14 MAYIS SEÇİMLERİ –YEŞİL SOL PARTİ İSTANBUL 2. BÖLGE ADAYI ÖZGÜL SAKİ

Söyleşi: Merve Erol, Ayşegül Oğuz
10 Mayıs 2023
Özgül Saki, 1 Mayıs 2023, Maltepe. Fotoğraf: Ayşegül Oğuz
SATIRBAŞLARI

Toplumsal mücadele alanlarının birçoğunda örgütlüsünüz. Ama 1 Mayıs’ta size feministlerin kortejinde rastladık.

Özgül Saki: Önce Eğitim-Sen’deydim. Sonra feministler, sonra da Yeşil Sol Parti. Üç kortejde yürüdüm, o kadar uzun yol olunca hepsine vakit kalıyor. Aslında bütün 1 Mayıs’larda aynı şeyi yapıyorum. Eskilere kıyasla coşkulu, ama öfkeli değil gibi geldi bana bu 1 Mayıs. Ortak bir politik hedefe yönelmiş bir kalabalık gibi değildi. Tabii orası işçi sınıfı örgütlerinin kürsü aldığı 1 Mayıs alanı, öte yandan işçi sınıfı homojen bir yapı değil. Talepler dile getirildi, ama seçime doğru ortak bir duygu gösterilmedi. Deprem gündeme geldi, ama yine de deprem ve sonrasında yaşananların bu 1 Mayıs’ta daha çok öne çıkmasını isterdim.

Siz deprem ve sonrasını nasıl yaşadınız?

1999 depremi zamanında deprem olgusu yoktu hayatımızda. Ben o sırada İstanbul’da yaşıyordum. Bir anda AKUT’la arama-kurtarmada bulmuştum kendimi, uzun süre bölgede kalmıştım. Bu depremi öğrendiğimde de telefona sarıldım, giden var mı bölgeye diye. Mahalle Afet Gönüllüleri’nin gittiğini öğrendim, aralarında feminist arkadaşlarım da vardı. İkinci gün İslahiye’ye gitmeyi planlıyorduk, ama ancak üçüncü gün gidebildik, çünkü İstanbul havaalanında malzemelerimizle 24 saat beklettiler bizi. Zonguldak’tan maden işçileri bekliyor, biz bekliyoruz, ama birtakım uçaklar da gidiyor. İnişte de problem çıktı.

Deprem sonrasındaki dayanışmayı sürekli kılabilecek bir hat inşa etmemiz gerekiyor. Tamam, seçim gündemi belki biraz değiştirdi ama, deprem bölgesinde daha uzun yıllar kalmak, oranın kendi kaynaklarına yeniden kavuşması için desteği sürdürmek gerekiyor.

Orada arama-kurtarmada bir hafta kaldık, Afet Gönüllüleri “bizim bölümümüz bitti” deyip geri döndü. Deprem olur olmaz oluşturduğumuz Afet için Feminist Dayanışma’dan kadınlar olarak biz Adıyaman’a geçtik. Orada tabii artık arama-kurtarma değil, dayanışma amacıyla bulunuyorduk. Ne çadır vardı ne bir şey, gerçekten çok zor bir süreçti. Orada Mor Çadır fikri oluştu, onun örgütlenmesine çalıştık. Sonra beş-altı gün İstanbul’da kaldım. Arsuz’da İspanyolların sahra hastanesi kurduğu, profesyonel olmasa da İspanyolca desteğe ihtiyaç duyulduğu haberi geldi, ikinci kez gittim. Aslında yardımcı çevirmen gibi bir şey olacaktım ama, hastabakıcılıktan hemşireliğe, bir sürü iş yaptık arkadaşlarımla beraber. Çadırları, klinikleri su bastı. Bizim yerimiz yine biraz iyiydi, ama yakınımızda Bodrum Belediyesi’nin kurduğu çadırkent gerçekten çok kötü oldu selde. Çevirmen ekibi olarak aramızda çok güzel bir dayanışma örgütledik. İskenderunlu olup yurtdışından gelenler, yakınlarını kaybedenler de yanımızdaydı. Bir arkadaşımız “biz İspanya’dan 24 saatte geldik, siz gelemediniz” dedi, “evet” dedim, “aynen öyle oldu”. Yine de, bir sürü insanla tanışmak, dayanışmanın gücü etkiliyor insanı.

Dönüşte iki gün Antakya’ya uğradım. Sahra hastanesi toplanmıştı, artakalan hijyen malzemelerini götürelim istedik. Adıyaman’da yıkım çok büyüktü, İslahiye ilçesinin tamamı gitmiş gibiydi. Ama Antakya’yı görünce neden “Adıyaman, İslahiye o kadar değil” dediklerini anladım. Bir kent yok olmuş, bunu görmek zor geldi biraz. Ama birçok kişi oradaydı, “geri döneceğiz, tekrar inşa edeceğiz” diyorlardı, bu da güzel.

Deprem olduğu andan itibaren devletin tek refleksi kendini, çürümüş kurumlarını korumak oldu. Deprem sonrasındaki dayanışmayı sürekli kılabilecek bir hat inşa etmemiz gerekiyor. Tamam, seçim gündemi belki biraz değiştirdi ama, deprem bölgesinde daha uzun yıllar kalmak, oranın kendi kaynaklarına yeniden kavuşması için desteği sürdürmek gerekiyor.

Depremin ilk günlerinde devlet belki yoktu ama sonra, enkazları hızla kaldırmak için bütün iş makineleriyle seferber oldular…

Biz İslahiye’ye gittiğimizde gerçekten de kimse yoktu. AFAD gelmişti, ama AFAD değil aslında, gönüllülerden ibaretti. Bir şey yapmak istiyorlar, ama ne malzemeleri var doğru dürüst ne yanlarında işi bilen birileri. Öte yandan, rol çalma meselesi de yalan değil. Enkazdan birini çıkarmaya çalışıyoruz, ortalıkta yoklar, kameralar geliyor, paldır küldür gelip Afet Gönüllüleri’ni dirsekle iterek kamera önüne kendileri geçmeye çalışıyorlar. Sonra askerler gelmeye başladı. Enkazın başına gruplar halinde çıkıyoruz, onun dışında ateşin başında bekliyoruz. İnsanlar öfkeli, yağma hikâyeleri de türemiş. Göçmen düşmanlığı da çok yaygındı, pamuk ipliğine bağlı gibiydi her şey. “Şu kişi hırsızmış” deniyor, askerler, birtakım gönüllüler paldır küldür “hırsız dövmeye” gidiyor. Epey gerilim yaşadık. Ateşin başında beklerken bir asker açıkça dedi ki, “biz buraya arama-kurtarma için gelmedik, güvenlik için geldik”. Ama kastettiği sadece bölgenin güvenliği değil, dayanışma için gidenleri izliyorlar aynı zamanda. Bu çok netti İslahiye’de.

Nitekim Maraş’taki cemevine kayyum atadılar…

Adıyaman’da sağlıkçılarla beraber cemevinde kalıyorduk, sürekli baskı yapılıyordu “burayı boşaltın” diye. İkinci hafta Adıyaman’da kocaman AFAD depoları dikkatimi çekmeye başladı, bir sürü malzeme stokluyorlardı. Bir sürü kamyona el koyup “bunu siz dağıtamazsınız, bize verin” diyorlardı, ama bir de stoklamaya başlamışlardı. Oradakilerle konuştuk, “seçimden önce dağıtacaklar” dediler. Buna ben de emin oldum.

Devlet, kendi bir şey yapmak bir yana, toplum dayanışmasına engel olmasa birçok yere daha erken müdahale edilebilirdi herhalde…

Kesinlikle. Antakya’da bu çok daha yoğun hissedildi. Şimdi de kamulaştırma adı altında arazilere el koymaya başladılar. Fakat yıkım o kadar büyük ki. Seçimlerden sonra hem siyasal hem toplumsal hem hukuki olarak hesap sormak gerekiyor. Sadece inşaat sektörü anlamında değil, yardım ve dayanışma kampanyalarının engellenmesi açısından da. Konteyner kent yapıyoruz diyorlar, hiçbir mesafe olmadan birkaç konteyneri diziyorlar, onu da bir buçuk ay sonra örnek diye belli yerlere diktiler. Toplumsal ilişkilerin kurulacağı bir yer kalmasın istiyorlar. Konteyner kent yapacaksan bir sosyalleşme alanı düşünürsün, yok öyle bir şey. Toplumsal ilişkiyi mümkün olduğunca bitirmek, insanları yalıtmak üzere bir kent planı yapıyorlar. Hem de insanları tarihsel olarak bulundukları yerlerden uzaklaştırarak.

Yine de insanlar, örneğin yine Antakya’da olmak istiyorlar. Kimileri bir süre köylere çekilelim diyor, tarımı ve hayvancılığı yeniden canlandıralım, göç edenlerin geri gelmesini sağlayacak koşulları yaratalım… Umarım hepsi gerçekleşir.

Bütün bu hengâmede milletvekili adaylığınız nasıl gündeme geldi?

Deprem veya savaş gibi pek çok nedenle, zaten HDP içinde veya dışında hep beraber mücadele ediyoruz. Bir dönem çok yoğun bir polis baskısı ve tutuklamalar olmuştu, biz bazı feministler dayanışma amacıyla HDP’ye üye olmuştuk. Ama parti mekanizmaları ne yapar, ne eder, hiçbir fikrim yoktu, herhalde bundan sonra öğreneceğim. (gülüyor)

Birlikte Yaşamak İstiyoruz diye bir göçmen dayanışma ağı var, uzun süredir onun bir parçasıyım. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi çalışmalarını çok önemsiyorum. Uzun zaman boyunca sendikal faaliyetin içindeydim, Eğitim-Sen’de. Parlamento içinde politik mücadeleyi önemsiyorum, ama kendim bir şey yapamam diye düşünüyordum. İlk başta, zaten bir aradayız, beraber mücadele ediyoruz, zaten deprem dengemi bozmuş, seçim fikri çok uzak geliyor, ben aday olmayayım diye düşündüm. Ama sonra arkadaşlarda “bu dönem bir sorumluluk gerektiriyor” fikri daha öne çıktı. Sonra, ikna oldum diyeyim. (gülüyor)

Beşiktaş, Beyoğlu, Şişli bir önceki seçimlerde HDP’nin en yüksek oy aldığı yerler. Aynı zamanda, AKP-MHP iktidarının kültür ve sanat hayatını, Gezi Direnişi’ni, Taksim 1 Mayıs’ını, 8 Mart Gece Yürüyüşlerini yok ederek hafızasızlaştırmak istediği yerler. Sarıyer tarafına geçsek, Boğaziçi Direnişi var. 2. Bölge’nin her bir yeri, geçmiş mücadelelerde ve gelecekteki toplum tasavvurumuzda izi olan tarihsel mekânlar. Gazi Mahallesi’ne gitsek, orada da başka bir hafıza var.

Evet, bu dönem bir sorumluluk gerektiriyor. AKP-MHP iktidarı gidiyor artık, yeni bir siyasal ve toplumsal yaşam için bütün dinamikleri kapsayan bir hatta doğru girmek gerekir. Baskı 21 yıldır o kadar yoğun ki. Neoliberal rüzgârların estiği AKP’nin ilk dönemini de çok problemli buluyorum. Kendini devletle örtüştürmek için birtakım dinamiklere ihtiyacı vardı, böylece Ortadoğu’da ve Avrupa’da bir siyasi güç olacağını düşündü, ama öyle kolay olmuyor hiçbir şey.

AKP’nin ilk dönemlerinde Eğitim-Sen’deydim, ciddi olarak kadrolaşıyorlardı. Bir yandan liberal rüzgârları estiriyorlardı ama, müfredatta, kadrolaşmada sıkı bir disiplin içindeydiler. Tabii Fethullah Gülen ekibinin de etkisi vardı, özellikle eğitim, sağlık, hukuk alanlarında. Lisede, dershanede başlıyorlar, öğrenciyi üniversitede takip ediyorlar, hangi devlet kurumuna gireceğine karar veriyorlar. O kadroları oluştururken de asla herkesi kapsamak gibi bir söylemleri, dertleri yoktu.

Eğitim sistemiyle çok oynadılar. 4+4+4 uygulamasının en büyük sebeplerinden biri kız çocuklarının eğitimden uzaklaşmasıydı. İstatistikler gösteriyor ki, bu kısmen başarıldı. Sayıları çok artan imam-hatip ve camilerle, dershanelerle toplumun dokularına nüfuz ederek insanları hem yoksullaştırdılar, hem de onları kendilerine bağladılar. Ayrıca, uluslararası ilişkiler de AKP’yi besledi. Dünyada faşist hükümetlerin art arda iktidara geldiğini gördük. Türkiye’nin göçmen ve mülteci meselesinde Ortadoğu’da Avrupa için bir bariyer haline gelmesi de AKP’yi büyüttü. Avrupa, “bu göçmenleri burada tutun” diyerek bir sürü şeye göz yumuyor, kendi çıkarları doğrultusunda davranıyor; demokrasi söylemleri, politik ilkelilikleri filan çok tartışılacak şeyler.

Sarıyer Metrosu girişinde Yeşil Sol Parti standında

Eğitim-Sen’in mücadelesi ve öğretmenlerin durumu için ne söylersiniz?

Eğitim-Sen ve Sağlık Emekçileri Sendikası (SES), bu kadar ağır bir dönemde, mesela Covid zamanında, Barış için Akademisyenler arasında büyük dayanışma örnekleri sergilediler. Biz 657’li statüsünde iş güvencesi olan öğretmenlerdik, ama sözleşmeli öğretmenlik diye bir uygulama getirildi. Bu öğretmenler bağlı oldukları yasa gereği Eğitim-Sen’e üye olamıyor. Çok sayıda dershane ve etüd merkezi açıldı, tam bir modern kölelik içinde çalıştırılıyorlar, düşük maaşlarla çalıştırılıp bir de sendikalaşamıyorlar.

Özel Öğretmenler Sendikası’nı yakından takip ediyorum. Covid öncesinde örgütlenmeye başladılar. Onlarda Eğit-Sen’in ilk zamanlarındaki motivasyonu, coşkuyu görüyorum. 1 Mayıs alanında da çok iyiydiler. Tatil zamanları özel okulların öğretmenleri çalıştırmaya hakkı yok, “suç işliyorsunuz” diye işyeri işyeri, okul okul gezip örgütleniyorlar. Onları izlerken ben de ilk heyecanımı duyuyorum.

Konteyner kentlerde ortak iletişim alanlarının gözardı edildiğini söylediniz. Mor Çadır ve Mor Tırlar bu yalıtmaya karşı bir girişimdi. Bu seçim döneminde Yeşil Sol Parti’nin kurduğu kadın seçim bürolarının ve stantlarının arkasında da benzer bir niyet mi var?

Kriz anlarında, ekonominin veya savaşın yarattığı, doğal afetin felakete dönüştüğü her tür kriz durumunda kadınların başına gelenler ve ihtiyaçları genellikle görünmezleşir. Ortadoğu’da, Kürt illerinde yürüttükleri özel savaş politikası kadın bedeni üzerinden kurgulanıyor, çünkü kadın bedeni “düşmanın sahip olmaya hak gördüğü” bir şeydir, nasıl toprak işgal ediliyorsa o da edilmelidir. Yerel yönetimde en çok tehdit altında olanlar, ilk kapatılanlar hep kadın dernekleri, yapıları, kolektifleri. Birlikte mücadele yürüttüğümüz pek çok kadın arkadaşımız cezaevinde. Ablukalardan sonra Cizre’ye gitmiştik, Kobani zamanı Barış için Kadın Girişimi olarak Suruç’taydık. Kadınların yaşadıklarının görünür olması için çalıştık. Ama kadınlar bu sürecin mağdurları değil, aynı zamanda mücadele yürütenler, itiraz edenler de onlar, bunu da görünür kılmak istiyoruz.

Sınıf mücadelesi feminist mücadeleden ayrılamaz, bunların birbirini güçlendirmesi gerekir. Hane içindeki cinsiyetçi iş bölümü ve hane içinde kadının harcadığı emeğe el konulması bizim için birçok konunun anahtarı.

Deprem alanlarında ihtiyaç listeleri geliyor, konuşmak isteyenler hep erkekler. Halbuki önce biraz çekinen, ama teşvik isteyen kadınlar var, o yüzden basın çalışanları arasında kadınların olması çok önemli. Mesela muhtarlarla toplantı yapılıyor, hepsi erkek, iki ayrı yere tuvalet ve banyo yapabiliriz diyoruz, “bize bir tane yeter” diyorlar. Orada bir kadın olsa, en az iki tane isteyecek. Çadır veya aile bazında ihtiyaç listelerini erkekler hazırlıyor, kuru gıda, kahvaltılık filan yazmışlar, hiç ped talebi yok, kadın iç çamaşırı veya sutyen talebi yok. Diyoruz ki “çadırda kadın yok mu?” “Aa, evet, var.” Gündelik hayattaki patriyarka ve kadınların görünmezliği meselesi, kötü niyetten filan değil, kendiliğinden oluşan bir şey. O yüzden “feminist politika gündelik yaşamımızın politikasıdır, gündelik yaşamımızdan süzülüp çıkar” diyoruz. Birçok kadın “üstüm uygun değil” diye düşünüp giyinmek üzere geri döndüğü için enkaz altında kalıyor. Ama erkekler don gömlek fırlayabiliyor dışarıya. Bunlar basit şeyler gibi görünüyor, ama cinsiyetçi iş bölümünün ve patriyarkanın gündelik hayatın bütün hücrelerinde ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Feminist mücadelenin her durumda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Meclis’te de patriyarkaya karşı umarım bir şey yaparız. (gülüyor)

Mahremiyet ihtiyacı, yani toplumsal alanda ilişkilenebileceğimiz mekânlar çok mühim. Mesela Adıyaman’da çadırın dışında kafe gibi bir yerimiz var, orada sohbet ediyoruz, film gösterileri yapılıyor, sorunları birlikte çözmek üzere eşit bir ilişki kuruluyor. Benzer bir şey seçim faaliyetinde de geçerli. Esnaf gezileri filan, genellikle erkek yoğunluklu bir faaliyettir. Ama özel, mahrem alanlar yarattığımızda birbirimizi güçlendiriyoruz, özgüvenimiz artıyor, birlikte mücadelenin, dayanışmanın önemini ve patriyarkanın gündelik hayatımızdaki etkisini farkediyoruz. Seçimde de kadınların taleplerinin, öfke ve mücadelelerinin görünür olması için kadın büroları, kadın stantları açıyoruz, kadın mitingleri örgütlüyoruz. Maçka’da veya Abbasağa’da bir miting örgütlemek istedik, ama çok sıkıntı çıkarıyorlar. Sandık güvenliği diyoruz ya, özgürce seçim çalışması yapmak da güvence altına alınmalı. Aksine, engellemelerle karşılaşıyoruz. Şişli’de kadın standımız var, bildiri dağıtarak Maçka’ya yürüyelim dedik, üç kere önümüzü kestiler. Kadıköy’de halay çekiliyor diye insanları standın önünden gözaltına aldılar.

Kaynak: Yeni Yaşam

Milletvekili adaylığınızı nasıl haber aldınız?

Aday olduğumu öğrendiğimde memlekette, Zonguldak’taydım. Telefonların ardından Ankara’ya gittim. Feminist arkadaşlarım bu kararı coşkuyla karşıladılar. Hiyerarşinin en güçlü olduğu yerlerden biri Meclis. Biz tüm hiyerarşilere, ezme-ezilme ilişkilerine karşıyız diyerek mücadele ediyoruz, dolayısıyla dayanışma şart diyerek Özgül’ün Yol Arkadaşları diye bir ağ oluşturdular. Bu, seçim dönemi için de, sonrası için de bir destek ve dayanışma anlamına geliyor. LGBTİ+’larla ve feministlerle 8 Mart Gece Yürüyüşlerinde, 25 Kasımlarda, Onur Yürüyüşlerinde zaten bir aradayız. Politik olarak tartışıyoruz, kendi aramızda ortaklaştığımız konular da oluyor, ortaklaşamadıklarımız da, ama her birimizin ve kolektif mücadelemizin amacı patriyarkal kapitalizmi yıkmak.

Bolsonaro ve Orban yönetimleri LGBTİ+ nefretiyle kendilerini meşrulaştırmaya çalıştı. Bir göçmen düşmanlığı, ırkçılık, bir de LGBTİ+’lar! Kadınları “makbul” kadın yapmak istiyorlar, mültecileri memleketlerine göndermek ya da asimile etmek istiyorlar, ama LGBTİ+’ları yok etmek istiyorlar. AKP-MHP iktidarı tam bu nefret üzerinden kendi konsolidasyonunu sağlıyor.

Uzun yıllardır seçim bölgenizde, İstanbul 2. Bölge’de politik faaliyet yürütüyorsunuz. Bu bölgenin hangi özellikleri öne çıkıyor sizce?

İstanbul 2. Bölge’nin 1. Bölge’den biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Burada çok büyük bir çeşitlilik var, hem sosyolojik hem de siyasal olarak. Sarıyer’den Esenler’e kadar 2. Bölge. Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri olarak bu bölgedeki tüm dinamiklerle organik ilişki kurabilir ve birlikte faaliyet yürütebiliriz. Diyelim Gazi’de büro açılışı çok coşkulu, çok güzeldi, hayatımda ilk defa otobüsün üstüne çıkıp konuşma yaptım. (gülüyor) Ama öyle güçlü bir destek, öyle güçlendirici bir motivasyon vardı ki, “demek ben de yapabiliyormuşum” dedim. Beşiktaş, Beyoğlu, Şişli bölgesine gelince, buralar bir önceki seçimlerde HDP’nin en yüksek oy aldığı yerler. Aynı zamanda, AKP-MHP iktidarının kültür ve sanat hayatını, Gezi Direnişi’ni, Taksim 1 Mayıs’ını, 8 Mart Gece Yürüyüşlerini yok ederek hafızasızlaştırmak istediği, siyasal olarak çok önemsememiz gereken yerler. Sarıyer tarafına geçsek, Boğaziçi Direnişi var. 2. Bölge’nin her bir yeri, geçmiş mücadelelerde ve gelecekteki toplum tasavvurumuzda izi olan tarihsel mekânlar. Gazi Mahallesi’ne gitsek, orada da başka bir hafıza var. Gazi Davası’nı takip ediyordum, Trabzon’a sürmüşlerdi davayı, dayanışma için gittiğimizde orada az taşlanmamıştık.  

Zonguldak’tan İstanbul’a nasıl, ne zaman geldiniz?

İstanbul’a atamam çıktı öğretmen olunca. Bir yıl ağladım “ben burada ne yapacağım” diye. Ankara’yı çok istiyordum. ‘85 ODTÜ girişliyim. Üniversitenin son iki yılı, ilk dernekleşmelerin, yurt yönetmelikleriyle mücadelelerin, otobüs işgallerinin yaşandığı, Devrim yazısının orada ateşler yakıp Bahar Şenlikleri yapmaya başladığımız dönemdi. Öğretmen olunca ne yaparım diye düşünüyordum. İstanbul’a gelmişim, tanımıyorum kimseyi. Kadıköy Anadolu Meslek Lisesi’nde göreve başladım, sonra sokakta gezerken bir afiş gördüm, “Eğit-Der’den Eğit-Sen’e” diye. Stajyerim diye önce beni üye yapmadılar, ama toplantılara gitmeye başladım, sendika bağını yakalayınca İstanbul da güzel gelmeye başladı. (gülüyor)

Sosyalist hareketin kahramanlar üzerinden bir anlatımı vardır ya, hafızamıza, tarihimize sahip çıkalım tabii ama, kişilerin özellikleriyle ilgili bir şey değil bu, bunu da bilelim. Kolektif ve toplumsal hareketler de oluşturuyor insanı, sadece kişisel özellikler söz konusu değil. Hasbelkader, bir işçi kenti olan Zonguldak’ta doğmuşum, Çaycuma’da SEKA’nın kâğıt fabrikası vardı 12 Eylül öncesinde ve en önemlisi, bütün öğretmenlerimiz TÖB-DER’liydi. Şimdiki çocuklar gibi evde yalıtılmış değildik, hep ders çalışmak yerine mahalle hayatı da yaşıyorsun, 15-20 çocuk beraber oynuyorsun, sokakta büyüyorsun. Öğretmenlerle aynı mahalledeydik. Böyle bir toplumsallık seni bir şeye yöneltiyor zaten. Son zamanlarda kapitalizmin en iyi başardığı şey, insanı “birey”e indirgemek, ama bunu özgürlükten söz etmeden yapmak. Senin özbakımın çok önemli der örneğin, senin sağlığın, eğitimin çok önemli, “kendine yatırım yapmalısın” –ne kadar korkunç bir cümledir bu–, ruhsal olarak sarsılırsan da terapi merkezlerimiz var… Kişi ancak tek başına kendi kendini sağaltabilirmiş gibi, toplumsal bir varlık değilmiş gibi…

Kahramanlar üzerinden düşünmeyelim, ama kadın yaşamlarının biricikliğine bakmak, her bir kadının hikâyesinin önemini kavramak feminist bakışın önemsediği bir husus. Sizin her zaman hatırınızda tuttuğunuz, belki zaman zaman size kılavuzluk da yapmış kadınlar var mı?

Camille Claudel diyeceğim, onun yaşamından çok etkilendim, ama siyasi mücadele içinde olan bir kadın değil. Rosa Luxemburg diyebilirim, üstelik feminizm açısından çok problemli bir kadın olmasına rağmen. Ve Zapatistalarda tanıştığım Kumandan Ramona. Biz biyografi anlatırken de kadınları kahramanlaştırmayız, o kadın kimse onun yaşantısı özeldir, o yaşantının hangi ilişkilerle kurulduğunu öne çıkartırız.

Zapatista bölgesinde Kumandan Ramona’yla

Öğrenciliğiniz 12 Eylül sonrası üniversitelerdeki ilk kıpırdanışlara, örgütlenme çabalarına denk gelmiş…

Sosyalist hareketin ‘89 Bahar Eylemleri zamanı, şimdi kâbus gibi andığımız 90’lı yıllar, aynı zamanda kamu emekçi sendikalarının fiilen kendilerini kurdukları ve mühürleri söktükleri dönemdi. Sosyalist hareket çok canlıydı. Hiçbir yer bulamayınca düğün salonlarında sosyalist hareketin birliği, yeniden yapılanma toplantıları yapılıyordu. Üniversiteler kaynıyordu. O dönem sosyalist harekete dair birçok tartışma içindeydik. Ortak zeminlerimiz vardı.

Neoliberalizm üretim süreçlerini zamansal ve mekânsal olarak parçaladı, esnek, güvencesiz bir emek hayatı yarattı. Örneğin çağrı usûlü işleyen kiralık işçilik diye bir sistemi zorunlu hale getirdi. Kolektif üretim mekânlarını dikenli tellerle çevirdiler, işçilerin birbiriyle teması söz konusu değil. Bütün hikâye yalıtmak üzerine kurulu. Sendikasızlaştırmayı bir politika haline getirdiler. Büyük sendikalar işyerlerinden kopmaya başladı. Zaten az olan üyeler üzerinde sendikalara yönelik güven tahribatı da oldu. Topyekûn sınıf örgütleri, bütün sosyalist hareket yeni dönemde bu toplumsal mücadele alanlarını güçlendirmeye odaklanmalı. Ortak alanları tarif edip parlamentoya sıkışmadan yeni bir döneme gireceğimiz umudunu taşıyorum.

Kadınİşçi’nin nisan sonunda düzenlediği Zehra Kosova Sempozyumu’na katıldınız. Akademisyen, feminist kadınlarla işçi kadınların karşılaşmasını murad eden bu çabayı, sunumlardaki tartışmaları nasıl değerlendirirsiniz? Genellikle sınıf mücadelesini bütüncül bir ifade gibi kullanıyoruz, ama kadın işçilerin kendine has sorunları var: Eşit işe eşit ücret, hamilelik dönemindeki ihtiyaçlar, çalışırken regl izni alabilmek gibi pek çok ayrı mücadele pratiklerini de yürütüyorlar…

Bu sorunuz beni biraz geriye, 2007 yılında aylar süren Novamed Direnişi’ne götürdü. Novamed’de sadece kadınlar çalışmıyordu, ama büyük oranda kadınlar greve çıkmıştı, çok öfkeliydiler. Kadın işçilere özgü olan meseleleri, taciz, tuvalet izni, regl dönemlerinde çalışmak zorunda olmamak gibi konuları o sırada çok konuştuk. Feministler olarak Novamed için bir kampanya yaptık, o kampanyanın ardından Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) kuruldu, Feminist Politika dergisi çıktı, kadınların olduğu bütün grevlerde dayanışmayı örgütlemeye çalıştık.

Latin Amerika Rojava’yı çok iyi takip ediyor. Bana da bir sürü şey sordular, elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. “Biz devrim ihraç etmek istemiyoruz” diyor Zapatistalar, “ilham almak ve ilham vermek istiyoruz” diyorlar. Özerk yapıdan kastettikleri şey birilerinin kentlerden sıkılıp otonom bir yer yaratması değil. Rojava’yı toplumsal mücadeleden geçen bir otonom yapı, bir başka dünyanın inşası olarak görüyorlar.

Ben kendimi sosyalist feminist olarak tanımlıyorum, çünkü patriyarkal kapitalizm tahliline katılıyorum. Patriyarka da, kapitalizm de bir sistem, bunlar birbirinden ayrılamaz. Patriyarkanın tarihi kapitalizmden daha eski, ama tüm bu kapitalizm evrelerine bakıldığında aralarında ayrılamaz bir bağ var. Sınıf mücadelesi feminist mücadeleden ayrılamaz, bunların birbirini güçlendirmesi gerekir. Hane içindeki cinsiyetçi iş bölümü ve hane içinde kadının harcadığı emeğe el konulması bizim için birçok konunun anahtarı. Bu duygusal emek, zaten aile için harcanıyor denerek, gönüllü emek sayılarak, “anne zaten çocuğunu sever” diye tarif ediliyor. Kadın işçi olarak dışarı çıktığında da hane içindeki cinsiyetçi iş bölümünün uzantısı işler, hemşirelik, öğretmenlik, el işi gibi işler onun için meşru görülüyor. Bu duygusal emek onun doğal uzantısı gibi tarif edilidiği için maaşların düşük olmasında beis yok, çünkü o eve “katkı sağlıyor”, evi “geçindirmiyor”.

Yeşil Sol Parti’nin seçim bildirgesindeki kadın emeği bölümü çok güçlü, “ev içinde harcanan kadın emeğinin ücretlendirilmesi” gerektiğini söylüyor. Bu ücretlendirme aynı zamanda kadınları cinsiyetçi iş bölümüne mahkûm da edebilir, kadın işi – erkek işi ayrımını sabit kılabilir, o yüzden ücretlendirilirken aynı zamanda toplumsallaştırılmaları gerekir.

LGBTİ+ Hakları Sözleşmesi’ni ilk imzalayan adaylardan birisiniz. Zaten birçok eylemde feminist mücadeleyle LGBTİ+ örgütleri iç içe…

LGBTİ+ ve feminist hareket patriyarkaya karşı mücadele ediyor. Biz bir aradayız. Son dönemde seçimi kaybedip kaçan Brezilya devlet başkanı Bolsonaro, Macaristan’daki Orban yönetimleri LGBTİ+ nefretiyle kendilerini meşrulaştırmaya çalıştı. Bir göçmen düşmanlığı, ırkçılık, bir de LGBTİ+’lar! Kadınları “makbul” kadın yapmak istiyorlar, mültecileri memleketlerine göndermek ya da asimile etmek istiyorlar, ama LGBTİ+’ları yok etmek istiyorlar. AKP-MHP iktidarı tam bu nefret üzerinden kendi konsolidasyonunu sağlıyor.

Makbul kadın siyaseti üzerinden alternatif bir kadın hareketi oluşturmak istediler, ama kürtajı yasaklama girişimlerine karşı tüm kadın hareketi bileşenleri olarak çok güçlü bir mücadele yürüttük. AKP siyasetinin içindeki kadınlarla da yine o dönem ortaklaşmıştık. Örneğin nafaka meselesinde bu böyle oldu. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ettiler, ama 6284 yerinde duruyor, orada İstanbul Sözleşmesi’ne referans var. 6284’ü ortadan kaldırmak için yeniden hareket geçtiler, ama o kadar kolay olmayacak. Tüm bu açmazlarını aşmak için her zamanki gibi bir düşman oluşturacaklar ve şimdi nefret objesi olarak LGBTİ+’ları öne sürüyorlar. “Kutsal aile” mefhumuna karşı çok uygun bir kavram, çünkü homofobi, transfobi sadece AKP’de yok. Öte yandan, toplumun her yerinde LGBTİ+’lar var. Ev kiralıyorlar, yaşıyorlar, çalışıyorlar… AKP-MHP iktidarının LGBTİ+’lara yönelik nefretle kendilerini konumlandırmasına ilişkin bir bütün olarak muhalefetin  güçlü yanıt veremediğini düşünüyorum.

Bu süreçte meydanlarda kurulan kadın çadırlarında, kadın seçim ofislerinde karşılaştığınız kadınlarla neler konuşuyorsunuz? Feminist kimliğiniz, politik söyleminiz nasıl yankılanıyor?

Biz her zaman “aile değil, kadınız”, aile dışında hayat var deriz. Ben LGBTİ+’ların, feministlerin temsilcisi değilim. Sosyalist feminist bir kadın olarak patriyarkaya karşı mücadele ediyorum. Bu yolda ortak politik hedefleri olanlarla birlikteyiz. Bizim aramızda temsil ilişkisi yok, ama dayanışma ilişkisi var.

Seçim çalışmalarında laf “aile değil, kadınız”a geldiğinde pek çok insanın yüzünde bir şaşkınlık görüyorum. “Ne demek istiyorsunuz” diyorlar. Çünkü aile “sıcak yuva” demek birçokları için. Ama aile aynı zamanda şiddet yuvası, kadın cinayetleri en çok birinci derece yakınlar tarafında işleniyor. En çok bunları konuşuyoruz. Patriyarka çok güçlü. Bu ilişkilerin çözülebilmesi için siyasetin toplumsallaşması, yaşamımızın birçok noktasında birlikte olmamız gerekiyor. Zapatistaların dediği gibi, acele etmeden, ama iz bırakarak bir toplumsal inşaya başlamamız lâzım.

Salyangoz imgesi harika değil mi?

Evet, çok başvuruyorlar ona. Şöyle açıklıyorlar: “Siz kapitalizmin zamanına göre kendinizi konumlandırıyorsunuz. Biz doğanın ritmine göre. Kapitalizmin ritmi bizi ilgilendirmiyor.” Bunu duyunca bir anda aydınlanmış gibi oldum. Hiçbir şeye yetişemiyoruz, son derece hayati kararlar almaya çalıştığımız toplantıları iki-üç saate sığdırıyoruz. Halbuki orada tek bir konu için bile üç gün süren toplantılar yaptık. Seçim değerlendirmesi dokuz gün sürdü! 8 Mart için yapılan toplantı dağın başında dört gün sürdü. Her şeyi konuşuyorsun, gülüp ağlıyorsun, nasıl yaşıyorsan öyle toplantı yapıyorsun.

Fotoğraf: Ayşegül Oğuz

Zapatistaların yanına gitmeniz nasıl olmuştu? Hangi karar sizi oraya kadar götürdü?

Sendikadayken sosyalist hareketlerle tanışmıştım. Birleşik Sosyalist Parti, sonra ÖDP, sonra da Sosyalist Demokrasi Partisi’nin içindeydim. Anadolu Yakası’nda seçim faaliyeti yapıyordum. Bir yandan da kulağımız Latin Amerika’daydı. Zapatistalar Güney Meksika’da ayaklanmış, devleti, toprak ağalarını kovmuş, orada otonom bir yaşam kurmuşlardı. “Başka bir dünya mümkün” diyorlardı. O sıralar gitmeyi çok istemiştim. 2017’de gitmeye karar verdim. Aldım çantamı gittim.

İspanyolca biliyor muydunuz?

İngilizcenin yeterli olacağını sanıyordum, ama bu tam bir hayalmiş. Ama şanslıydım, Guatemala’da eski gerillaların oluşturduğu, adı da Dağ Okulu olan bir okula gidip İspanyolca öğrendim. İyi ki gitmişim. Guatemala’da gerilla mücadelesi vermiş kadınlarla tanıştım. Dil okulu, ama her gün bir konuk geliyor, bütün öğleden sonrayı birlikte geçiriyoruz. İspanyolcayı da böyle öğretiyorlar, İnkaların, Guatemala’nın tarihiyle iç içe. Üç hafta kaldım, muhteşemdi. Sonra Chiapas’a döndüm. Zapatista bölgesine geçmek için referans istiyorlar, Meksika’dan sol, sosyalist bir oluşumdan ve geldiğin ülkenni bir örgütünden. “Biz devletle herhangi bir iş yapmayız, muhalif mi, ona bakarız” diyorlar. Orada da saldırılar çok oluyor, davetli kişi bir kriz ânında panik yapmadan kalabilir mi, bir de buna bakıyorlar.

Sizin referanslarınız kimlerdi?

Eğitim-Sen tabii, buradan. Oradan da, gittiğim gönüllüler evinden iki kişi. Zapatista bölgesine kadar San Cristobal’deydim, Kadıköy gibi bir yer, Zapatista hareketinin Kumandan Ramona ile ilk işgal ettiği yer. Zapatista bölgesi gerçekten başka bir dünya. Eğitim sistemleri bambaşka, suç ve ceza gibi kavramları yok. Mutlak bir anti-kapitalist ilişkilenme söz konusu. Kadınların varlığı her düzeyde çok etkin, etkili. Ama gülerek diyorlar ki, “koskoca Meksika devletine, Meksika ordusuna kafa tuttuk, ama şu cinsiyetçi iş bölümünü yenemedik, hâlâ bununla uğraşıyoruz”. (gülüyor) 

Göçmenler için “geri dönsünler” diyenin sınır ötesi operasyonlara da hayır demesi, “demokrasi götürüyoruz” deyip de başkasının üstüne bomba yağdırana izin vermemesi, militarizmi kutsamaması lâzım. “Geri göndereceğiz” söylemi de zaten çok problemli, paket değil, kargo değil insanlar. Bütünlüklü bir yaklaşım gerekiyor.

Buradan bakınca idealleştirilmiş bir kahraman gibi düşünüyoruz Marcos’u, orada öyle değil, herkes gibi ortalıkta olan, toplantılara katılan birisi. “1993’te başladı bizim devrim” diyor, “1994’te değil”. Çünkü kadınlar 1993’te taleplerini açıklayan bir deklarasyon yayınlıyor, başlangıcı oradan alıyor.

Bir eğitim sistemi, hastaneler var, ama uzmanlık yok. Hiyerarşi yaratacak hiçbir şeye izin vermiyorlar. Ne doktor var ne başhekim, herkesin adı aynı, herkes “sağlık çalışanı”. Sağlık alanında daha iyi olmak istiyorum diyenler devam ediyor, ama onlar da bir dönem mutlaka gidip kahve tarlasında çalışıyor, bir dönem okulda eğitim veriyor. Bu uzmanlaşmama hali Maya kültüründen, yerli halklar kültüründen gelen bir şey. Sağlıkta kadim bilgi ile mevcut tıp bilimini buluşturuyorlar. Baş edemedikleri bir durum olduğunda, Meksika’nın her yerindeki, pek çok Latin Amerika ülkesindeki sendikalarla, sağlıkçılarla dayanışmaya gidiyorlar. Cezaevi yok, kapatılma diye bir şey yok. Topluluktan atmak var, en kötü. En büyük sorun Meksika devletiyle iş yapmak ve kadınlara karşı işlenen suçlar. Ceza niyetine uygulanan diğer her şey telafi etmek üzerine kurulu. Birisini yaralayıp tarlasında çalışmasına engel mi oldun, onun tarlasında da çalışacaksın. Örgütlenmeleri çok iyi, hem küçük topluluklar, hem de sözlerinin merkeze ulaşması beş aşamayı filan gerektirmiyor. İlişki karşılıklı olarak çok hızlı gelişiyor. Ama aceleleri de yok, bir şeyi çözemedin mi, üç gün de tartışabilirsin.

Ne kadar kaldınız Zapatista bölgesinde?

Üç aylığına gitmiştim, bir anda sekiz ay oluverdi. Tamamını Zapatista bölgesinde geçirmedim, ama çoğunlukla oradaydım. Covid geldiğinde Brezilya’daydım, Sao Paulo’da “Çin’e gittiniz mi” gibi sorularla karşılaştım. Topraksız köylü hareketiyle ilişkilenmek istiyordum biraz, hasat şenliğine katılacaktım, hepsi iptal oldu, THY de “son uçağımız” deyince geri döndüm. Bir sene sonra yine Meksika’ya gittim, çünkü 1 Ocak devrimin yıldönümü. Muhteşem kutlamalar oluyor dağda. Bir önceki gidişimde Kolombiyalı kadınlarla tanışmıştım, Meksika’dan sonra onların yanına gittim. Barış süreci ilan edilmiş, ama bir yandan buna hayır denmiş, öyle bir dönemdi. Hükümette Iván Duque var, acayip faşist. “Mega projeler” oranın da belası, hidroelektrik santraller yüzünden yerli halklar yerinden edilmiş. Onlarda da yeni seçim oldu, evinde kaldığım kadın arkadaşım Isabel (Zuleta) de şimdi Meclis’te. Benim adaylığımı duyunca çok şaşırdılar, sevindiler. (gülüyor)

Parlamentoya sıkışmış bir siyaset, gene uzmanların politika konuşacağı bir alan haline gelir. Meclis dediğimiz şey, mücadelenin yaygınlaşması, sesinin daha çok duyulması için önemli. Bir de, yasa yapılan yer orası tabii. O yasaların içeriği toplumsal mücadelelerin taleplerinden süzülüp gelmeyince olmuyor, sürekli yeni fetret dönemleri gerekiyor.

Latin Amerika Rojava’yı çok iyi takip ediyor. Bana da bir sürü şey sordular, elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. “Biz devrim ihraç etmek istemiyoruz” diyor Zapatistalar, zaten böyle bir şey olmaz, ama “ilham almak ve ilham vermek istiyoruz” diyorlar. Özerk yapıdan kastettikleri şey birilerinin kentlerden sıkılıp otonom bir yer yaratması değil. Rojava’yı toplumsal mücadeleden geçen bir otonom yapı, bir başka dünyanın inşası olarak görüyorlar. Sordular diye Rojava Anayasası’nı didik didik okudum.

Yıkmak istediğine, egemen olana benzememek konusunda kafaları çok açık. Bizde eksik olanın bu olduğunu düşünüyorum, bunu oradan buraya dönünce daha iyi anladım. Sendikalara, köylere gittim, tartışmalara katıldım, zamanımı mümkün olduğunca toplumsal mücadeleleri izlemeye verdim. Dokuz gün seçim değerlendirme toplantısı yapılıyor mesela, birisi çıkıp bir şey konuşuyor gibi değil, herkes çeşitli gruplara bölünmüş, tartışıyor. Bir sohbet ve etkileşim hali var, ama tartışmalar da çok güçlü. Toplantı aralarında müzik grupları geliyor. Sonra “hadi duvar boyuyoruz” diyorlar, “siz de kendi bölgenizden bir şey yapabilirsiniz”.

Siz ne boyadınız?

“Jin Jiyan Azadi” yazdım, üç dilde, Kürtçe, Türkçe, İspanyolca. (gülüyor)

Bugünün faşist yönetimlerinin iki düşmanı olarak LGBTİ+ toplumunu ve göçmenleri saydınız. Kemal Kılıçdaroğlu bir konuşmasında göçmen sorununu iklim krizi bağlamında ele aldı. Yabancı düşmanlığına karşı göçmenlerle enternasyonalist dayanışma sizce nasıl bir bağlamda düşünülmeli?

Kapitalizmin bugün geldiği evrede savaşlar, üretim süreçlerinin getirdiği ekolojik yıkım ve iklim krizi var. Bunlar hep birbiriyle ilişkili. Sudan’ın yeni bir savaş alanı haline gelmesi, yine kapitalizmin enerji ihtiyacıyla ilgili örneğin. İnsanlar bu sebeplerle kitleler halinde göç ediyor ama, bir de, daha iyi bir yaşam için bir başka yere gitmek var. Zonguldak’taki madenciler iş için gidiyor Almanya’ya ama, aynı zamanda, daha iyi bir hayat için gidiyor. Sermayenin sınırları yok, ama getirdiği yıkımın, yarattığı tahribatın da sınırı yok. Göç olgusu “kendi ulusuna dönsün” denerek çözülebilecek bir şey değil. Yaşantımız, kaderimiz birbirine bağlandı. İnsanlar nerede daha iyi yaşamak istiyorsa orada o koşulları yaratmak zorundayız. “Geri dön, sonrası beni ilgilendirmez” diyemeyiz. Kendi toprağında yaşamak istiyorsa da, oradaki koşulları iyileştirmek için uğraşmalıyız. “Geri dönsünler” diyenin sınır ötesi operasyonlara da hayır demesi, “demokrasi götürüyoruz” deyip de başkasının üstüne bomba yağdırana izin vermemesi, militarizmi kutsamaması lâzım. “Geri göndereceğiz” söylemi de zaten çok problemli, paket değil, kargo değil insanlar. Bütünlüklü bir yaklaşım gerekiyor. Böyle bir yaklaşımı Yeşil Sol Parti’nin seçim bildirgesinde gördüm, adaylığa evet demeden önce programı satır satır okudum.

AKP-MHP rejimi yıkılsa dahi yeni bir parlamenter düzene geçiş süreci pek çok tartışmaya gebe. Siz bu dönemde parlamentoda nasıl bir mücadele süreci öngörüyorsunuz?

Parlamentoya sıkışmış bir siyaset, gene uzmanların politika konuşacağı bir alan haline gelir, vaat alanlar ve vaat verenler olarak ayrışırız. Meclis dediğimiz şey, mücadelenin yaygınlaşması, sesinin daha çok duyulması için önemli. Bir de, yasa yapılan yer orası tabii. O yasaların içeriği toplumsal mücadelelerin taleplerinden süzülüp gelmeyince olmuyor, sürekli yeni fetret dönemleri gerekiyor. Emek ve Özgürlük İttifakı’nda, tüm hiyerarşilere, ezme-ezilme ilişkilerine karşı olan, sınıf mücadelesinin, patriyarkaya karşı mücadelenin önemini bilen insanlar olarak toplumsal hareketlerle organik bağımızı korumamız çok önemli. Tümü olmasa da, siyaseti toplumsallaştırma meselesine bazı CHP’li milletvekilleri de destek olabilir. Seçim öncesinde de, sonrasında da birlikte mücadele etmenin çok büyük önemi var.

Önümüzdeki dönemde yeni bir barış süreci için tartışmaların başlaması da yüksek bir ihtimal. Kürt sorununun eşit, adil biçimde çözülebilmesi için bunu tüm toplumun dokularına yayacak, hepimizin meselesi haline getirecek bir masa lâzım. Bu da tek tek kişilerin katılımıyla, “akil insanlar”la olmaz. Örneğin çözüm sürecinde masada kadınlar vardı tabii ama, mesele feministlerin örgütleriyle orada olması, kolektif bir masanın kurulması. Kolombiya’da yerli örgütleri de, kadın örgütleri de masadaydı örneğin. Barış görüşmelerinde Zapatistalar toplantı esnasında kalkıyorlar, dışarıda toplanan kitleye konuşulanları anlatıyorlar, “ne diyorsunuz” diye soruyorlar ve toplantıya dönüyorlardı. Acele etmiyorlar, “bunları konuşmalıyız, tartışmalıyız” diyorlar. Böylesi bir toplumsallıkla kalıcı bir barışın inşası mümkün olabilir.

Yani salyangoz hızıyla, ama iz bırakarak ve antenleri açık tutarak.

Ve, o kabuğun içinde, kendi kendine yeterek. (gülüyor)

^