The Kinks – Too Much On My Mind (Face to Face)
Wim Wenders: (parça başlar başlamaz) Amerikalı Arkadaşım’daki parça bu. Bruno Ganz’a nasıl söyleyeceğini göstermiştim… (mırıldanıyor) İlk büyük tutkularım hakikaten 60’ların İngiliz rock’uydu: Them, Pretty Things, Who… Benim kuşağımın grupları… Ama bütün plaklarına sahip olduğum bir tek Kinks’di. Benim için esas olan onlardı. Ray Davies’in söyleyiş tarzı, kayıtsızlıkla nüktenin, mizahın iç içe geçtiği sözler. 70’li yılların sonlarına doğru nihayet onunla tanıştım. Londra’da olduğum bir gün durup dururken ona telefon ettim. Sonra, bazı filmlerime Ray’in kendisi de katıldı ve dost olduk. Sevimli bir İngiliz ve hakikaten çok… İngiliz! Konuşurken, durmadan size göz kırpıyor. Öyle olunca da, insan söyledikleri hakkında ne düşüneceğini bir türlü bilemiyor… Bu şarkının, “Too Much On My Mind’’ın filmlerimi izleyen bazı seyircileri hakikaten etkilediğini sanıyorum, daha doğrusu, öyle olduğuna inanmak istiyorum. Ne zaman işler yolunda gitmez, bir aksilik çıkarsa, kafam çok karışık olursa, ya da kafamın içinde çok fazla şey olursa hep bunu mırıldanırım. Tıpkı bir mantra gibi.
Canned Heat – On The Road Again (On The Road)
Bu Alice Kentlerde. Canned Heat 60’lı yılların sonlarının alâmet-i farikalarından. Asla daha iyi bir şey yapmadılar… Müzik kutusu, bir yandan dondurmasını yerken melodiyi mırıldanan küçük oğlan. Filmin çok özel sahnelerinden biri. Rüdiger Vogler’in oynadığı genç gazeteci geri dönüşsüz bir noktadadır. Şarkıyı işitiyoruz, hiçbir şey olmuyor. Ama sonra tekrar yola koyuluyor.
Alice Kentlerde’de konser verirken Chuck Berry’yi de çekmişsiniz.
Aslında, o sekans bana ait değil. Frankfurt’ta “Memphis Tennessee’’yi çalarken Chuck Berry’yi izinsiz olarak çekmiştim, ama hakları çok fazla pahalıydı. Benim için çok büyük önem taşıyordu, film bu şarkıdan yola çıkmıştı! Bunun üzerine ben de, D.A. Pennebaker’ın (ünlü Amerikalı belgeselci, “Don’t Look Back’’in yönetmeni) Kanada turnesi görüntülerini satın aldım.
Ry Cooder – The Very Thing That Makes You Rich (Bob Till You Drop)
(hafif hafif ayağıyla tempo tutuyor) Bu Ry Cooder… İlk albümü mü?
Biraz daha sonra: Bob Till You Drop. 1979.
Ry’a olan düşkünlüğüm taa ilk zamanlarına uzanıyor, Alice Kentlerde’nin montajını yaparken sürekli döne döne onu dinlerdim. Sonra da, onun bütün müzik kariyerini takip ettim. 1979’da Hollywood’da Hammett’i çekerken, müziği Ry Cooder’ın tek başına elektro gitarla yapmasını çok arzu etmiştim. Byrds’den Gene Clark’ın aracılığıyla onunla temas kurdum. Ama yapımcılar bu konuyu konuşmak dahi istemedi, “tanınmamış, bilinmeyen bir isimle kumar oynayamayız”. Biz de, “n’apalım, bir dahaki sefere” dedik. Ve 1983’te Paris-Teksas’a kısmet oldu. Los Angeles’daki Ocean Way stüdyolarında Ry’ın halini hatırlıyorum: Müziği notalara dökmeyi bilmeyen Ry filmimin montajlanmamış, ham çöl görüntüleri karşısında canlı olarak çalıyordu. Büyüleyiciydi, sanki gitarıyla görüntüleri yeniden filme çekiyor gibiydi. Benim açımdan o, Paris-Teksas’ın ikinci yönetmenidir. O zamandan sonra, sinema müzisyeni olarak kendini kabul ettirdi, 12 yıl boyunca beraber bir şey yapmadan, ama birbirimizle teması asla kaybetmeden kaldık.
Nick Cave – The Mercy Seat (Tender Pray)
(belli belirsiz bir tereddütten sonra) Nick Cave, “The Mercy Seat”. Amerika maceramdan sonra, 1985’te Berlin’e döndüğümde onunla tanıştım. Grubu Bad Seeds’le beraber oraya yerleşmişti. Konserlerinin hiçbirini kaçırmıyordum. Nick beni ânında cezbetmişti: Kulüplerin o yapış yapış nemli havasına cuk oturan o oldukça karanlık “Berlinli” yanı, sonra o cakası, 60’lı yılların kahramanlarını hatırlatan giyim kuşamı. Duvar hâlâ yerli yerinde duruyordu, yıkılacağını da tahmin etmiyorduk. Berlin Üzerindeki Gökyüzü’nün senaryosu kafamda yoktu: Bir duvarın üzerine desenler yapıştırıyordum; film bu mozaikten çıktı. O desenlerden birinde de Nick Cave vardı.
Filmin tek belgesel sekansı…
Bir bölümünü gördüğümüz konser de çekimler için düzenlenmişti. Potsdammer Meydanı’nın ortasında eski Berlin’in bir kalıntısı olan Esplanade’da olmuştu konser. Etraftaki her yer savaştan beri yıkıntı halindeydi. Bugün, Sony oraya yerleşti, kaderin cilvesi. Hidrolik bir sistemle Esplanade’ı kırk metre öteye taşıdılar… Şehir çok değişti. Duvarın yıkılışını izleyen yıllar boyunca, aralıksız şehri çektim, şimdilik arşivde bu görüntüleri saklıyorum, belki günün birinde kullanırım.
U2 – New Year’s Day (War)
U2… Daha dün, ortak projemiz Millon Dollar Hotel’in ilk montajını Bono’ya göstermek için New York’taydım. Altı yıldır bu proje üzerinde çalışıyoruz. İlk fikir onun. Aslında kurgu bilim olacaktı, ama yeterli bütçemiz olmadığı için bugüne taşıdık. N’apalım, mühim değil, bir aşk hikâyesi… Bono’yu ve gitarist The Edge’i Berlin’de Achtung Baby’nin kayıtlarını yaparlarken tanıdım. Bu sefer onlar beni aradılar. Bir Cole Porter cover’ı olan “Night and Day” için klip çekmemi istiyorlardı. Benim apartman dairemde çektik. Çok kültürlü çocuklar, onlarlayken hiç sıkılmıyorum. Bono’nun geleceğe dair ilginç fikirleri, sağlam bir vizyonu var. Fikirlerimiz birbirine çok yakın olduğu için o ve grubu bizi 2000 yılına götüren Dünyanın Sonuna Kadar’a katıldılar.
Madredeus – O Paraiso (O Paraiso)
(daha vokal girmeden) Madredeus… Onlarla tanışmam hakikaten büyük bir şans oldu. Sipariş üzerine şehrin bir portresini çekmek üzere Lizbon’a gitmiştim. Kafamda hiçbir fikir yoktu. Bir dostum, ilk albümünü bildiğim Madredeus’tan bahsetti bana. Londra’ya gitmezden önce demo kayıtları yapıyorlardı. Oraya gittik, ve daha Teresa’nın sesini duyar duymaz rehberimi bulduğumu anladım. Grubun yaptığı müzik Lisbon Story’nin kalbi oldu; en az senaryo kadar, hatta senaryodan çok daha fazla önem taşıyordu.
O dönemde, kendinizi arıyordunuz sanki. Müzik bir sığınak, kendinizi yeniden beslemenin bir kaynağı olabilir mi?
Kesinlikle. Birkaç yıl tamamen dağıtmıştım: Bir türlü sonunu getiremediğim projeler, siyasi faaliyetler, diğer işler (Wenders, Avrupa Film Akademisi’nin başkanıydı). Münih’te dersler. Antonioni’nin filmi (Bulutların Ötesinde)… Olayların Gidişi’ni ve Dünyanın Sonuna Kadar’ın bir kısmını çektiğim Lizbon’da çocukluğumun Almanya’sını buluyordum sanki biraz: tramvaylar, masumiyet ve saflık havası. Ayrıca, Lizbon Avrupa’nın ucu. Batı’ya bakan ve seyahat nostaljisi taşıyan bir şehir.
İbrahim Ferrer & Omara Portuondo – Silencio (Buena Vista Social Club Presents İbrahim Ferrer)
İbrahim… Albümdekinin kemanlı versiyonu. Ry bazı düzenlemeler, overdub’lar ekledi. Filmde şarkı daha brüt.
Ry Cooder sayesinde Buena Vista Social Club’ı keşfetmezden önce Küba müziğini biliyor muyunuz?
Bir parça. Birkaç plağım vardı. Ama daha çok Arjantin tangosuna yönelmiştim. Sonra, The End of Violence’ın müziği için Ry’la çalışırken Havana’dan daha yeni gelmişti, bu müzisyenleri kaydetmişti. Albüm henüz çıkmamıştı, bana bir kasedini verdi, durmadan onu dinliyordum. Bu adamlar hakkında olağanüstü hikâyeler anlatıyordu. Abarttığını düşünüyordum. “Bir dahaki sefere beni de götür” dedim ona. 1998 martında bu sefer ben Havana’daydım. Nisan ayında, çok küçük bir ekiple ve stüdyoda İbrahim Ferrer’i mümkün olduğunca sessizce çekmek için bir video kamerayla çekimlere başladık. Steadycam’i kullanan operatör de kontrbasçıydı, onun için müzikle hareket edebildi. İlk başta, Havana’da üç hafta çekim yapmayı planlamıştık. Ama derken her şey zincirleme gitti: Amsterdam konseri, New York, Carnegie Hall. Buena Vista Social Club Havana’da çok coşkulu bir seyirci karşısında gösterildi. Aynı zamanda hem Küba’da hem de onca yakın olmasına rağmen birçok kişinin bu küçük ülkenin varlığını bile unuttuğu ABD’de gösterilen bir film yapmış olmak, bende büyük bir manevi tatmin duygusu yarattı.
Çeviren: Siren İdemen
Roll, sayı 39, Şubat 2000