Blouberg tepelerinin ardından güneş doğuyor. Güneşin ilk ışınları adanın küçük limanına vuruyor. Anakaradaki dağlar birbiri ardına aydınlanıyorlar, onların güzelliği içimi rahatlatıyor. Mahkûmlar için bu dağların nasıl da çekici olabileceğini hiç zorlanmadan tahmin edebiliyorum. Ne kadar yakın ve bir o kadar da erişilmez! Hatta, şehrin kıyıdaki gökdelenlerini, bembeyaz plajların pırıltısını, kalabalığın, hayatın, bir daha asla içine giremeyecekleri bir toplumun bütün belirtilerini de buradan seyredebilirler. Kuş uçuşu, en fazla yedi, bilemedin sekiz kilometre bizi ayırıyor, ama aradaki dalgalı ve tehlikeli deniz, bütün kaçma girişimlerini intihara çeviriyor. Bugüne kadar hiçbir mahkûm buradan kaçmayı başaramadı. Robben Island bizim Alcatraz’ımız, şeytan adamız.
Uzaktan uzaktan mutluluğun alâmetlerini görmek ve asla ona yaklaşamayacağını bilmek cezaların en kötüsü olsa gerek.
Spor sahası, revir, mutfak, adli suçluların kaldığı ana bina, eski gardiyan Smit bana her yeri gezdiriyor. Ama beni tek ilgilendiren B bölümü. Poqo’lar (siyasi mahkûmlar) diğer mahkûmlardan tamamen yalıtılmış bir halde burada kalıyorlar. Tehlikeli görüldükleri için uygulanan bir tecrit.
Sağdan dördüncü hücre Mandela’nınki. Mahkûm numarası 466/64. 1964 yılında buraya geldiğini ve o sene Robben Island’a hapsedilen 466. mahkûm olduğunu gösteriyor.
Beklediğim karşılaşma çok sıradan oluyor. O, avlunun bir kenarında, sırtı bana dönük, ayakta duruyor. Çok yaşlı ufak tefek bir adamla konuşuyor. İki mahkûm daha yanlarında duruyor, arada sırada başlarını sallayarak onu dinliyorlar. Sırtından bile olsa onu tanıyorum. Yeşil elbiselerinin içinde geniş omuzları seçiliyor, dimdik duruyor. Smit, gömleğimin sırtıma yapışmasına ve avuçlarımın yapış yapış olmasına neden olan sıkıntıdan habersiz, tanıştırma işine girişiyor. Dev gibi kollarını sallıyor ve bağırıyor: “İşte yeni gardiyanınız!”
O da diğerleriyle beraber dönüyor. Hiç tereddütsüz, ama aynı zamanda benim keyfimi kaçıran bir ilgisizlik ve ihtiyatla gözlerini bana dikiyor. Bütün bakışlar bana yönelmiş durumda. Kırk çift katil ve terörist gözü. Ama ben gözlerimi onun yüzünden ayıramıyorum, içimden söyleniyorum: “Nihayet karşımdasın. Görelim bakalım neye benziyormuşsun, köpek soyu. Aslında çoktan ölmüş olman gerekirdi. Yargıç defterini düremedi!”
Smit eliyle onu çağırıyor. “Gel buraya, allahın cezası herif, gel buraya! Gel merhaba de.”
Sonra aşağılayan bir tonla ekliyor: “Gregory, işte Nelson Mandela.” Siyah adamın sesi, bakışı kadar kararlı. “Merhaba” diyor, “Robben Island’a hoşgeldiniz”.
Ağzımdan çıkan cevap beni bile şaşırtıyor.
“Merhaba. Seni görüyorum.”
“Seni görüyorum!” Bu çok uzun yıllar önce, çocukluğumda, Zulular arasında büyüdüğüm devirlerde öğrendiğim bir deyiş. “Seni görüyorum” dostça bir selamlaşma. Çocukluğumdan beri ilk defa kullanıyorum.
Hapishane içinde hapishane
Oradayım. B bölümünün vahşilerinin ortasında. Gölgede ikili ikili çömelmişler ya da gruplar halinde volta atıyorlar, yüksek güvenlik bölümünün küçük avlusuna yayılmışlar.
Bir türlü Mandela’dan gözümü alamıyorum. Bana, diğerlerinden daha iri ve daha dik görünüyor. “Burada patron benim. Beni korkutamazsın” der gibi. İçler acısı hapishane elbisesinin içinde bile, bu adam farklı. O Nelson Mandela. Bütün diğerlerinin ortasında onun gücünü hissedebiliyorum. Daha ilk bakışta yayılan bir güç. Kolay kolay dize getirilemeyecek bir adam.
Bugüne kadar tanıdıklarımla ve bana anlatılanlarla hiç alâkası olmayan mahkûmlarla bir arada olduğumu anlamaya başlıyorum. Çok daha farklı bir şey bekliyordum. Daha nefret dolu, daha sert insanlar. Bu sakinliği, bu güveni, bu gücü beklemiyordum.
Burası hapishane içinde hapishane: Poqo’ların şeflerini, diğer militanlardan, öteki örgütlerin önderlerinden ve adli mahkûmlardan ayırmak için özel olarak yapılmış. Tenis kortundan biraz büyük beton bir alan çevresinde dönen yekpare dikdörtgen bir bina. Binanın üç kenarında hücreler var. Dördüncü cephenin üzerinde altı buçuk metre yüksekliğinde bir duvar var ve burada Alman bekçi köpekleriyle devriyeler turluyor.
Hücrelerin bulunduğu cepheler A, B ve C harfleriyle belirlenmiş. Mandela ve arkadaşları bütün doğu tarafını kaplayan B bölümünde kalıyorlar. A ve C disiplin nedeniyle tecrit bölümleri.
Yüksek Güvenlik bölümünde toplam 90 tek kişilik hücre var. Adadaki diğer mahkûmlar B bölümüne Makulukutu (Şefin çevresi) diyorlar.
Terörizmin bütün kaymak tabakası burada. Zorluklara alışmış ve Mandela’nın çevresinde bir tür “yönetim” oluşturarak bir iç hiyerarşiye göre çok iyi örgütlenmiş adamlar. Bu yönetim, ilk zamanlardan beri, ANC’nin (Afkika Ulusal Kongresi) en eski dört liderinin çevresinde toplanıyor: Walter Sisulu, Govan Mbeki, Raymond Mhlaba ve Nelson Mandela.
“Yönetim”in hapishanedeki hayat üzerinde çok önemli bir rolü var. Ve yıllar ilerledikçe, genç militanlar tutuklandıkça bu rolün giderek arttığını farkediyorum. “Yönetim” bu gençlere cesaret ve destek veriyor. Çoğu eğitim görmemiş olduğu için, hapishane idaresinin bütün engelleme çabalarına rağmen, bu durumu telafi etmek için uzun tutukluluk yıllarından yararlanıyorlar. Daha sonra, ANC’nin genç üyeleri Robben Island’a “Mandela Üniversitesi” adını takmışlardı.
Koridora girer girmez koku midemi ağzıma getiriyor. Dezanfektan, idrar ve ter kokusunun insanın genzini yakan karışımı. Hapishanenin unutulmaz kokusu! Bundan böyle otuz yıl boyunca bana eşlik edecek iğrenç koku…
Holün yerleri kaba gri çimentoyla kaplı, ama cilalanmış ve ayna gibi parlıyor, tıpkı çocukluğumdaki dövülmüş toprakla kaplı Zulu kulübelerinin yerleri gibi. Sürekli açık tutulan neon lambaların ışıkları yerde yansıyor. Gri boyalı duvarlar otuz hücrenin parmaklıklarıyla kesiliyor. Hücreler kare şeklinde ve her biri aşağı yukarı üç metreye üç metre genişlikte, iki kapıları var: Biri demir parmaklıklı ve koridora bakıyor; diğeri, sert ve kalın bir tahtadan, avluya bakıyor. Bir de parmaklıkla örtülü, iç koridora bakan küçük pencere var.
Zamanla kahverengileşmiş, vaktiyle beyaz kartonların üzerine yazılı isimlere ve hapishane numaralarına baka baka hücrelerin önünden geçiyorum. Girişte, soldan birincinin üzerinde Mostoaledi yazıyor. Hücresinin penceresinden, parmaklıkların arasından, adanın küçük limanının ucu, okyanus ve anakaradaki Bloubergstrand plajları görünüyor. Sağdan dördüncü hücre Mandela’nınki. Mahkûm numarası 466/64. 1964 yılında buraya geldiğini ve o sene Robben Island’a hapsedilen 466. mahkûm olduğunu gösteriyor.
Onun hücresi denize değil, avluya bakıyor. İçerden bakınca pencereler dışardakine göre daha küçük görünüyor.
Göz hizasında güneş ışınlarını yansıtan duvarın göründüğü küçücük bir kare. Hücre boş gibi, titizlikle toplanmış. Yatak olarak kullanılan hasır rulo yapılmış, katlanmış üç gri ince battaniyeyle beraber sağda köşede duruyor. Hemen yanında iki eski gri kumaş var. Daha sonra, bunlardan birinin havlu, diğerinin kese olduğunu öğreneceğim. Hepsi bu. Mandela’nın başka hiçbir şeyi yok.
Karşı köşede, balie denen eski bir madeni kova var, tuvalet olarak kullanılıyor, kovanın kapağındaki suyla da mahkûmlar traş oluyor ve ellerini yıkıyorlar.
Kıdemli gardiyan Vosloo, poqo’ların her sabah 5.30’da kalkıp 6.45’teki hücre açılışına hazır olmaları gerektiğini anlatıyor.
“Her şeyin pırıl pırıl parlaması gerekiyor. Hasırlar ve örtüler katlanıp kaldırılacak. Kovalarını alırlar ve duşların oradaki bok çukuruna dökerler. Sonra avluya çıkıp kahvaltılarını beklemeleri gerekir. Sana söyleyeyim dostum, bu kaffir’ler (Siyah adam) karınlarını doyursunlar diye kendilerine verdiğimiz yemekten hiç memnun olmazlar! Hep şikâyet edecek bir şey bulurlar. Halbuki burada biz onlara evlerinde yiyemedikleri yemeği veriyoruz.”
Cevap vermiyorum. Canım hiç Vosloo’yla tartışmak istemiyor. Bu hapishanedeki yemeğin neye benzediğini daha şimdiden biliyorum, ben köpeğimi onunla beslemem.
Yavaş yavaş koridorda ilerliyorum. İsimleri okuyorum: Mhlaba, Mlangeni, Kathrada, Sisulu… Hep gazetelerde gördüğüm isimler.
Koridorun ucunda koku artık insanın nefesini kesiyor. Burada tuvaletler ve duşlar var.
Dışarda güneşin altında mahkûmlar avluda volta atıyor. Hiçbir yere gitmeyen bir yolda, bıkmadan usanmadan yürüyorlar, yürüyorlar. Olağanüstü bir görüntü.
Öğleden sonra sabahtan da beter. Bu sıcağın altında eriyorum sanki ve durmadan yürüyen mahkûmların bu gerçeküstü hareketini artık izleyemiyorum. Günlerden cumartesi. Bugün çalışmıyorlar. Bir şeyle, sporla ilgilenirler, bir voleybol maçı, ne bileyim, herhangi bir şey olur sanıyordum… Ama hayır. Onlara yasak. Kavurucu güneşin altında, bozuk bir atlı karınca gibi dönüp duruyorlar!
Güneş artık tepede değil, avludaki gölge büyüyor. O sıcağın ardından, duvarlar gün boyu burada ter içinde kalan kırk vücudun terini emmiş gibi. Ben kuytuda beklerken, aniden duşların ordan gelen şarkı seslerini duyuyorum. Ülkeyi anlatan, savanlardaki mücadeleden, yaşama mücadelesinden söz eden şarkılar… Buradaki armoni ve nostalji beni çocukluğumdaki Zulu kraal’lerine götürüyor. Ve birden çocukluğumda öğrendiğim bir şeyi hatırlıyorum: Bu şarkılarda melodiler kadar kelimeler de ağırlıklıdır. Konuşmanın, acılarını, umutlarını paylaşmanın, gördüklerini aktarmanın bir yoludurlar. Onları dinlerken insan bir yığın şey öğrenebilir…
Şaşakalıyorum. Bugüne kadar tanıdıklarımla ve bana anlatılanlarla hiç alâkası olmayan mahkûmlarla bir arada olduğumu anlamaya başlıyorum. Çok daha farklı bir şey bekliyordum. Daha nefret dolu, daha sert insanlar. Bu sakinliği, bu güveni, bu gücü beklemiyordum.
Burnumun dibinde durmadan volta atmalarını seyretmekten sıkılıyorum. Aslında ben de onlarla birlikte müebbet hapse mahkûm gibiyim! Sonunda, bu hiçbir yere gitmeyen yolda, ben de birkaç adım atmaya karar veriyorum.
Şaşıran mahkûmlar kaçamak bakışlar fırlatıyorlar bana. Sonra aniden, içlerinden biri yaklaşıyor, bir melez. Hücresini hatırlıyorum, kokunun en keskin olduğu yerde, koridorun dibinde.
“Günaydın efendim, benim adım John Ferris.”
Hemen gardımı alıyorum, nasıl davranmam gerektiğini pek bilemiyorum.
“Worcester’dan geldiğinizi duydum…”
Ayda beş mektup yazabilmesi ya da alabilmesi, eğer altı ay boyunca ziyaretçi kabul etmezse artı iki mektuba daha hak kazanması için, Mandela’nın 15 yıl beklemesi gerekecekti…
Bak sen şu işe, nasıl bilebilir? Bu ülkede dedikodu makinasının telefondan ya da postadan daha iyi çalıştığını biliyordum ama, peki ya burada? B bölümünde olduğuna göre, Ferris ANC’nin ya da PAC’nin (Pan Afrika Kongresi) liderlerinden olmalı. Nasıl istihbarat alıyorlar? Nasıl olduğunu bilmiyorum ama, her şeyden çok iyi haberdar oldukları aşikâr.
“Bizim yeni sansürcümüz olduğunuzu biliyoruz Bay Gregory. Siz daha buraya gelmezden evvel biliyorduk. Bizim dillerimizi konuşuyorsunuz. Zulu dili ve Xhosa öğrendiğinize göre, en azından bizim kültürümüze biraz yakınlık gösteriyorsunuz demektir…”
Gülümsüyorum. Demek buymuş öğrenmek istedikleri. Davalarına sempati duyup duymadığımı ölçmek! Kendilerine karşı bazı zaaflarım olup olmadığını görmek istiyorlarmış… Hemen sözünü kesiyorum.
“Hiç hayal kurmayın, Ferris. Zulu ve Xhosa konuşuyorum, çünkü bu dili konuşan insanlarla büyüdüm. Terörizme yakınlık duyduğum için değil!”
“Söylemek istediğim bu değil” diye karşılık veriyor Ferris kesin bir şekilde. “Dillerimizi konuşabilmeniz için bizim ne olduğumuzu biraz anlamış olmanız gerek. Bizim tek istediğimiz bu: anlayış.”
“Bay Gregory, ününüzden ötürü buraya gelmeniz bizim hoşumuza gitti.”
“Ünüm mü? Hangi ün? Ben bu meslekte çok yeniyim.”
“Worcester’daki trafik polisi memurluğu ününüz, efendim. Melezlere ve siyahlara da sık sık ceza yazmanıza rağmen, herkes bunu her zaman çok dürüst ve namusluca yaptığınızda anlaşıyor. Hak ettiklerinde beyazları da cezalandırdınız. Bu da sizin bir adalet adamı olduğunuzu gösteriyor, efendim. Bizim gözümüzde iyi bir şey bu.”
Tecrit ve mektupsuzluk
Yönetmelik aslında çok basit. Bir mahkûm mektup yazdığında ya da kendisine bir mektup geldiğinde, mektup açılıyor ve kontrol ediliyor. Mektuplarda ne dışarıyla ilgili, siyasi olarak değerlendirilebilecek herhangi bir haber, ne de hapishane yaşamıyla (beslenme, giysiler, olaylar vs.) ya da gardiyanların tutumuyla ilgili bilgi bulunabilir. Okunmayan yerler kesilir, silinir ya da karalanır. Sonra mektupları kayda geçiriyoruz ve sınıflıyoruz.
Daha sonra, eğer fazla sansürlenmişse, mahkûmun dosyasında kalıyor, değilse, postaya veriliyor ya da dağıtılıyor. Teorik olarak, hiçbir mektup kaybolmaz ve sansür bürosu her an mektupları bulabilmelidir. Ama fiiliyatta, bazen tek bir paragraf yüzünden çöpü boyladıkları olur. Tabii ki mahkûmlara haber verilmeden.
Öte yandan, mahkûmlara izin verilen mektup sayısı kesin olarak belirlenmiştir. Mahkûmlar A’dan D’ye kadar dört düzeyde sınıflanırlar. A’dakiler en iyi statüdekiler, D’dekiler ise en katı koşullar altındakilerdir. Bir tutuklu geldiği anda, mahkûmiyet nedeni ne olursa olsun, otomatik olarak D sınıfındadır. Sınıfla birlikte “ayrıcalıklar” da artar: İzin verilen mektup ve ziyaret sayısı, etüt saatleri, hücrelerin konforu ve bireysel alışverişler…
Tecridin hedefi bizzat bu: Poqo’ları, siyasi mahkûmları ailelerinden ve dünyanın geri kalanından yalıtmak, onlara hâlâ yardım edebilecek, destek olabilecek, onlar için önemli bağları kesip koparmak…
Mahkumlar için sürekli bir tehdit olan bu sistem hep bir çatışma konusudur, çünkü D sınıfından A’ya geçmek yıllar alır! Her altı ayda bir, kendilerini diğer sınıfa geçirecek –yukarı olduğu gibi aşağı da olabilir– bir komisyonun önünde bir tür sınavdan geçerler. Pretorya’ya göre siyasi mahkûm kabul edilenler için bu komisyonlar, grupların içerdeki ve dışardaki durumları hakkında bilgi almak için kurulan sürekli mahkemeler halini alır. Aslında, onlar hep sistematik olarak D sınıfında tutulurlar.
Bu 1967 yılında, bütün poqo’lar D sınıfında ve dolayısıyla, altı ay boyunca bir mektup yollamaya ya da almaya ve tek bir ziyarete hakları var. Bu, mahkûmların kendilerine karşı olduğu kadar, aileleri için de insanlıkdışı bir muamele. Ayda beş mektup yazabilmesi ya da alabilmesi, eğer altı ay boyunca ziyaretçi kabul etmezse artı iki mektuba daha hak kazanması için, Mandela’nın 15 yıl beklemesi gerekecekti…
Mektupların bu kadar az olması onlara müthiş bir önem atfedilmesine neden oluyor. Dağıtım ayda bir kere yapılıyor ve bu kader günü yaklaştıkça mahkûmların hallerinin de değiştiğini farkediyorum. Mektup alamayanlar, daha önceden bu sabırsızlığın ağırlığını hissediyorlar, ve bir noktadan sonra bu mahrumiyet giderek daha ağır gerilimler yaratıyor.
Ama zaten bu tecridin hedefi de bizzat bu: Poqo’ları, ailelerinden ve dünyanın geri kalanından yalıtmak, onlara hâlâ yardım edebilecek, destek olabilecek, onlar için önemli bağları kesip koparmak…
Her gün bisikletle mahkûmların mektuplarını almaya gidiyorum. Daha doğrusu, bir bisiklet kalıntısıyla: İki tekerlek, bir gidon, bir sele; frenleri bile yok. Ayaklarımla fren yapıyorum. Dolayısıyla her gün hapishaneye kadar gidiyorum. Ama giderken taş ocağından da geçiyorum. Poqo’lar, her gün kan ter içinde burada kayaları kazıyorlar. Liderler grubunun soğukkanlılığı beni büyülüyor.
Benim gelişim, her seferinde bir kenarda nöbet tutan gardiyanların dikkatini çekiyor. Her zaman dişlerine kadar silahlılar ve yanlarında iki ya da üç köpek var.
Sadizmin biçimleri
Her gün, B bölümünün mahkûmları, taş ocağına götürülmeden önce ikişer ikişer zincirleniyorlar. Taş ocağı yaklaşık 500 metre ötede, normal yürüyüşle on dakika çeker, ama zincirlerle süre iki katına çıkıyor. Yazın haki gömlek, kısa kadife pantalon ve kösele sandalet giyiyorlar. Kışın kadife ceket ve ayakkabı giymelerine izin veriliyor.
Taş ocağının çukurunun başına gelince, zincirler çıkarılıyor. Bekçilerin bağrışları ortalıkta çınlıyor. Sıcaktan insan boğulacakmış gibi oluyor, deliğin başında 15 dakika durdum mu terden sırılsıklam oluyorum. Ama taş ocağının içi, tam bir fırın. İçeride en ufak bir hava esintisi yok ve beyaz kireç kayalarına vuran güneş ışınları insanın gözünü kör ediyor. Tabii ki gözler bundan etkileniyor, çok sayıda mahkûmun görme sorunları var. Gardiyanlar güneş gözlüğü takıyor, ama mahkûmların takması yasak. Sürekli gözlük takmalarına izin verilmesini istiyorlar, bu talep sistematik olarak geri çevriliyor.
Ocaktan çıkarılan taşlar, adayı çepeçevre dolaşan yollarda ve sokaklarda kullanılıyor.
Adadaki ilk yılımda, gardiyan sayısı çok sınırlı olduğu için, bir ara her pazartesi-salı, ben de taş ocağında gardiyanlık yapmak durumunda kalıyorum.
Zaman geçtikçe, sansürün dışardakilerle aralarındaki sevgi bağını kırıp yok ederek fiziki şiddetten çok daha fazla öfkeye ve mahrumiyet duygusuna yol açtığını farkediyorum. Bu sadece kötü niyetli bir şiddet değil, aynı zamanda insanilikten çıkarma, uzaklaştırma girişimi de.
İki kıdemli gardiyan da hep benimle birlikte: Du Plessis ve Delport, her ikisi de uyguladıkları şiddet ve katılıklarıyla ünlüler. Onlar varken, en korkunç küfürler sürekli sağanak gibi yağıyor. Mahkûmlar durmadan tacize uğruyor. İçlerinden biri biraz sırtını dinlendirmek için doğrulduğunda küfürü yiyor. Tam bir pislik kuyusu: “Orospu dölü kaffirler, miskin ibneler, orospu çocukları, bok suratlı zenciler…”
Bu günlerde, Delport bizim amirimiz ve onun kudurmuş öfkesinden nasibini alanlar sadece mahkûmlar olmuyor.
Bir başka seferinde, bütün gün herkese bağırıp çağırdıktan, küfrettikten sonra, saat dörtte, hapishaneye dönmemiz gereken saatte, mahkûmlara homurdanmaya, bağırmaya başladı.
“Olduğunuz yerde kalın, iğrenç tembeller! Bütün gün bir bok yapmadınız. Ben gitmeye karar verinceye kadar kazmaya devam edeceksiniz!”
Mahkûmlar gibi, biz gardiyanlar da, ta hava kararıncaya kadar, dört saat daha orada kalacaktık…
Ama angarya ve şiddet çeşitleri çok zengindir. Bir de mesela köpeklerin ısırması var. Hapishaneye geri dönerken, bitap düşmüş mahkûmlar çok dar bir patikadan geçmek zorunda. Önden tüfekli bekçiler, arkadan da Alman çoban köpekleri gidiyor. En zevk aldıkları oyunların başında, zincire vurulmuş mahkûmlara patikada koşma emri vermek geliyor. Tabii ki, her zaman içlerinden biri düşüyor ve diğerlerini de kendisiyle birlikte sürüklüyor. O zaman köpekler saldırıyor ve kanatana kadar ısırıyor.
Opperman adlı bir gardiyan başka bir sadizm biçimiyle eğleniyor. Mahkûmları dövmekten çok zevk almasının yanısıra, en büyük numarası mola sırasında onların arasında dolaşmak ve yemeklerine işemek. Sonra da silah zoruyla işediği yemeği yemek zorunda bırakıyor onları.
Kleinhans adlı herif de kendisiyle çok gururlananlardan. Çok sıcak bir gün, taş ocağındaki mahkûmlardan biri, Guni Gunglovu, biraz su içmek için bu Kleinhans’dan izin istiyor. Karşılık olarak, Kleinhans mahkûma önce, kazmasıyla ocakta büyük bir çukur kazmasını emrediyor. Çukur kazıldıktan sonra, Gunglovu’yu içine sokuyor ve diğer mahkûmlardan boğazına kadar taş ve toprakla gömülmesini istiyor. Sonra da, pantalonunu çözüyor ve alay ederek tutuklunun yüzüne işiyor.
“Çok mu susamıştın, zavallı zencim benim, al bakalım domuzum! Bulabileceğin en iyi viski bu!”
Ne zaman sarhoş olsa, Kleinhans, hikâyesini tekrar tekrar anlatmaktan büyük mutluluk duyardı.
Bir de kışın, güney rüzgârı eserken ve sıcaklık sıfırın altına düştüğünde yapılan sapıkça aramalar var. Arama gece, tam geceyarısına doğru yapılır. Yüksek Güvenlik bölümünün hücreleri açılır, mahkûmlar çırılçıplak, dövülerek duvarın dibine dizilir, burada heykel gibi kıpırtısız durmak zorundadırlar. Sonra gardiyanlar, yavaş yavaş, iki saatte, üç saatte bütün hücrelerde teker teker bir kâğıt parçası, herhangi bir eşya ararlar.
Bütün bu dehşet anlarından sonra, Mandela ve arkadaşları şikâyette bulunurlar ama, tabii ki bunlar hiçbir zaman bir sonuca ulaşmaz, zaten gündelik işkencenin emirleri yukardan, hapishane müdürlüğünden verilir.
Zaman geçtikçe, sansürün –yazdıkları ya da kendilerine yazılan her şeyi okuma hakkını bana vererek yarattığı aşağılanma– dışardakilerle aralarındaki sevgi bağını kırıp yok ederek, fiziki şiddetten çok daha fazla öfkeye ve mahrumiyet duygusuna yol açtığını farkediyorum. Bu sadece kötü niyetli bir şiddet değil, aynı zamanda insanilikten çıkarma, uzaklaştırma girişimi de.
Hücreleri kapatma esnasında söylenen o kuru “iyi akşamlar”ın yerini daha sıcak ifadeler almaya başlıyor: “Umarım iyi bir gece geçirirsiniz efendim.” “Size de iyi geceler Mandela.”
Gardiyanlığa gittiğim zamanlarda, mahkûmlar yanıma yaklaşıyor ve bekledikleri şu ya da bu mektubun niçin ellerine geçmediğini öğrenmek istiyorlar. İlk zamanlar, her seferinde, soruşturma yapacağıma ve mektubun gelip gelmediğini ve niçin verilmediğini titizlikle araştıracağıma söz veriyorum. Ama, kısa süre sonra anlıyorum ki, söz vermek ya da bir-iki muğlak kelime sarfetmek yetmiyor. Mahkûmların tedirginliği ve güvensizliği öyle fazla ki, kesin olabilmek gerekiyor. Sonunda, bütün mektupların izlediği yolu takip edebildiğim bir sistem geliştirdim. Her şey kayda geçiriliyor: Kim yazdı, ne zaman, kime, gönderilme tarihi vb. Ayrıca, eğer varsa sansür işaretlerini ve neden olduğunu da not ediyorum.
Bir süre sonra, sistemim, bütün şikâyetlere ânında kesin cevap vermeme yetecek şekilde işliyor. Ve çoğunlukla, cumartesi-pazarları öğlen yemeği saatimi mektupların izini sürüp kayıtlarımı düzenlemekle geçiriyorum.
Tahayyül ve gerçek
B bölümünde gardiyan olarak geçirdiğim hafta sonları mahkûmları daha iyi tanımama imkân veriyor. Aslında, onlar Robben Island’a geldiğim zamanki önyargılarını yıkarak hayatımı ve görüşlerimi değiştirecekler.
Her şey yavaş yavaş ve hiç kuşkusuz “yönetim”in inisiyatifiyle gelişiyor. Gardiyanlık yaptığım ilk pazar günü, Ferris ile konuşmamdan sonra, her hafta sonu, avluda volta atarken, B bölümünün üyelerinden biri yanıma gelip bir-iki kelime etmeye başlıyor. Dört büyük liderle temasımız daha zayıf, nötr bir kibarlıkla sınırlı. Özellikle Mandela’yla haftalarca, sabah-akşam selamlaşmasının ötesine geçmiyoruz: “Günaydın bay Gregory.” Ben de ona sürekli Zulu selamıyla karşılık veriyorum: “Günaydın Mandela, seni görüyorum.”
Haftalar ve aylar sonra, bunu gülümseyerek, bir tür suç ortaklığının işareti gibi bir hareketle birbirimize söyler oluyoruz. Hücreleri kapatma esnasında söylenen o kuru “iyi akşamlar”ın yerini daha sıcak ifadeler almaya başlıyor: “Umarım iyi bir gece geçirirsiniz efendim.” “Size de iyi geceler Mandela.”
Bu kibarlık, bu saygı, bu onur beni müthiş etkiliyor. Çok açık ki, hiçbir şey daha önce tahayyül ettiğim gibi değil. Peki ne tahayyül etmiştim? Vahşi hayvanlarla, bana küfreden heriflerle, tepeden tırnağa silahlı, dişlerinin arasında bıçak, ormandan gelmiş gözü dönmüş adamlarla karşılaşacağımı mı tahayyül ediyordum? Evet, hiç şüphesiz. Afrikanerler tarafından poqo’lar hakkında çok uzun zamandır geliştirilen saçmasapan uydurmalar, bütün gardiyanların ve Güney Afrika’da yaşayan neredeyse herkesin olduğu gibi benim de beynime işlemişti demek!
Ama bu şeytani zindanda onlarla birkaç ay geçirdikten sonra, onlar hakkında tamamen yanıldığımı kabul ediyorum. Tamamen kültürlü, hatta bu adada başlarında duran bütün beyazlardan çok daha kültürlü adamlarla karşı karşıyaydım. Bundan da önemlisi, tüyler ürpertici mahkûmiyet şartlarına rağmen nezaketlerini koruyorlar, hatta insanı şaşırtan bir mizahi yanları var.
Onların karşısında, temsil ettiğim her şeye rağmen, hiçbir zaman bana bir düşman olarak, intikam alınacak bir beyaz olarak davranıldığı hissine kapılmıyorum. Kaderim beni onların mektuplarını ve ziyaretlerini engelleyebilecek sansürcü olmaya sürüklemişti, o kadar. Bunun için beni kınamıyorlar. Bana her soru sorduklarında, bir şey istediklerinde, dürüstçe, samimi olarak cevap veriyorum, cevabımı tartışmadan kabul ediyorlar.
Bir davayı savunmak
Başlangıçta angarya gibi gözüken hafta sonları Yüksek Güvenlik bölümünün B bölümünde gardiyanlık yapma işi, gittikçe bir ihtiyaç halini alıyor benim için: Hafta sonlarını sabırsızlıkla bekliyorum.
Görünüşte her şey çok monoton. Poqo’lar maratoncular gibi dönüp duruyor. Sundurmanın gölgesinden çıkıp, bazen tek başıma, daha sık da Ferris, Sisulu, Kathrada, Mac Maharaj ya da Mandela’yla yürüyorum. Onunla her zaman büyük bir ilgiyle konuşuyorum. Saatler boyunca tartışabiliyor, bir fikrin haklı ya da haksız olduğunu söylemeden olumlu ve olumsuz yanlarını tartabiliyor. Önyargılarımdan ötürü beni hiçbir zaman kınamıyor, bu fikirlerin nedenlerini, kaynaklarını, nasıl edindiğimi uzun uzun anlatıyor.
Öğlene kadar bu böyle sürüyor ve zamanın nasıl geçtiğini farketmiyorum. Bazen onun hücresinde, hatta gardiyanların odasında tartışıyoruz. Onu ilk olarak oturmaya çağırıyorum. Tedirgin bir şekilde, şaşkınlıkla bana bakıyor. Sonra gülümsüyor.
Bir gün yine hiç bir yere çıkmayan o yoldaki yürüyüşlerimiz sırasında şöyle söylüyorum: “Bu mahkûmiyete nasıl bu kadar iyi katlanabildiğinizi bir türlü anlayamıyorum. Ömür boyu hapis!”
Cevap vermek için acele etmiyor. Her zamanki şaşırtıcı, derin, neredeyse kararsız, sözcükleri beceriksizce arar gibi sesiyle cevap veriyor.
“Neyi kastediyorsunuz?”
“Bunu…”
Derin tartışmaya dalmış, zaman zaman gülümseyen çevremizdeki arkadaşlarını gösteriyorum.
“Hepinizin inanılmaz bir direnci, inadı var. Sürekli birbirinize destek oluyorsunuz. Ve hatta benimle konuşmaya geldiğinizde ne nefret ne de öfke hissediyorum…”
“Ömür boyu hapse mahkûm olmak, bir köşeye çekilip büzülerek ölümü beklemek için yeterli bir sebep değil. Biz suçlu değiliz. Biz bir davayı savunduğumuz için buradayız: Halkımızın ve ülkemizin özgürlüğü.”
“Evet. Ama şiddete başvurarak bunu elde etmek istiyorsunuz…”
Bu şeytani zindanda onlarla birkaç ay geçirdikten sonra, onlar hakkında tamamen yanıldığımı kabul ediyorum. Tamamen kültürlü, hatta bu adada başlarında duran bütün beyazlardan çok daha kültürlü adamlarla karşı karşıyaydım. Bundan da önemlisi, tüyler ürpertici mahkûmiyet şartlarına rağmen nezaketlerini koruyorlar, hatta insanı şaşırtan bir mizahi yanları var.
Hep buraya geliyorum. Mandela tartışmıyor. Bana şöyle diyor: “Biz suçlu değiliz. Biz sadece yeniden özgür olmayı ve bize yapılan zulmün bitmesini istiyoruz. Eğer niçin bu noktaya geldiğimizi hakikaten anlamak istiyorsanız, kendinizi bizim yerimize koymanız ve olaylara Siyahların bakış açısıyla bakmanız gerek. Bizim yerimizde olsaydınız sizin tercihleriniz ne olurdu diye kendi kendinize sorunuz…”
“Sizin için şiddet, 1960’ta Sharpeville’deki gösterilerle başladı. Ve bu gösteri hakkında tek bildiğiniz, okulda öğretmenlerinizin size anlattıkları. Hükümeti devirmek isteyen, kana susamış barbarlar olduğumuz… Ama Sharpeville’den önce, ırkçı yasalar, sokağa çıkma yasakları, bize toprak verme bahanesiyle Siyahları, sonunda gettoya dönüşmekten başka çaresi olmayan yaşanmaz yerlerde üst üste yığan ‘kamplar’ın yaratılması vardı. Sharpeville bütün bunların sonucu: Öfkenin ve mahrumiyetin. Ondan önce yıllar yıllar boyunca aşağılama ve ret vardı.”
“ANC 1912 yılında kuruldu ve bildirgesi kesinlikle barışçıdır. Yarım yüzyıl boyunca, halkımız hükümetle görüşmeye çalıştı. Toprakların dürüst ve adil bir şekilde paylaşılmasını savunduk. Biz Siyahlar için meselenin kalbi budur: Tıpkı Beyazların sahip olduğu gibi kendi topraklarımıza sahip olma hakkı. Bütün hükümetlere, cumhurbaşkanlarına yazdık. Hiçbiri bize hiçbir zaman cevap vermedi. Elli yıl boyunca tamamen yok sayıldık! Bu uzun, çok uzun bir süre. Ve buna rağmen, 1912’den 1960’a kadar her sene daha da sertleşen şartlara rağmen, barışçı kaldık. Siz kendiniz de çocukluğunuzu Zulular arasında geçirmişsiniz. Saldırgan insanlar mıydı?”
Kraal’lerde yaşayanların gürültü patırtıdan uzak, kendi halinde, aileleri için güvence, yiyecek ve başlarını sokacak huzurlu bir yer istemekten başka derdi olmayan insanlar olduğunu hatırlamam için kendimi çok zorlamam gerekmiyor. Onlar kendilerine saldırıldığında savaşçı oluyorlardı, saldıran ister Siyah olsun, ister Beyaz.
“Sizce terörist bir hareket olan ANC meselesine dönelim” diye sözünü sürdüyor Mandela, “1912’den beri barışçı olarak Siyahlar ve Beyazlar arasında hak, özgürlük ve iktidar eşitliği istedik. Hiçbir zaman başka bir şey istemedik. Buna karşılık, hiçbir cevap alamadığımız gibi Beyazlar bize karşı silahlanıyor. Her geçen gün ayrımcılık daha da uç noktalara varıyor. Sonuçta hedeflenen, Siyah halkı tamamen yalıtmak. Doğduğumuz bu topraklarda bize artık hiçbir özgürlük tanınmıyor, hatta yaşam güvenliği bile yok. Peki bize ne kalıyor?”
“Peki ama saldırılar oldu, değil mi? Bombalar patladı, bu kararlarda hiçbir sorumluluğu olmayan insanlar öldü. Sizin şimdi istediğiniz, devrim yapmak. Beyaz hükümeti ortadan kaldırmak…”
“Apartheid’a karşı olan Beyazlar var mı? Size okulda sürekli ANC’nin sizi yok etmekten başka bir hedefi olmadığı tekrarlandı durdu. Size sürekli Siyahların size karşı savaş açtığı, sizi bu ülkeden sürüp topraklarınızı, yüzyıllar önce atalarınızın kanlarıyla fethettikleri topraklarınızı elinizden almak istediğimizi söylüyorlar…”
Gülümseyerek başımı sallıyorum. Hakikaten de kelimesi kelimesine yıllardır bize söylenip duran şeyler bunlar. Mandela gözlerini gözlerime dikiyor ve yavaş sesiyle ekliyor: “Ve ben size bunun doğru olmadığını söylüyorum. Bu bombalar Beyazlar bizim sesimizi duysun diye, aynı barış içinde beraberce yaşayabilelim diye patladı.”
Winnie’nin ziyaretleri
Görüş yeri, duvarlarında her zaman ailelerin canhıraş ağlamalarının çınladığı, loş, soğuk ve çıplak bir hangar. İki bölümden oluşuyor. Birkaç masa ve eski tahta iskemlenin bulunduğu bekleme salonu ve görüş yerinin kendisi. Dokuz kabine bölünmüş, şahsiyetsiz, kocaman bir salon, ilk zamanlar, ziyaretçilerle mahkûmlar arasında sadece tel bir kafes vardı ve herkes hep bir ağızdan konuştuğunda, ortalık ana baba gününe dönüyordu. Herkes işitilmek için sesini daha da yükseltiyordu. Hiçbir mahremiyet yoktu.
Altmışlı yılların ortasında, kabinlere görüntüyü deforme eden kalın bir cam kondu, insan sanki karşısındakinin yüzünü kötü bir siyah-beyaz televizyonun camından görüyor gibi oluyordu. Duvardaki bir delikten konuşulabiliyordu ve konuşabilmek için insanın yüzünü duvara yapıştırması gerekiyordu. Daha sonra bu deliğin yerine üç kulaklıklı bir enterfon kondu: Biri ziyaretçi, biri mahkûm, diğeri de mahkûmun tam arkasında duran gardiyan için… Ses ve izlemek açısından daha iyiydi, ama mahremiyet açısından daha da kötü…
Ziyaretler sadece seyrek olmakla kalmıyor, aynı zamanda, özellikle Winnie Mandela’nın durumunda olduğu gibi, elden geldiğince zorlaştırılıyor da. Winnie evde göz hapsinde ve yetkililer tarafından çok kötü muamale görüyor. Nelson’un Robben Island’daki ilk yıllarında onun seyahat etmesi kesinlikle yasak. İlk ziyaretinden sonra, aylarca sürekli tacize uğruyor, evi aralıksız göz hapsinde tutuluyor, ailesinin diğer üyelerinin kendisiyle yaşaması yasaklanıyor. Her şey onu aşağılamak ve yıldırmak için yapılıyor; amaç hep aynı: Nelson terk edilsin ve mümkün olduğu kadar yapayalnız kalsın.
Winnie’nin gelişi her zaman çok etkileyici. Tavırları kusursuz, her defasında özenle giyinmiş oluyor; sanki çevresine gurur ve güç saçıyor. Aradan zaman geçtikçe, Nelson’un, insanı hemen yakalayan bir güzelliği olan bu kadına ne kadar âşık olduğunu ve ziyaretlerini ne kadar önemsediğini fark ediyorum. Daha sonra, zaman zaman Nelson’la Winnie’nin rolünü ve eylemlerini konuşuyoruz. Serbest bırakılmasından ve ilk siyasi başarılarından sonra, Winnie’yi mahkûm eden bütün delillere rağmen, onu koruduğu için Nelson çok eleştirildi. Ama bütün bu yıllar boyunca, nerdeyse bir ömür boyu, Winnie maruz kaldığı bütün aşağılamalara ve baskılara rağmen onurlu ve güçlü bir şekilde ayakta kaldı. Hiçbir zaman eğilmeden, Nelson’u destekledi, ondaki kazanma azminde Winnie’nin çok büyük payı vardır.
Nelson’la Winnie’nin bütün bu yıllar boyunca bir kere bile kavga ettiklerini görmedim. Anlaşamadıkları, zaman zaman şüpheye düştükleri tabii oluyor, ama bunların üstesinden gelebilecek kadar sağlamlar. Ama bu sağlamlık gözyaşlarına ve acılara engel değil.
“Biz suçlu değiliz. Biz sadece yeniden özgür olmayı ve bize yapılan zulmün bitmesini istiyoruz. Eğer niçin bu noktaya geldiğimizi hakikaten anlamak istiyorsanız, kendinizi bizim yerimize koymanız ve olaylara Siyahların bakış açısıyla bakmanız gerek. Bizim yerimizde olsaydınız sizin tercihleriniz ne olurdu diye kendi kendinize sorunuz…”
Bu ağır duygusal anlarda, orada duvardaki bir sinek gibiyim. Mümkün olduğu kadar yok gibi davranmaya gayret ediyorum. Sözcükleri dinlememeye çalışıyorum, ama seslerin tonundan gerilimleri, üzüntüleri, ani umutsuzluk krizlerini hissedebiliyorum. Oradaki rolümün iğrenç olduğu kadar, saçmalık derecesinde fuzuli olduğunu da biliyorum. Kulaklığı bir kenara koyup onları rahat rahat konuşmaları için serbest bırakmak geliyor içimden. Ama diğer gardiyanlar bunu hemen fark ederler ve sonra her şey çok daha beter olur. Giderek kendimi “yok etmeyi”, sadece bir vızıltı duymayı, kelimeleri, cümleleri işitmemeyi öğreniyorum. Ama o zaman kadınların yüzünü görüyorum, Winnie’nin yüzünü görüyorum. Gözlerimi kapıyorum, zihnim boşalıyor. Bazen beceremiyorum, birden hıçkırıklar boğazımda düğümleniyor.
Her ziyaretten sonra, hücresinde, kıpırdamadan oturmadan önce, Nelson tek kelime konuşmadan, gözlerini yerdeki taşlara dikip Yüksek Güvenlik Birimi’ne yavaş yavaş gitmekten hoşlanıyor. Her cümleyi, telaffuz edilen her kelimeyi tekrar yaşıyor, böylece Winnie’nin varlığını biraz daha uzatmaya çalışıyor. Ona Namzamu diyor.
Bir parça çikolata
Bir keresinde, Noel öncesinde, Winnie’nin ziyaretinden birkaç gün önce, Nelson kendisine bir iyilik yapmamı rica ediyor.
“Biraz özel bir şey” diye beni önceden uyarıyor.
“Neymiş, söyleyin, n’olur.”
“Biraz çikolata geçti elime: Bunu Noel hediyesi olarak Winnie’ye hediye etmeyi arzu ediyorum. Ama ona nasıl ulaştıracağımı bilemiyorum.”
Çikolata! Normal hayatta bundan daha basit ne olabilir, ama Robben Island’da Yüksek Güvenlik Birimi’nde, bir parça çikolata, bir külçe altından farksız. Mandela’ya çikolatayı adli mahkûmlar ulaştırmış olmalı. Mandela’nın Yüksek Güvenlik Birimi’ndeki hücresine gelip de orada saklanıncaya kadar bu çikolata öyle inanılmaz badireler atlatmıştır ki, hediye eden için de, onu hediye alacak için de paha biçilmez bir değeri olmalı.
Nelson’un Robben Island’daki ilk yıllarında Winnie’nin seyahat etmesi kesinlikle yasak. İlk ziyaretinden sonra, aylarca sürekli tacize uğruyor, evi aralıksız göz hapsinde tutuluyor, ailesinin diğer üyelerinin kendisiyle yaşaması yasaklanıyor. Her şey onu aşağılamak ve yıldırmak için yapılıyor; amaç hep aynı: Nelson terk edilsin ve mümkün olduğu kadar yapayalnız kalsın.
Nasıl bir risk aldığımı bilmeme rağmen, tereddüt etmiyorum.
“Pekâlâ. Ama çikolatayı kendinizin vermenize hakikaten izin veremem. Bu fazla tehlikeli olur. Eğer kabul ederseniz, ben sizin yerinize veririm…”
Çikolatayı kendi orijinal paketinde bana verirken, açıp kontrol etmem için ısrar ediyor.
“Kontrol edin. Sizi aldatmaya çalışmadığımdan emin olmanızı istiyorum.”
Ziyaret günü, hava gölgede otuz derecenin üstünde. Cebimde çikolata yumuşuyor. Tam hapishaneden ayrılmazdan önce, nihayet Winnie’ye onu verme fırsatı yakaladığımda, görüntüsü bir artığa benziyor.
“Nelson’dan size. Bir Noel hediyesi…”
Winnie’nin gözleri faltaşı gibi açılıyor. Hemen bu sefil çikolata parçasının ne anlam ifade ettiğini, Nelson’un bunun için harcadığı bütün çabayı, göze aldığı bütün tehlikeleri anlıyor. Soluğu kesilecek gibi oluyor, “teşekkür ederim” diye mırıldanıyor. Ve ekliyor: “Siz iyi bir adamsınız.”
Yaşlı kadının hasta olduğu her halinden belli. İnsanı korkutacak kadar zayıf. Kabinin kalın camlarının ardından oğluna kayıp gözlerle bakıyor. Enterfondan bozularak gelen sesi, neredeyse gayrı-insani metalik bir hırıltı gibi. Sonra, artık kelimeler dudaklarından çıkamaz oluyor. İmkânsız olanı istiyor, oğluna dokunmak, onu okşamak. Bir deri bir kemik elini kaldırıyor, pencereye yapıştırıyor. Gözleri dolan Nelson, başını çeviriyor ve yanağını cama dayıyor…
Dört ay sonra, 19 Mayıs 1969 günü, sabaha karşı Winnie de tutuklanıyor ve hapse atılıyor; resmi bir suçlama yok, ama terörle mücadele yasaları nedeniyle durum yasaldı.
Nelson, bir anlamda resmen, olup bitenlerden haberdar ediliyor. Birkaç gün boyunca, taşocağındaki kürek mahkûmluğu mesaisinden her dönüşünde, hücresinin önünde Winnie’nin maruz kaldığı aşağılamaları en ufak ayrıntısına kadar anlatan gazete kesiklerini buluyor. Winnie’nin tutuklanması, ülkedeki büyük bir harekâtın sadece ilk adımı. ANC’nin yüzlerce üyesi ya da sempatizanı da tutuklanıyor.
Nelson durumu görüyor. Onu ilk defa yorgun, gergin görüyorum. Uyuyamadığını, hücresinin buz gibi çimento zeminine uzanıp, bütün geceyi gözünü kırpmadan geçirdiğini öğreniyorum. Sadece Winnie için değil, aynı zamanda Orlando’da yaşayan ve hiçbir haber alamadığı iki kızı ve ailesi için de endişelendiğini tahmin ediyorum.
“Annemin nesi var?”
O kışın sonuna doğru, okyanusun üstünde sert rüzgârlar esiyor, deniz kabarıyor. Robben Island’da hayat çok çetin, ama yıllar süren mücadelelerden sonra, Nelson nihayet ilk defa, annesinin, kızkardeşinin ve çocuklarından ikisinin kendisini ziyaret etmesi hakkını elde ediyor. Bu iyi haberin onu çok heyecanlandıracağını sanıyordum, ama her seferinde onu endişeli ve düşünceli görüyorum.
Annesinin ve babasının onun için nasıl bir anlam taşıdığını çok iyi biliyorum. Onlardan hep gıptayla dinlediğim çok derin bir saygı ve sevgiyle söz ediyor. Bu iyi haberin onu pek memnun etmemiş olmasına şaşırıyorum, ama nedenini sormaya cesaret edemiyorum. Özel hayatı hakkında zımni bir kural koyduk: Kendisi istemediği sürece bu konuda ona hiçbir soru sormuyorum. Ve onu hiçbir zaman bu denli içine kapanık görmedim.
Hava o kadar kötü ki, Nelson’un, annesinin yolculuğu hakkında endişeleri olduğunu düşünüyorum. Yaşlı kadın, Transkei’den buraya arabayla ve trenle toplam 1200 kilometreden fazla yol kat etmek zorunda. En az iki gün geliş, iki gün dönüş, üstelik deniz kabarmış durumda. Belki de annesinin kendisini parmaklıkların arkasında görecek olmasına canı sıkılıyordur, kim bilir?
Ama ziyaret günü hava tamamen değişiyor. Bir haftadır rüzgâr ve fırtına kesildi. Deniz yağ gibi, Nelson’a annesini, kızkardeşi Mabel, oğlu Makgatho ve kızı Makaziwe’yi getiren feribot kayar gibi süzülüyor.
Her zaman olduğu gibi Nelson’la ziyaret büyük bir ağırbaşlılık içinde geçiyor. Bir kereye mahsus, ziyaretin yarım saat daha fazla sürmesi iznini koparıyoruz. Çocuklarıyla çok sıcak, okul durumlarını, ne yaptıklarını, vakitlerini nasıl geçirdiklerini merak ediyor. Nelson kızkardeşiyle biraz şakalaşıyor, onun güzelliğine iltifatlar ediyor… Ama birden, annesiyle karşılaşma yürek parçalayıcı hale geliyor.
Yaşlı kadının hasta olduğu her halinden belli. İnsanı korkutacak kadar zayıf. Kabinin kalın camlarının ardından oğluna kayıp gözlerle bakıyor. Enterfondan bozularak gelen sesi, neredeyse gayri-insani metalik bir hırıltı gibi. Sonra, artık kelimeler dudaklarından çıkamaz oluyor. İmkânsız olanı istiyor, oğluna dokunmak, onu okşamak. Bir deri bir kemik elini kaldırıyor, pencereye yapıştırıyor. Gözleri dolan Nelson, başını çeviriyor ve yanağını cama dayıyor…
Bir süre sonra yeniden kızkardeşiyle konuşuyor. Mırıltıyla fısıldıyor:
“Mabel, ne oluyor? Annem iskelet gibi olmuş, nesi var?”
Mabel cevap vermeden başını sallıyor.
Biraz daha mırıldanıyor, o kadar alçak sesle konuşuyor ki, ne dediğini anlayamıyorum.
Kısa bir süre sonra, görüş yeriyle merkez bina arasındaki kısa yolda, her zamankinden daha fazla konuşmuyoruz. Ama, ilk defa, Nelson’un eğildiğini görüyorum. Kelimenin fiziki anlamıyla… Şiddetli darbeler altında bile dimdik, ayakta duran adamın omuzları çöküyor, çenesi içeri giriyor, taşocağında geçirdiği uzun günler omurgasını kırmış gibi ensesi bükülüyor. Ne düşündüğünü biliyorum. Ben de onun gibi düşünüyorum.
Birkaç hafta sonra gelen, annesinin ölümünü bildiren telgraf şaşırtmıyor.
Elimde telgrafın kahverengi zarfıyla, öğleden sonra Yüksek Güvenlik Birimi’ne geliyorum. Nelson hücrelerin bulunduğu koridorda diğerleriyle sohbet ediyor. Beni görür görmez, onun için geldiğimi tahmin ediyor, gruptan ayrılıyor ve hücresinin kapısına geliyor, sanki benim önden girmeme izin verir gibi parmaklığın önünde duruyor. Başımı sallıyorum ve zarfı uzatıyorum. Dosdoğru gözlerime bakıyor. Bir an zarfı açmaya tereddüt ediyor. Biliyor. Ziyaret gününden beri biliyoruz. Herkes biliyor.
Bir anda binaya sessizlik çöküyor. Mahkûmlardan birinin annesinin ya da babasının ölmesi, herkes için ortak bir üzüntü kaynağı.
Hemen ertesi gün Mandela’nın dilekçesini masamda buluyorum. Annesinin cenazesine katılmak istiyor. Cevabın ne olacağını çok iyi biliyorum. Ben talebi hapishane müdürlüğüne ileteceğim, onlar da Pretorya’ya ve karşılık olarak bir ret cevabı alacağız. Hiçbir açıklama olmadan. Sadece bir “hayır”.
Birkaç gün sonra bu ret cevabını Nelson’a ilettiğimde, Nelson hiç kızgınlık göstermiyor. Bu aşırı eziyet karşısında inanılmaz bir yoksunluk hissi duyuyor.
Avluda volta atarken, “annemi toprağa vermeme pekâlâ izin verebilirlerdi” diyor.
“Siz bana eşlik ederdiniz. Yalnız bile gitsem buraya dönerdim.”
Ama daha da kötüsü gelecekti…
Oğlunuz ölmüş…
Winnie’nin tutuklanmasından iki ay sonra, 1969 temmuzunda, dondurucu bir sabah, Nelson’un büyük oğlunun ölümünü bildiren bir telgraf alıyorum. Thembi iki çocuk babası. Nelson, onu davasının taşıyıcısı, mirasçısı olarak görüyor.
Haber tek bir cümle: Madiba Thembelike Mandela, bir trafik kazası sonucu ölmüştür.
Nelson’a haberi bizzat benim vermem gerektiğini, daha katı bir şekilde öğrenmezden önce elimden geleni yapmam gerektiğini biliyorum. Ama bir türlü kıpırdayamıyorum. Onun acısını hissediyorum, karnıma ağrı giriyor. Bu tuhaf anda bir şeyi keşfediyorum. Mandela sadece, ilgimi çeken, saygı ve hayranlık duyduğum biri değil. Ona çok derin bir sevgi de duyuyorum. Ve hiç tanımadığım bu çocuğun ani ölümü beni olduğum yere çiviliyor.
Bisikletimin üstünde giderken ona bir haberi en iyi nasıl verebilirim diye düşünüyorum. Abuk sabuk fikirler geçiyor zihnimden. Peki ya kaza, sahiden kaza mı?
Nihayet, koridorda Walter Sisulu ile konuşan Nelson’u gördüğümde, hâlâ ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Tanrım, ona böyle pat diye söyleyemem!
Arkasına dönüyor, benim geldiğimi görünce, merhaba demek için gülümsüyor. Dilim damağım birbirine yapışmış durumda, sükûnetimi korumak için büyük bir çaba sarfederek onu biraz yalnız görmek istediğimi söylüyorum. Bakışlarımdan bir şeyin yolunda gitmediğini anlıyor.
Ortasında sadece koskoca bir masanın olduğu, çıplak duvarlı, soğuk büroya çekiliyoruz. Ben kapıyı kapatır kapatmaz, soruyor: “Neler oluyor, yolunda gitmeyen ne?” Çok aptalca, ama cevap veremiyorum.
Zaten, başta Winnie’den olmak üzere, her zaman bir kötü haber almayı bekliyor, ve ben şimdi onu dehşete düşürüyorum. Bana doğru bir adım atıyor ve tekrar soruyor:
“Bay Gregory, neler oluyor?”
“Oğlunuz Thembi bir araba kazası geçirmiş. Ölmüş… Acı çekmeden, hemen olay yerinde ölmüş.”
Susuyor, göz kapakları titriyor, kendine hâkim olmak için büyük çaba sarfediyor. Elimden geldiğince sakin bir şekilde ekliyorum:
“Şimdilik çok az şey öğrenebildim. Köprüden geçiyormuş. Arabası korkuluklara çarpmış. Daha fazla bilgi almaya çalışacağım. Hakikaten çok üzgünüm.”
Ben konuşurken, yüzünün değiştiğini, kapandığını, dudaklarının çevresindeki kırışıkların derinleştiğini görüyorum. Gözlerinde acının ve öfkenin ağırlığı görülüyor.
“Teşekkür ederim, bay Gregory.” Dönüyor ve bürodan çıkıyor.
Bir sandalyeye yığılıyorum. Daha şimdiden çalışma masamın üzerine konacak dilekçeyi ve ret cevabını görüyorum, kendimi iğrenç, beş para etmez, tamamen fuzuli hissediyorum.
Yeni malikane
1982’nin son günleri. Yılbaşından birkaç gün önce Pollsmoor hapishanesine atandığım bildiriliyor. Pollsmoor Cap’ın güneyinde, banliyöde, ultra modern ve devasa bir hapishane kompleksi. Şaşırıyorum. Başka en ufak bilgi yok, birkaç yere telefon ediyorum ama, daha fazla bir şey öğrenemiyorum.
Tabii hemen aklıma bir düşünce takılıyor: Nelson! Yoksa yakında o da Robben Island’dan ayrılacak mı?
1966 yılında Robben Island’da şef gardiyan olan Munro, aradan geçen yıllarda hiyerarşide yükselmiş, en tepeye çıkmış. Şimdi doğrudan Pretorya’ya bağlı olarak Pollsmoor hapishanesine geliyor. Onu gördüğüme seviniyorum.
Munro beni çağırıyor:
“Mandela ve ‘yönetim’den üç arkadaşı buraya nakledilecek. Biraz önce resmen bildirildi. Ama ağzını sıkı tut Greg! Şimdilik sadece ikimizin arasında. Hiç kimse bilmemeli. Şimdi, bu hapishanede onları rahat ettirebileceğimiz bir köşe bulmanız gerekiyor. Diğer mahkûmlardan biraz uzak olsun, tamam mı?”
Onların yeni “malikane”lerinin yerleştirilmesi ve döşenmesi konusunda Munro bana açık kart veriyor. Direktifi gayet basit:
“Greg, sizce en iyi köşeyi seçin ve bana ihtiyacınız olan şeylerin bir listesini verin. Gerisiyle ben kendim ilgileneceğim…”
En iyi alanı merkez blokun üçüncü katında buluyorum. Kat boş ve kelimenin her anlamıyla, iki çelik kapıyla izole edilmiş durumda. Yarım futbol sahası uzunluğunda, L şeklinde bir yer. Bir köşede aşağı yukarı on, on beş metreye altı metre genişliğinde, yüksek tavanlı, bir sürü pencereli, büyük bir salon var, duş, tuvalet ve lavaboların bulunduğu banyodan ayrılmış. Kapısına, neden bilmiyorum 99 numarası yazılmış. Orayı ortak yatakhane yapmaya karar veriyorum, dört yatak yerleştiriliyor.
Bu esas hücrenin çıkışında, binanın çatısında, jimnastik yapmaya yetecek kadar, yarı açık bir yer var.
Biraz ilerde, solda 97 ve 95 numaralı iki oda daha var, buraları kütüphane ve çalışma odası olarak yerleştirmeye karar veriyorum.
“Özgür olmak, müzakerelere katılmak ve gerçek bir demokrasinin şartlarının herkes için geçerli olması, Siyahlar, Beyazlar, melezler, Yerliler için oy hakkı ve eşitlik elde etmek… Bütün bunlar ülkemizin cumhurbaşkanı olacağınız anlamına geliyor, öyle değil mi?” “Kötü bir fikir değil, bay Gregory…”
Şevkle çalışmaya koyuluyorum. Nelson’la arkadaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak elimden gelmez ama, on sekiz yıllık sert zindan hayatından sonra onları biraz olsun rahat ettirmek istiyorum. Masadan sabunluklara kadar her şeyle ilgileniyorum. Bunca yıl sonra ilk defa yeni çarşaf ve battaniyede yatmalarını istiyorum. Uygun gardiyan ekibini oluşturmaya gayret ediyorum.
31 Mart akşamı gecenin ilerleyen saatlerinde, evimin telefonu çalıyor. Pollsmoor’un müdür yardımcısının sesini duyuyorum.
“Greg, patrondan size bir mesajım var. General Munro nakil avlusuna gelmenizi istiyor. Sizi orada bekleyecek.”
“Tamam, ne zaman?”
“Şimdi, en çabuk şekilde…”
Evet! İşte zamanı geldi!
Avlunun ortasında, bir grup insan var.
Hemen, Mandela’nın uzun siluetini seçiyorum. Pretorya’dan yüksek rütbeli subaylar var; Munro onlarla sıkı bir konuşmaya dalmış… Daha bir iki adım atar atmaz, Nelson arkasına dönüyor. Yanında Walter Sisulu, Raymond Mhlaba ve Andrew Mangleni var. Gözlerim “Kathy” Kathrada’yı arıyor, ama onu göremiyorum. Nelson’la birlikte Walter’ın ve Raymond’un gelmesi çok normal de, Andrew Mangleni’nin gelişine hiçbir anlam veremiyorum. Her ne kadar en eski mahkûmlardan olsa da, hiçbir zaman ANC’nin hiyerarşisinde yer almadı o. Her neyse…
Dosdoğru onlara gidiyorum, samimi bir şekilde el sıkışıyoruz.
Pretorya’nın kodamanlarına aldırmadan Nelson, “Bay Gregory!” diye bağırıyor. “Sizi yeniden görmek ne kadar güzel!”
Bütün idari işlemler, imzalar, resmi evraklar… Nelson’a yeni bir numara veriliyor: D220/82.
Sonunda her şey bittiğinde, hep beraber üçüncü kata tırmanıyoruz. Kapıyı açarken, onlara “yeni dairenize hoşgeldiniz” diyorum.
Andrew ve Raymond yeni eşyaları incelerken, Walter ve Nelson şaşkınlıkla etraflarına bakıyorlar; onlara buradaki yeni düzenin adadakinden çok daha gevşek olacağını açıklıyorum.
Ama bakışlarında hayal kırıklıklarını okuyorum. Bütün bu konfor onların umurunda değil. On sekiz yıldır belli bir tempoda ve alışkanlık içinde yaşıyorlar. Ne kadar katı olursa olsun, orada kendi işaretleri, kendi kerterizleri vardı. Birdenbire, bir gece yarısı, en ufak bir açıklama olmadan, bilinmezliğe doğru götürüldüler. Ve arkadaşlarının büyük çoğunluğundan ayrıldılar. Soru sormak, ailelerini, avukatlarını haberdar etmek isterlerdi…
Önce davranarak, “Bu akşamlık soruları bir kenara bırakın” diyorum. “Çok geç. Önce iyi bir gece geçirin, güzelce dinlenin, yarın sağlam kafayla düşünürüz. Tamam mı?”
Nelson başıyla onaylıyor ve bir kere daha elimi sıkmaya geliyor.
“En azından bir şey var, Bay Gregory. Dördümüz de tekrar sizinle birlikte olmaktan mutluyuz. Başımıza ne gelirse gelsin, sizinle beraber olmanın bize yardım edeceğini biliyoruz.”
Bir gün Walter patlıyor: “Bu konfor bizim hiç umurumuzda değil. Arkadaşlarımızı özlüyoruz, adanın havasını özlüyoruz, dostluğu özlüyoruz! Yirmi yıllık dostluğu özlüyoruz.”
“Bakın, bay Gregory” diye Raymond araya giriyor. “Adanın bir zindan olduğu, orada hayatta kalmanın çok zor olduğu doğru, ama orada ne yapacağımızı biliyorduk. Hep bir aradaydık ve kendimizi güvencede hissediyorduk. Hapistik ama, en azından okyanusu, gökyüzünü, dağları, şehri, plajları, ağaçları görebiliyorduk… Hayatı oluşturan şeyleri… Kuşların ve dalgaların sesini işitiyorduk, ilkbaharda çiçekleri, hayvanların oynaşmalarını seyrediyorduk. Bunlar bizim için önemliydi. Anlamanız lâzım. Burada, bunların yerini tutabilecek hiçbir şey yok…”
Doğum gününüz kutlu olsun
Bir gün bana bir mesaj geliyor: Üçüncü kattaki mahkûmlar beni görmek istiyormuş.
Ana bölüme girdiğimde, hepsi masanın başındalar, yüzlerinde karanlık bir ifade var, gözlerini bana dikiyorlar. Yine bir sorun var diye içimden geçiriyorum. Bu tür durumlarda, konuşmalarını beklemek ve onları dikkatle dinlemek en iyisi. Masanın başında bir sandalye boş. Oraya oturuyorum. Tek kelime etmeden Kathy kalkıyor ve dolabına gidiyor. Beni neyin beklediğini düşünerek, endişeyle, gözlerimle onu izliyorum. Kathy döndüğünde, elinde içi her çeşit bisküviyle dolu kocaman bir tabak var. Diğerleri ayağa kalkıyorlar ve elimi sıkmak için yanıma geliyorlar. Walter, gülerek “doğum günün kutlu olsun” diyor. “Sana hediye olarak verebileceğimiz tek şey bu; ama bütün kalbimizle… Yardımlarınız için teşekkürler!”
Heyecandan ağlayacak gibiyim. Doğum günümün tarihini hatırlamayalı o kadar uzun zaman oldu ki… Benim için bu herhangi bir günden farksız. Ama bu hareket benim için öylesine kıymetli ki! Her birinin bir kenarda kendi bisküvilerinin bir kısmını yemeyip sakladığını anlıyorum. Onların durumunda, bir avuç bisküvi biriktirmek az şey değil. En az üç haftadır bu an için hazırlık yapıyor olmaları lâzım…
Bugün hayatımın en güzel günlerinden biri. Gruba kesin olarak kabul ediliyorum.
Tutukluluk düzenindeki iyileşmelerden biri de sansürle ilgili. En önemli değişiklik: gazeteler.
Bundan böyle, Nelson ve arkadaşlarına yerel basın geliyor: İngilizce Cape Times ve Afrikaan dilinde Die Burger. İmkân bulur bulmaz Nelson Time Magazine ve Guardian istiyor.
Daha sonra, parasal olarak imkân bulduklarında, National Geographic ve Farmer’s Weekly dergilerine abone oluyorlar.
Kısa bir süre sonra, radyo yasağı da kalkıyor. Kendi radyolarını almalarına izin veriliyor, ama sadece yerel istasyonları dinlemeleri serbest. Nelson tabii ki kısa dalgadan BBC World Service’i dinleyebilmek istiyor. Bunun için bir süre daha beklemesi gerekecek.
Aşağı yukarı hiçbir haber bültenini kaçırmıyorlar. Gazetelerin üstüne atlayıp her satırı tekrar tekrar okuyorlar.
Yaşasın penisilin
Bir başka önemli yenilik, Super-8 bir makinayla onlara film göstermeme izin veriliyor. Haftada bir kere, pencereleri battaniyelerle örtüp, bir duvarın önünü perde niyetine boşaltıyoruz, ben makinayı yerleştiriyorum. Ama hammadde kaynaklarımız çok yetersiz. İlk zamanlar Rambo filmleri, western’ler ya da dalga geçtikleri romantik aşk filmlerinden başka bir şey bulamıyorum.
Sonunda, yerel bir sinematek sayesinde belgeseller elde ediyorum. Bir gün onlara müjde veriyorum. Öyle gündelik sataşmalar konusunda kendi kendime izin veriyorum. Ekranda penisilinin keşfini anlatan film beliriyor. Hayranlıkla çığlık atıp alkışlıyorlar. Görmek istedikleri tam da böyle şeyler. Adada geçirdikleri uzun yalıtılmışlığın ardından, bu adamlar bilgiye ve habere susamış durumdalar. Her hafta onların bu ihtiyacını karşılamaya çalışıyorum. Birkaç sene sonra videonun yaygınlaşması işleri çok daha kolaylaştırıyor.
Nihayet sansür konusundaki en hassas, en önemli iyileşme: mektuplar.
Bundan böyle sadece, tamamen siyasi mektuplar tutuluyor. Hâlâ! Yönetmelik ve bana tanınan serbestiyetten yararlanarak bu yasağı delmenin bir yolunu buluyorum: Yasaklanan mektupları dosyalarına kaldırmadan önce, kelimesi kelimesine ezberliyorum ve kime yazılmışsa, ona yüksek sesle okuyorum…
Bir gün Walter ve Nelson bana çatıda bir sebze bahçesi yapmayı teklif ediyorlar!..
“Çatıda mı?”
“Evet, büyük bidonlara iyi toprak doldurarak…”
Munro hemen kabul ediyor ve el arabasıyla çuval çuval iyi gübreli toprak taşıyoruz. Herkes işe koyuluyor; ama Nelson itirazsız doğuştan bahçıvan gibi.
Her sabah, ister yağmur yağsın, ister güneş olsun ya da güneş yaksın, üstüne eski bir gömlek geçirip çatıya bahçıvanlık yapmaya çıkıyor. Birkaç hafta içinde yarısı kesilmiş otuz iki varilin içinde olağanüstü güzel ve tuhaf bir sebze bahçesi çıkıyor ortaya. Mevsimine göre her şey var: patlıcan, ıspanak, taze fasulye, salatalık, soğan, kıvırcık, domates, biber, çilek…
Sebzeler o kadar güzel bir hal alıyor ki, sonunda insanları birbirine yaklaştırıyor: Gardiyanlar, sonra Munro’nun kendisi, üçüncü katın brokolilerini, havuçlarını ve pancarlarını hayranlıkla seyretmeye geliyorlar…
Munro’nun şefi olduğu hapishanede, “terörist” mahkûmlara tohumlar hediye edip onlarla bahçecilik konusunda ciddi ciddi tartıştığını görmek insana tuhaf bir duygu veriyor.
1983’ün ilk günlerinde, Nelson Pollsmoor dışında ilk kez tedavi oluyor. Kulağının arkasında ağrılı bir şişlikten şikâyet ediyor. Woodstock Hospital’da muayene ediliyor: Şişlik alınması gereken selim bir kist, basit bir operasyon yeterli. 2 Şubat için randevu alınıyor…
1984’ün mayıs ayında Pretorya’dan tuhaf bir telefon alıyorum.
“Bay Gregory, on dakika kadar sonra size bir faks gönderilecek. Faksı siz kendiniz alın, dikkatle okuyun ve hemen imha edin. Yarım saat sonra sizi tekrar arayacağım.”
Hem endişeleniyor, hem de işkilleniyorum. Yeni bir nakil mi söz konusu acaba?
Mesaj olumlu ve çok açık: “Üçüncü kattaki” beş tutuklu bundan böyle yakınlarıyla doğrudan görüşte bulunabilecek.
İnanılır gibi değil! Cam paravanlar, kulaklıklar, mikrofonlar yok artık!
Çok uzun süredir, Kızıl Haç bu arkaik uygulamanın kaldırılması için hükümete baskı yapıyordu. Bu sefer, kazandılar…
Beyazların hastanesinde bir Siyah
Dört ay sonra, Nelson’u Medipark Clinic’in uzmanlarından doktor Loubster’e götürmeye karar veriyorum. Birkaç gündür, idrar yapmakta zorlanıyor. Randevu 29 Ağustos 1984 günü için alınıyor, güvenlik sağlanıyor.
Hastaneye gideceğimiz gün, üçüncü kata geliyorum. Nelson, hapishane giysileriyle yatağında oturuyor, bir mesele olduğunu hemen yüzünden anlıyorum.
“Kliniğe bu kıyafetle gitmek istemiyorum. Kendi elbiselerimi giymek istiyorum…”
Yönetmeliğin en katı olduğu noktalardan biri bu: Mahkûmların hapishaneden sivil giysilerle çıkması kesinlikle yasak. Ama Nelson’un öne sürdüğü nedenler de aklı başında bir insanın kayıtısız kalacağı gibi değil.
“Bu ziyaretin gizli kalması için elinizden geleni yapıyorsunuz. Ama size nelerin olacağını söyleyeyim. Kliniğin koridorlarında beni görecekler. Beyazlara özel bir klinikte… Ben, hapishane kıyafetiyle bir Siyah… Beni tanımaları beş dakika bile sürmez, sonrasını tahmin edersiniz. Basın zaten peşimizde, ülkede yayılacak dedikoduları, lafları düşünün artık… Durum zaten yeterince karmaşık. Gereksiz sorunlarla uğraşmak istemiyorum…”
Haklı olduğunu biliyorum. Ama yönetmeliğin bu maddesi hakkında tek başıma karar veremem.
“Tamam. Ben şahsen kabul ediyorum, ama Munro’ya söylemem gerek.”
Munro reddediyor.
“O zaman, ben de gitmem” diyor Nelson. “Randevuyu iptal edebilirsiniz.”
Hık mık etmek faydasız. Geri adım atmayacağını biliyorum. Onu yumuşatmaya çalışmaktansa, Munro’yu yumuşatmak için uğraşmam gerektiğini bilerek, “halletmeye çalışacağım” diyorum. Tam bir hafta sürüyor. Eylülün ilk günlerinde çok güzel kesimli gri bir pantolon ve V yakalı bir kazak giymiş Nelson’la beraber hastaneye gidiyoruz. Nelson, her zamanki gibi çok şık.
Bütün tetkikler sırasınca onun yanında kalıyorum. Röntgen filmleri ve diğer tahliller bittikten sonra, Dr. Loubster ve Dr. Pienaar sonuçlarla birlikte bizi görmeye geliyor.
“Böbreğinizde bir şişliğe rastladık, Bay Mandela…”
Nelson haberi suskunlukla karşılıyor. Parmağımla omuzuna dokunuyorum. Doktor konuşmasını sürdürüyor. “Bunun selim bir küçük tümör olduğunu sanıyorum. Büyük ihtimalle önemsiz bir şey. Bilirsiniz, çok yaygındır. Ama daha kesin olarak emin olmak için, bazı tetkikler daha yapmamız gerek…”
Dört gün sonra, doktor Loubster bana telefon ediyor. Operasyon Woodstock Hospital’da ayın 13’ünde olacak, Nelson’un bir gün önceden hastaneye yatması gerekiyor.
Ameliyattan bir önceki akşam, beş gardiyanın koridorda güvenliği sağladığı odasına Nelson yerleşiyor. Tam ona iyi geceler dileyip gitmeye hazırlanırken, Nelson bir hareketle beni durduruyor.
“Bay Gregory, sizden bana bir iyilik yapmanızı rica edebilir miyim? Bu gece burada kalabilir misiniz…”
“Tabii! Hiçbir sorun yok.”
Değişim çağrıları, baskılar artık dünyanın her yerinden geliyor. Gezegenin dört bir yanında Nelson Mandela özgürlüğü ve onuru için mücadele eden Siyah adamın simgesi haline geliyor. İngiltere’nin diğer pek çok büyük şehrinde olduğu gibi, Londra’da, sokaklara adı veriliyor. Amerikan, İskoç ya da Avusturyalı üniversite mensupları ona fahri doktor ünvanları veriyorlar. Papa onu desteklediğini ve takdir ettiğini ilan ediyor. Almanya, Fransa ve İskandinav ülkelerinde en yüksek makamlardaki siyasi yetkililer onun koşulsuz olarak serbest bırakılmasını ve “apartheid ayıbı”nın ortadan kalkmasını istiyorlar. Mike Tyson, dünya şampiyonluğu ünvanını kazandığı boks eldivenlerini Nelson’a yolluyor. Gençliğinde boks yapan ve ringlerin havasına tutkun olan Nelson’u bu hediye çok etkiliyor…
Her yerden hükümete baskılar geliyor. Ama hiçbir şey olmuyor. Botha gözünü açmayı reddediyor. Tam tersine, ANC liderlerinin tutukluluğunun devamını, onları Rudolf Hess ve Nazi suçlularla karşılaştırarak mazur göstermeye çalışıyor. Bu sözleri duyunca, pek çok Beyaz gibi, ben de sadece şaşkınlıktan donup kalmıyorum, aynı zamanda kendimi küfredilmiş, lekelenmiş hissediyorum.
Kötü bir fikir değil
Her şey büyük bir gizlilik içinde kararlaştırılıyor. Nelson, bağların ortasındaki Cape Town’ın kuzeyinde bulunan ender güzellikteki Franshock vadisinde Victor Verster merkezine yerleştirilecek. Burada dağların eteğinde sadece kendisinin kalacağı konforlu ve çok iyi korunan bir dağ evi olacak. Özgürlüğe ve kamusal hayata adım atmadan önceki son aşama…
Arabadan inerken çok ciddi bir adım atıldı diye geçiriyorum içimden. Nelson’u özgürlüğe doğru götüren sürecin artık geri dönülemez bir evreye geldiğine inanıyorum.
Victor Verster’in müdürü general Keulder bizi geniş salonda bekliyor. Biraz katı, ama ölçülü bir kibarlıkla elini Nelson’a uzatıyor:
“Victor Verster’e hoş geldiniz Bay Mandela, umarım evi beğenirsiniz.”
Nihayet tekrar salona dönüyoruz, müdür bize yüzme havuzunu ve büyük bahçeyi gösteriyor. Keulder, Nelson’a gardiyanların gece gündüz evin çevresinde, bahçeyi çevreleyen büyük duvarların ardında nöbet tutacağını, ama “onun topraklarına” girmeyeceklerini anlatıyor. Kendisinin dışarı çıkamayacağı “toprakları”. Ona kayıt formunu uzatıyor ve yeni tutuklu numarasını not ediyor: 1335/88.
Resmen hükümet ve cumhurbaşkanı Botha hâlâ “teröristlerle masaya oturmayacakları”nı söylüyorlar. Ama ANC ile görüşmelere varan hareket çoktan iktidardaki partinin bünyesinde bile başladı. Adalet Bakanı Coetsee bu hareketi sürükleyenlerden…
Bir akşam yine bahçedeki çardağın altında oturup, birbirimize iyi akşamlar dilemeden önce gecenin serinliğinin keyfini çıkarıyoruz; sürekli olarak zihnimde aynı fikir dolaşıyor. Nihayet, yüksek sesle söylüyorum:
“Özgür olmak, müzakerelere katılmak ve gerçek bir demokrasinin şartlarının herkes için geçerli olması, Siyahlar, Beyazlar, melezler, Yerliler için oy hakkı ve eşitlik elde etmek… Bütün bunlar ülkemizin cumhurbaşkanı olacağınız anlamına geliyor, öyle değil mi?”
“Kötü bir fikir değil, bay Gregory…”
11 Şubat 1990. Saat 15:53. Nelson’un yanına gidiyorum. Bana bir zarf uzatıyor ve arabalara doğru ilerliyoruz. Kapıyı açmadan önce bana dönüyor:
“İşte elveda!”
“Evet… Elveda ve iyi şanslar.”
El sıkışırken, içler acısı bir halde birkaç kelime kem küm ediyoruz. Sonra birden elimi bırakıyor ve omuzlarımdan tutup bana sarılıyor. Birbirimizi öpüyoruz. Boğazıma bir düğüm oturuyor. Nelson geri çekiliyor. “Hayır, bu elveda değil… Tekrar görüşeceğiz.”
Şimdi, karşımda kimin durduğunu biliyorum, hepimize özgürlüğü getiren adam. Ülkemi barışa doğru götürecek adam. Başımı sallıyorum. “Teşekkür ederim, efendim!”
Arabalarımıza biniyoruz. Cebimden bana verdiği zarfı çıkarıyorum ve açıyorum: “Son yirmi yıldır beraber geçirdiğimiz harika günler bugün sona eriyor. Ama her zaman düşüncelerimde kalacaksınız…”
Express, sayı 153-154, Şubat 1997