Büyük bir müzik insanını yitirdik: Timur Selçuk 6 Kasım’da, 74 yaşında aramızdan ayrıldı. Bir popüler müzik bestecisinden çok daha fazlasıydı. “Tak Tik”ten “Rumuz Goncagül”e oyun müzikleri, yıllarca Sıraselviler’deki dershanesinde sürdürdüğü hocalığı, Adam Sanat’taki istikrarlı denemeciliği, orkestra şefliği… “Ayrılanlar İçin” gibi baladlardan “Ekonomi Tıkırında” gibi taşlamalara, “Nereye Payidar”dan “1 Mayıs”a, piyanosunu sırtlanıp gittiği dayanışma gecelerinden kendine has ton ve diksiyonuna, müziğin ve Türkiye demokrasi mücadelesinin içinde şahsına münhasır bir figürdü. 1997 Roll’undan bir söyleşisiyle uğurluyoruz…
Geçenlerde Münir Nurettin Bey’in vefatının yıldönümüydü. İsterseniz onunla başlayalım. Batı müziğine yönelişinizde büyük etkisi olmuş galiba…
Timur Selçuk: Münir Nurettin, tabii, apayrı bir sohbet konusu. Ancak böyle bir ailenin bize getirdiği artılar, annem de tiyatro sanatçısı olduğu için, sanat ortamında olmanın kolaylığı… Başlangıçta müzik yapmamızı istemedi, sanatçının hayatı zordu çünkü, hâlâ öyledir. Ama benim bu konuda kararlı olmam doğrultusunda o da kabullendi. Bizim işimizdeki etkisiyse, ahlâklı olmak konusunda doğru yolu göstermiş olması… Sanatın çok para kazanmak olduğunu değil, akıl, duyarlılık ve bilgi bazında bir iş olduğunu gösterdi.
Batı müziği geleceğin müziği miydi ona göre?
Artık dünya müziği çok sesli müziktir, tabii geleneksel ya da dini müzikler olacaktır ama, yarının müziği budur. Böyle bir görüşü vardı, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin, yani Kuvayı Milliye ruhunun yönelimini iyi kavramıştı.
‘80 öncesi Türkiye’de göğüs göğüse yaşanan bir kavga olduğu için, solun bastırılması, hatta tamamen ortadan kaldırılması söz konusu olduğu için, ben de tercih hakkımı kullandım. Allah tekrar o şarkıları okutmasın, tekrar o günlere dönmeyelim! Ama o dönem bunlar gerekiyordu.
Galatasaray Lisesi’nin de biraz etkisi var galiba Batı müziğine yönelmenizde. Sonra Fransa yılları ve şansonla tanışmanız geliyor galiba…
Fransa’ya gitmeden önce, zaten burada tüm şanson repertuarını biliyordum, Léo Ferré, Jean Ferrat, Georges Brassens, Jacques Brel… 1967 yılında, Paris’te, Barclay’le, Pathé Marconi’yle sözleşmelerimiz oldu, “Ayrılanlar İçin” filan orada çıktı. Babamız varlıklı bir insan olmadığı için, eğitimimizi sürdürmek için yirmi yaşından beri hayatımızı kazanmaya başladık. Ancak pop müziğe girerek harçlığımızı oradan çıkarabilirdik.
En çok Charles Aznavour’dan etkilendiğiniz gibi bir izlenim doğuyor müziğinize bakınca…
Fransız şarkısı söz ağırlıklıdır ve bir bütündür. Bu kişilerin hepsinin bu akış içerisinde tuzu biberi var. Lise yıllarımızda çok Aznavour şarkıları söylerdik. Sonra daha Ferré tarzı şeylere gittik.
Gainsbourg?
O da sevdiğim bir sanatçıdır, ama ortak yanlarımız azdır. Sözcükler üzerine kuruludur onun şarkıları, tiyatro müziği gibidir, yorum çok ağırlıklı değildir onda. Mantığın yorum üzerine kuruluşu Brel’de, Bécaud’da, Ferré’de, hatta Claude Nougaro’da daha çok var. Bütün bunlar tabii bizi çok etkiledi, hem de hiç etkilemedi. Çünkü toplumun içinde Japon turist gibi kaldık, zaman zaman çok büyük yabancılıklar çektik. Ama allahtan buralı yanımız daha ağır basıyor, buraları terketmedik.
Barbara’yı hatırlıyor musunuz?
Tabii, onu çok iyi hatırlıyorum, müziği bırakma dönemlerini, evinin yanmasını… Sonra verdiği bir konserde insanların ayakta, avaz avaz tezahüratını…
“Beyaz Güvercin” şarkınızı Barbara’nın “L’Aigle noir”ına benzetiyorlar…
Olabilir, beni de Rock Hudson’a benzetiyorlar. Boyum 1.60 civarında ve farklı bir özel yaşantım var.
Fransa yıllarınızda Erdem Buri’yle çok güzel anılarınız olmuş. Mesela onun evinde Sencer Divitçioğlu’ndan iktisat dersleri alırmışsınız, Tülay German’la beraber…
Erdem çok iyi bir insandı, sivri bir tipti. Son yıllarında birlikte olamadık, birtakım şeyler çakıştı, ama her zaman güzel anılarla yaşadık. Sencer’den, Erdem’deki gecelerimizde, Asya Tipi Üretim Tarzı konusunda bayağı uzun konferanslar almıştık. İlk sosyalist yaklaşımlarımız, aslında Erdem’deki sohbetlerimizde oluşmuştu. Benim gönlümde her zaman ortanın solunda bir yaklaşım söz konusuydu, ama Paris’e gidip de solcu olmayan herhalde yoktur.
Solculuğunuz asıl Paris’te şekillendi yani…
İktisat teorilerini öğrenmeye gitmedim tabii oraya, ama dünyaya kapıları açık bütün insanlar gibi kendi yolumu seçtim. Ama önce sanatçıyım, yurttaş olarak herkesin nasıl görüşü varsa, benim de öyle var.
Türkiye’ye geldikten sonra politik müzik yaptığınız yıllar?..
ODTÜ’de ‘76-77-78’de üç konserimiz oldu, ancak o meşhur ODTÜ Konseri bandı, sanıyorum, ‘78’deydi. ‘80 öncesi Türkiye’deki durum çok farklı olduğu için, göğüs göğüse yaşanan bir kavga olduğu için, solun bastırılması, hatta tamamen ortadan kaldırılması söz konusu olduğu için, MHP ve yan örgütlerinin, Ülkü Ocakları’nın örgütlü örgütsüz demeden, devletin kimi kanallarının da yardımıyla, solla savaşı olduğu için, ben de tercih hakkımı kullandım. Grev yerlerinde, direniş yerlerinde, demokratik gecelerde, hiçbir örgütün, derneğin üyesi olmadan, şarkılarımla elimden geleni yaptım. Allah saklasın, bugün bu şeriat akışı denetlenemez hale gelirse, yine piyanomu alırım, meydanlara çıkarım, seyirci kalmam olaylara.
“Ben sigarayı ağzıma koymam, içki de içmem” dersen, ben senden, müziğinden de, her şeyinden de şüphe ederim. Ama “arkadaş, ben senede bir defa, iki defa sarhoş bile olurum” dersen, aman ne kadar güzel!
Diğer müzisyenlerle, ozanlarla ilişkileriniz nasıldı? Bir tane Aşık İhsani söylüyordunuz mesela (“16 Haziran”)…
Bir Aşık İhsani’miz var, sempatik bulduğumuz, sevdiğimiz bir insandır, her ne kadar “köylüce”yi tercih ediyorsa da.. “Köy” ya da “köylü” farklı şeylerdir, “köylüce”yi daha çok bir grup için kutlanıyorum. Köylüceyi pek sevmem ben. Fakat İhsani, doğal yanlarıyla bu köylüceliği aşan, yaratıcı, sıcak bir kişiydi. Epeydir de görüşemedik… Hoştu da o sözleri, besteledik, sağolsun, o da izin verdi. Benim sevdiğim şarkılardan biridir. Allah tekrar o şarkıları okutmasın, tekrar o günlere dönmeyelim! Ama o dönem bunlar gerekiyordu. Bana dönem dönem sorarlar, “şöyle bir baktığın zaman tekrar yapar mıydın” diye… O zaman yapar mıydın değil, şimdi tekrar yaparım, şeriat biraz daha yükselse! Ben sessiz kalmam, iki tane çocuğum var! Ama bugün baktığım zaman sözcükler sivri geliyor. Bugün olsa herhalde “1 Mayıs”ın sözleri farklı yazılırdı. Bence devrim, Türkiye’nin her metrekaresine okul götürmektir, ışık, yol götürmektir. “1 Mayıs”ı dönem dönem özel gecelerde okuduğum zaman “bence devrim bu anlama geliyor, silahları alıp onu bunu öldürmek değil” mânâsında, espriyle karışık bir not düşüyorum şarkıyı söylemeden önce. Ama o gün “devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı”ydı. Bugün çıkıyor hâlâ MHP’liler, “şu kadar şehit verdik” diyorlar, düşünüyorum hangi savaşta şehit verdiler diye, 12 Eylül öncesi sol görüşlülerle yaptıkları mücadelelerde şehit vermişler. Kendinize şehit diyorsanız, karşınızdakine düşman demeniz gerekir… Hâlâ aynı sıkıntılar bir ölçüde devam ediyor, fakat ben her zaman umutlu oldum.
Parti ve örgütlerle ilişkileriniz nasıldı?
Ben partili olamadım. Biraz anarşist bir yanım var, öyle genel başkan falan dinlemem. Bir partiye girdiğim zaman, bir ay sonra beni disiplin kuruluna verir, atarlar. Atılacağımı bile bile de partiye girmem, kendimi tanıyorum, niye o partiye girip orayı karıştırayım? Ben kimseden emir almadım, gelseler, “parti marşı bestele” deseler… Ben öyle şeye gelemem. Bu bakımlardan uzak durdum, yoksa örgütlü, disiplinli çalışmayı asla küçümsemedim. Direktif başka, hazırlıklı, planlı olmak başka…
12 Eylül’den sonra size de dava açıldı mı?
Konserler yasaklandı, 15 yıl hapsim istendi dört ayrı davadan, bazı konserlerde dinleyiciden çok polis vardı.
“1 Mayıs”ları söylediğiniz dönem sizi nasıl TRT Denetleme Kurulu’na almışlardı?
Sekiz ay kadar böyle bir görevim oldu. Bülent Bey’in hükümeti çekilince benim de işime son verildi. O dönemde kurul toplantılarını basına ve sanatçılara açtık.
Zülfü Livaneli’ye izin vermemiştiniz galiba…
Beş şarkısı gönderilmişti, bir şarkısı prozodi eksikliğinden, bir tanesi de söz denetiminden geçiş izni alamamıştı. Hatta o toplantıda çok da eleştiri aldık. Nevit Kodallı hoca, “İlk defa Nâzım’lar geçiyor, bu kadar da olmaz ki” demişti. “Ama hocam” dedim, “bunların artık tanınması, söylenmesi lâzım”… Zülfücüğüm maalesef o prozodi eksikliğini hâlâ gideremedi, bundan sonra da beceremez artık. Şimdi artık çeşitli pop müziklerde sözcüklerle oynanıyor, vurguları değiştiriliyor, yakıştığı zaman ben yadırgamıyorum.
Bunca yıldan sonra dinleyici profilinizi tarif edebilir misiniz? Bazıları “İspanyol Meyhanesi”yle, bazıları “1 Mayıs”la hatırlıyor sizi…
Ortaokullulardan 70-75 yaşlarındaki insanlara kadar dinleyicilerim oluyor konserlerde. Kimi Münir Nurettin istiyor, kimi oyun müziklerini seviyor… “İspanyol Meyhanesi”ni okumadan zaten olmuyor, “emeklilik şarkım o benim” diyorum. Uygun ortamlarda, demokratik bir geceyse, “1 Mayıs”ı, “Türkiye İşçi Sınıfına Selam”ı okuyoruz. Neticede, konsere gelen insanları mutlu etmeye çalışıyoruz, ama mutlu ederken de bilinçlendirmek, duygulandırmak, onların insan vasıflarını harekete geçirmek… Yani sadece eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek değil… Bunu yapan arkadaşlarımız da var, onlara da saygım sonsuz, sabahtan akşama kadar Bach’la Beethoven da dinlenmez, Orhan Gencebay da dinlenmez, hepsinin yeri ayrı. Zevk alıyorsanız, bir kadeh rakınızı koyarsınız, Orhan Bey’i de dinlersiniz, rakınızla Beethoven da dinleyebilirsiniz, bunlarda yasak olmaz…
Münir Nurettin Selçuk’la Zeki Müren’in yeri de ayrı mı?
“Gazino müziği” tabirini kullanmayalım ama, biri “konser tarzı”dır, biri “müzikhol tarzı”… Müzikhol tarzı, Müzeyyen Hanım’la başlayan ve Zeki Bey’le doruğuna ulaşan tarzdır. Onları küçümsemek mümkün değil, bir Müzeyyen Senar, bir Zeki Müren olmak kolay mıdır? Ama ben onları dinler miyim, tad alır mıyım, onlar beni dinler mi, o ayrı bir konu.
Hiç rock dinlediniz mi?
Bizim dönemimizde en çok sevdiğimiz Bob Dylan vardı, hâlâ çok severim. Her şeye evet demeyen, özel bir yapısı vardı. Son derece duyarlı, son derece yumuşak bir insan benim gördüğüm, ama nasıl darbeler aldıysa hayatta, bir kabuk örmüştü etrafına. Söz ağırlıklı, ifadeye dayalıydı. Bizim gençliğimizin idolüydü.
Adam Sanat’taki kimi yazılarınızda genç müzisyenlere tavsiyelerde bulunurken, içkiden, sigaradan, uykusuzluktan, çok konuşmaktan kaçmalarını öğütlüyorsunuz. O zaman bir Bob Dylan daha nasıl çıkacak?
O beni çok üzüyor. Genç arkadaşlarıma her zaman diyorum, sesinizi koruyun, size uzun süre yardımcı olacak kadar bir eğitim alın. “Timur Hoca, operacı mı olacağız?” Şan eğitimi almak, operacı olmak değil. Ses vücudu en son terkeden şeydir, eliniz kolunuz kalkmaz, ama son nefesinizde sevdiğinize “seni seviyorum” diyebilirsiniz, ya da hiç sevmediğiniz biriyse “inşallah kısa sürede yanıma gelirsin” dersiniz. Allah size bir güzellik vermiş, hayatınızı böyle kazanıyorsunuz, neden yazık edeceksiniz? İçki de içeceksiniz, sigara da, ama ölçülü! Yazılarımda bu konuyu çok sık işliyorum, küçük reçeteler de veriyorum.
Siz içki ya da sigara kullanıyor musunuz?
Ben de içkiyi severim, keyif sigaralarım vardır, dostlarımla muhabbeti severim, ama güvenli bir yaşantım vardır. Gece hayatım yok, gençken, gece kulüplerinde çalıştığım dönemlerde de programımızı bitirir, dönerdik. Mazbut bir hayat, babamızdan, annemizden öyle gördük. 12 Eylül sonrasında, yasaklı olduğumuz dönemlerde, bir süre içkinin dozunu biraz kaçırdık. Kendimce bunu mu çözüm buldum, ama öyle bir dört-beş yılım oldu. Onun için, içenlerle ilgili bir konu açıldığında neden içtiğini anlamaya çalışıyorum.
Bir yazınızda bu tür alışkanlıklar için “anti-müzikal tutum” diyordunuz. Serge Gainsbourg günde yedi paket Gitanes içiyordu, o anti-müzikal mi?
Gainsbourg çok özel bir insan. Fransızların “diseur” tabir ettikleri bir tarzı vardı, yani “söyleyici, metni aktarıcı”… Onunkisi daha çok “müzikal konuşmak”… Aralarında Serge Gainsbourg çapında biri varsa, isterse on paket Gitanes içsin. Ama bana sorarsa, Gainsbourg’un hatalarını tekrarlamasın, daha uzun yaşasın. Gainsbourg da keşke daha çok yaşasaydı, daha çok şarkı söyleseydi! Onun için genç arkadaşlarıma dikkat etmelerini söylüyorum, ama yasak da koymasınlar, sanatçı yasakla yaşamaz. “Ben sigarayı ağzıma koymam, içki de içmem” dersen, ben senden, müziğinden de, her şeyinden de şüphe ederim. Ama “arkadaş, ben senede bir defa, iki defa sarhoş bile olurum” dersen, aman ne kadar güzel!
Şan dili – şarkı dili ayrımına ne diyorsunuz?
Herkes kendine yakışanı yapar. Yıllarca konservatuar eğitimi gördüm, öğretmenlik yaptım, Münir Nurettin’in oğluyum, başka türlü nasıl yaparım? Babasına bak, oğluna bak derler. Güzel söyleyen, yalansız söyleyen herkes kabulüm. Zaten bir sanatçının bütün okudukları beğenilmez. Sanırım benim pop müzik sancılarıma da böyle bakmak lâzım. ‘74’ten sonra da hiç yapmadım zaten…
En son 25. Yıl (1992) albümünüz çıktı galiba…
Onlar bir dönemi noktalamak için toplanmış eski şarkılardı. Benim zaten bir pop müzik sanatçısı olma gibi bir iddiam hiç olmadı.
12 Eylül’den sonra pasaport alamadık. Eurovision’a katılacağım, birinci olacağım, bakalım ne yapacaklar dedim. Hem birinci, hem üçüncü oldum, pasaportu da verdiler. Kendime yakışan biçimde mücadele ettim, doğru da yapmışım.
Eurovision’a da katıldınız…
Epey bir mücadele verdik, ama pasaport alamadık. Eurovision’a katılacağım, birinci olacağım, pasaportu olmayan bir sanatçıya bakalım ne yapacaklar dedim. Uyandılar allahtan. Ben de hem birinci, hem üçüncü oldum, pasaportu da verdiler. Kendime yakışan biçimde mücadele ettim, doğru da yapmışım.
Şarkılarınızın sözlerini neden kendiniz yazmıyorsunuz?
Hiç yeteneğim yok. Mecburen iki üç tane yazdım, onlar da, Ümit abi (Yaşar Oğuzcan) Paris’e şarkı sözlerini yollayacaktı, gecikti, kayda girecektik, mecburen ben oturdum. Görüyorum Kayahan’ı, Sezen’i, Fikret’i, çok hoşuma gidiyor, ne güzel oturmuşlar, sözlerini yazmışlar… Ben şiir bestelediğim için şarkı sözü merakım da olmadı, şiir de yazamadım.
Kendini kendi sözleriyle anlatmayan bir bestecinin sanatının yeterli olmadığı gibi bir görüş var…
Schubert döneminin Alman şairlerini bestelemiş. Schubert kendisi şiir yazmadı diye kötü besteci mi olacak? Ama mesela Jacques Brel de senfonik eserler vermedi!
Roll, sayı 7, Mayıs 1997