Cemal Süreya (1931 – 1990) “Şairin Hayatı Şiire Dahil” başlıklı bir yazısında genel olarak sanatta, özellikle de şiir sanatında otobiyografik ögelerin ağırlıklı bir yeri olduğunu yazar. Aynı yazıda, şiir okuyucusunun “şairin yapıtına yansımamış hayat bölümü ile de ilgilendiğini ve bunu yapıtın bir parçası saydığını” ekler. Sanat yapıtının oluşum ve alımlanma süreçlerinde otobiyografik olanın rolüne açıkça vurgu yapan Süreya’nın hayatına ve yapıtlarına yaklaşırken şairin bize verdiği bu “ipucu”nun kıymeti şimdiye kadar bilinmemiştir.
Süreya’nın artık daha çok zikredilen, ama hâlâ “bilinmeyen”, Alevi-Zaza kökenli olduğu, “Dersim Olayları” öncesinde 1937 yılında ailesi ile beraber batıya sürgün edildiği, yaşamının son dört-beş yılına kadar Dersimli kimliği ve sürgünlüğü hakkında şaşırtıcı bir ağzı sıkılık gösterdiği gerçeğine biyografisini yazanlar ve sanatı hakkında söz alanlar gereken önemi vermemiş ya da geçiştirmişlerdir.
Süreya’nın kısa bir biyografisi sayılabilecek bu yazının ana düşüncesi, Süreya’nın kamusal alanda paylaşmaktan sakındığı Dersimli geçmişinin ve sürgünlüğünün, hayatının kimi önemli kararlarını ve yazarlık macerasını ilk bakışta hemen görülemeyecek, ama önemli biçimlerde etkilemiş olduğudur. Süreya egemen yazın dünyasında kendini bir yazar olarak var etmeye çalışırken Dersimli geçmişinden ve sürgün yaşantısından belli ki rahatsızlık ve sıkıntı duymuş, bu konulardaki hassasiyeti yazarlık serüvenini, edebi uğraşlarının sırasını, içeriğini etkilemiş ve şekillendirmiştir.
1930’lar ve 40’lar: Sürgün ve annenin ölümü
Cemal Süreya, Alevi-Zaza bir ailenin ilk çocuğu olarak 1931 yılında Erzincan’da dünyaya gelir. Nüfus kayıtlarında adı soyadı Cemalettin Seber’dir. 1956 yılında şiirlerini Cemal Süreya adıyla yayınlamaya başlar ve o zamandan beri edebiyat çevrelerinde ve medyada bu adla bilinir.
Ataerkil bir ailenin ilk çocuğu olarak Süreya’nın mutlu bir çocukluğu olur. Küçük Süreya ve ailesi, Seber ailesinin öbür üyeleriyle beraber Erzincan’da aynı evde yaşarlar. Süreya’nın büyük amcası Memo’nun idare ettiği yüklenicilik işleri ile geçinen geniş Seber ailesinin hem ekonomik durumu, hem de amca Memo’nun şehrin ileri gelenleriyle arası iyidir. Erzincan’daki bu mutlu hayat, Süreya altı yaşındayken sona erer. Çünkü valilik büyük amcası Memo’nun Erzincan’ı derhal terk etmesini ister. Bugünkü Erzincan’ın bir bölümünü de kapsayan Dersim bölgesinde “Dersim Olayları”nın ilk hareketlenmelerinin görüldüğü 1937 yazında amca Memo’ya sürgün kararı tebliğ edilir. Amca Memo’nun ya da Seber ailesinin “isyana” katılmak suçundan sürgün edilip edilmedikleri belli olmamasına rağmen, Seber ailesi de bölgeden göç ettirilen Alevi-Zaza ailelerden biri olur. Süreya’nın babası, ağabeyi Memo ile beraber Bilecik’e giderken, Süreya’nın küçük amcası ve halası İstanbul’un yolunu tutar. Süreya, sürgünlüklerini başlatan o tren yolculuğunu yıllar sonra şöyle hatırlar:
“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Bilecik Ortaokulu’ndayken, bir öğretmeni inatçılığı nedeniyle “Kürt damarı tuttu” demiş, bir arkadaşı da “Sümüklü Kürt” diye Cemal’e bağırmıştır. O ne kadar gizlerse gizlesin, adı çoktan konmuştur: “Kürt Cemo!”
Süreya’nın köy diye hatırladığı yer, yaklaşık on yıl yaşayacakları Bilecik şehridir. Buraya yerleşmelerinden kısa bir zaman sonra, Süreya’nın annesi ölür. Kendisini erken yaşta kaybetmesine rağmen, Süreya’nın “şiir itisini aldığı” insan annesidir. Masal ve halk hikâyeleriyle Süreya’daki halk edebiyatı sevgisinin tohumlarını atan kişi yine annesidir. Süreya’nın halk edebiyatına ilgisi okumayı öğrendikten sonra artarak sürer. Evde ilk bulduğu, döne döne okuduğu kitaplar, Alevi çevrelerde bulunan dinsel kitaplarıdır. Bunlardan bilhassa unutamadığı, “en az yüz kere” okudum dediği, Hazreti Ali Cenkleri’ni anlatan kitaptır. Zamanla okudukları çeşitlense de, Süreya’nın Alevi folkloruna, özellikle de Hazreti Ali Cenkleri’ne olan ilgisi hayatı boyunca sürer. 1980’lerde yayınlanan günlüklerinde kendini Hazreti Ali uzmanı olarak gördüğünü, cenk hikâyelerinin yeniden yazımı için Cem Yayınevi ile anlaştığını yazar. Ancak, Süreya bu ve daha başka halk edebiyatı projelerini hayata geçir(e)memiştir.
Süreya’nın şiiri dikkatli okunduğunda, Alevi kültüründen ve halk edebiyatından ne kadar çok ve ince bir biçimde beslendiği görülebilir. Ve bu yönüyle Süreya, İkinci Yeni’nin öbür ozanlarından ayrılır. Ancak ilginç olan şudur ki, Süreya’nın şiirinin genelde halk kültürü, özelde Alevi kültürü ile olan zengin ilişkisi pek dikkat çekmemiştir.
Annesinin tersine, edebiyatçı kişiliğinin oluşmasında babasının Süreya üzerinde bir etkisi olmamıştır. Babası annesinden yirmi yıl daha fazla yaşamış olsa da, Süreya’nın onunla sınırlı bir ilişkisi olmuştur. Bunun iki ana sebebi vardır. Birincisi, Süreya’nın babası uzun yol kamyon şoförü olduğundan zamanının çoğunu evinden uzakta geçirmiştir. Süreya ile babasının ilişkisini sınırlayan ikinci neden ise okulla ilgilidir. 1939-42 yıllarında Süreya İstanbul’da yaşamış ve ilkokula burada başlamıştır. Bu süre zarfında Süreya İstanbul’da halasının yanında kalırken, kızkardeşleri Ayten ve Perihan Bilecik’te babasının yanındadırlar. Süreya’nın gidişinden bir süre sonra, babası ve kızkardeşleri de İstanbul’a taşınır. Ancak, ailenin İstanbul’daki hayatı uzun sürmez. Çünkü Cemaller sürgünlüklerini tamamlamadan, İstanbul’a izinsiz gelmişlerdir. Bu durum polis tarafından fark edilince, tüm aile tutuklanıp Sansaryan Han’da bir gece alıkonulduktan sonra jandarma eşliğinde Bilecik’e geri gönderilir. Süreya bu yüzden İstanbul’da başladığı ilkokulu Bilecik’te tamamlamak zorunda kalır. 1944 yılında Süreya ilkokulun son sınıfındayken, babası yeniden evlenir. Üvey anne, Cemal’e ve kızkardeşlerine hayatı zindan eden biridir. Süreya bunu bir mektubunda şöyle anlatır:
“Bir keresinde, hiç unutmam, aynanın arkasındaki zehiri kazımış, ısıttığı suyun içine atarak, bana, hadi yıkan demişti. İrkilmiştim. Biraz ellerimi ıslatmış, onu da başka suyla yıkamış, işkence suyunu da çaktırmadan dökmüştüm. Bu kadın, kardeşim Perihan’ın hamam tasıyla ayak kemiğini kırmıştır. Ayten ise, korkusundan kaç kez evden ormanlara kaçmıştır.”
“Deli” ve tacizkâr üvey anneye daha fazla maruz kalmamak için Süreya 1944 güzünde Bilecik ortaokulunun yatılı kısmına başlar. Ortaokuldan sonra, bu kez lise için yine İstanbul’dadır. 1947-50 arasında Haydarpaşa Lisesi’ni bitirir. Üvey annenin eziyetlerinden kaçmak için yaz tatillerini Bilecik yerine İstanbul’da geçirir.
1937 yazında Dersim’de Seber ailesine sürgün kararı tebliğ edilir: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu.”
Süreya’nın anılarında işaret ettiği gibi, şiirsel duyarlılığın oluşmasında annesinin rolü çok önemlidir. Bu tespitten hareketle, Süreya’nın annesini erken yaşta kaybetmesinin hayatının en tramvatik yaşantısı olduğu ve bunun “şair oluşunu en çok etkileyen örselenme” olduğu iddia edilebilir. Buna rağmen ya da bununla beraber, Süreya’nın yazarlık evreninin oluşumunda, dahası, duygusal, sanatsal ve entelektüel reflesklerinin biçimlenişinde çok daha uzun süreli ve elle tutulur etkileri ve sonuçları olan, en az annesinin kaybı kadar önemli bir başka etmen, Süreya’nın Dersimli kimliği ve bu bölgeden ailesiyle birlikte göçtürülmüş olmasıdır.
Küçük Cemal için ailesinin etnik-dini kökeni ve zorunlu göç olgusu, herkesten gizlemeye çalıştığı derin bir “utanma” ve “acı” kaynağı olur. Küçük Cemal bu aile sırlarını gizlemede her zaman başarılı olamamıştır. O ne kadar gizlemeye çalışsa da, sırlarını öğrenip onunla alay edenler, hor görenler çıkmıştır. Mesela, Bilecik Ortaokulu’ndayken, bir öğretmeni inatçılığı nedeniyle “Kürt damarı tuttu” demiş, bir arkadaşı da “Sümüklü Kürt” diye Cemal’e bağırmış ve bu durum onun bütün gün ağlamasına sebep olmuştur. O ne kadar gizlerse gizlesin, adı çoktan konmuştur: “Kürt Cemo!” Kısa bir not düşelim: 1990’ların başındaki Aleviliğin yeniden keşfine kadar, toplumun geniş kesimince Alevilerin tamamının ya da çoğunun etnik köken olarak Kürt olduğu sanıldığından, Kürt olmak otomatikman Alevi olmak anlamına da geliyor ve bu yüzden bu iki terim çoğu zaman birbirlerinin yerine kullanılıyordu. Şüphesiz, ortaokul yıllarında küçük Cemal’in etnik ve dini kökeni konusunda tam ve net bir bilgisi olduğunu varsaymak güç olsa da, boynundaki “sürgün” yaftası derin bir üzüntü ve kafa karışıklığı kaynağıdır. Ortaokul yıllarında babaannesiyle arasında geçen bir konuşmayı 1980’lerde şöyle hatırlayacaktır:
“Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyükanneme sormuştum: ‘Neyiz biz?’ diye. Bir şey anlamadı. ‘Sürgün ne demek?’ diye yineledim. Sürgün ‘menfi’ demekmiş, ‘menfa’ya gönderilenlere ‘menfi’ denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi: ‘Bir Göçmen Çocuğun Anıları.’ ‘Göçmen miyiz yoksa biz?’ diye soruyu değiştirdim. ‘Evet, işte buldun, göçmeniz biz’ dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm.”
Bu tür olumsuz çocukluk yaşantıları Süreya’nın Dersimli Alevi-Kürt kimliği ve sürgünlüğü konusunda ağzını sıkı tutma eğilimini kuvvetlendirir. Bu ağzı sıkılık Süreya’nın üniversite öğrencisi olduğu 1950’ler, iş hayatında olduğu 1960’lı, 70’li yıllarda da devam eder. Öyle ki, çocukluğuna dair anılarını Muzaffer İlhan Erdost ve Vecihi Timuroğlu gibi çok yakın arkadaşlarına bile anlatmaz. Erdost’un tanıklığına göre Süreya, ailesi, doğum yeri hakkındaki sorulara “Erzincanlıyım” gibi kısa bir cevap verip daha fazla konuşmaya hiç istekli görünmez. Süreya ancak memuriyetten emekli olduktan sonra, 1984’te dergilerde yayınlamaya başladığı günlüklerinde çocukluğundan, Dersimli kimliğinden söz edecektir. Süreya’nın günlüklerinde bu konulara değin yazdıkları, yakın arkadaşlarının söylediklerini teyit eder niteliktedir. Bu da Süreya’nın üretken olduğu yetişkinlik yıllarının neredeyse tamamında Dersimli kimliği ve ailesinin sürgün deneyiminden dolayı bir rahatsızlık ve sosyal dışlanma korkusuyla yaşadığını düşündürmektedir.
Süreya’nın dönemin egemen edebiyat ve entelektüel çevrelerinde kendine bir yer açmaya çalışmasının, ailesinin tarihi ve kimliği konusunda duyduğu anksiyeteyi artırmış olması çok muhtemeldir. Gerçekten, bu anksiyetenin etkileri ya da varlığı Süreya’nın hem yazarlık hem de iş hayatında gözlemlenebilir. Sözgelimi, genç bir şairin / yazarın ilk yapıtına kendi hayatından, bizzat yaşadıklarından çok şeyler koyması yaygın bir pratik olsa da, şaşırtıcı bir şekilde Süreya’nın ilk şiir kitabında bu tür kolayca tanınan özyaşamsal unsurlara rastlanmaz. Nitekim Süreya ilk kitabına alacağı şiirlere karar verirken, en az bir tanesini, 1953 yılında bir dergide yayınlanan “Güllüm Kuşak” adlı, üvey annesiyle ilgili bir şiirini kitabına almamıştır. Benzer biçimde, ikinci şiir kitabında da çocukluk ya da ilkgençliğine dair gönderme ya da imgeler içeren şiirler yoktur. Kültürel kimliği ve sürgünlüğü konusundaki suskunluğunu Süreya ancak 1960’ların ikinci yarısında, önce şiirlerinde bozacaktır.
Evde ilk bulduğu, döne döne okuduğu kitaplar, Alevi çevrelerde bulunan dinsel kitaplardır. Bunlardan bilhassa unutamadığı, “en az yüz kere” okudum dediği, Hazreti Ali Cenkleri’ni anlatan kitaptır.
Süreya’daki bu tavır değişikliğinin memuriyetten istifa edip serbest yazar ve çevirmen olarak çalışmaya başladığı bir dönemde ortaya çıkmış olması önemlidir. O zaman, Süreya’nın suskunluğunun memuriyetiyle ilgili olduğunu, “sakıncalı” kimliğinin ve sürgünlüğünün işyerinde bilinmesinin onu zor durumda bırakabileceğini, yani üstlerince kendisine “şüpheli” muamelesi yapılacağını düşünmüş olabilir. Nitekim Süreya’nın yakın arkadaşlarından Vecihi Timuroğlu da kendisiyle yaptığım mülâkatta bunu doğrularcasına, Süreya’da Kürt ve Alevi olmasından dolayı memuriyeti boyunca hep bir tedirginlik gözlemlediğinin altını çizdi. Aslında Süreya’nın etnik ve dinsel kimliğinden duyduğu tedirginlik, Aleviliğin konuşulmasının, açıkça ifade edilmesinin tabu olduğu o yıllarda aynı durumdaki birçok Alevinin hiç de yabancısı olmadığı bir varoluş halidir. Dahası, bu tedirginliğin Süreya’nın iş hayatına girmeden çok önce, üniversitenin birinci yılında yaptığı bölüm tercihinde bile etkili olduğu söylenebilir. Muzaffer İlhan Erdost’un bu konudaki akıl yürütmesi dikkate değerdir.
Süreya’nın üniversite yıllarından arkadaşı Erdost’a göre, Süreya, mezuniyet sonrası, devlette çalışacaklar için sıkı, özel güvenlik soruşturmaları gerektiren kamu yönetimini (mezunları kaymakamlık ve sonra valilik yapıyor) ya da uluslararası ilişkiler bölümlerini bilerek seçmemiş, bu tür soruşturmaların yapılmadığı maliye bölümünü seçmiştir. Türkiye’de bugün bile bir tek Alevi vali olmaması, Süreya’nın üniversitede bölüm seçiminde Erdost’unkine benzer bir mantık yürütmüş olabileceğini düşündürüyor. Ailesinin kökeninin ve geçmişinin güvenlik soruşturmalarında “sorun” çıkarma olasılığını hesaba katarak, Maliye Bakanlığı bünyesinde daha rahat çalışma koşulları ve yükselme şansı bulabileceğini hesap edip maliye bölümünü seçmiş olabilir. Süreya’nın üniversiteyi bitirir bitirmez Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başlamış, memurluk hayatında müfettişlik, darphane müdürlüğü gibi makamlara gelebilmiş olması, bölüm seçiminde isabetli davrandığının kanıtı olarak görülebilir.
1950’ler: İlk şiirler, şiir yazıları ve Üvercinka
Süreya liseyi üstün başarı ile bitirdiğinden istediği fakülteye girmeye hak kazanır. 1950 yılında başladığı Mülkiye’nin maliye bölümünden 1954 yılında mezun olur. Ortaokul ve lise gibi üniversiteyi de parasız yatılı okur.
Üniversiteden mezun olur olmaz 1954 yılında ortaokul aşkı Seniha Nemli ile evlenir. 1955’te ilk görev yeri Eskişehir’de bir kız çocukları olur. 1955 güzünde Eskişehir’den İstanbul’a yardımcı maliye müfettişi olarak atanır. İstanbul’a yerleşmesiyle edebiyat çevrelerinde ve etkinliklerinde daha sık görünür olmaya başlar, ancak bu durum ailesini ihmal etmesine de yol açar. 1958 yılında ayrılan çift, yedi yıl sonra resmi olarak boşanır.
İlk şiirlerinin üzerinden çok geçmeden Süreya’nın şiir yazıları da dergilerde görünmeye başlar. 1950’lerdeki şiir yazılarında Süreya özellikle kendilerinden önceki kuşağın şairleri ile bir hesaplaşma, aynı zamanda kendine, kendi kuşağına bir yer açma çabası içindedir. Süreya’nın bu ilk yazıları, daha sonraki yazılarının da değişmez özelliklerinden olacak analitik düşünme, ele aldığı konuları tarihselleştirmeye dikkat ve her zaman örnekler verme gibi özellikleriyle öne çıkar. “Yeni” şiirin geleceğine dair duyduğu iyimserlik ve kuşaktaşlarını destekleyici, coşkun tavrı da bu yazıların bir diğer özelliğidir. 1950’lerden aramızdan ayrıldığı 1990’a kadar Süreya, dolaşımdaki şiiri yakından takip etmeye dikkat etmiştir. Şiir çevrelerinden birçok isim Süreya’nın bu çabasını ve okudukları üzerine yazdığı ufuk açıcı şiir yazılarını takdir etmiştir, etmektedir. Örneğin, günümüzün bir şair-eleştirmeni, Yücel Kayıran, Süreya’yı kırk yıl boyunca “Türk şiirinin koruyucusu ve gözeticisi” olarak selâmlamakta ve 1950-90 arası Türk şiirindeki etkili rolünü “Süreya faktörü” olarak nitelemektedir. Benzer biçimde, günümüz şiir eleştirisinin en önemli isimlerinden Orhan Koçak da Süreya’yı İkinci Yeni şiir akımının en etkili kuramcısı olarak görmektedir. İkinci Yeni şiirinin kurucu metinlerinden sayılan Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” adlı yazısı 1956 yılında yayınlanır.
İkinci Yeni Şiir akımının sembol kitabı olarak kabul edilen Süreya’nın ilk şiir kitabı Üvercinka 1958’de yayınlanır. 1959 Yeditepe Şiir Ödülü, Arif Damar’ın İstanbul Bulutu ile Üvercinka arasında paylaştırılır. Kitabın ilk yayınlanışının ellinci yıldönümünü kutlamak için YKY tarafından 2009 yılında özel bir baskısı yapılır. Üvercinka’nın tamamı, bir dizi açıklayıcı makale ve not ile beraber Abbas Karakaya ve Donny Smith tarafından İngilizceye çevrilir ve 2010 yılında, ABD’de Indiana University Turkish Studies Series yayınlarından çıkar.
Süreya, Eskişehir’deki görevinin sonunda girdiği sınavı geçerek 1958 sonbaharında maliye müfettişi unvanını kazanır. Bu unvanla o tarihten Temmuz 1959’a kadar İstanbul dışında turnelere çıkar. Temmuz 1959 – Aralık 1960 arasında yedek subay olarak Ankara’da askerliğini yapar. Askerdeyken fark derslerini vererek Ankara Üniversitesi’nden ikinci derecesini (hukuk) alır.
Papirüs’lü yıllar: Dergicilik ve otobiyografik şiirler
1960’lı yıllarda ikinci şiir kitabına iki de şiir antolojisi ekleyen Süreya’nın 1960’lardaki en önemli verimi, asıl başarısı ise, dört yıl boyunca (Haziran 1966 – Mayıs 1970) çıkardığı aylık edebiyat dergisi Papirüs’tür. Aslında Süreya kendi dergisini çıkarmayı 1960 ve ‘61’de iki kez dener, ancak bu denemeleri kısa ömürlü olur. Dergi sahibi olma hayalini üçüncü denemesinde gerçekleştiren Süreya, bu sefer Tomris Uyar (1941-2003) ve Ülkü Tamer (1937-2018) ile işbirliği yapar. Derginin beyni Süreya olduğundan ve Uyar ile Tamer’in bir süre sonra dergiyi bırakmalarından dolayı derginin yönetimi tamamen Süreya’ya kalır ve dergi onun adı ile özdeşleşir.
Süreya’nın ikinci şiir kitabı Göçebe 1965’te yayınlanır ve 1966’da Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü alır. Kitabın adı, Süreya’nın o yıllarda müfettiş olarak sık sık çıktığı iş gezilerini çağrıştırır. Fransa’da geçirdiği bir yılı da sayarsak, İstanbul’dan uzakta olmanın esinlendirdiği şiirler denebilir bu kitaba. Gerçekten de kitapta beliren anlatıcı-ben, sevdiklerinden uzakta, yalnızlığından yakınan, hüzünlenen biridir. Bu şiir kişisi Süreya’nın Üvercinka’sındaki hercai, mutlu İstanbul boheminden çok farklıdır. Bu iki kitap arasındaki ortak nokta ise, her iki kitapta da henüz Süreya’nın çocukluğuna, doğduğu yere, ailesinin sürgün deneyimine değinen, gönderme yapan şiirlerin yokluğudur. Bu “yokluk” durumu Süreya’nın Papirüs’te yayınladığı şiirlerle değişecektir, ki bu şiirler 1973’teki üçüncü kitabında yer alacaktır. Bu telif ürünlerine ek olarak Süreya 1963-64’lerde başladığı çeviri işini hayatının sonuna kadar sürdürür. Türkçeye edebiyat ve şiir alanından eserler kadar kendi dünya görüşüyle uyumlu siyasi ve sosyal içerikli yapıtlar da kazandırmıştır.
Süreya’nın yazarlık serüveninde 1960’lara damgasını vuran Papirüs’te yayınladığı kendi yazılarını dört ana başlıkta toplayabiliriz.
Birinci grupta derginin başyazıları vardır, ki bu yazıların yüzde sekseni Süreya’nın kaleminden çıkmıştır. Bu başyazılarda Süreya’nın dönemin başat ideolojisi olan sol düşünceye, sosyalizme olan ilgisi ve sempatisini görebiliriz. Daha somut olarak bu yazıların büyük bir bölümü, cumhuriyetle başlayan dönemdeki entelektüel yönelimler ve entelektüel ya da dönemin yaygın ifadesi ile “aydın” profili üzerine yazılmış yazılardır. Süreya’nın bu yıllarda şair kimliğinin yanısıra kendini bir aydın olarak da kabul ettirme çabasının izdüşümü olan yazılardır bunlar.
Bu yazılardan “Türk Yazarının Halklaşması” başlıklı olanı Süreya’nın ideolojik duruşu hakkında çok açıklayıcıdır. Bu yazısında Süreya, Behçet Necatigil’in Edebiyatçılar Sözlüğü’nün sistematik bir okumasını yaparak şu sonuca varır: “Türk yazarının profili Cumhuriyet’in kurulmasından sonra geçen onyıllarda önemli bir biçimde değişmiştir. Türk yazarının profilinde zengin, İstanbullu ailelerden gelen yazarların sayısı azalırken, onların yerini Anadolulu, taşra kökenli, düşük ya da düşük-orta ekonomik seviyeli ailelerin çocukları almaktadır.”
Ailesi, doğum yeri hakkındaki sorulara “Erzincanlıyım” gibi kısa bir cevap verir. Ancak memuriyetten emekli olduktan sonra, 1984’te yayınlamaya başladığı günlüklerinde çocukluğundan, Dersimli kimliğinden söz edecektir.
Yazının genel havası, Süreya’nın kendisini de toplumun alt tabakalarından gelen bu yeni yazar grubunun bir üyesi olduğunu ve bunun farkında olduğunu hissettirir. Bu da gösteriyor ki, Süreya kendi geçmişi konusunda açık ve doğrudan konuşmasa da, geldiği toplumsal-kültürel çevre konusunda düşünmekte ve böyle bir geçmiş ile ana akım edebiyat çevrelerinde kendine bir yer edinme çabasında olduğunun farkındadır. Bu noktada, derginin çıkarılmasında beraber çalıştığı Uyar ve Tamer’in daha şehirli ve elit bir sosyal çevreden geldiği hatırlanmalı. Uyar ve Tamer, dönemin en prestijli lisesi olan Robert Koleji mezunudurlar. Derginin sonraki sayılarında Süreya’nın dergiyi gittikçe daha çok gençlere ve özellikle yeni oluşan bu yazar grubundan gelen yazarlara açmasının Tomris Uyar’ın dergiden kopuşunu hızlandırdığı söylenebilir.
Süreya’nın Papirüs’teki ikinci grup ürünleri şiirleridir. Bu şiirlerin çoğu, Süreya’nın sürgün tecrübesi, doğduğu yer, içine doğup yetiştiği kültür ve coğrafyadan beslenen, bunlardan esinlenip yazılmış şiirlerdir. Bu ayırıcı yönü ile bu şiirler Süreya’nın şiirinde “otobiyografik dönem”e işaret eder. Süreya doğduğu, çocukluğunun geçtiği yerdeki hayatın çetinliklerini, annesini erken yaşta kaybetmesini Doğu- Batı karşıtlığı ekseninde, suçlayıcı bir dil kullanmadan şiirleştirir. Şiirlerdeki anlatıcı-ben karşılaştığı olumsuzluk ve güçlükleri aşmış ve bu yüzden kendisiyle gurur duyan biridir. Şiirlerdeki otobiyografik ögeler politik bir mercekten de geçirilir. Bu anlamda, bu toplamın en ilginç şiiri, Papirüs dergisinin ilk sayısında yayınlanan, Süreya’nın “Dersim Olayları”nı ve bu konudaki duruşunu sezdirdiği (belki) ilk ve tek şiiri olan “Beni Öp Sonra Doğur” adlı şiirdir. Şiirde Batı’nın (yönetici elitin) Doğu’ya (Dersim bölgesi) zor içerecek biçimde nasıl kendini dayattığı Doğulu bir mağdurun (anlatıcı-ben Süreya’dır) gözünden sezdirilir. Maruz kaldığı şiddet ve asimilasyon üzerine bir “karabasan” olarak çökse de, anlatıcı-ben tüm acılarını unutmaya, bu acıların üstüne sünger çekmeye, yeni bir başlangıca istekli görünür.
Söze başlarken Süreya’nın şiirinin Alevi kültürü ve halk edebiyatı ile rafine bir biçimde hep bir diyalog halinde olduğunu belirtmiştik. Örneğin, ilk kitabı Üvercinka’da, aynı adlı şiirdeki şu dizeler Alevi-Bektaşi edebiyatının şathiye geleneğini akla getirir: “Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma / Yatakta yatmayı bildiğin kadar / Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler.”
Aynı kitapta Süreya, “Kızılırmak” adlı bir Orta Anadolu türküsünden bir dizeyi (“Kızılırmak parça parça olaydın”) ödünç alıp küçük bir değişiklikle, “Kızılırmak parça parça olasın” biçiminde “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” adlı şiirinde kullanır.
Süreya’nın bu dönemki şiirlerinde ise Alevi- Bektaşi kültürü ile olan diyaloğu önemli tarihi şahsiyetlerin adlarını anarak (Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, On İki İmamlar’dan Ali, Hasan, Hüseyin gibi) genişler ve bu diyalog, bütün şiir külliyatı içinde en üst noktasına bu dönemde ulaşır.
Örnekler üzerinden konuşursak, “Yüreğin Yaban Argosu” adlı şiirinde Süreya, âşık edebiyatındaki bade içme ve rüya motifine gönderme yaparak annesini şiir sanatında (ilk) “ustası” ya da el aldığı “piri” olarak tanıtır. Bir başka örnek: “Yunus ki Süt Dişleriyle Türkçenin…” adlı şiirinde Süreya babasının ölümünden haberdar oluşuyla üstü kapalı olarak Pir Sultan’ın kızı Sanem’in babasının idamını öğrenişi arasında paralellik kurar. Kimi şiirlerinde ise Süreya içine doğduğu dini ve şiirsel gelenekle daha açık bir biçimde diyalog içindedir. Mesela, “Vakit Var Daha” adlı şiirinde Hz. Ali’nin cenazesinde kendi tabutunu taşıdığı söylencesini şöyle şiirleştirir: “Deve, devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi / Üçü de Ali: deve, deveyi çeken, tabutun içindeki.”
Süreya’nın Papirüs’te yayınladığı, üçüncü gruba dahil ettiğimiz yazıları şiir eleştirileridir. Bu eleştiri yazıları, Süreya’nın 1950’de yayınladığı şiir yazılarından daha uzundur. Çoğu modern Türk şairlerinin şiirleri üzerine olan, değerlerini bugün bile koruyan ufuk açıcı yazılardır. Kurtuluş Kayalı’ya göre bu yazılar “dipnotlu akademisyen yapıtlarından kesinlikle daha az bilimsel değil[dir]”. Süreya bu yazılarını Şapkam Dolu Çiçekle (1976) adlı kitabında bir araya getirir.
Süreya’nın kendi dergisini çıkarma tutkusu, eski-yeni ayrımı yapmadan başka dergiler üzerine yazılar yazması ile el ele gitmiştir. Bu yazılar Süreya’nın Papirüs’teki yazılarının dördüncü grubunu oluşturur. Süreya’ya göre Türk edebiyatı asıl olarak dergilerde gelişen bir edebiyattır. Edebiyat dergilerini dikkate almadan Türk edebiyatını anlamanın ve çalışmanın zor olduğuna inanır. Dahası, cumhuriyet dönemindeki edebiyatçı ve aydının tarihsel gelişimi Süreya’ya göre en iyi dergilerden izlenebilir. Türkiye’de üniversitelerde edebiyat sosyolojisinin daha yeni filizlenmeye başladığı bu yıllarda, Süreya’nın dergilere böyle önem atfetmesi ve bir inceleme konusu olarak benimsemesi önemlidir.
Süreya’nın dergilere yönelik sistematik ilgisi, bir anlamda Papirüs’teki editörlük işini ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesi olarak da görülebilir. Süreya editör olarak bu çalışkan tutumunun semeresini almıştır. Papirüs o yıllarda birçok yazar, şair, özellikle de gençler tarafından bir buluşma, tanışma platformu olarak benimsenmiştir. Bu da Süreya’nın yazın çevrelerindeki ilişkilerini artırmış, adının ve ününün yayılmasına çok yardım etmiştir.
İkinci eşi Zuhal Tekkanat’ın da işaret ettiği gibi, 1960’lar şair ve eleştirmen Süreya’nın belki de en verimli ve en parlak dönemi olur. Yazarlık serüvenindeki bu iyi gidişe koşut olarak özel hayatı da yolunda gider. Tomris Uyar ile iki yıl süren ilişkisinden sonra 1967 ağustosunda Zuhal Tekkanat ile evlenir. Kasım 1969’da bir erkek çocukları olur. Ancak, 1970’lerin başlarında Süreya işinde, özel hayatında ve hatta biricik dergisi Papirüs’te ciddi sıkıntı ve sorunlarla karşılacaktır.
1970’ler: Zor yıllar ve gazete yazıları
1970’ler boyunca özel ve iş hayatında sorunlar yaşarken sürekli yeni durumlara adapte olmaya çabalar. Önce çok sevdiği dergisinin yayınına son vermek ve memuriyete geri dönmek zorunda kalır. Ancak yeni bir pozisyona atanmak için bir yıldan fazla beklemesi gerekir. Memuriyetteki bu ikinci dönemi 11 yıl sürer (Eylül 1971 – Şubat 1982) ve bu süre içinde atandığı mevkiler, biri hariç, ya İstanbul’da ya da Ankara’dadır.
1975 yılının başında Süreya ikinci eşinden ayrılıp üçüncü evliliğini yapar ve İstanbul’a, Darphane’ye müdür olarak atanır. Bu mevki Süreya’nın hem statü hem de maaş bakımından memurlukta geldiği en üst noktadır. Ancak, 1975’in sonuna doğru üçüncü evliliği de, Darphane’deki görevi de sona erer. 1976’nın başında ikinci eşi ve oğluna geri döner. Yeni görev yeri Ankara’dadır. Oğlu ve karısı İstanbul’da yaşadığı için Ankara-İstanbul arasında gidip gelir.
Süreya’nın 1970’lerdeki tek “yeni” ürünü uzun olmayan dergi ve gazete yazılarıdır. Bu yıllarda uzun süreli yoğunlaşma ve araştırma gerektiren Papirüs’te yayınladıkları gibi yazılara zamanı yok görünür. Ayrıca, Türkiye’de gittikçe kutuplaşan ve şiddet sarmalına dolanan politik hayat da Süreya’yı daha temkinli hareket etmeye zorlamış olabilir. Bu kısa yazıların büyük bir bölümü güncel sanat, kültür olayları üzerine Süreya’nın sevdiği bir ifadeyle “izlenimler”dir. Kitap, dergi tanıtım yazıları en çok yazdığı konular arasındadır. Gazete yazıları da (Politika 1975-76, Aydınlık 1979-80 yılları arasında) benzer konuları işler. Bu iki gazeteden başka Ankara’da yayınlanan Ulus gazetesinde de yazıları çıkar. Ayrıca, Süreya 1970’lerde biri çok kısa süreli olmak üzere iki derginin (Oluşum, 1974-78; Türkiye Yazıları, iki sayı, 1977) editörlüğünü yapar.
Süreya’nın kültür ve sanat çevrelerinde daha çok tanınması ve bürokrasideki kariyeri başka değişik fırsatlar da doğurur. Mesela, 1976-78 yılları arasında Kültür Bakanlığı Kitap Alım Komisyonu’nda üye olarak görev yapar. TRT’nin televizyon yayıncılığında tekel olduğu yıllarda bir edebiyat programı hazırlayıp sunar.
Süreya bu tür değişik işler, memuriyet ve fırtınalı özel yaşamdan şiire pek fazla zaman ayıramamış görünür. Bu dönemde dergilerde yayınladığı az sayıdaki şiirini ayrı bir kitapta toplamak yerine, Uçurumda Açan başlığı ile 1984’te ilk kez yayınlanan toplu şiirler kitabına ekler.
Süreya’nın 1970’lerde yaşadığı önemli bir olay, göç ettirilmelerinden 41 yıl sonra ilk kez, doğduğu ve altı yaşına kadar yaşadığı Erzincan’ı ziyaret etmesidir. Bu kısa ziyaret iş (teftiş) amaçlıdır. İlk çocukluğunun geçtiği bu yerleri ziyaretinin Süreya’yı nasıl etkilediğini, etnik ve dinsel kimliği, ailesinin sürgünlüğü konularında uzun süren suskunluğunu ne yönde ve nasıl belirledi-ğini bilemiyoruz.
Süreya 1980’lerde emekli olup yazmaya daha çok zaman ayırdıkça, 1970’lerin hızlı ve inişli çıkışlı yaşamından uzaklaşır. Hayatının daha istikrarlı ve yavaş bir akış yakaladığı bu son on yılında Süreya hem “aile sırlarını” ifşa eder, hem de şaheseri sayılabilecek “portreler”ini yayınlar.
Aile sırlarının ifşası ve portreler
1980’lerde dergilerde yayınladığı günlüklerinde şöyle yazar: “Gevezeyim, ama her şeyi anlatmam. Ve bazı şeyleri bir gün mutlaka anlatırım.” Bu alıntı, Süreya’nın 1980’lerdeki ifşacı ve rahat tavrını en güzel özetleyen ifadedir. Süreya, aynı günlüğünde o zamana kadar okuyucusu ile paylaşmadığı çocukluğuna, sürgün deneyimine dair önemli “aile sırlarını” ilk kez paylaşır. Benzer biçimde, askeri yönetim ve sonrasında Süreya’nın şiiri kendi meşrebince daha açık bir siyasi vurgu da kazanır. Süreya’nın 1980’lerdeki ürünlerine damgasını vuran bu açıklığın ve siyasallaşan tavrın memurluktan emekli olması ile doğrudan bir ilişkisi vardır.
Süreya 25 yıla yaklaşan memuriyetinden Şubat 1982’de emekli olur ve İstanbul’a yerleşir. 1980’lerin başlarından ölümüne kadar, aralarında resmi bir akit olmaksızın Birsen Sağnak ile beraber yaşar. İkinci eşi Tekkanat’a göre, oğulları Memo’nun yarattığı rahatsızlıklar sayılmazsa, 1980’ler Süreya’nın en sakin onyılıdır. Böyle bir ortamda, 1988 yılında bir gün arayla iki şiir kitabı yayınlar ve bu yapıtları ile 1989 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görülür. Bu iki kitabın yanısıra, Süreya bu yıllarda, daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan, ölümünden sonra iki kitapta toplanacak düzyazılar yayınlar.
Bu düzyazı kitaplarından ilki, Süreya’nın dergilerde 1984’te görünmeye başlayan edebiyat günlüğüdür. Ölümünden sonra Günler adıyla kitaplaşan bu günlük Süreya’nın edebiyat çevrelerindeki anıları ve sanat / edebiyat konularındaki değerlendirmeleri olduğu kadar, aynı zamanda özel hayatının tarihi gibidir de. Süreya bu günlüklerinde ailesi, çocukluğu, yakın arkadaşları, memuriyetten ve edebiyat çevrelerinden tanıdıkları, dostları hakkında o zamana kadar okuyucusuyla paylaşmadığı bilgilere yer verir. Aynı günlüğünde, ailesinin Erzincan’dan göç ettirilmesinden, bu olay ve sonrasında çocuk olarak yaşadığı tramvalardan da bahseder. Bu noktada unutulmaması gereken şey, özel hayatına ilişkin ifşaatlarda bulunurken Süreya’nın artık devlet memuru olmadığıdır. Süreya’nın özel hayatı konusunda sessizliğini bozarken takındığı bu tavır, 1960’larda memuriyetten istifa edip Papirüs’ü çıkardığı ve şiirinde “otobiyografik dönem” diye adlandırdığım dönemdeki tavrını akla getirir. Birbirine çok benzeyen bu iki durum da gösteriyor ki, Süreya devletteki işinden ayrıldığı dönemlerde ailesi ve Dersimli kimliğine ilişkin otosansüründen vazgeçip bu konular hakkında yazmış ve bunları yayınlamıştır.
Memuriyetten emekli olmasının yanısıra, 1980’lerde İkinci Yeni’nin şiir çevrelerinde tekrar gündeme gelmesi, Süreya’nın bu şiirin öncülerinden biri olması sebebiyle genç şairlerce gösterilen ilgi ve saygı da Süreya’nın özgüvenini artırmış ve özel hayatına ait o zamana kadar kendinde tuttuğu şeyleri okuyucusu ile paylaşması için onu cesaretlendirmiş olabilir.
Süreya’nın ikinci düzyazı kitabı kamuoyuna mâlolmuş bir dizi politikacı, sanatçı ve sporcunun bir sayfayı biraz aşan portrelerinin toplamıdır. Bu kitaptaki yazılar önce haftalık haber dergisi 2000’e Doğru’da yayınlanır (Ocak 1987 – Ocak 1990).
Bu kitabın Süreya’nın külliyatında özel bir yeri vardır. Süreya’nın şaheseri sayılabilecek bu kitaptaki “söz senaryolarında” Süreya, Tomris Uyar’a göre hayatının en büyük iki tutkusunu, “siyaset ve şiiri” ustaca harmanlamıştır. Düzyazı formunda olsa bile bu yazıların dili Süreya’nın şiirindeki dilden o kadar farklı değildir. Portresini çıkardığı kişilerin toplumdaki algılanışlarını birkaç yüz sözcükle anlatabilmekteki becerisi, en iyi şiirden edindiği kelime ekonomisiyle açıklanabilir. Çarpıcı benzetmeler ve metaforlar da bu yazıları “şiirleştiren” başka bir unsurdur. Bu yazılar aynı zamanda Süreya’nın iç siyaset ve popüler kültür hakkındaki uzun süreli ilgisine ve derin bilgisine tanıklık eder.
Süreya’nın kendisi de bu yazıların adını ve ününü edebiyat çevrelerinden ötelere taşıdığını kabul eder. Bu yazıları hakkındaki değer yargılarında hiç de çekingen ya da utangaç değildir; hatta, şiirlerini değerlendirmesine kıyasla çok daha kendinden emin ve özgüvenli konuşur. Örnekse, “Türkiye’nin en iyi portre yazarı benim” der. Bu yazıları şiiri ile karşılaştırdığında, “şiirimden sonra ikinci zirveyi bu yazılarımla yaşadım” der. Süreya’nın bu yazıların ilk örneklerini Papirüs dergisinde yayınladığını, ayrıca 1980’lerde bunlar sistematikleşmeden önce Saçak dergisinde böyle bir yazı yayınladığını not edelim. Süreya’nın bu ilk deneme yazılarını “düzenli üretime” geçtiği 1980’ler için kanat alıştırmaları olarak görebiliriz. Gerçekten de, Süreya, kırk yıllık yazarlık serüveninde hiç de “serüvenci” davranmamış, attığı adımları atmadan önce çok düşünmüş ve hazırlık yapmıştır.
Süreya sol düşünce ve pratiğin tartışıldığı Saçak adlı bir derginin kültür ve sanat bölümünü 1980’lerde bir süre hazırlar. İlk kez künyesinde sol ve sosyalist olarak tanımlanan bir dergide görev almıştır. Şiiri de bu dönemde daha açık bir siyasi eleştirellik kazanır. Bu eleştirellik kendini daha çok 1988’de yayınlanan iki kitaptan biri olan Sıcak Nal’da gösterir.
Sıcak Nal’dan bir gün sonra yayınlanan Güz Bitiği adlı şiir kitabında ise Süreya’nın edebiyat günlüğündekine benzer şekilde kendi kişisel tarihine dönük bir duyarlılık buluruz. Günlüğündeki aile sırlarının ifşaatlarına benzer bir şekilde, bu kitaptaki anlatıcı-ben geriye bakıp bir çeşit hayat muhasebesi yapıyor gibidir. Yine günlüklerde gördüğümüz sürgünlük teması, göçebelik, yerleşik hayat karşıtlığı şiirlerinde yankılanır. Kitabın açılış şiirinde Süreya şöyle diyecektir: “Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiştik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.”
Bu alıntıdan çıkarabileceğimiz gibi, sürgünlük deneyiminin göçmenliğe ve ondan sonra tam yerleşikliğe dönüşmesi ya da konformizme teslim olması Süreya’da bir çeşit kırgınlık ve pişmanlık duygusu yaratır. Başka bir ifadeyle, gittikçe yaygın ve sıradan bir yaşam tarzını benimseme onda üzüntü ve pişmanlık yaratırken, bu duygulara, “göçebeliğin elverişli yanları”na da hayınlık ediyor duygusu ve buna bağlı olarak duyulan keder de eklenir. Kişisel tarihini düşündüğümüzde, bu keder ve pişmanlıkta Süreya’nın etnik ve dinsel kimliğini kamuoyundan, okurlarından uzun süren saklamasının da büyük bir rolü olması gerektir. Bu da kendini en iyi “Piri Reis” adlı şiirdeki şu dört dizede belli eder: “Ben atımı böyle dört sürüyorum ya / Yetişmek için mi, bilmem, kaçmak için mi? (…) / Bir şey var, ancak makilerin orada söyleyebilirim, / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
Yukarıdaki alıntının son dizesinin kitaptaki yirmi şiirde kapanış dizesi olarak yer aldığını not edelim. Ki bu nakarat kitabın ana temasını –içe dönme, geçmişin muhasebesi, keder ve pişmanlık– çok güzel özetlemektedir. Dahası, kitabın adındaki “güz” sözcüğünün evrensel sembolizmi (melankoli, içe dönüş, düşüş ve gerileme) düşünüldüğünde, bunun kitabın teması ve ana duygularıyla nasıl uyumlu olduğu da kolayca seçilecektir.
Dersim’e dönüş
Bir dizi metinsel ve üçüncü şahıs tanıklıkları, Alevi-Kürt geçmişinin ve ailesinin sürgünlüğünün Süreya’nın yazarlık serüvenini etkileyip biçimlendirdiğini gösteriyor. Cemal Süreya, geldiği sosyo-kültürel çevrenin bilincinde olarak egemen yazın çevrelerinde kendine bir yer açma tutkusuyla, her ne kadar duygusal dünyasını biçimlendirip edebiyat ve siyasete olan ilgisini tetikleyen ana unsurlar olsalar da, kişisel tarihindeki bu gerçeklerin ortaya çıkma olasılığından dolayı hep bir anksiyete duymuş ve kendini tehlikede hissetmiş görünmektedir. Devlet memurluğu da ailesinin Dersimli oluşunu saklama eğilimini güçlendirip kamusal alanda daha ihtiyatlı davranmasına yol açmıştır.
Rahatsızlık duyduğu bu konulardaki açıklığı ve kendine güveni ile sanatı arasında –şiiri ve düzyasındaki içerik değişimleri– direkt bir bağlantı seçilmektedir. İlk iki şiir kitabında, özellikle Üvercinka’da kolayca teşhis edilebilecek otobiyografik ögeleri sansürleyen tavrı, 1960’larda Papirüs dergisinde yayınladığı şiirleriyle değişmiştir. 1980’lerde ise yazın çevrelerinde varmış olduğu yerden kaynaklı güven duygusu ve memurluk mesleğinden emekli olmuş olmanın rahatlığıyla, hem sol siyasi duruşunu hem de uzun süre gizlediği Dersimli kimliğini ve sürgünlüğünü düzyazılarına ve şiirlerine taşımıştır.
Bir+Bir, sayı 19, Eylül 2012