006

Kadınlar hangi erkeklerden hoşlanır?

Sinema yazarı George Axelrod anlatıyor: “Marilyn yönetmenler için kolay bir oyuncu değildi. Heveskârlığı, azmi gerilmesine sebep olurdu. Rolünü ezberlemekte zorlanırdı. The Seven Year Itch’in çekimlerinde çok ilginç bir şey oldu. O filmin en çok sevdiğim sahnesi, sonlara doğru Marilyn Monroe’nun canlandırdığı genç bir kızın gerçekten gösterişsiz bir tip olan kahramanımızı çekici bulduğunu söylediği sahnedir. Zor bir sahnedir, ayrıca genç kızın konuşması uzundur. Setteki herkes çekimin çok sancılı olacağını düşünüyordu. Fakat ilk denemede olup bitti. Üç dakika içinde halloldu. Marilyn harika bir iş çıkardı, ağzından çıkan her kelimenin hakkını verdi. Sahne bittiğinde sette alkış koptu. Daha sonra, Marilyn bana o sahnedeki başarısının sırrını anlattı. Söylediği her kelimeyi harfiyen inanarak telaffuz etmişti, çünkü senaryonun o bölümü Marilyn’in düşüncelerine tıpatıp uyuyordu.”

Sahne 85

(Oturma odası, gündüz. Richard ve genç kız.)
Richard: Kabul et, aklı başında olan hiçbir güzel kız beni istemez. Onun isteyeceği Gregory Peck’tir.
Genç kız: Güzel bir kızın ne istediğini sen nereden biliyorsun? Güzel kızların aptal olduğunu sanıyorsun. Sanıyorsun ki, bir kız gittiği partide yapılı vücutlu, şık kıyafetli, ortalıkta yırtıcı bir kaplan gibi dolanan, “çok yakışıklıyım, beni kimse reddemez” edalı bir herife tav olur. Bence olmaz, o odada bir başkası vardır, köşeye çekilmiş, belki biraz gergin ve utangaçtır, terleyip durmaktadır. Önce yanından geçip gidersin, fakat sonra hassas, nazik ve endişeli bir tip olduğunu sezinlersin. Sana müşfik, sıcak davranacaktır. İşte bu heyecan vericidir! Eğer karın olsaydım, seni kıskanırdım. (uzanıp Richard’ı öper)

^