12 MART DARBESİNDEN BUGÜNE: 50 YILIN MUHASEBESİ –II

Söyleşi: Tuba Çameli, Yücel Göktürk
12 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

12 Mart darbesinden bu yana 50 yıl geçti. 12 Mart döneminin Türkiye’siyle günümüz Türkiye’si arasındaki devamlılıklar, benzerlikler, farklılıklar neler? 50 yılın muhasebesi için, o günlerden bugünlere siyasal mücadelede yer alan Aydın Çubukçu, Melek Ulagay Taylan, Metin Çulhaoğlu ve Ertuğrul Kürkçü’ye bağlanıyoruz. Söz sırası Melek Ulagay Taylan’da… 
Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri boykotta. (Haziran, 1968)
 

12 Mart Muhtırası’nı ne zaman, nerede duydunuz, nasıl karşıladınız?

Melek Ulagay Taylan: Zor soru, çünkü elli yıl öncesine gitmemi istiyorsunuz. Birçok ayrıntıyı net olarak hatırlayamayabilirim… Akşam saatleriydi, evdeydim. Ankara’dan bir telefon geldi. Kimdi hatırlamıyorum, ama bizim gruptan, Proleter Devrimci Aydınlık’tan (PDA) bir arkadaştı sanırım. “Darbe oldu, ona göre davranın” dedi. O zamanlar telefonlar santral aracılığıyla bağlanıyor, santraldaki kadın sesi “telefonunuz dinleniyor, ona göre konuşun” dedi. Bunu hiç unutmam. O gece 12 Mart kafama dank etti. Darbe olacağını biliyorduk, ama başımıza ne geleceğini bilmiyorduk. Ayrıca, “darbe oldu, ona göre davranın” ne demek, onu da bilmiyordum.

Arşivlere bakıldığında, 12 Mart öncesindeki hafta boyunca, Ankara’nın kaynadığı görülüyor. O haftaya dair neler hatırlıyorsunuz?

Melek Ulagay Taylan: 1969’da “Kanlı Pazar”da, 1970’te 15-16 Haziran’da, 1971’de kır gerillası olarak Malatya’da, 1972’de Beyrut’taki FKÖ kampında. Sonrasında, Hollanda’da siyasi mülteci, yurda dönüşün ardından belgesel yapımcısı, yazar.

12 Mart’a gelinceye kadar belli safhalardan geçtiğimiz için olağanüstü bir durumu bekliyorduk. O dönem öğrenci hareketindeki fraksiyonların çoğu Ankara’daydı ve 12 Mart öncesindeki hafta pek çok şey ODTÜ ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yaşandı. 4 Mart’ta, Ankara’daki öğrenci hareketlerinin bir tür başkanı konumundaki Deniz Gezmiş ve arkadaşları dört ABD askerini kaçırdı…

Hemen belirtmek isterim, o dönemdeki öğrenci hareketinde insan kaçırma gibi olaylarda, insan öldürmek kabul gören bir yaklaşım değildi. Kaçırmalar daha ziyade hükümete tepki niyetindeydi. O yıllarda dünyanın dört bir yanında benzer olaylar yaşanıyor. Uçak kaçırmalar, adam kaçırmalar başlamış, bu yöntemler girmiş devrimci hareketlere.  

5 Mart’ta, ODTÜ askerler tarafından ablukaya alındı ve büyük bir arama yapıldı. 8 Mart’ta Amerikalı askerler serbest bırakıldı. O sıralarda “9 Mart’ta ordunun içinden ilerici bir darbe olacak” haberi yayıldı. “Darbe yapılacağını biliyorduk” demem ondan. Bugünleri aratmayacak mizansenlerle dolu üç günün sonunda, 12 Mart darbesi geldi.

Enteresan olan, 9 Mart’ta muhtıra vereceği söylenen askeri ekiple 12 Mart’ı yapan askeri ekibin aynı olmamasıydı. O üç günlük arada, kimilerine göre CIA, kimilerine göre ordu içindeki güçler, sol eğilimli bir darbeyi bertaraf edip kendi darbelerini yapmışlardı. Pazarlıklarla ve muhbirlikle gelen bir darbeydi. 9 Mart’taki toplantıda MİT ajanı Mahir Kaynak’ın orada olduğu ve bu bilgileri onun orduya ilettiği konuşuldu daha sonra. “İlerici, radikal subaylar” tasfiye edilip sağcı bir ekip yönetime el koydu, Başbakan Süleyman Demirel çekildi. CHP milletvekili Nihat Erim tarafsız bir hükümet kurması için görevlendirildi. Erim CHP’den istifa etti ve 26 Mart’ta 12 Mart rejiminin hükümetini kurdu.

İTÜ’nün önünde kortejde bir dalgalanma oldu. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin önünde tekbir sesleri duyduk. Ellerindeki tahta sopaların ucuna çatal şeklinde demirler takmış bir kalabalık “Komünistlere ölüm” ve tekbir sesleri arasında üzerimize geliyordu.

12 Mart’a giden günlerde siz neredeydiniz, ne yapıyordunuz?

O günlerde 24 yaşındayım, İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyim, Edebiyat Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyorum. Üniversitenin tam karşısında Türk Solu dergisinin bürosu var, orada çalışıyorum.

Açık söyleyeyim, öyle büyük bir siyasal birikimim yoktu. Ama öğrenci hareketinin içindeyim ve sadece üniversite eylemleri yapmıyoruz, grevlere gidiyoruz, işçi semtlerinde, işyerlerinde işçilerle birlikteyiz.

26 Mart’ta Erim hükümeti kuruluyor. Sonraki kilometre taşları neler?

22 Nisan’da, başbakan yardımcısı Sadi Koçaş TRT’de öğrenci hareketini kastederek “alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir” dediği bir konuşma yaptı. Bu konuşma o dönemde öğrenci hareketinin içinde olan herkes üzerinde büyük bir korku yaratmayı amaçlıyordu. Ancak, öğrenci hareketinin o dönemki başkanları mücadeleyi bırakmak niyetinde değildi.

17 Mayıs’ta, bir haber İstanbul’un üzerine bomba gibi düştü. İsrail Başkonsolosu Elrom kaçırılmıştı. Elrom’un seçilmesi tesadüf değildi. Filistin direniş hareketleriyle dayanışma içinde olan Türkiyeli öğrenciler İsrail’in politikalarına karşı oldukları için Elrom seçilmişti.

17 Mayıs’ı izleyen günlerde, askerler İstanbul’da aranmadık ev bırakmadı neredeyse. Balyoz Harekâtı olarak bilinen bu büyük arama taramada pek çok arkadaşımız yakalandı. Ben bir arkadaşımın evindeydim, vukuatsız atlattım.

16 Şubat 1969, “Kanlı Pazar”

Balyoz Harekâtı sonrasında da anayasaya balyoz başlıyor…

1971-1973 arasında, sendikal haklar, hükümete verilen kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, temel haklara getirilen sınırlamalar, DGM’lerin (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) kuruluşu, gözaltı sürelerinin uzatılması gibi düzenlemelerle, anayasanın neredeyse dörtte üçüne dokunularak 11 geçici hüküm getirildi. Bunların tümü çok vahimdir.

12 Mart’ın başlattığı bu düzenlemeler 12 Eylül Anayasası ile tamamlandı. 12 Eylül her konuda ülkenin canına okudu, 12 Mart’ın başlattığını daha yaygın ve derin bir biçimde genişletti. Bu da Türkiye’nin ABD politikalarına ne kadar bağımlı hale getirildiğiyle ilgili. Yeşil Kuşak perspektifiyle İslâmcılık, Siyasal İslâm devreye sokuldu. Evren Kur’an kurslarının, imam-hatiplerin sayısını artırdı…

Bu ülkede her zaman her şey ordu eliyle başlatılıyor. Yeşil Kuşak gibi ABD politikaları her zaman ordular eliyle yapılır. ABD denetimindeki NATO’nun üyesi Türkiye’de de böyle oldu. Sonra belki daha ayrıntılı konuşuruz, School of America’s adlı CIA kuruluşunda planlanan stratejilerden birçok ülke, bu arada Türkiye de payına düşeni aldı.  

16 Haziran’da ilk defa askerle karşılaşmıştık, karşımızda ilk kez tanklar vardı. İşçiler, gençler, o koskoca tanklardan ürkmek yerine tankların üstüne çıktılar. 15-16 Haziran bir şok gibiydi; şok ya da uyanış… “Bu olayın neresindeyiz?” sorusu doğdu kafamızda.

12 Mart Türkiye’sine giden yolun iki kritik dönemecine birinci elden tanıksınız. İlki, 16 Şubat 1969’daki Kanlı Pazar. O gün nelere tanık oldunuz?

Milliyetçi faşizan sağ ile İslâmcı gruplar o dönemde iç içeydiler ve solculara yönelik saldırılarda “komünizm geliyor, din elden gidiyor” sözünde birleşiyorlardı. Bizzat içinde olduğum Kanlı Pazar bunun örneğiydi. Kanlı Pazar’dan on gün kadar önce, 6. Filo İstanbul’a gelmiş, Dolmabahçe açıklarına demirlemişti. O yıllarda 6. Filo sık sık gelirdi Türkiye’ye ve her seferinde protesto gösterileri olurdu. 1969 Şubat’ında, 6. Filo yine geldi, yine aynı olaylar. ABD’li bahriye erleri İstiklal Caddesi’nde sarhoş durumda gezerken, gençlerin başını çektiği giderek büyüyen bir kalabalık tarafından Dolmabahçe’ye doğru kovalandılar. Bu arada, Gümüşsuyu’ndaki İTÜ’den çıkan öğrenciler de kalabalığa karıştı, ABD’li askerler yine Dolmabahçe’den denize atıldı.

Bu olay gazetelere manşet oldu. Hükümet müttefik askerlere yapılanlara sert tepki gösterdi. Gerginlik tırmandı, bizlerse kazandığımız mevzileri terk etmek niyetinde değildik. Pazar günü için pek çok sol örgütün katılacağı büyük bir yürüyüş ve Taksim’de miting kararı alındı.

Yürüyüş Beyazıt Meydanı’ndan başladı, Sirkeci ve Eminönü kat edilerek Galata Köprüsü’nden geçildi. Dolmabahçe’den Taksim’e doğru çıktık. Kalabalık bir kortejiz, bir ucumuz Dolmabahçe’de, diğeri Tophane’de. Ben ortalarda bir yerlerdeyim.

16 Haziran 1970. TSK’nın “hakem” rolünü bırakarak iktidarın yanına, işçilerin karşısına geçişi

İTÜ’nün önüne geldiğimizde, kortejde bir dalgalanma oldu, durduk. Tekrar yürümeye başladık, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin önünde tekbir sesleri duyduk. Yürümeye devam ettik, birden bizim arkadaşların yokuş aşağı, bize doğru koşmaya başladıklarını gördük. Tam o anda bir bomba patladı. Polis devreye girmiş ve ses bombası atmıştı. Arkadaşlar aşağıya doğru koşuyor, biz yukarı doğru yürümeye çalışıyoruz, ortalık karıştı. Tam o sırada, arkadaşların arkasından ellerindeki tahta sopaların ucuna çatal şeklinde demirler takmış çoğu sakallı ve takkeli bir kalabalığın gelmekte olduğunu fark ettik. “Komünistlere ölüm” ve tekbir sesleri arasında sopalı ve bıçaklı bir kalabalık üzerimize geliyordu. Benim olduğum noktada, sağda, halen de orada olan Hayriye Apartmanı vardı, can derdine düşmüşüz, oraya sığındık.

Polis bugün de olduğu gibi saldırganları engelleyeceği yerde, onlara destek oluyordu. Taksim’de üç kişi öldürülmüştü zaten. Ölümle burun buruna gelmenin ne demek olduğunu orada anladım. Orhan’la (Taylan) evlendikten sonra o anlattı: O gün kortejin daha önlerinde olduğu için bizden önce Taksim Meydanı’na girmiş, orada ellerinde bıçaklarla üzerlerine gelen azgın kalabalığın içine düşmüş. Saldırganlardan biri maymun gibi Orhan’ın sırtına tünemiş ve sırtına bir bıçak darbesi indirmeyi başarmış. Tam o sırada, Orhan’ı tanıyan Ortaköylü TİP üyesi bir Roman elindeki sopayı saldırgana indirerek Orhan’ı kurtarmış. Başta da söylemiştim, 12 Mart’a gelinceye kadar belli safhalardan geçtiğimiz için olağanüstü bir durumu bekliyorduk.

Mayıs 68’den hemen önce Paris’teydim, zamanın ruhunun kokusunu orada aldım. Eşitlik isteniyordu. Paris dönüşü edebiyat fakültesine girdiğimde eşitsizliğin boyutlarını kavradım. FKF’deki arkadaşlarla benim yetiştiğim koşullar arasında uçurum vardı. Sol düşünce ekonomi bilgisiyle mekanik bir şekilde gelişen bir şey değil.

Kanlı Pazar’ın bir yıl sonrasında, “Türkiye’yi sarsan iki gün” olarak adlandırılan 15-16 Haziran’da da olayların içindeydiniz. O iki gün neler oldu?

15-16 Haziran başkaydı. İşçiler çoğunluktaydı, ama her kesimden, sınıftan insan vardı. 15 Haziran günü İstanbul’da işçiler dört ana koldan yürüyüşe geçti. Anadolu yakasında Ankara Asfaltı’nda (bugünkü E-5) toplanan işçiler Kadıköy’e doğru, Avrupa yakasında Eyüp-Cendere üzerinden bir kol, Çekmece-Topkapı tarafından bir kol ve Levent-Boğaz’dan gelen diğer bir kol Taksim’de buluşmak üzere yürüdüler. Ellerinde “İşçiyiz güçlüyüz”, “Yaşasın işçi sınıfı”, “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” yazılı pankartlarla yürüyen işçilere öğrenci gençlik olarak bizler de katıldık. İlk gün polisle büyük bir çatışma olmadı.

16 Haziran sabahı yine erkenden toplandık. Ben Topkapı’dan gelen grubun içinde yürüyordum. İşin tuhafı, o dönemde bizim İbrahim Ethem Ulagay İlaç Fabrikası Kimya-İş Sendikası’nın örgütlendiği ve çok güçlü olduğu bir işyeriydi. Bir Nuran abla vardı bizim fabrikada, Kimya-İş temsilcisiydi. Fabrika sahibinin kızı olarak ben ve sendika temsilcisi olarak Nuran abla aynı eylemde birlikte yürüdük. (gülüyor)

Galata Köprüsü’ne geldiğimizde karşımıza tanklar çıktı. Köprüden geçmemiz engellendi. “İşçi-asker el ele” sloganları eşliğinde işçiler inanılmaz bir çeviklikle tankların üstüne tırmandı. Askerler şaşkın şaşkın bakıyor, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Galata Köprüsü’nü aşamayınca Unkapanı Köprüsü’ne geldik, burada da barikat vardı. Polis müdahale etti, çatışmalar çıktı. Şaşkındık. O gün ilk defa askerle karşılaşmıştık, karşımızda ilk kez tanklar vardı. Ve işte orada işçiler, gençler, o koskoca tanklardan ürkmek yerine tankların üstüne çıktılar. Milli Demokratik Devrim (MDD) kanadının en bilinen, en yaygın sloganı “Ordu-gençlik el ele, milli cephede” veya Sosyalist Devrim kanadının daha yaygın olan “İşçi-köylü el ele” sloganı yerine “Asker-işçi el ele” sloganları atıldı. Başka bir şeyler oluyor gibi hissettim. Olayın gecesinde, bizim hareketten ve kolejden arkadaşım olan bir kızın evinde toplandık. Bizim gibi ortamlardan gelip sol harekete katılanlar için 15-16 Haziran bir şok gibiydi; şok ya da uyanış… “Bu olayın neresindeyiz?” sorusu doğdu kafamızda.

ODTÜ hatırası: Melek Ulagay Taylan, sağdan dördüncü

1970’lerin işçi hareketini bugünlerle karşılaştırdığımızda, sendikalar büyük güç ve itibar kaybı içinde. Öte yandan, birçok yerde irili ufaklı işçi direnişleri, eylemleri var. “Çoban ateşleri”ne benzetilen bu eylemler kitleselleşemiyor ama. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Sendikalara karşı hem askeri darbeler hem de sivil sağ iktidarlar tarafından uygulanan yaptırımlar işçilerin toplu direnişlerinin önünü kapattı, sendikal hareketleri çok geriletti. İşçi hareketleri ancak sendikaların güçlü olduğu yerlerde, özellikle de büyük kentlerde kitleselleşebilir. Öyle olmayınca, bugünün işçi eylemleri gibi birbirinden kopuk hale geliyor, işçilerin seslerini duyurmaları, dayanışmayı genişletmeleri çok daha zorlaşıyor. “Çoban ateşi” deyimi bu durumu çok iyi betimliyor. Çoban tek başınadır, büyük ateşleri ancak kalabalık kitleler yakabilir. O açıdan baktığımızda, Türkiye işçi sınıfı hareketi siyasal iktidarların çok büyük sindirme ve yok etme saldırılarıyla karşı karşıya hep. 15-16 Haziran sonrasında, bizim fabrikada sendika üyesi işçilerin hepsi işten atıldı, daha sonra da Kimya-İş tasfiye edildi, bu tasfiyeler sivil hükümetler döneminde de devam etti. Erdoğan da yakın zamanda, işverenlere yaptığı bir konuşmada, “daha ne istiyorsunuz, grev denilen olayı kaldırdık, grevsiz bir toplum meydana getirdik” dedi.

15-16 Haziran olaylarını anlatırken değindiğiniz “fabrika sahibinin kızı – sendikanın işyeri temsilcisi” sahnesi, Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç, 1964) filmini çağrıştırıyor. Sınıf kökeninizi değil, solda yer almayı tercih edişiniz nasıl bir süreçte oldu?

Mayıs ‘68 olaylarından hemen önce, 1966-67’de Paris’teydim, zamanın ruhunun kokusunu orada aldım. İnsanlar arasında eşitlik ve kadın-erkek eşitliği isteniyordu. Paris dönüşü edebiyat fakültesine girdiğimde Anadolu’yu tanıdım. Eşitsizliğin boyutlarını o zaman kavradım. O sıralarda Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda birlikte olduğum arkadaşlarla benim yetiştiğim koşullar arasında uçurum vardı. Sol düşünce sadece ekonomi bilgisiyle mekanik bir şekilde gelişen bir şey değil, insanların duygu dünyalarına girmek, onları anlamaya, onlarla empati kurmaya yönelik bir çaba. Bugün 74 yaşımda, bu çabayı her an yeniden gösteriyorum.

Ortadoğu, Güney Asya, Güney Amerika, Afrika, Avrupa, her yer kaynıyor. FKÖ var, Almanya’da Baader-Meinhoff, İtalya’da Kızıl Tugaylar, başka yerlerde başka hareketler var. Çoğu silahlı hareketler. Karşımıza ordular çıkarılmış çünkü. Ordulara karşı silahsız mücadele nasıl verilecekti? Bu kadar büyük askeri güçlere ancak gerilla hareketleriyle karşı konabilirdi.

12 Mart döneminde, hatta sonrasında tedavülde olmayan, ama bugünlerde solun genel söyleminin ana unsurlarını oluşturan kavramlar var. Küreselleşme, ekoloji, kadın emeği, kadınlara ve güçsüz kesimlere pozitif ayrımcılık, eş-yöneticilik, LGBTİ+… Bu kavramlara ve onları temel alan yeni hareketlere nasıl bakıyorsunuz?

Elbette ki çok olumlu görüyorum. Bu hareketlerin nüveleri 20. yüzyılda atıldı ve 21. yüzyıldaki kazanımlarla bugüne geldi. Aslanın ağzından sökülerek alındı hepsi, o nedenle de çok değerli. Kadın hareketlerini çok başarılı buluyorum. Kadınlar hem kendi aralarında birleşerek güçlendiler hem de sokak dahil birçok direniş yöntemini başarıyla kullandılar. Bugün kadın hareketi hem kadınların her alanda temsil edilmesini hem karar mekanizmalarında yer almalarını ve devlet kademelerinde yüksek sorumlu mevkilere gelmelerini sağladı. Elli yıl öncesine göre en büyük farkı ve başarıyı kadın hareketlerinde görüyorum. Bu başarı ne yazık ki kadına karşı erkek şiddetinde büyük bir tırmanışa neden oldu Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde. Erkekler ve patriyarkal sistem derinden sarsıldı. Kendisine boyun eğen, kendi ekonomik gücü olmayan, erkeğin koruması ve himayesine muhtaç kadın ortadan kalkınca erkeğin aile ve ev hayatı içindeki konumu sarsıldı. Genç kuşak erkekler, kendi oğlumdan biliyorum, bizim zamanımızdaki erkeklerden çok farklı. Ortak yaşam, ev işlerinin paylaşımı, çocuk bakımı gibi konularda artık eşitlikçi anlayış yayılıyor. Erkekler kadınlarla bir arada eşitlik içinde yaşamayı, ama ondan da önemlisi sevgiyi ve sevmeyi yeniden öğrenecekler. Öğrenmenin yaşı ve cinsiyeti olmadığı gibi, başı ve sonu da yok. Yeter ki korkmadan kendimizi yeniliklere ve değişimlere açık tutalım.

Çevre sorunları ise dünyayı çok başka noktalara getirecek. İnsanların doğaya yabancılaşmaları birçok sorunu görünür hale getirdi. Doğa varlıklarına, hayvanlara, bitkilere, birlikte yaşadığımız diğer canlılara saygı göstermeyi ve onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız. Doğa hem serttir hem de öğreticidir. Tarım yaşamının ortadan kalkması, insanların topraktan koparılmaları ve büyük kentlerde, dar alanlarda, zor koşullarda yaşamaları, derin yaralar ve kırılmalar getirdi. Toprağın kokusunu almadan yaşamak, beton ve çelik içine hapsolmak insanlara yaramadı. Genç kuşaklar doğaya geri dönüş projelerine sıcak bakıyor, çocuklarının ayaklarını toprağa basmalarını, hayvanları kucaklamalarını istiyor. Gökdelenli yaşamlar sona erecek, daha alçakgönüllü, sade yaşamlar geri gelecek diye umuyorum. Kısacası doğa insanları terbiye edecek, insanlar kibirlerini yok etmeyi, dayanışmayı, sevmeyi, paylaşmayı yeniden öğrenecekler.

El-Fetih gerillaları (Beyrut, 1979) 

 

Gezi direnişini nasıl yaşadınız, bugün nasıl yorumluyorsunuz?

O dönemde Arap ayaklanmalarını yakından izliyordum. Gezi’yi bu süreçten bağımsız değerlendirmedim. Gezi de insanların kente sahip çıkma ve yaşamlarına yönelik müdahalelere karşı özgürleşme hareketidir. Gezi’de herkes vardı. Genç kuşakların demin sözünü ettiğim yeni yaşam biçimlerini mikro düzeyde hayata geçirme çabalarıydı. Bireyin yalnızlığını kırmayı, paylaşma ve dayanışmayı öne çıkaran, insanca yaşamın nasıl olması gerektiğini vurgulayan müthiş bir deneyimdi. Böyle insancıl bir çabayı “vandallık” diye yorumlamak ancak kendisi vandallığa yakın olan insanların yapacağı bir yorum.

Gezi zamanın ruhuna uygun bir isyan biçimiydi. Nasıl Arap Baharı bitmediyse Gezi’nin de sönümlenmediğini düşünüyorum. Arap Baharı’nın 10. yılındayız. Bu konuda bir yazı dizisi üzerine çalışıyorum. On yıl sonra bugün Arap baharını yaşayan ülkelerde durum nedir? İç açıcı değil, ama umutsuz da değil.

Bu elli yıla öğrenci hareketleri açısından baktığımızda, örneğin Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum-rektöre ve dolayısıyla iktidara karşı direnişle 1968-71 döneminin öğrenci hareketlerini karşılaştırdığınızda ne gibi benzerlikler ve farklılıklar görüyorsunuz?

1968-71’de dönemin ruhu farklıydı. O günün dünyasıyla bugünün dünyası aynı değil. Benzerlikler kuşkusuz var, özellikle polisin uyguladığı şiddette benzerlik ve hatta artış var. Bugün üniversitede yapılmak istenen, kayyum-rektör atamak, üniversitelerin bağımsızlığını yok etmek, bilgi değil şiddet üretmek, parçalamak ve bölmek açısından çok daha vahşi. Elli yıl sonra çok umut verici bir durum değil. Devlet halkına, öğrencisine şiddet ve dayakla yaklaşırsa, o ülkede bağımsız üniversite, bağımsız bilgi, bağımsız yargı, insan hakları, öğrenci hakları gibi kavramlardan söz edilemez. Bizim kuşak için bugünleri yaşamak ve gençlere yapılanları görmek çok acı. Yurttaşlarını dayakla ve polisle terbiye eden devletlerin sayısı çoğaldı, Rusya da bunlardan biri. Bu açıdan baktığımızda, elli yıl önce SSCB ayaktaydı, Çin Komünist Partisi Kültür Devrimi yapıyordu, Avrupa’da komünist partiler iktidara ortak olabiliyordu. Bugünün dünyasında ise sağ popülist olarak tanımlanan, aslında halkların cehaleti ve çaresizliği üzerinden siyaset yapan polis devletler var.

“Kırdan kente devrim” fikriyle Malatya kırsalına, Alevi-Kürt bir mezraya gönderildiğimde birçok konuda gerçekliğin bambaşka olduğunu gözlemledim, yaşadım. Oradaki devlet zulmü tahayyüllerimizin üstündeydi.

1968-1971 döneminde nasıl bir Türkiye tahayyülünüz vardı?

Tahayyüllerle gerçeklikler birbiriyle örtüşmeyebilir. O dönemde farklı fraksiyonların farklı tahayyülleri vardı. Farklı kaynaklardan besleniyorduk. O zamanlar içinde olduğum hareket “kır gerillası” tezini, Mahir Çayan ve ekibi ise, Güney Amerika’dan daha çok etkilendikleri için, “kent gerillası” tezini, kentin içinde kalarak mücadeleyi savunuyordu. Bugün ne birini ne diğerini onaylıyorum. Her ülkenin ve zamanın kendi koşulları ve gerçekleri var. Türkiye’nin durumuna uygun çözümler bulmak gerekiyordu. Ben “kırdan kente devrim” fikriyle Malatya kırsalına, Alevi-Kürt bir mezraya gönderildiğimde birçok konuda gerçekliğin bambaşka olduğunu gözlemledim, yaşadım. Oradaki devlet zulmü tahayyüllerimizin üstündeydi. Bunların tümünü yaşayarak öğrendim. Mevcut koşulları en iyi şekilde tahlil ederek gerçekliğin üzerinden ilerlemek gerekir, buna uygun taktik ve stratejiler ihtiyacı var, bu da “başka bir ülkede uygulananı Türkiye’de de uygularım” demekle olmuyor, olmadı zaten.

Darbenin ardından “kır gerillası” olarak gittiğiniz Malatya kırsalında 1972 sonbaharına kadar kalıyorsunuz, sonra da o dönem birçok devrimcinin yaptığı gibi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kampına gidiyorsunuz…

Filistin sorunu o dönemde Türkiye’de ve sol içinde sözü edilen bir hareket. Ancak, bilgiler eksik ve kafalar karışık. Filistin kampları gerçek Filistin topraklarında değil, Amman, Beyrut, Şam gibi diğer Arap ülkelerindeki kentlerdeydi. 1948’de İsrail devletinin resmen kurulması sürecinde yaşanan olaylardan kaçan Filistin halkının barındığı derme çatma binalardan ve gecekondulardan oluşan yerleşimlerdi. Beyrut’ta böyle bir kampta kaldım. FKÖ kampı bana hiçbir ders kitabının öğretemeyeceği şeyleri öğretti. Şatila kampındaki bir hastanede İtalyan doktor ve hemşirelere yardım ediyordum, ilaç yoktu, ağrı kesici yoktu, İsrail devletinin saldırılarında gövdeleri parçalanmış gencecik insanları yaşatmaya çalışıyorduk. Orada geçirdiğim günler yaşama bakışımı değiştirdi, dayanışma ve insanlığı orada gördüm. Bugün de Filistinlilerle ilgili okumalarıma ve çalışmalarıma devam ediyorum.

1971 Mart’ını anlatırken “uçak kaçırmalar, adam kaçırmalar başlamış, bu yöntemler girmişti devrimci hareketlere” dediniz. Bugünden baktığınızda o eylemleri nasıl görüyorsunuz?

O yıllarda dünyanın dört bir yanında benzer olaylar yaşanıyor. Sadece Ortadoğu değil, Güney Asya, Güney Amerika, Afrika, Avrupa, her yer kaynıyor. FKÖ var, Almanya’da Baader-Meinhoff, İtalya’da Kızıl Tugaylar, başka yerlerde başka hareketler var. Bu hareketlerin çoğu silahlı hareketler. Karşımıza ordular çıkarılmış çünkü. Ordulara karşı silahsız mücadele nasıl verilecekti? Bu kadar büyük askeri güçlere ancak gerilla hareketleriyle karşı konabilirdi. Bütün dünyada o dönemde kurulan örgütlerin adlarına bakarsanız, hepsi militarist çağrışımlıdır. Çünkü CIA’in stratejisi sol hareketlerin karşısında orduları kullanmaktı. ABD’nin, CIA’in yaptığı kirli işler belgeleriyle ortada. Panama’da, Soğuk Savaş’ın hemen başında, 1946’da kurulan School of America’s (SOA) CIA’in bütün bu stratejileri planladığı merkezdi. İlk başta Güney Amerika ülkeleri ordularının içinde askeri darbe yapacak subayları eğitmek amacıyla kurulmuştu. SOA mezunları arasında Güney Amerika ülkelerindeki diktatörler ve pek çok insan hakları ihlâllerine karışmış üst rütbeli subay vardır. Bu subaylar SOA’da sadece ülkelerini dış güçlere karşı savunmayı değil, ordularını kendi halklarına karşı kullanmayı öğreniyordu. 1984’te, Panama başkanı SOA’yı ülkesinden atınca, örgüt ABD’nin Georgia eyaletinde Fort Benning’e taşındı ve eğitim faaliyetlerine oradan devam etti. İşin ilginç yanı, 12 Eylül’ün işkencecilerinden, çok iyi İngilizce konuşan bir Türk subayı, belki de kendi önemini göstermek için, “ben Panama’da eğitim gördüm” diye beyanda bulunabiliyordu. Bunları anlatmamın nedeni ortada bir “master plan” olduğunu göstermek. Neden o dönemde dünyanın çeşitli ülkelerinde darbeler oldu? Endonezya’yı, Filipinler’i düşünün. Büyük ordular kendi halklarına karşı kullanıldı. Orduları kullanmak genel bir stratejiydi, Türkiye de bu stratejiden payına düşeni aldı.

Bugün işler daha karışık. Devletlerin düzenli orduları yerine, halkların karşısında özel tim denen, sivil halka karşı mücadele amacıyla eğitilmiş ekipler, askeri teçhizatla donanmış milis kuvvetleri, paralı askerler ve devletin polis güçleri var. Devletler ve halklar arasında çatışma söz konusu, ordular arasında savaş değil. ABD’nin 11 Eylül’den sonra geliştirdiği War on Terror (Terörle Savaş) sadece terör olaylarına karışanları değil, topyekûn halkları terörist olarak damgalamayı meşrulaştırdı. Bugün sözü edilen kutuplaşma aslında bu politikaların sonucu. “Biz ve onlar” sömürge yönetimlerinin “böl ve yönet” siyasetinin bugünkü dünyada uygulanışı.

Elli yıl öncesine göre en büyük farkı ve başarıyı kadın hareketlerinde görüyorum. Bu başarı kadına karşı erkek şiddetinde büyük bir tırmanışa neden oldu Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde. Erkekler ve patriyarkal sistem derinden sarsıldı.

12 Mart öncesinde öne çıkan dinamiklerden biri de 1969’da kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) örgütlenen Kürt hareketi ve düzenlediği kitlesel mitinglerdi. 12 Mart rejimi DDKO’yu kapattı, ama Kürt hareketi çeşitli legal-illegal örgütlenmelerle büyüyerek devam etti ve bugünkü noktaya geldi. Bu elli yıla Kürt hareketi açısından baktığınızda neler görüyorsunuz?  

TİP’te küçük bir azınlık olarak temsil edilen Kürt hareketi elli yıl içinde yüzde 13 oranında oy alan bir parti olarak Meclis’e girmeye hak kazandı. Ülkenin en çok oy alan üçüncü partisi konumuna geldi, iktidar ortağı olacaktı belki de. Türkiye buradan çark etmeseydi, 7 Haziran seçimlerinden sonra yapılanlar yapılmasaydı, Türkiye daha demokratik bir yerde olurdu. Halkın iradesi tanınsaydı, gerek Kürt meselesinin çözümü gerekse Türkiye’nin demokratikleşmesi, sendikal haklar ve özgürlükler konusunda yol alınmış olacaktı. Gerçek anlamda demokratikleşmenin en önemli kriteri hiç kuşkusuz eşit yurttaşlık. Şöyle de ifade edebilirim: 7 Haziran sonuçları Meclis’e yansısaydı, Türkiye 12 Mart ile tırpanlanan, 12 Eylül ile kaldırılan ‘61 Anayasası’nın çerçevesinin ötesine geçecekti. Ama buna müsaade edilmedi.

Bugün herkes başkanlık sistemini eleştiriyor, peki nasıl geldik bu rejime? 7 Haziran sonrasında olanlara sesini çıkarmayanlar sayesinde. Her şeyi AKP ve Erdoğan’a bağlamamak gerek, ana muhalefet partisi olarak CHP ne yapıyor? HDP’ye yapılanlar karşısında onun arkasında durdu mu? Hayır. Her konuda anlaşmak gerekmez, ama Türkiye’nin demokratikleşmesi isteniyorsa, bunun vazgeçilmez koşulu eşit yurttaşlık ve insan hakları olduğuna göre, CHP bu zeminde HDP’nin yanında olmalıydı. 31 Mart yerel seçimlerindeki ittifakın sonuçları ortada.

Kazlıçeşme, 2015

Yakın vadede parlamenter sisteme dönüş ve demokratik bir seçim olasılığı var mı sizce?

Türkiye’de neler olacağını anlamak için Ortadoğu, ABD ve Rusya’daki gelişmelere bakmak lâzım. Eskiden çift kutuplu dünyada, ABD ve NATO ekseninde bir dış politika vardı. Şimdi ise Türkiye bölgede bir alt güç olarak yayılmacı bir dış politika izliyor. Bunun sonuçlarının ne olacağı, nasıl gelişeceği bilinmiyor henüz…

Reform dedikleri şeyler göstermelik restorasyon projeleri olabilir ancak. Parlamenter sisteme geri dönüş ancak gerçek bir temsili sistemin sağlanmasıyla olur, HDP’yi ve Kürtleri dışlayarak olmaz. O nedenle, güçlendirilmiş parlamenter sistemden söz edenler ilk önce bundan ne anladıklarını açıkça beyan etsinler. İlk önce yapılması gereken bu dışlayıcı, aşağılayıcı dilden vazgeçmek. Demokrasi, nefret ve kin söylemi olan ortamlarda yeşermez. Toplumu cami ile ordu arasına sıkıştırdığınızda oradan demokrasi ve eşit yurttaşlık çıkmaz. Ne olacağını bilemem, ama en azından bu kadarını biliyorum. Seçimler otoriter rejimlere hizmet ettiği, otokrasiyi meşrulaştırmanın bir yolu olarak görüldüğü sürece, işlevsiz hale geliyor. Seçim yapıp “sonuçlarını beğenmezsem, kabul etmem” diyen bir mantıkla seçime gitmek, gerçek bir seçim değil, istenilen sonuca varmak için kullanılan bir araç.

TİP’te küçük bir azınlık olarak temsil edilen Kürt hareketi elli yıl içinde ülkenin en çok oy alan üçüncü partisi konumuna geldi, iktidar ortağı olacaktı belki de. 7 Haziran seçimlerinden sonra yapılanlar yapılmasaydı, Türkiye daha demokratik bir yerde olurdu.

12 Mart dönemiyle bugünleri karşılaştırdık, 12 Eylül’e kısaca değindik. Bir başka kritik dönem de 90’lar, bugünleri 90’larla karşılaştırdığımızda neler görüyorsunuz?

90’ların sonlarında AB üyeliği gündeme geldi, 2000’lerin başında çeşitli reformlar, AB’ye uyum yasaları hazırlandı. Uygulandı mı? Hayır. Ama en azından kâğıt üzerinde yapıldı. Şimdi çok daha geriye gittik. 90’larda özgürlük vardı demiyorum, yine de bugüne göre şöyle bir fark vardı: Parlamenter sistem, hukuk ve en önemlisi güçler dengesi kör topal işliyordu. Şimdi ise tek adam iktidarında, tek adam eşittir devlet. Dünyanın başka ülkelerinde de başkanlık sistemleri tek adamların kural tanımadan ülke yönettikleri bir yola girdi. Bu çok tehlikeli eğilimlere, hatta savaşlara varabilir. Mutlakiyetçi rejimleri, krallıkları, sultanları büyük mücadelelerle ortadan kaldıran insanlık eskiye dönüş yaptı. Bunu da iletişim çağında, herkesin elindeki telefonda dünyada ve ülkesinde neler olup bittiğini izleyebildiği bir zaman diliminde yaptı. Paradokslarla dolu bir dünyada yaşıyoruz.

Bugünkü durumdan geleceğe bakınca neler öngörüyorsunuz?

Bu duruma pandemiyi eklemek gerekecek. Türkiye ve dünyada devletler pandemi mücadelesiyle yasakçı tavırlarını artırdı. Bunlar da yepyeni sorunlar yarattı. İnsanlar iletişimin olanaklarından yararlanarak ve birey olarak kendilerini daha güçlü ve özgür hissetmek isterken daha ceberrut devletler çıkıyor karşılarına. Bu da daha büyük çatışmaları beraberinde getirdi, daha da getirecek. Bu ceberrut devletlerin ve yöneticilerin karşısında kısmen örgütlü, kısmen örgütsüz halklar var. Birey olarak hepimiz büyük baskılarla karşı karşıyayız ve bildiğimiz anlamda “sosyal devlet” ortadan kalktı. İnsanlar güvensiz, korunaksız. İnsanlar işsiz, aç. Bunların nasıl çözümleneceği belirsiz. Devletler habire para bastı, borç içindeler. Ayrıca, bütün dünyada Covid-19 süreci çok kötü yönetildi. Halklar çıkış yolunu ve umudu göremezken, iletişim ağlarını kuranlar, malûm isimler yıl sonu bilançolarını servetlerine milyon dolarlar katarak kapadılar. Ne oldu bu arada? Twitter “Trump’ın hesabını kısıtlarım” dedi ve kısıtladı. Bu olumlu bir şey tabii bizim açımızdan, ama bu durum dünyanın yeni efendilerini de gösterdi. “Benim izin verdiğim kadar konuşun” demiş oldu yeni patron. Fütüristik bakacak olursak, bambaşka bir gelecek tahayyülüne gidiyoruz: Silah üreten şirketler ve petrol şirketleri dünya borsalarında en büyük kârları elde ederken, bunların zirvedeki yerini şimdi Amazon aldı, sırada da aşı-ilaç şirketleri var. Şimdi Marx’a bir selam göndermek gerek, sermayenin temerküzü o kadar belirgin hale geldi ki, parmakla sayılacak kadar aile dünyanın servetini elinde tutuyor. Bu insanların ellerindeki parayı nerelere, nasıl kullanacakları meçhul. Buradan nasıl çıkılacak, bilmiyorum. Çok büyük, çok sert çatışmalara gidilebilir, “ya sosyalizm ya barbarlık” noktasına gelinebilir.

Bu söyleşi Express’in 175. sayısında (Mart-Mayıs 2021) yayınlanmıştır.

^