GEZİ DİRENİŞİ YEDİ YAŞINDA

Merve Erol, Yücel Göktürk
15 Haziran 2020
SATIRBAŞLARI

Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz / Nar Photos
Yedi yıl önce, 15 Haziran akşamında, AKP hükümeti Taksim’i ve Gezi Parkı’nı biber gazına, ilaçlı suya, plastik mermiye boğdu. Bu vahşete o gece ve ertesi gün tarihî bir direnişle karşılık verildi. Sonrası, “bitmeyen şarkı”ya yeni enstrümanlar, ritimler, sözler katma arayışı…
Express’in Temmuz 2013 tarihli Gezi Direnişi sayısında, 13-22 Haziran haftasını kayıtlara geçiren “17, 18, 19, daha fazla haziran” başlıklı yazının sunuşu şöyleydi:
“Hükümet pusuya yattı, 15 Haziran akşamı hava kararırken çeviklerini meydana saldı. Biber gazı, ilaçlı su, plastik mermi… Çoluk çocuk, genç, yaşlı demeden yapılan taarruz dünya çapında bir demokrasi timsali haline gelen Gezi Parkı’nı yerle bir etti. Ama, nefsi müdafaa diye bir şey var, bu barbarlığa 15 Haziran’ı 16 Haziran’a bağlayan gece boyunca tarihi bir direnişle karşılık verildi. 17 Haziran’dan itibaren ise Gezi ruhu yeni mecralar, yeni mekânlar yaratmaya başladı. ‘Duranadam’lar ve park forumları sahneye çıktı. ‘Bu Daha Başlangıç’ sloganı hayatın ta kendisi oldu, başka bir hayatın, başka türlü bir ülkenin ihtimali doğdu.”
O günlerden bugünlere köprülerin altından çok sular aktı. Ama şarkı bitmedi, tazelenmeyi bekliyor. Yeni enstrümanlar, yeni ritimler ve yeni sözlerle harmanlanmayı…

 

Günlerden cumartesi, tarih 22 Haziran. Gezi direnişinin 27. günü. Saatler 19:00’a ayarlı. Taksim Dayanışması’nın çağrısı var: “Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda yarattığımız özgürlük şarkısı bütün engellemelere karşın tüm dünyaya dalga dalga yayılmaktadır. Yurdun dört bir yanında parklarımız ve meydanlarımızda yeşeren forumlar demokrasi, dayanışma ve barış içinde yeni bir yaşam için yol gösteren umut ışıklarımız olmuştur. Taleplerimizden ve kazanımlarımızdan vazgeçmedik ve vazgeçmeyeceğiz. Kayıplarımızı anmak, taleplerimizi tekrar hatırlatmak ve tüm Türkiye’de yaşanan şiddeti kınamak üzere Cumartesi günü saat 19:00’da karanfillerimizle Taksim Meydanı’mızda buluşuyoruz. Yaşasın dayanışmamız! Her yer Taksim, her yer direniş!

Hürriyetin ilk şarkısı

Çağrı dedik, davet demek daha uygun olur herhalde. Nâzım’ın dizelerindeki gibi: “Bu davet bizim / Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu hasret bizim.

Ve mayıs sonundan beri olanları özetler Şekilde İstiklâl Caddesi’nin girişindeki grafitiye Nâzım portresiyle birlikte akseden davet: “Bu kavga hürriyet kavgasıdır”.

Ve “Şaban Oğlu Selim ile Kitabı”ndaki davet: “Hürriyetin ilk şarkısı anlamaktır / Ve Selim, / ve Şaban oğlu Selim şarkı söylüyor /…/ tırnaklarında kan / omuzlarında altın çuvalları / rap, rap, yürüyorlar / Ne çok insan öldürüyorlar, Selim / ne çok insan öldürüyorlar / Korkma, günler bizimdir /…/ Anladığını anlatmayan alçaktır / Ve Selim / ve Şaban oğlu Selim / Ayaklarının üstüne basamıyor / ve sol gözü kan içinde.”

Davetin özeti “Beş Satır”: “Annelerin ninnilerinden / spikerin okuduğu habere kadar / yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı / anlamak, sevgilim, / o, müthiş bir bahtiyarlık, / anlamak gideni ve gelmekte olanı.”

Hiphop’çu, eski Cartel’ci Erci E. boşuna “Bize Nâzım gibi hikmetler lâzım” rap’i yapmamıştı. 31 Mayıs’tan beri Türkiye sokakları yazılı-sözlü hikmetlerle nefes alıp veriyor. “Bu kavga hürriyet kavgasıdır” grafitisinden bir sigara içimi mesafede, 27 Mayıs 1995’ten beri her hafta olduğu gibi, Cumartesi Anneleri saat 12:00’den itibaren oturma eyleminde.

Bu 430. hafta. Evlatları devlet tarafından yok edilen anneler, yaptıkları basın açıklamasında, Gezi direnişçilerinin aynı akıbete uğramaması için gözaltılara dikkat çekiyor. Sayı meçhul, tutuldukları yerler meçhul, gördükleri muamele meçhul. Bunlar “faili meçhul”lerin yol işaretleri. Bunu en iyi bilenler Cumartesi Anneleri.

Turgut Uyar’ın “Bir Daha” şiiri, Türkiye solunun 15-16 Haziran’da başlayıp Deniz’lere, Mahir’lere, Kızıldere’ye uzanan, upuzun iki yıla yayılan milâdına tanıklıkla yazılmıştı. 15-16 Haziran’ın 43. yıldönümü yeni bir milât oldu. “Şiirsel adalet” bu herhalde.

Cumartesi 19:00’daki davet, polis şiddetinin katlettiği üç canı, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük’ü anmaya davet öncelikle. Şehrin dört bir yanında karanfiller hazır ediliyor. Ama bu buluşmanın bir anma toplantısından ibaret olmayacağı besbelli; sloganlar ve şarkılar yedekte.

Taksim ve çevresi giderek kalabalıklaşıyor, saatler 19’u gösterdiğinde, meydan ve İstiklâl Caddesi, bir haber kanalı muhabirinin boş bulunup dediği gibi, “iğne atsan yere düşmez” vaziyette. The Guardian’ın kullandığı ifade “on binler”.

Taksim Meydanı’nda polis şiddetiyle hayatını kaybedenler anısına mumlar yakılıyor, karanfiller bırakılıyor. Saygı duruşunun ardından, Turgut Uyar alıyor sözü: “Ve bizim bir haziranımız / Bir yıl kadar yetecektir dünyaya / Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış /…/ Ölülerimiz toplanacaktır / Doldurulan bir kıyı gibi.”

Taksim Dayanışması’nın “Bir Daha” dizeleriyle başlayan basın açıklaması özetle şöyle devam ediyor: “Yurdumuzun dört bir yanından, meydanlardan, parklardan, evlerden, derneklerden, meslek odalarından, sendikalardan, partilerden, kısacası yüreği Gezi Parkı’ndan atan her yerden sesleniyoruz, Taksim Meydanı’ndan sesleniyoruz. Hükümete ilettiğimiz taleplere hâlâ yanıt alamadığımız gibi, taleplerimizi haykıranlar şiddet, gözaltılar ve tutuklamalar ile susturulmak isteniyor. Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük savaşta bile görülmeyen bir vahşet, nefret ve şiddetin kurbanları olmuşlardır. Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Unutmayacağız, unutturmayacağız. Taksim Dayanışması olarak bu süreçte öğrendiğimiz en önemli şey, mücadelenin zaman ve mekânla sınırlandırılamayacağı, bundan sonra da hayatın, kentin ve ülkenin her metrekaresinde ve her ânında devam edeceğidir.”

Sonrası, Salazar’ı tarihe gömen “karanfil devrimi”nden sahneler gibi. Namlulara değilse de polis barikatlarına iliştirilen karanfiller, eğlenceli sloganlar, şarkılar. Führer’in, Duce’nin, Franco’nun işbirlikçisi Salazar’ın kurucusu olduğu dikta rejimi ’33’ten ’74’e Portekiz’in anasını ağlatmıştı. Pis sırıtışıyla iktidarını “3 F” (fado, fiesta, futbol) sayesinde sürdürmekle böbürlenen Salazarist rejim, o “3 F” ve karanfiller eşliğinde alaşağı edilmişti. Türkiye de 31 Mayıs’tan beri fado’su, fiestası ve futboluyla sokaklarda. 22 Haziran’da “3 F”ye karanfiller de eklendi.

Sık bakalım, yala bakalım

Polis, barikatlarına iliştirilen karanfilleri yakasına takacak değildi elbette. ‘74 Lizbon sahnelerine ve “Polis, simit sat, onurlu yaşa!”ya cevapları gecikmedi. William Burroughs haklı çıkacaktı: “Bir polise çiçek vermenin en güzel yolu, yüksek bir pencereden saksısıyla birlikte bırakmaktır.”

20:30’da ilk anons geldi. 16 Haziran’ın haber bültenlerini (“Halka açık bir meydanı işgal ediyorsunuz”) yankılarcasına: “Gezi Parkı halka açıldı, polis kimsenin girmesine izin vermiyor.”

Anonsların sonrası malûm. Önce, TOMA’lar su sıkmaya başladı. Haber kanalları, polis henüz gaza başlamadığı için, “yarabbi şükür” makamındaydı. Ama polis, yeni bir “destan” (bkz. Erdoğan’ın Polis Akademisi’ndeki söylevi) yazmaya hazırlanıyordu. NTV muhabiri “Polis sadece suyla müdahale ediyor” derken öksürüğe boğuldu, görüntüden çıktı. Az sonra, “sıkılan su ilaçlı olabilir, ama öyleyse bile düşük bir dozda” tanısı kondu.

Maharetle kullandıkları “modern” ve “postmodern” silahların süngüsü düşmüştü. Karşılarındaki cumhuriyet mitingleri değil, sokak sokak demokrasi direnişiydi. Geleneksel silahlara müracaat ettiler. Cephanelerinde şairleri, şiirleri de vardı: “Camiler kışlamız, minareler süngümüz.”

İstiklâl Caddesi üzerindeki gaz bulutu ekranlarda saklanamaz olunca, muhabir debelendi: “Polis gaz kullanmıyor, ama bir bulut var.” Derken, Necati Şaşmaz’ın Kurtlar Vadisi’nin Polat Alemdar’ı sıfatıyla başbakanla görüşmesinin ardından yaptığı konuşma üzerine başlayan “direntürkçe” kampanyasını pes ettirecek cümle geldi: “Gaz olabilme olasılığı olan bir şey atıldı.”

22 Haziran gecesi ekranlara yansımayan polis şiddeti 15-16 Haziran’ı aratmayacak barbarlıktaydı. İlaçlı suya, gaz bombalarına, İstiklâl’in yan sokaklarında, Tarlabaşı’nda, özellikle de Cihangir’de plastik mermi eklendi. Ortalık savaş alanına dönünce haber kanalları stüdyolarına, “Master Mind” yarışmasına, “Eğrisi Doğrusu”na, “Tarihin Arka Odası”na çekildi. Taksim’deki kalabalığın “sık bakalım”ını, “faşizme karşı omuz omuza”sını verecek değillerdi. Anaakımın penguenliği, AKP medyasının düpedüz yalancılığı –en başta cami yalanı– ve “algı yönetimi” adına fantastik komplo teorileri üfürükçülüğü, Taksim’deki “Yala yala nereye kadar?” grafitisini yankılıyordu.

Fakat hepsi bir yana, şampiyonluk yine “Büyük Gazete”nindi. Hem Tarık Ali gibi bir isimle söyleşi yapıp yayınlıyorlar, hem de en oturaklı sözleri makaslıyorlardı. Allahtan, Tarık Ali Hürriyet’in yazılı sorularına verdiği cevapları Counter Punch’ta da yayınlamıştı ve böylece nelerin “cız” olduğu ortaya döküldü:

1. “Erdoğan kültü bana biraz Mübarek ve Esad’ı hatırlattı.”
2. “Rejim tarafından seçilen 60 akil adama ne oldu? Kolektif vicdanları öldü mü?
3. “Türkiye’de gerçek bir muhalefet yok, çünkü muhafazakâr İslâmcılıkla muhafazakâr ulusalcılık neoliberalizmde uzlaşıyor.”
4. “Türkiye medya üzerindeki sıkı denetim ve hapsedilen gazeteciler alanında altın madalya sahibi.”

O cümleler olmadan Gezi direnişi anlaşılabilir mi?
1. İstiklâl’deki duvar yazısı boşuna mı “Sonun Mübarek olsun” diyordu?
2. Kürt sorununun çözümü için medet umulan akiller Gezi sorununun çözümü için herhangi bir girişimde bulundu mu?
3. Gezi direnişi tam da Tarık Ali’nin kastettiği anlamda “gerçek” muhalefet değil mi?
4. Bkz. “Yala yala nereye kadar?” (AKP seçmeni bir kadının ekranlara yansıyan “biz Erdoğan’ın…” diye başladığı cümlede söylediği yere kadar olabilir mi? Akla bazı isimler gelmiyor değil.) “Hapisteki gazeteciler” bahsindeyse, “onlar gazetecilik faaliyetlerinden tutuklanmadılar ki.”

Şiirsel adalet: “Bir suyun bir başka suya karışması”

Taksim Dayanışması’nın 22 Haziran’daki “karanfil eylemi”nde basın açıklaması Turgut Uyar’ın “Bir Daha”daki dizeleriyle başlıyordu: “Bizim bir haziranımız…” O dizelerin bir de öncesi vardı: “kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım /… / bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum / oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır / ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek ölülerimiz toplanacaktır. / senin yıldızların güneşlere dönüşür / en karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile / ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır / bir suyun başka bir suya karışması / … / haberlere yorumlara ve büyük tirajlara / asalak otlara karşı, türeyip giden / bir suni ilkahla üreyip giden / bir soya, bir sanrıya karşı /… / diri bir su gibi gidenleri hatırlarım /… / ölülerimiz toplanacaktır.”

Kin bahsinde yelpaze genişti: Malûm “çapulcular”dan ara sıra bir kadeh içen “alkolikler”e, “ayakları baş, başları ayak yapmak isteyenler”den “kanlarında CHP’lilik olanlar”a, “aşırı sendikacı”lardan Kadıköy vapurlarındaki “uygunsuz kıyafetli kadınlar”a…

Bir Daha”, Türkiye solunun 15-16 Haziran’da başlayıp Deniz’lere, Mahir’lere, Kızıldere’ye uzanan, upuzun iki yıla yayılan milâdına tanıklıkla yazılmıştı. 15-16 Haziran’ın 43. yıldönümü yeni bir milât oldu. “Şiirsel adalet” bu herhalde. Tıpkı, Nâzım’ın 50. ölüm yıldönümünün, 3 Haziran’ın, Gezi direnişinin boy vermesine denk gelmesi, “Bir ağaç gibi”den “yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı”na, “hürriyetin ilk şarkısı”ndan “bu davet, bu hasret bizim”e, Nâzım’ın ruhunun eylemlere eşlik etmesi gibi.

Hem 31 Mayıs’ta hem 15-16 Haziran’da direnişçilerin polis saldırısına karşı koyuşlarına sahne olan Hayyam Geçidi de elbette kendi ruhunu üfleyecekti. Gezi’nin yerle bir edildiği gecenin ardından, 17 Haziran sabahında, Türkiye Hayyam’ın dizelerine uyanıyordu: “Tam yatmasın aklın hiçbir şeye / Bu sabah başka bir sabah / Bu aydınlık başka bir aydınlık.”

Hükümetin anaakım borazanları bile 15 Haziran gecesi olanlara, polise verilen “Gezi’yi yakın yıkın” talimatına akıl erdiremiyordu. Onların bile aklına yatmayan, kamuoyunun aklına nasıl yatacaktı? Hükümet de farkındaydı, kimi vantrilogların dediği gibi, “akıl tutulması” filan yoktu, akılları her zamanki gibi işliyordu. Fakat bir sorun vardı. Teşhisi Beşir Atalay koydu: “Algı yönetimini iyi yapamadık.”

Fotoğraf: Nazım Serhat Fırat

Maharetle kullandıkları “modern” ve “postmodern” silahların süngüsü düşmüştü. Karşılarındaki cumhuriyet mitingleri değil, sokak sokak demokrasi direnişiydi. Geleneksel silahlara müracaat ettiler. Cephanelerinde şairleri, şiirleri de vardı: “Camiler kışlamız, minareler süngümüz.” Ağır topları, başbakanın “üstadım” dediği Necip Fazıl’dı tabii. Onun diliyle konuşuyordu zaten: “Dininin, ilminin, kininin davacısı bir gençlik istiyoruz.”

Dinden ve ilimden ne anladığını beyan için seçim meydanlarında Aleviileri yuhalatmakla, üçüncü köprüye göğsünü gere gere “Yavuz” adını vermekle kalmadı 14 Haziran’daki söylevinde, “Reyhanlı’da 53 Sünni vatandaşımız öldü” buyurdu. Kin bahsinde ise yelpaze genişti: Malûm “çapulcular”dan ara sıra bir kadeh içen “alkolikler”e, “ayakları baş, başları ayak yapmak isteyenler”den “kanlarında CHP’lilik olanlar”a, “aşırı sendikacı”lardan Kadıköy vapurlarındaki “uygunsuz kıyafetli kadınlar”a…

Ona uymayan her şey, herkes uygunsuz zaten. Kendisini “aynı zamanda imam” ilan etmesi boşuna değil. Türkiye’yi kendine uydurmaya kararlı. Şimdilik –ustalık döneminin başında– yarısı, “evde zor tuttuğu” yüzde elli tamam. “Bir salarsam üzerinize” demeye getiriyor, twitter’da cevap geliyor: “Sana oy verdik diye av köpeğin mi sandın bizi?”

Victor Hugo’nun Avrupa’yı altüst eden 1848 ayaklanmalarının başında söylediği sözün akıllara düşmesi boşuna değil: “Halk ne istemediğini biliyor, ama ne istediğini bilmiyor.” Gezi direnişine fiilen (2.5 milyon kişi olduğu söyleniyor) ve ruhen katılanlar için de öyle.

Bir tweet ne yazar, “onlar milyonlarca tweet atsınlar, bizim tek bir besmelemiz oyunları bozar”. 23 Haziran’daki Samsun nutkunda böyle demişti. Devamı da vardı: “Bizim tek bir lâhavlemiz bütün tuzağı bozar. Onlar camiye ayakkabıyla girsinler, camilerimizde içki içsinler, başörtülü kızlarımıza el uzatmaya kalksınlar, bu milletin bir duası onların bütün hesaplarını altüst eder.”

İmam böyle deyince cemaat durur mu? O daha leb demeden cemaat anlar kestaneyi. Kuzey Afrika gezisi dönüşünde, onu karşılayan bindirilmiş kıtalar havaalanını “Ya Allah bismillah Allahuekber” diye inletecekti tabii. “İmam” dedik, kendisi öyle dediği için. “Ben bu şehrin aynı zamanda imamıyım” demişti belediye başkanıyken. “İnsanların günaha girmesini engellemek de görevlerim arasında.” Artık Türkiye’nin imamı. Şimdi, “kardeşi Esad”a açtığı cihadla, Yavuz köprüsüyle Ortadoğu’nun da imamlığına soyunuyor. Egemen Bağış boşuna mı diyor: “Başbakanımız rabbimin insanlığa müjdesidir.”

“Müjde”, Sincan’da başlattığı Milli İradeye Saygı mitinglerinde “cami” dedi, “başörtüsü” dedi, “faiz lobisi” dedi, “dış güçlerin tuzağı” dedi, dedi, dedi… Aklı yatan oldu mu? Olmuştur maazallah. Onlara “tam yatmasın aklın hiçbir şeye” demek mânâsız. Zaten Hayyam da onlara seslenmiyor. Ne onlara, ne onların kurmaylarına, şu veya bu cemaatten temsilcilerine, kanaat önderlerine, ne de o muktedirlerle saf tutmuş şu veya bu vasıftaki, unvandaki kalem ve kürsü sahiplerine sesleniyor. Onların aklı zaten yatık, kimisi “dininin, kininin davacısı” olduğu için, kimisi rüzgâra kapılıp sersemlediği için, kimisi devre ayak uydurup sebeplenmek için. “Davacı”lara bin lâhavle yetmez, rüzgârdan sersemleyenlere biber gazı iyi gelmiş olabilir, ama “devir değişiyor”u hissedip sol şeride yanaşanlara bir tweet yetti: “Ticari, sağa çek!

“Başka bir sabah”

Hayyam onlara değil, 31 Mayıs’tan beri “her yer Gezi, her yer direniş” diyenlere sesleniyor: “Tam yatmasın aklın hiçbir şeye.” Gerisini Erkin Koray’ın “Hayyamyam”ı getiriyor: “Fakat sen / yürü yavrum / gerisi beter / gerisi malûm.”

Victor Hugo’nun Avrupa’yı altüst eden 1848 ayaklanmalarının başında söylediği sözün akıllara düşmesi boşuna değil: “Halk ne istemediğini biliyor, ama ne istediğini bilmiyor.” Gezi direnişine fiilen (2.5 milyon kişi olduğu söyleniyor) ve ruhen katılanlar için de öyle. Ve tabii ki, ne istenmediği, ne istendiğinin ipucunu veriyor: Demokrasi. Ama nasıl bir demokrasi? Temsili? Katılımcı? Doğrudan? Demokratik özerklik? Özyönetim? Bütün bunları enine boyuna kesen sınıflar, sınıf ittifakları… Sınıfları enine boyuna kesen kimlikler, kimlik siyasetleri… Örgütlenme modelleri, mücadele yöntemleri… Ne yapmalı, nasıl yapmalı? “Tam yatmasın aklın hiçbir şeye… Fakat sen / yürü yavrum / gerisi beter / gerisi malûm…”

17 Haziran sabahı Hayyam’ın dizeleri gibiydi: “Bu, sabahtan başka bir sabah, aydınlıktan başka bir aydınlık.” 17 Haziran “duranadam”larıyla, park forumlarıyla başka türlü bir hayat, başka türlü bir ülke ihtimalinin sahaya çıkışıydı. Halbuki, yenilgi duygusuyla girilmişti yatağa.

Futbol tabiriyle söylersek, maçın kırılma ânı 13 Haziran’dı. O âna kadar, bir duvar yazısının dediği gibi, “Allahını seven defansa gelsin” kıvamıydı. Defans, Allahı var, dört dörtlüktü. O sayede orta saha bile ele geçirilmişti. Ama 13 Haziran’da, “ben top oynamam, penaltı atarım” diyen başbakan sahaya çıktı. Kuzey Afrika gezisi sonrasında, ayağının tozuyla yaptığı yol üstü mitinglerde yeterince ısınmıştı. 13 Haziran’da başlayan topyekûn saldırıya 16 Haziran gecesi itibarıyla kesin galibiyet zannıyla son verildiğinde, maç aslında yeni başlıyordu.

13 Haziran: Gerçekleri konuşmak

13 Haziran gecesi nefesler tutulmuş, Başbakanlık’taki görüşmenin neticesi bekleniyordu. Başbakan, Hasan Kaçan (“Gezi sidik kokuyor”), Necati Şaşmaz (“Türkiye’ye nazar değdi”) ve Hülya Avşar’la (“Bana animasyon gösterdi, çok güzeldi”) yaptığı görüşmelerle başlattığı “sanatçı açılımı”nı genişleterek bir grup tanınmış ismi huzuruna çağırmıştı. Ve bu sefer, nasıl olmuşsa olmuş, Taksim Dayanışması’ndan temsilciler de heyete dahil olmuştu. Başbakan, o güne dek “çapulcular” diye andığı Gezi direnişinin temsilcileriyle yüz yüze gelecekti.

Sabaha karşı, önce Hüseyin Çelik geçti mikrofonların karşısına, Gezi Parkı için yargı kararının bekleneceğini, karar lehte çıksa bile hükümetin halk oylamasına gideceğini açıkladı, eylemcilerin temsilcilerinin ve sanatçıların da görüşünün bu istikamette olduğunu söyledi. Çelik’in ardından Halit Ergenç heyetin sözcüsü sıfatıyla anlattı “müzakere”de gelinen noktayı. Yüz ifadesinin donukluğu, olabildiğince nötr ifadeler kullanma çabası dikkat çekiciydi. Kısaca görüşmeyi ve çıkan sonucu nakledip sözü Dayanışma temsilcilerine bırakmak istedi.

Heyet üyelerinden Sunay Akın’ın mikrofonu kapıp başladığı “yapıcı” vaaz bitmek bilmezken (“adam Türkiye’nin yarısını evde tutuyor, biz bir Sunay Akın’ı tutamadık” yollu tweet’lere konu olurken) nihayet punduna getirilip Taksim Dayanışması’ndan Türkiye Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı Tayfun Kahraman’a söz verildi. Ekran başındakiler dikkat kesildi. Nihayet, hükümetin doğrudan muhatabı konumundaki Taksim Dayanışması’nın toplantının içeriğine ve dolayısıyla sürecin muhtemel seyrine dair izlenimi temsilcilerinden birinin ağzından duyulacaktı.

Kahraman “pozitif” dedi, “bizim burada gördüğümüz tablo pozitif”… Sonra da anlattı “pozitif tabloyu”: 1. Mahkeme kararı beklenecek; karar proje aleyhine çıkarsa, uyulacak. Lehine çıkarsa, halk oyuna sunulacak. 2. Orantısız güç kullanan kolluk kuvvetleri ve buna meydan veren idari makamlar hakkında soruşturma açılacak.

Hepsi bu. Beş saat süren görüşmede gelinen nokta bu. Peki, “pozitif” olan neydi? Belki içerideki hava öyleydi, günlerdir ateş püsküren başbakan farklı bir tutum sergilediği için bu iki lütuf –herhangi bir hükümetin aksini yapması düşünülemeyecek, demokrasinin alfabesi iki temel kaideye uyulması– pozitif gelmiştir diye düşünülebilirdi. Ama çok geçmeden, içerideki havanın da hiç öyle olmadığı ortaya çıktı.

Ertesi gün, Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda başbakanın Gezi direnişine verip veriştirirken kullandığı “aşırı sendikacı” ifadesi, o toplantının ve ülkeyi yöneten zihniyetin içyüzüne ışık tutacaktı.

Aşırı sendikacı” DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’ydu, o ifadenin kaynağını açıklamak zorunda kaldı: “Sorun sanki sadece ağaçlar, sadece bir mimari meseleymiş gibi konuşuldu. Bir süre sonra söz aldım. ‘Bu görüşmeyi 25 Mayıs’ta yapıyor olsaydık, bunları konuşabilirdik. Ama haftalar geçmiş, insanlar sokaklara dökülmüş, dört kişi ölmüş. Eğer çözüm için buraya geldiysek, gerçekleri konuşmak zorundayız. Bu kadar insan sokaklarda gece gündüz size bir şeyler söylüyor. Bunları konuşmamız gerekmez mi? Bu artık bir sosyolojik, toplumsal olaydır, sadece bir mimari mesele değildir’ dedim.

Sık sık sözlerime müdahale eden Başbakan, ‘sosyolojik, toplumsal meseledir’ dediğimde çok sert tepki gösterdi. Sesini yükselterek, ‘Siz kim oluyorsunuz da bize sosyoloji öğretiyorsunuz? Biz sosyolojiyi de, psikolojiyi de biliriz. Sizin haddinize mi bize bunları söylemek’ dedi. Ben de ‘o zaman bunu konuşalım diyoruz’ dedim. Bu sözlerime daha çok sinirlendi. Tepkisini ayağa kalkarak sürdürdü. ‘Böyle tepki gösterirseniz çözemeyiz’ dedim. Başbakan, ‘Haddinizi bilin, sizin haddinize mi bize sosyoloji öğretmek’ dedi. Yanındakiler sakinleştirmeye çalışıyorlardı, ama sakinleşmedi. Sümeyye Erdoğan babasının yanına geldi ve odadan çıkardı. Başbakanın toplantıyı terk etmesinin ardından Hüseyin Çelik’le birlikte 15 dakika daha orada kaldık. Herkes şoktaydı.”

Böyle biten bir görüşmeden nasıl bir “pozitif tablo” çıkabilirdi? Dahası, kameralar karşısında niye öyle konuşulmuştu?

Fotoğraf: Nazım Serhat Fırat

14 Haziran: “Mücadeleye devam”

Elbette, son söz söylenmiş değildi. 14 Haziran sabahı Taksim Dayanışması’nın basın açıklaması geldi: “Taleplerimizin takipçisi olmaya devam edeceğiz. Tüm yurda ve hatta dünyaya yayılan mücadelemizden gelen dinamizmle ve gücümüzle her türlü haksızlığa ve mağduriyete direnişi devam ettireceğiz. Şu anda 18 gün öncesine oranla çok daha güçlü, örgütlü ve umutluyuz. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

Bu açıklamanın ardından, Taksim Dayanışması’nın toplantı ve forum maratonu başladı, nasıl bir yol izleneceği cuma ve cumartesi uzun uzun tartışıldı. Cuma akşamı gelen habere göre, Gezi’de sadece bir çadırın, Taksim Dayanışması’nın ortak çadırının kalması eğilimi ağırlık kazanmıştı. DİSK, KESK, TMMOB, TTB, HDK, BDP, CHP, EMEP, TKP, ÖDP’nin kararı bu yöndeydi. Hatırı sayılır bir kesiminse aklı yatmamıştı buna.

Başbakan vekili Arınç’a önşartlar bildirildiği halde, apar topar başbakanla görüşmeye gidilmesi, görüşme sonrasındaki yadırgatıcı “pozitif”lik ve nihayetinde “tek çadır” eğilimi, bileşenlerin bir kısmında, onca mücadelenin kazanımsız sonuçlanacağı endişesine yol açmıştı. Nefesler tutulmuş, Dayanışma’nın yol haritası bekleniyordu. Ama onun yerine, saat 20:30’da polis anonsu geldi. Alandakiler de, ekran başındakiler de şaşakaldı. Hükümet 24 saat mühlet vermemiş miydi?

15 Haziran: Pusu ve kara gece

Her fırsatta İstanbul’un fethinden, 2023’ten, 2071’den dem vuran, Çamlıca camiinin kubbe yüksekliğini –Roman açılımının dumanı tüterken– 72.5 metre olarak belirleyen AKP’nin dindar-kindar-akıncı sembolizmi Milli İradeye Saygı mitinglerinin 15-16 Haziran’a denk getirilmesinde de devredeydi herhalde. 15 Haziran’da, öğle saatlerinde, Taksim Dayanışması’nın nihai kararı beklenirken, “ne hikmetse” ilki Sincan’da düzenlenen mitingde Erdoğan esip gürlüyordu: “Yarın İstanbul mitingimiz var. Çok açık, net söylüyorum. Taksim Meydanı boşaldı, boşaldı. Boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri boşaltmayı bilir.”

15 Haziran’ı 16’ya bağlayan gece, Gezi’deki benzersiz dayanışma ve demokrasi ortamı paramparça edildi. Ve AKP hükümeti, yalnız Yavuz’ların değil, ‘70’lerin Milliyetçi Cephe’sinin, Demirel-Erbakan-Türkeş koalisyonunun ve “çapulcular derslerini alacak” şiarlı 12 Eylül’ün halefi olduğunu ispatladı.

Gezi’nin yakasını hiç bırakmayan müdahale endişesi, yerini bir günlük rahatlığa bırakmıştı. Zaten taleplerin doğru dürüst dile getirilemediği, yarıda kalan bir görüşmenin ardından Taksim Dayanışması gibi geniş bir yapılanmanın bir gün içinde cevap vermesini beklemek abesti. Yüzlerce bileşenin, örgütsüz ve bağlantısız on binlerce insanın ortak arzusunu temsil edecek bir kararın zaman alacağı aşikârdı. Erdoğan’ın açıklaması en erken pazar sabahını işaret ediyordu. Cumartesi akşamı binlerce insan günlerdir temel aksesuarlar haline gelmiş gaz maskelerini, deniz gözlüklerini, Talcid’lerini dahi almadan Gezi’yi doldurmuştu. 16 Haziran sabahından önce bir müdahale olasılığını kimse aklına getirmiyordu.

Ama cumartesi akşamı 20:00’de, biri AKM, diğeri Cumhuriyet Anıtı önünden iki sivil polis megafonla parkı boşaltma anonsuna başladı. Tüm dünyanın gözü Gezi’deyken, tam da haber saatlerine denk gelecek şekilde, tazyikli su ve gaz bombalarıyla harekât başladı. Polis birlikleri askeri nizamda, akrepler eşliğinde parka girdi, önüne çıkan her şeyi ezip dağıtarak ilerledi. Binlerce savunmasız insan, can havliyle kendisini parktan dışarı attı. 15 Haziran’ı 16’ya bağlayan gece, Gezi’deki benzersiz dayanışma ve demokrasi ortamı böyle paramparça edildi. Ve AKP hükümeti, yalnız Yavuz’ların değil, ‘70’lerin Milliyetçi Cephe’sinin, Demirel- Erbakan-Türkeş koalisyonunun ve “çapulcular derslerini alacak” şiarlı 12 Eylül’ün halefi olduğunu ispatladı.

Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz / Nar Photos

15-16 Haziran, 31 Mayıs’ı katlayan bir öfke ve şiddete sahne oldu, başbakanın dediği gibi, “polis destan yazdı”. 1 Haziran’da, elinden geleni ardına koymamasına rağmen, polis Taksim Meydanı’nı terk etmek zorunda kalmıştı. Bu sefer barikatlar kaldırılmış, meydan boşaltılmışken polis saldırı dozunu alabildiğine yükseltti. Artık TOMA’lardan bambaşka bir su sıkılıyor, valinin deyişiyle bu “ilaçlı su”, biber gazıyla karışınca insanları hastanelik ediyor, akreplerden plastik mermi yağıyor, eli sopalı sivil polisler demir misketli sapan kullanıyordu.

Bu sefer, ilk hedefler arasında revirler de vardı: Parktakiler dağıtıldı, direnişçiler polisten özenle sakladıkları sekiz yeni revir açmayı başardı. Divan’daki revire ise görülmemiş bir şiddetle saldırıldı. Polis, kapalı alanda attığı gazın altında, insanların gaz maskelerini çekip alıyordu. İlerleyen saatlerde hukuk hepten lağvedildi. Taksim civarındaki herkesin çantası aranmaya, korunma gereçlerine el konmaya, direnişçilerin saklandığı düşünülen apartmanlara girilmeye başlandı.

Cevahir AVM polis tarafından, CHP İl Başkanlığı sivil kişilerce basıldı, Ermeni ve Katolik mezarlıklarına girildi, Alman Hastanesi gaza boğuldu. Doktorlar kelepçelenerek gözaltına alındı, onları avukatlar ve gazeteciler izledi, yüzlerce kişi bilinmeyen yerlerde tutuldu. Jandarmayla beraber Kasımpaşa’dan, Tophane’den ellerinde satır ve sopalarla AKP komandoları sokaklara salındı. Kafatası kırığı, beyin kanaması vakaları hastaneleri doldurdu. Sadece pazar günü, sadece Şişli Etfal’e dördü ağır kafa travması, 60 yaralı taşınmıştı.

17 Haziran’ı müteakip, İstanbul’un 34 noktasında parklar forum alanlarına dönüştü. Hızla başka kentlere sirayet etti. Gezi ruhu yeniden ülkeyi kapladı, “duranadam” eylemleriyle, mahalle meclislerine evrilmeye yüz tutan forumlarla, devletin tepeden inen sopasına karşı, aşağıdan örgütlenmeye başladı.

16 Haziran’da, İstanbul’un polis şiddetine sokak sokak direndiği saatlerde, Kazlıçeşme mitingi başladı. Vapurların, belediye otobüslerinin bedava yolcu taşıdığı, kitlenin yol+yemek vaadiyle doldurduğu meydanda, Sincan mitingindeki MHP bayraklarının ardından bu defa da çakma Çarşı flamaları vardı. Aynı saatlerde, Çarşı üyeleri evlerinden toplanıp gözaltına alınıyordu. Cadı avı Çarşı’yla sınırlı değildi. Onlarca sosyalist parti ve örgüt üyesi gözaltına alındı, tutuklandı. Cadı avı İstanbul’la da sınırlı değildi, ülke sathında kol geziyordu.

Kazlıçeşme mitingi, AKP’nin –Star Wars’un ünlü sahnesi misali– kendi yörüngesinde “galaktik imparatorluğun” ilânı gibi kurgulanmıştı. Dev Erdoğan fotoğraflarıyla çerçevelenen sahnede otantik faşizm gemi azıya almıştı.

17 Haziran: Göğe bakma parkları

Ama Taksim’deki grafiti, “Nerede iktidar varsa, orada direniş vardır. Fuko” hükmünü icra ediyordu. ‘70’in 15-16 Haziran’ında işçiler sokağa dökülüp Türkiye solunun ufkunu açmıştı. 2013’ün 15-16 Haziran’ında İstanbul halkı göğsünü TOMA’lara siper etmekle kalmadı, yepyeni bir siyasallığın tohumlarını attı. DİSK, KESK ve meslek örgütlerinin bir günlük iş bırakma eylemiyle başlayan 17 Haziran’ın seyri ‘70’in 15-16 Haziran’ı gibi, 2013’ünki de gazla, suyla, mermiyle, kanunla bastırılacak cinsten olmadığını gösterdi.

Gün biterken, direnişin izleri duvarlardan temizlenir, insanlar köşelerine çekilip şoku atlatmaya çalışırken, bir adam Taksim Meydanı’nın orta yerinde durmaya başladı. Erdem Gündüz tek başınaydı, bir ağaç gibi. Birkaç saat sonra, başkaları da durmaya başladı. Taksim “duranadamlar”la doldu. Devlet aklı dumura uğradı. Evleri basılan, polis zoruyla semtine sıkıştırılan Çarşı da aynı saatlerde Abbasağa Parkı’nda toplandı. Beşiktaş maçları öncesinde taraftar ağırlayan Abbasağa bir forum alanıydı artık.

Gezi’yi ezip geçtikten sonra faşizmini kutsayan, “polisimiz destan yazdı” diye böbürlenen, aklı ucuz sembollerle düşünmeye ayarlı iktidar “bu daha başlangıç” sloganının gerçekliğini idrak edememişti.

17 Haziran’ı müteakip günlerde daha fazla insan öylece durmaya başladı, park forumları yayıldı. Üç gün içinde İstanbul’un 34 ayrı noktasında parklar forum alanlarına dönüştü. Hızla başka kentlere sirayet etti. Nâzım’ın dizeleri ete kemiğe büründü, Gezi ruhu yeniden ülkeyi kapladı, devlet aklını dumura uğratan “duranadam” eylemleriyle, mahalle meclislerine evrilmeye yüz tutan forumlarla, devletin tepeden inen sopasına karşı, aşağıdan örgütlenmeye başladı. Üstelik, “bu daha başlangıç”…

^