JACKSONVILLE’DEN KÂBİL’E SANAT, TASAVVUF, ŞAMANİZM VE IRKÇILIKLA MÜCADELE YOLUNDA

Söyleşi: Alican Tayla
26 Kasım 2021
Bir Geleceği Hatırlamak  üzerine çalışırken
SATIRBAŞLARI

Geçtiğimiz ağustosta Kâbil yirmi yıl aradan sonra tekrar Taliban’ın eline düştü. Tüm dünya, ülkeden kaçmak için havalanmakta olan Amerikan uçağına tutunmaya çalışırken düşüp hayatını kaybeden onlarca Afganın görüntüleri gibi hafızalara kazınan trajik ve sembolik karelerle sarsıldı. Sen olaylar sırasında tesadüf eseri ABD’de ailenle beraber tatildeydin. Nasıl hisler içinde takip ettiniz olayları?

Aman Mojadidi

Aman Mojadidi: Çok ağır bir soru. (gülüyor) Özellikle duygulandırıcıydı, çünkü yalnızca ABD’de değil, doğup büyüdüğüm ve bir zamanlar ailemle yaşadığım Florida’daydım. Abim, kız kardeşim, ben babamla 14 yıldır ilk defa buluşmuştuk. Onca zaman sonra ilk kez buluşmamızın Afganistan’da bunlar yaşanırken olması manidardı, beni biraz serseme çevirdi, sanki köklerime dair bir vertigo hissi yarattı. Köklerimin bağlı olduğu bu iki farklı yer çok tuhaf bir şekilde iç içe geçiyordu. Çok zordu. Bir yandan da beş yaşındaki kızımla tatilde olduğum için onun olaylardan, ABD’de baş başa geçirdiğimiz zamandan olumsuz etkilenmemesine çalışıyordum. Afganistan’da olanlar hakkında aramızda doğrudan pek konuşmamaya çalıştık. Babamla bunları konuşmak çok zor değil, çünkü o da sonradan bir süreliğine Afganistan’a dönmüştü ve ben Kâbil’de yaşarken beraber epey vakit geçirmiştik. Fakat abim de kız kardeşim de hayatlarında hiç Afganistan’a gitmedi. O yüzden onlarla Afganistan hakkında konuşmak daha zor, olayları televizyondan takip eden herhangi biri kadar bilgileri var. Bana bir kez olsun nasıl bir yer diye sormadılar. Orada yaşadığım yıllarda çok ısrar ettim gelsinler diye, ama istemediler. Sonuçta, biraz şiirsel ve münasip bir iletişim yolu bulduk… Babam çok iyi aşçıdır, harika Afgan yemekleri yapar. Yıllardır kafamda dönüp duran bir plan vardı. O sıralar İstanbul’da yaşayan babamı birkaç haftalığına ziyarete gidip bütün yemek tariflerini öğrenmek, onunla yemek yapmak, hatta bunu bir projeye dönüştürmek istiyordum. Fakat sonra korona salgını patladı ve bir türlü İstanbul’a gidemedim. Aylarca bekledim gidebilmek için. Uçuşlar tekrar başladığındaysa babam yeniden ABD’ye, California’ya taşınmıştı. Sonuçta, vaktimizin çoğunu hep beraber yemek yaparak geçirdik. Afganistan’da yaşanan siyasi olaylar yerine pilava ne kadar kimyon koyalım, bu yemeğin acısı nasıl olsun gibi şeyler tartışıyorduk. Elimden geldiğince bu konuşmaları kaydettim. Olaylar sıcaklığıyla sürerken böyle başa çıkmaya çalıştım. Üzüntü hissi daha sonra geldi.

Vaktimizin çoğunu hep beraber yemek yaparak geçirdik. Afganistan’da yaşananların siyasi boyutları yerine, pilava ne kadar kimyon koyalım, bu yemeğin acısı nasıl olsun gibi şeyler tartışıyorduk. Olaylar sürerken böyle başa çıkmaya çalıştım. Üzüntü daha sonra geldi.

Taliban’ın tekrar Afganistan’a hâkim olması 2001’de başlayıp 20 yıla yayılan bir sürecin sonu oldu. 2018’de Londra’da katıldığın “Art Since 9-11” (11 Eylül’den Bu Yana Sanat) başlıklı sergideki işlerinden birinde dev bir kara tahta var. Üzerine tebeşirle günlük tutarmışçasına en basit kişisel anekdotlarla (“Bugünü yatakta hasta geçirdim”) birlikte dönemin belli başlı siyasi olaylarına dair notlar alınmış. 2018’e kadar süren zaman çizelgesi 11 Eylül 2001’den başlıyor. 11 Eylül nasıl bir dönüm noktasıydı?

O kara tahta projesinin adı Bir Geleceği Hatırlamak’tı (Remembering a Future). 2001’de Los Angeles’ta yaşıyordum. Saldırılar daha olduğu anda ABD’nin Afganistan’ı işgal edeceğini biliyordum. Ve bir ay bile geçmeden, 7 Ekim’de, ABD Afganistan’a girdi. İşgal için ihtiyaç duydukları bahaneyi bulmuşlardı. Sadece Afganistan için değil, tüm dünya için bir dönüm noktasıydı. “Teröre karşı savaş”ın başlangıcıydı. ABD’nin bu politikasının etkileri dünyanın her köşesine yayıldı. Herkes 11 Eylül’den bahsediyordu. Bin Ladin’in öldürülmesinden kısa süre önce servis edilen, ufak bir odada başında bereyle televizyon seyrederken çekilmiş ünlü bir fotoğrafı vardır. O fotoğraf aklıma kazınmıştı. Öldürüldüğü haberi geldiğinde tuhaf bir hüzün duyduğumu hatırlıyorum. Şahsına yönelik hissettiklerimden kaynaklanan bir üzüntü değil. David Bowie gibi bir rock star’ın ölüm haberi geldiğindeki gibi, uzun yıllar hayatının parçası olmuş birinin yok olması hissi. Bunun üzerine feminist aktivist Carol Hanisch’e atfedilen, ilk o kullanmasa da onun popülerleştirdiği meşhur “kişisel olan politiktir” sözünü hatırladım. 11 Eylül benim açımdan aynı zamanda bunun tam tersi: Politik olan da kişiseldir. O yüzden o kara tahtada 11 Eylül gibi son derece politik vakalarla kendi hayatıma dair kişisel olayları bir araya getirdim. İlk başta sadece bu ikisi vardı. Sonra, sergiye gelenleri kendi hayatlarından olayları eklemeye teşvik ettim. Böylece hep beraber siyasi olaylarla kişisel yaşamlarımızın nasıl etkileştiğini gösteren bir tablo ortaya çıkarmış olduk. “Bu olay yaşandığında ben neredeydim?” 11 Eylül sonrasında yaptığım işlerin çoğunda, özellikle Afganistan’daki çalışmalarımda politik olanın kişiselliği hep baskın bir tema oldu.

Bir Geleceği Hatırlamak (Aman Mojadidi, Imperial War Museum, Londra, 2018)

20 yıllık işgalin ardından ABD geri çekildi ve Taliban tekrar kontrolü eline geçirdi. Ülkenin çeşitli bölgelerinde direnen kadınlar, sanatçılar ekranlara yansıyor. Uzun yıllardır Kâbil’de yerel sanatçılarla çalışan biri olarak şu an orada kalan insanların, özellikle sanatçıların geleceğini nasıl görüyorsun?

1980’lerde Sovyet işgali sırasında yaşananlara benziyor. O zaman da çok sayıda akademisyen, entelektüel, genel olarak elitler Afganistan’dan ayrılmış ve ciddi bir “beyin göçü” olmuştu. Şu an yaşanmakta olansa dev bir yaratıcı damar kaybı. Azar azar başlamıştı bir süredir. Şimdiyse büyük bir telaşla herkes dışarı çıkmaya çalışıyor. Yurtdışından, ben de dahil, elimizden geldiğince diğer hükümetlerle bağlantılar kurarak tahliyeleri kolaylaştırmaya çabalıyoruz. Bu sayede ABD’ye, Fransa’ya, Almanya’ya, İsviçre’ye gidebilmiş dostlarım var. Hâlâ Afganistan’da olup ayrılmaya çalışanlar da var.

Feminist aktivist Carol Hanisch’e atfedilen “kişisel olan politiktir” sözünü hatırladım. 11 Eylül benim açımdan aynı zamanda bunun tam tersi: Politik olan da kişiseldir. 11 Eylül sonrasında yaptığım işlerin çoğunda politik olanın kişiselliği hep baskın bir tema oldu.

Afganistan’da sanat ve eleştiri özgürlüğü Taliban öncesinde de kusursuz değildi. İslâm’a hakaret olarak algılanan, hükümeti veya 1980’lerde Sovyetler’e karşı savaşmış cihatçıları alenen eleştiren bir iş yaptığınızda çok ağır cezalara çarptırılabiliyordunuz. Sanatçılar zaten tamamen özgür değildi. Şimdiyse kontrol ve ceza mekanizması iyice sertleşecek. Taliban şimdiden bazı arkadaşlarımın çalıştığı duvarların üzerini beyaza boyamaya, yerine “düşman propagandalarını dinlemeyin” tarzı cümleler veya Kuran’dan bölümler yazmaya başladı. Taliban’ın sorunu henüz tek bir birleşik kuvvet halinde olmaması. Kâbil’i yöneten Taliban başka; ülkenin uzak bir köşesine hâkim olan Taliban örgütlerini kontrol etmeleri mümkün değil. Başka bir bölgede iyice kafayı sıyırmış radikal bir Taliban yöneticisi durduk yere bir sanatçının kafasını kestirebilir. Fakat bana kalırsa şimdilik Taliban’ın esas derdi sanatçılar değil, siyasi direnişçi ve muhalifler. Henüz “sanatçı avında” olduklarını sanmıyorum. Sanatçıların özgürlük alanının iyice kısıtlanacağı açık. Ama bu alan tamamen yok olmayacak. Suudi Arabistan gibi özgürlüklerin aşırı kısıtlı olduğu bir ülkede bile, her şeye rağmen bir sanat çevresi ve kültürü var. Afganistan’ın yanı başındaki İran’da da öyle. Yapabilecekleriniz çok sınırlı, fakat sinemadan resme ve tiyatroya müthiş bir sanatsal aktivite mevcut. Tüm bu tahliye telaşına ve “sanat bitti” paniğine karşı daha ziyade “bekleyelim görelim” diye düşünüyorum. Gelişmelerin tam olarak nasıl olacağını henüz bilmiyoruz. Tek bildiğim bu işin bitmiş olmadığı. Her şeye rağmen başka bir şey doğacak ve onun ne olacağını merak ediyorum açıkçası.

Dolayısıyla, “Afganistan bitti!” duygusu gerçeği yansıtmadığı gibi, Taliban iktidarı ele geçirdi diye her şeyin sona ereceğini düşünmek başlı başına kibirli bir duruş. Evet, dayanışma önemli. Fakat bunun arkasında da bazen Batı’nın kurtarıcı rolüne bürünme arzusu yatıyor. “Kahverengi tenli insanları” kurtarıyor olmaktan son derece hoşnut pederşahî sömürgeci refleksler… Yaşanan trajediyi anlamaya çalışırken Afganlar üzerinde mağduriyet edebiyatı kurmamaya çok dikkat etmek gerekiyor. Çünkü o da Avrupa ve Batı merkezci hiyerarşiyi ayakta tutmanın bir yolu.

Bir Geleceği Hatırlamak

Abinin ve kız kardeşinin Afganistan’a hiç gitmediğini söyledin; onların aksine, ABD’de doğup büyüdükten sonra Kâbil’e gidip orada çalışmaya karar vermen nasıl oldu?

Çocukluğumu geçirdiğim Florida’nın Jacksonville şehrinde Afgan kimliğimin oluşmasıyla alâkalı biraz. O dönemde maruz kaldığım ırkçılık sonunda bana şöyle dedirtti: “Beni Amerikalı olarak kabul etmiyorsunuz ha! O zaman ben Afganım.” Kimliğim olarak insanlara ilk söylediğim hep buydu. “Afganım ben, Afganım…”. Benim için “fuck you!” deme biçimiydi. Madem öyle ben de böyleyim. Ama Afganistan’a ilk ayak bastığımda 19 yaşındaydım. Florida’dan gelen vejetaryen bir sörfçü! (gülüyor) Celalabad muharebesi[1] sırasında bir grup Mücahit’le beraberdim. Pakistan’ın batı sınırındaki Peşaver’den arabayla geçip çatışmaların civarına gelmiştik. Tam hatırlamıyorum ama, en fazla iki gün kalmıştık orada. Herkes bana “ülkene dönmek nasıl bir duygu” diye soruyordu. Her tarafta silahlar, Mücahitler vardı… Kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Evet Afgan’ım. Ama bu Afganlardan da değilim. Aramızda bir fark var.” Bunun üzerine ABD’ye döndüğümde kimlik meselesiyle ilgilenmeye başladım. O sıralarda kültür çalışmaları yaygınlaşıyordu, insanlar kendilerini tanımlamak için tireyle iki sıfatı bir araya getirmeye başlamıştı: “Afrikalı-Amerikalı”; “Asyalı-Amerikalı”, “Latino Amerikalı” gibi… İlk başta uyuz olmuştum. Fakat sonra anladım o tirenin ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu. Soydan gelen mirasla Amerika mirası arasında köprü kuruyordu. Hem kendi kimliğim hem de genel olarak kimliksel kültür politikaları üzerine kafa yormaya başladım. Bir yerden gelmek ne demek? Aynı zamanda antropoloji ve hümanitarizm de çok ilgimi çekiyordu. Doğal olarak insani yardım alanında çalışmaya niyetlendim ve böyle bir iş yapacaksam neden Afganistan’a katkısı olmasın diye düşündüm. Bu aynı zamanda kökenlerimle bağ kurmanın da bir yoluydu. Böylece Afganistan’a gittim. Bu kez de orada “Sen Amerikalısın” dediler! (gülüyor) Sonuçta hiçbir yere tam uymuyorsun…

“Afganistan bitti!” duygusu gerçeği yansıtmadığı gibi, Taliban iktidarı ele geçirdi diye her şeyin sona ereceğini düşünmek kibirli bir duruş. Bu trajediyi anlamaya çalışırken Afganlar üzerinde mağduriyet edebiyatı kurmamaya çok dikkat etmek gerekiyor. Çünkü bu da Avrupa ve Batı merkezci hiyerarşiyi ayakta tutmanın bir yolu.

Kendinden bahsederken söylediğin iki cümle dikkat çekici. Birincisi internet sitenin özgeçmiş kısmında yer alıyor: “Kökenleri baba tarafından Sûfilere, anne tarafındansa modernleşmeci krallara dayanan Afgan soylu, ABD doğumlu, kültürel antropoloji diplomalı bir arayıcı.” Öncelikle biraz Sûfi kökenlerinden bahsedebilir misin? Yine internet sitenin açılış sayfasında Mevlana’nın bir sözü yer alıyor: “Peki ya sen dost, seni senden alıp sana götürecek o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?” Tasavvuf kültürü senin için ne ifade ediyor?

Sözünü ettiğim kökenlerimden ötürü tasavvufun her zaman hayatımda bir yeri oldu. Atalarımdan biri 16. yüzyılda Hindistan’da yaşamış Ahmed Sirhindî. Nakşibendi Sûfilerin lideri ve dönemin önemli İslâm âlimlerinden. İslâmi gelenekte yüz yılda bir ulema tarafından dini kuralları dönemin koşullarına göre yeniden yorumlamak, Hinduizm gibi dışarıdan gelen etkilerden arındırmak, kendi özüne döndürmek için seçilen mücedditlerden. O zamanki soyadı el Fârûk. Onun torunu Timur Şah[2] döneminde Afganistan’a yerleşmiş. Soyadını Mojadidi’ye çeviren oymuş. Ailemin Afganistan’daki Nakşibendilerin lideri olması onunla başlamış. Tüm bunlar aile mirasımın bir parçası oldu hep. Babamın iki yıl önce vefat eden abisi de Sovyetler’e karşı savaşmış Mücahitlerin liderlerinden. Nakşibendilerin başındaydı, ölümünden kısa süre önce oğullarından birini seçti yerini alması için. O zamandan beri aile içinde çatışmalar var. Doğrusu gençliğimde kısa bir süreliğine aklımdan geçirdim oraya gidip tasavvuf eğitimi alarak mürid olmayı. Ciddiye aldığım bir şeydi. Gençken İslâm’dan kaçtım. Bir süre sonra Budizmin cazibesine kapıldım. Ardından bir aşamada tasavvufu yeniden keşfettim. “Bir nevi İslâm Budizmiymiş” diye düşündüm! (gülüyor) Bana uyar gibi gözüktü… Birkaç yılı derin bir şekilde tasavvuf yolunda çalışarak geçirdim. Fakat bir noktada orada bile mistisizmin içine işlemiş ataerkil yapıyı göz ardı etmek imkânsız geldi. Bugün tasavvuf benim için birçok manevi yoldan birini temsil ediyor. Benim gözümde bu yolların hepsi aynı yere çıkıyor. O da üst bir varlıktan ziyade, bence hepimizin parçası olduğumuz evrensel enerjiyle bağlantı kurabilmek. Son zamanlarda yakından ilgilendiğim Şamanizm hakkında çalışırken de tasavvufu referans olarak kullanıyorum. Çünkü o da benim bir parçam.  

Gençken İslâm’dan kaçtım. Bir süre sonra Budizm’in cazibesine kapıldım. Ardından, tasavvufu yeniden keşfettim. “Bir nevi İslâm’ın Budizmiymiş” diye düşündüm tasavvuf benim için birçok manevî yoldan birini temsil ediyor. Bu yolların hepsi aynı yere çıkıyor: Hepimizin parçası olduğumuz evrensel enerjiyle bağlantı kurabilmek.

Mevlânâ senin için ne ifade ediyor?

Bir kere o da Afgan! (gülüyor) Tam adı Celâleddîn Rûmî Belhî. Çünkü Afganistan’ın kuzeyindeki Belh kentinde doğmuş. Daha sonra Anadolu’ya gidip Mevlevî tarikatını kuruyor. Çocukluğum ailece onun şiirlerini dinleyerek, ezberleyerek geçti. Benim için kendi Afganlığıma dair önemli bir gurur kaynağı oldu. Ta o zamanlar o topraklardan gelmiş ve hayatımda okuduğum en inanılmaz, özgürlükçü, açık fikirli metinleri yazmış. Daima hayatımın önemli referanslarından biri oldu. Sözlerinde öyle bir bilgelik var ki, hep doğrudan konunun kalbine giriyor. Onu alıntılamayı seviyorum. Hâlâ arada sırada tekrar onunla bağlantı kurmak için kitaplarını karıştırıyorum. Çok zor ve ezoterik meseleleri eşi görülmemiş bir meziyetle kelimelere dökebilmiş.

Osmanlı’da Mevlevîler daha ziyade yönetici sınıfa yakınken Bektâşîler daha halkın içinden, muhalif ve hatta dönem dönem isyankâr bir sınıfı temsil ediyor. Benzer bir siyasi ve sosyal ayrışma Afganistan’daki tasavvuf gelenekleri arasında da var mı?

Bu tür çatışmalar daha ziyade belli Sûfi gruplar içinde kim varis olarak öne çıkacak, kim en güçlü, hangisinin tasavvufu doğru, hangisininki yanlış gibi konular etrafında yaşanıyor. Sûfiler Afganistan’da tarihsel olarak yönetimin doğrudan içinde olmadılar, ama daima kralların danışmanı oldular. Ne zaman bir kral resmine baksan mutlaka yanında kafası sarıklı bir adam görürsün, işte o Sûfi akıl hocasıdır. Daima kralın kulağına fısıldayan olmuşlardır. Dolayısıyla Sûfilerin hükümete başkaldırdığı pek görülmemiştir, belli ki durumlarından gayet memnundular, çünkü kralın danışmanı olarak zaten ciddi bir kontrole sahiptiler.

Aman Mojadidi (ortada, gözlüklü) Afganistan Ulusal Kurtuluş Örgütü kampında (1990)

Anne tarafından ataların olan modernleşmeci krallar kim?

Annemin ailesi Serajlar. 1919-1929 arası Afganistan kralı Emanullah Han’dan geliyor. Modernleşmeci kral olarak bilinir. Taliban nasıl kadınların çarşaf giymesini zorunlu kıldıysa, o da yasa çıkarıp çarşaf giyilmesini yasaklamıştı. Ülkeyi son sürat batılılaştırmaya çalışıyordu. On yılın ardından tahttan indirilmesinin sebeplerinden biri de buydu. Dinî kesimler, içinde ailemin öteki tarafının da bulunduğu bazı Sûfiler onu ekarte etti. Çok fazla yenilikçi reformu çok kısa sürede yapmaya çalışmasından hoşlanmadılar. Onun babası Habibullah Han’ın[3] çok sayıda eşi varmış. Ülkenin farklı bölgelerinin ileri gelen ailelerinden kadınlarla evlenmek istikrar ve barış sağlıyordu. Bir tarafta kraliçenin soyu, yani taht varislerinin ait olması gereken daima “temiz” kalan soy vardı. Fakat bir sürü başka eşi de olduğu için üvey kardeşlerden oluşan çok geniş bir kraliyet ailesi oluşmuştu. Serajlar onlardan biri. Bana Amanullah ismini üvey kardeşi Emanullah Han’a hürmeten annemin babası koymuş. Yani dedem kral Emanullah Han’ın üvey kardeşi.

Mevlâna’nın sözlerinde öyle bir bilgelik var ki, hep doğrudan konunun kalbine giriyor. Onu alıntılamayı seviyorum. Hâlâ arada sırada onunla bağlantı kurmak için kitaplarını karıştırıyorum. Çok zor ve ezoterik meseleleri eşi görülmemiş bir meziyetle kelimelere dökebilmiş.

Ailenin baba tarafı sana Amanullah isminin konmasına kızmamış mı?

(gülüyor) Bir sorun çıkmamış. Aileler arasındaki o çatışmalar uzun zaman öncesinde kaldı. Annemle babam tanışmış, birbirlerine âşık olmuş ve evlenmişler. Ama hâlâ şakası yapılır bir Mojadidi’yle bir Seraj nasıl evlenebilmiş diye. Mojadidiler dindar ve muhafazakâr, Serajlar ise tam tersi olarak bilinir. Annem 1960’larda Beatles dinler, Kâbil sokaklarında mini etekle gezerdi. Sonuç olarak bu iki farklı soy benim bir Afgan olarak kim olduğumu besleyen unsurlar.

Asadullah, Razia, Safiullah ve Amanullah Mojadidi (Florida)

1960’lardaki Kâbil’e dair bildiklerinle senin oraya yerleştiğin dönem arasında nasıl farklar vardı? Özellikle sanat âlemi açısından bugün Kâbil nasıl bir şehir?

Kâbil’de zaten genişlemekte olan bir sanat dünyası vardı. 1970’lere ve Sovyet işgaline kadar oldukça hareketliydi. Sovyet işgali bunu durdurmadı, ama o tarihten itibaren üretilen sanatın neredeyse tamamı Bolşevik tarzda komünist propagandaydı. Üniversitelerde de tamamen bu tarz öğretiliyor ve teşvik ediliyordu. Sonra iç savaş sırasında her şey durdu. 2001’de ABD işgalinin ardından sanat ve kültüre destekte ciddi bir hareketlenme oldu, çok büyük paralar akıtıldı. Özellikle 2009-2011 arasında başta ABD olmak üzere diğer ülkeler tarafından sinemadan tiyatro ve resme tüm kültür sanat alanlarına müthiş yatırımlar yapıldı. Bunun bir sebebi Batı’nın kendi propagandasını yapmak istemesiydi: “Bakın buradaki varlığımız sayesinde kültürel atmosfer yeşeriyor…” Fakat gerçekten de çok hareketli bir süreçti.

Kâbil’de sanat dünyası 1970’lere ve Sovyet işgaline kadar çok hareketliydi. O tarihten itibaren üretilen sanatın neredeyse tamamı Bolşevik tarzda komünist propagandaydı. Sonra, iç savaş sırasında, her şey durdu. 2001’de ABD işgalinin ardından sanat ve kültüre çok büyük paralar akıtıldı.

Ben ilk başta sadece kendi sanatımla uğraşıyordum. Bir süredir görsel sanat yapmayı bırakmıştım, yazmaya yoğunlaşmıştım. Ama Kâbil’de ne kadar çalışırsan çalış çok boş zamanın oluyor. Sinemaya, bara gitmiyorsun… Diğer sanatçılarla tanışmaya, üniversitenin güzel sanatlar fakültesinde neler olup bittiğine bakmaya başladım. Bunun üzerine orada yaptığım işleri giderek kültür ve sanat alanına odaklamaya karar verdim. O zamana kadar eğitim gibi kültür sanattan farklı alanlarda araştırma yapıyordum. 2008’den itibaren Afganistan’daki sabah 9 akşam 5 işimi tamamen kültür sanata ayırdım.

Afganistan’a yerleşmeye ne zaman karar verdin?

2003’te gittiğimde hâlâ ABD’ye gidip gelmeye devam ediyordum. Ama kısa süre sonra tamamen yerleştim ve 2013’e kadar Afganistan’da yaşadım.

Afganistan’ın sıcaktan kavrulan bir çöl olduğunu düşünün. Tüm bu kültürel girişimler, sanat atölyeleri, projeler ve akan para dev bir kova suydu. O kovayı yere boşaltırsanız tabii ki geniş bir alanı kapsar. Ama toprağın içine sızıp hayat vermez. Buharlaşıp gider. Afganistan’da yaşanan tam da buydu.

O yıllarda, 11 Eylül sonrası süreçte Kâbil nasıl bir şehirdi? Uzaktan takip edenler çoğu zaman çatışma, savaş ve intihar saldırılarıyla özdeşleşmiş harabe halinde bir şehir tahayyül ediyor.

Kâbil’e ilk ayak basışım Aralık 2001’deydi. ABD işgalinden iki ay sonra. Babam o zamana kadar Danimarka’da sürgünde yaşayan ve görkemli bir şekilde Afganistan’a dönecek olan abisiyle beraber gidecekti. Babama “ben de gelmek istiyorum” dedim. Danimarka’ya gittik. Amcamla buluşup hep beraber Peşaver’e uçtuk, oradan da arabayla Afganistan’a geçtik. Hamid Karzai[4] hükümetinin göreve başlama törenine katıldık. Kâbil’e ilk gidişim öyle oldu. O zamanlar hayalet şehir gibiydi. Bomboştu. Sokaklarda ne araba ne de insan görüyordunuz. Taliban rejimi ve iç savaş döneminde imkânı olan herkes şehri terk etmişti zaten. Esasında şehri tamamen yıkan iç savaş oldu. Ruslar şehre asla öyle bir zarar vermemişti, çünkü Kâbil’i kontrol ediyorlardı. Ama Afgan iç savaşı başladığında tüm gruplar Kâbil’i ele geçirmek için çarpışıyordu. Her biri şehrin bir bölgesine hâkimdi. Kâbil’i yerle bir eden Afganlar oldu. Ben geldiğimde yoğun bir umut havası vardı. Karzai’nin gelmesi ve Taliban’ın gitmesi yepyeni bir sayfa olarak algılanıyordu. Tabii ki Taliban gerçekten ortadan kalkmamıştı, fakat herkes öyle hissediyordu. 2003’te tekrar gidip orada çalışmaya başladığım sırada o iyimser atmosfer hâlâ hâkimdi ve birkaç yıl daha sürdü. İnsanlar lokantalara, partilere gidiyordu. Yurtdışındaki Afganlar ülkelerine dönüyordu. Yabancılar da gelmeye başlamıştı, çünkü çok sayıda uluslararası STK yerleşiyordu, BM’nin yeni büroları açılıyordu… Şehir tekrar ayağa kalkmaya başlamıştı, altyapı onarılmıştı. Ama en önemlisi o umut dolu enerjiydi.

Aman Mojadidi Jacksonville-Florida’daki Stonewall Jackson İlkokulu’ndaki sınıf arkadaşlarıyla (1976-77 ders yılı)  

Geçtiğimiz yaz Taliban tekrar tüm Afganistan’da kontrolü ele geçirdiğinde kimse pek şaşırmadı, ani gözükse bile büyük ölçüde beklenen bir gelişmeydi. 2000’li yılların ortalarında anlattığın o umut havasının kalıcı olmayacağı ne zaman anlaşıldı?

Dürüst olmak gerekirse, ben kalıcı olacağına asla inanmamıştım. Afganistan’daki tüm gelişmeler bir kez daha çok fazla ve çok çabuk yaşandı. Bunu genelde şu metaforla açıklıyorum: Afganistan’ın sıcaktan kavrulan kurak bir çöl olduğunu düşünün. Tüm bu kültürel girişimler, sanat atölyeleri, projeler ve akan para dev bir kova suydu. O kovayı yere boşaltırsanız tabii ki geniş bir alanı kapsar. Ama toprağın içine sızıp hayat vermez. Buharlaşıp gider. Afganistan’da yaşanan tam da buydu. Hiçbir şey toprağın içine, insanların zihinlerine, kültürel normlara işlemiyordu. Yeteri kadar derine gitmeden sadece geniş bir alana yayılıyordu. Afganistan’a dair birçok kişinin farkına varmadığı şu: her şey bir yana son derece muhafazakâr bir toplum. Bu anlattıklarım başta Kâbil olmak üzere büyük şehirlerde yaşanıyordu sadece. Mesela “Bakın 60’lı yıllarda Afganistan’da kadınlar mini etekle gezebiliyordu” diyoruz ya… Hayır, belli bir sınıftan ve ailelerden gelen kadınlar, sadece Kâbil’de mini etekle gezebiliyordu. Her yerde durum öyle değildi. 2001’den beri Afganistan’da olan bitenler de aynı şekilde. Kâbil’den iki saat uzaklaştığında manzara bambaşka. Fransa ve Paris için de aynı şey geçerli. Buradan çıkıp 2-3 saat mesafedeki bir taşra bölgesine gittiğinde karşılaştığın insanların özgürlükler, sanat, yaratıcılık vs. hakkındaki görüşleri Parislilerden bambaşka olabiliyor.

Taliban’ın geri gelmesine kimse şaşırmadı. Çünkü herkes aslında bir yere gitmemiş olduğunu biliyordu. Hep oradaydılar. Afgan toplumunun daha muhafazakâr ve gelenekçi kesimlerinin Taliban’la pek bir alıp veremediği yok. Zaten aynı fikir dünyasında yaşıyorlar.

Evet, Taliban’ın geri gelmesine kimse şaşırmadı. Çünkü herkes aslında bir yere gitmemiş olduklarını biliyordu. Hep oradaydılar. Afgan toplumunun daha muhafazakâr ve gelenekçi kesimlerinin Taliban’la pek bir alıp veremediği yok. Onlar da zaten aynı fikir dünyasında yaşıyorlar. Taliban tarafından yönetilen bir toplumda esas risk altında olan daha genç, şehirli ve özgürlükçü kesimler. Çünkü onların fikirleri iktidara karşı bir tehdit.

Toprağın içine işlemeyen su benzetmen bir başka söyleşinde Kâbil’deki sanat dünyasına diğer ülkelerden yapılan desteğe dair eleştirilerini hatırlatıyor. Esas maksat para yatırarak yerel sanatçılara sergiler düzenletmek yerine Afganların kendi sanatsal üretimlerini yapabilecekleri, etkinliklerini düzenleyebilecekleri koşulların yaratılmasını sağlamak olmalı diyordun. Sen de çalıştığın STK’larda eleştirdiğin bu düzene şahit oldun mu?

Evet, hatta 2012’de tam da bu sebeple bıraktım. 13 projeyi bir araya getiren büyük bir organizasyonun küratörlüğünü üstlenmiştim. Bir dizi atölyenin ardından Kâbil’de Afgan ve yurtdışından sanatçıları bir araya getiren büyük bir sergi düzenlenecekti. Biter bitmez “bir daha Afganistan’da çalışmak istemiyorum” diye düşündüm ve bıraktım. İki sebep vardı. Birincisi, Afganistan’ın kültürel olarak küratörler, müzeler, projeler ve hükümetler tarafından sürekli istismar edildiği hissine kapılmıştım. Kendi ajandaları adına Afganistan’ı kullanıyorlardı. İkinci sebepse şu: Evet, yapılan onca işe dair diğer ülkelerin, uluslararası STK’ların yöntemlerini ve amaçlarını eleştirelim, ama diğer yandan Afganlar bu yapılanların ne kadarını alıp kendi aralarında paylaşıyor, üzerine bir şey inşa etmek için beraberce çalışıyordu? Çoğu zaman bunu da görmüyordum. Mesela biri profesyonel sanatçı CV’si hazırlamayı öğreten bir atölyeye katılıyor, ama orada öğrendiklerini kimseye anlatmıyordu. Ortaya bir tür rekabet çıkıyordu. Bundan çok rahatsız oldum. O yüzden bıraktım. İki yıl önceyse geri döndüm. Çünkü hâlâ elimden geldiğince yardım etmek istediğim arkadaşlarım vardı. Kökenlerimle bağımı canlı tutabilmek için Afganistan’a gidip gelmek benim için çok önemli. Fakat 2012’de Afganistan’da kültür ve sanat alanında çalışmayı bana bıraktıran sorunların hepsi bugün hâlâ duruyor. Hiçbir şey değişmemiş. Son iki yıldır yine kendimi derin bir etki yaratmayı umursamayan o makinanın bir parçası gibi hissediyordum. Altı ayda bir hazırladığımız raporlarda nerede kaç sergi açılmış, kaç etkinlik düzenlenmiş gibi listeler çıkarıyorduk. Her şey göstermelik rakamlardan ibaretti. Hemen ardındansa “puf” diye buharlaşıp gidiyordu. Çok umut kırıcı bir durum. Tabii ki getirileri de oldu, bu destekten istifade eden insanlar oldu. Ama yatırımcıların ajandaları daima diğer her şeyin önünde kaldı.

Çalışmalarım daima etnoloji ağırlıklı. Sanat üretmek için antropolojiyi kullanıyorum. Neyin resmini yapacak olursa olsun her halükârda resim yapacak olan bir ressam gibi değilim. Konu hakkında yaptığım araştırmalar biçimi ortaya çıkarıyor.

Afganistan’da yerel sanatçılara destek olmak için çalıştığın tüm bu süre boyunca kendi sanatını yapmayı da sürdürdün. Çok çeşitli biçimlerde işlerin var: yarattığın karikatürel karakterleri resmettiğin mizansen fotoğraflar, göçmenleri konu alan kolaj fotoğraflar, New York’ta Times Square’e yerleştirdiğin telefon kabinleri gibi enstalasyonlar… Bu farklı biçimlerle sanatın nasıl bir evrim geçirdi?

Üniversitede antropoloji okudum. Neredeyse hiç sanat eğitimi görmedim. Fakültede tek bir sanat dersim vardı, o da düz resim dersiydi. Son derece vasat bir şekilde geçebildim. Çalışmalarım daima etnoloji ağırlıklı. Sanat üretmek için antropolojiyi kullanıyorum. Makale yazmak yerine sanat işleri yapıyorum. Üzerine çalışmak istediğim konu, olay, kavram veya teori çoğu zaman biçimi de belirliyor. Neyin resmini yapacak olursa olsun her halükârda resim yapacak olan bir ressam gibi değilim. Neyi anlatacak olursa olsun heykel yapacak olan bir heykeltıraş değilim. Konu hakkında yaptığım araştırmalar biçimi ortaya çıkarıyor. Buna ek olarak, son yıllarda yaptığım enstalasyonların çoğu belli bir mekâna özel olarak düşünülmüş işler, bu da biçime yansıyor. Mesela Hindistan’da kökenlerime dair yarı kurgusal bir çalışma için arkeolojik araştırmalar yaptım ve sonunda enstalasyon olarak bir arkeolojik sit alanı kurdum. New York’ta göçmenlerle ilgili bir proje üzerine düşünürken eski telefon kabinlerinin birer birer söküldüğünü duydum. Londra’daki kadar gösterişli olmasalar da New York’un telefon kabinleri de bir semboldür, hatta baştan sona daracık bir telefon kabininde geçen bir film bile var[5]. Sökülmüş eski kabinlerden birkaçını bulup aldım. Kabine girip ahizeyi kulağınıza götürdüğünüzde New York’un beş semtinde yaşayan göçmenlerin sesinden hikâyelerini dinleyeceğiniz bir işe dönüştürdüm.

Once Upon a Place / Bir Zamanlar Bir Yerde (Aman Mojadidi, New York, 2017)

Bazı işlerin doğrudan kimliğin, kökenlerin veya bunları sorgulayışından yola çıkıyor ve çoğunlukla mizahi bir üsluba dayanıyor. Mizansen fotoğraflar için yarattığın gösteriş meraklısı “gangsta hiphop cihatçı” tiplemesi gibi karakterleri nasıl oluşturuyorsun?

Anlatma ihtiyacı duyduğum konuya göre şekilleniyor. Sözünü ettiğin karakteri A day in the Life of a Jihadi Gangster (Cihatçı Gangster’in Bir Günü) başlıklı seri için yarattım. Fotoğraflarda gördüğünüz bütün o parıltılı frapan aksesuarları ilk önce bir dükkân vitrini enstalasyonu için kullanmıştım. O enstalasyonun adı Conflict Bling’di (Lüks Savaş). Yine antropolojik bir çalışma. Arkasındaki fikir Afganistan’da konuştuğum insanlardan duyduklarımdan geliyor: “Şu kadar yıl cihat yaptım, o yüzden şunları hak ettim!” İnsanların cihattan bahsedişi boyunlarına astıkları kocaman altın bir kolye gibiydi. Conflict Bling’in arkasındaki fikir buydu. Sonra o fikri ileri götürdüm: “Peki nasıl bir tip Conflict Bling tarzında giyinir? Tabii ki gangsta cihatçı!” O karakter böyle doğdu. Bir başkası da Kâbil’in farklı yerlerinde gezinen Amerikalı Redneck[6] tiplemesi. Afganistan’daki ABD üslerinde tamirci veya teknisyen olarak çalışan Amerikalılarla sohbetlerimden çıktı. Çoğu aklınıza gelebilecek en ırkçı, kazma Amerikalı klişesine tıpatıp uyan tiplerdi. Gel gör ki çuval dolusu para kazanmak için Afganistan’da çalışıyorlardı. Ama Afganlar hakkında nasıl konuştuklarını duysanız: “Havlu kafalılar!” (towel heads), “Çöl zencileri!” (sand niggers), ki bu çocukken Jacksonville’de benim de defalarca işittiğim bir küfürdü… Ben de Jacksonville’de büyümüş bir Afgan olarak bu tipleri birleştirdim ve “Afghan by blood, Redneck by the grace of God” (Doğuştan Afgan, ama Tanrının izniyle Redneck) karakterini yarattım. Konfederasyon bayrağı, kamyoncu kasketi gibi aksesuarlarla basmakalıp Redneck kılığında Afganistan’ın farklı dekorlarında boy gösteriyor. Bu tipleme sadece benim kökenlerimden ibaret değil. ABD’nin “Terörle Savaş” politikasının arkasında yatan karmaşık bağları ve farklı dünyaları nasıl bir araya getirdiğini de gösteriyor. Benim Jacksonville’de maruz kaldığım ırkçılıkla Afganistan’da yaşananları jeopolitik bir düzeyde buluşturuyor. Tüm bu karakterler o sırada yaşadıklarım, okuduklarım, gördüklerim, duyduklarımdan yola çıkıyor ve yaptığım araştırmalarla şekilleniyor.

Doğuştan Afgan, ama Tanrının izniyle Redneck (Aman Mojadidi)

Çocukluğunu ve gençliğini geçirdiğin Florida’nın Jacksonville şehrinin ABD’nin ilerici, demokrat ve eşitlikçi yerlerinden biri olmadığı açık. Afgan bir doktor çiftin çocuğu olarak geçirdiğin Jacksonville yılların nasıldı?

Irkçılık ve sınıf daima birbirine bağlı yürüyor. Annem ve babam doktor oldukları için sınıfsal olarak bir ölçüde “beyaz” kabul ediliyordu. Çocukluğumda etrafımda gördüğüm her şey bana Amerikan İç Savaşı’nı hatırlatıyordu. Dört yaşımdan on dört yaşıma kadar Confederate Point isimli bir mahallede oturduk. Çevredeki her şey adını ünlü muharebeler, generaller gibi İç Savaş’tan kalma Güney sembollerinden almıştı: mesela bizim sokağımız Traveler’s Road’du, çünkü Traveler Robert E. Lee’nin[7] atının adı. İlkokulum Stonewall Jackson[8] Elementary School’du. Ortaokulum ismini Güneyli subay Jeb Stuart’tan almıştı. Abiminkiyse Nathan Bedford Forrest’tan. Forrest Güneyli bir subay olmanın yanı sıra Ku Klux Klan’ın da kurucusu unvanına sahip! Çocukluğumdan beri o okulun adının değiştirilmesi için kampanya vardı, daha yeni, birkaç yıl önce değiştirildi. Atmosfer böyleydi. Okulda arkadaşlarım genellikle diğer “azınlık” çocuklardan olurdu. Koreliler, Afrikalılar, Lübnanlılar, Pakistanlılar… Çevrede bizden başka hiç Afgan yoktu. Kuzenlerim aynı şehirde yaşamamıza rağmen uzak bir mahallede oturuyor ve başka bir okula gidiyorlardı. Liseye gelene kadar ırkçılık yüzünden sürekli yumruk yumruğa kavgalara karışıyordum. “Hey, çöl zencisi!” Futbol oynarken tribünlerden de duyardım o lafı. Rakip takımdaki çocukların babaları bağırırdı: “O çöl zencisine bir gol daha attırmayın!” Koskoca adamlar… Irkçılık hep her yerdeydi. Jacksonville’de sandviç satan bir dükkân vardı. Dürüme sarılmış sandviçlere “deveci” (camel rider) denirdi. Tüm bunlara karşı başkaldıran yanım çok erken yaşta gelişti. Şunu unutmamak lâzım: Irkçılığın baskın olduğu ortamlarda ona direniş de daima çok kuvvetli olur. California gibi çok daha ilerici olarak kabul edilen bir yeri düşünün. Orada da çok fazla ırkçılık var, fakat aynı derecede görünür değil, açıkça dile getirilmiyor, gizleniyor. O yüzden daha bile tehlikeli, çünkü mücadele eden pek kimse de olmuyor. Herkes her şey yolundaymış gibi yapıyor. Halbuki o yapının temeline işlemiş bir ırkçılık orada da çok kuvvetli ve hâlâ son derece belirleyici bir rol oynuyor. Jacksonville gibi yerlerdeyse en azından düşmanın kim olduğu belliydi. Her şey apaçıktı. Dolayısıyla buna başkaldırmak da mümkündü. Gösteriler, yürüyüşler, dernekler vardı. Erkenden bir parçası olduğum bu hareketler beni politik olarak şekillendirdi.

Afghan by blood, Redneck by the grace of God” karakteri benim kökenlerimden ibaret değil. ABD’nin “Terörle Savaş” politikasının arkasında yatan karmaşık bağları ve farklı dünyaları nasıl bir araya getirdiğini de gösteriyor. Benim Jacksonville’de maruz kaldığım ırkçılıkla Afganistan’da yaşananları jeopolitik bir düzeyde buluşturuyor.

Annenle baban da ırkçılık karşıtı hareketlere, eylemlere dahil olur muydu?

Asla. Onlar doktor olarak elit sınıfın parçasıydı. Şimdi muhtemelen pişmandır, fakat babamla bu konuya dair beni çok mutsuz eden ve hiç hafızamdan silinmeyen bir anım var. Şehrin başka bir tarafına amcamlara daha yakın bir yere taşınmıştık. Yeni mahallemizde yaşayanların hepsi beyaz ailelerdi. Bir gün bizim sokağın en sonundaki ev satılığa çıkarıldı ve siyah bir aile satın aldı. Babamla o günkü kavgamızı asla unutamadım. Babamla dışarı çıkmıştık, yeni taşınan ailenin babasıyla karşılaştık. Babam bana dönüp şöyle dedi: “Siyah bir ailenin bizim sokağa taşındığına inanamıyorum, şimdi gayrimenkullerin değeri hemen düşecek.” Öfkeden delirdim! 16-17 yaşına gelmiştim. O zamana kadar maruz kaldığım, kendisinin de tanık olduğu ve yaşadığı tüm ırkçılık bir anda patladı. “Sen kim olduğunu sanıyorsun? Bu insanlardan üstün olduğunu mu düşünüyorsun?” Annemse kendi halindeydi. Bu konular hakkında somut bir tavrı olduğunu sanmıyorum. Babam kendisini üst orta sınıfın bir üyesi olarak kabul ettirme ihtiyacı duyuyordu. Bunun sonucunda o sınıfın bazı tavırlarını edindi. Bunu görmek çok canımı yakmıştı.

Aman Mojadidi’nin (en arkada, ortada) ilk futbol takımı Jacksonville Kickers. Antrenör babası Asadullah. (1978)

Babanın en büyük abisi olan amcan Sibgatullah Müceddidi’den daha önce de biraz bahsettin. 1980’ler sonrası Afganistan tarihinin önemli figürlerinden biri, ülkenin önde gelen Sûfi liderlerinden, hatta kısa bir süre cumhurbaşkanlığı da yapmış. Afganistan’a gidip gelmeye başladığında onunla nasıl bir ilişkin vardı?

Onunla aram daima iyi oldu. Karşılıklı anlayışa dayalı bir ilişkimiz vardı. Saygı duyduğum taraflarının yanı sıra asla eleştirilerimi de gizlemedim. “Cihatçı Gangster” tiplemesini yaptığımda, aralarında onun bazı oğullarının da olduğu ailenin bir kısmı “nasıl cüret edersin, tüm ailemize hakaret ediyorsun” diye tepki göstermişti. Onunsa bana tek söylediği, “dikkat et, başını belaya sokma” oldu. Başkalarının öfkelenmesinden çekiniyordu, ama o hiç kızmamıştı. 2001’de o Afganistan’a dönmeye hazırlanırken, Kâbil’e ilk kez gitmeye niyetlendiğim sıralarda ABD’de görüşmüştük. Los Angeles’ta akraba ziyaretindeydi, ben de onu görmeye gittim. O zamanlar kocaman halka küpelerim vardı. “Ben de seninle Afganistan’a gelmek istiyorum” dedim. “O küpelerle olmaz!” (gülüyor) Çıkardım küpeleri. Görünce kulağımı şöyle bir okşayıp, “aferin” dedi. Onun da bana saygı duyduğunu düşünüyorum. Bunun bir sebebi de Afganistan’da geçirdiğim tüm yıllar boyunca ondan en ufak bir şey talep etmemiş ender akrabalarından olmamdı. Neredeyse herkes ondan hükümetteki bağlantılarını kullanmasını, iş bulmasını, para vermesini vs. isterdi. Biraz gergin ve tuhaf bir dönemimiz de oldu. Oğullarından biri ona ateist olduğumu açıkça söylediğim TED Talk konuşmamı seyrettirmiş ve “Aman’ın kafası kesilmeli” demiş. Aileye bak! Dolayısıyla bir süre pek dışarı çıkmadım, amcamı görmeye de gitmedim. Ama o zaman bir buçuk yaşında olan kızım Anthéa ilk kez Afganistan’a geldiğinde amcamın onunla tanışmasını istedim. Üç yılın ardından ilk kez görüşüyorduk. Çok iyi geçti. “Neden daha sık gelmiyorsun?” dedi. Anthéa’ya kutsama duası okumasını istedim, kabul etti. Hep yanında bulundurduğu ve kolay kolay kimseye vermediği çikolatasından ikram etti. İyi ki o gün ziyarete gitmişiz, çünkü onu ölümünden önce son görüşüm oldu.

Irkçılığın baskın olduğu ortamlarda ona direniş de kuvvetli olur. Aksine California gibi çok daha ilerici olarak kabul edilen bir yeri düşünün. Orada da çok fazla ırkçılık var, fakat aynı derecede görünür değil. O yüzden daha bile tehlikeli, çünkü mücadele eden pek kimse de olmuyor.

Kâbil’de yaşayıp çalıştığın yıllar boyunca çok ölüm tehdidi aldın mı?

Kuzenlerimin kellemi istemesi bunlardan biriydi. Onlardan korkmuyordum gerçi. Babaları ve dedelerinin gözünde kendilerini büyük göstermeye çalışan ödlek tiplerdi. Ama onların ilişki içinde olduğu silahlı kişiler vardı, beni korkutan da oydu. Öyle ki, Kâbil’de ve dünyanın geri kalanında yaşayan tüm aile bireylerine, o kuzenler de dahil olmak üzere, bir mail attım ve şöyle dedim: “Benim için tehlike oluşturabilecek birinin etrafımda dolaştığını hissettiğim anda ABD elçiliğine gidip bir basın toplantısı düzenlerim. Kâbil’deki tüm Afgan ve yabancı gazetecileri tanıyorum. Onlara Müceddidi ailesinin kendi fertlerinden birini öldürmeye kalktığını anlatırım.” Evet, belki kendimi korumak için silahlarım ve bağlantılarım yok. Ben de bu şekilde kendimi korurum. Akrabalar ikiye bölündü. Kimisi “saçmalama, ne yapıyorsun” dedi, kimisiyse “Aman senin yanındayız.”

Cihatçı Gangster Seçim Kampanyasında (Aman Mojadidi, 2011)

2011’deyse Cihatçı Gangster tiplemesini parlamento seçimlerine aday gösterip afişler hazırlamıştım. Her zamanki kıyafetleri vardı, ama suratını siyaha boyayıp üzerine “Favori cihatçınızı buraya yapıştırın” yazmıştım. Tüm seçim kampanyaları aynı şekilde geçerdi. Taksiye binersiniz, bir seçim afişinin önünden geçerken şoför şöyle der: “Bu aday var ya… Şu savaş ağasına bağlı, o da benim köyümde şu kadar insanı öldürdü…” Ben de en tipik seçim afişlerini model alarak cihatçı gangsteri aday yaptım. Sloganı şöyleydi: “Oyunuzu bana verin. Cihada katıldım ve zenginim!” O afiş polisin ve gizli servisin dikkatini çekmiş. Afganistan’da 1980’lerin cihatçılarına hakaret etmek kanunen yasak. Onlarsa her koşulda dokunulmazlığa sahip. Çünkü hepsi yasayla ulusal kahraman ilan edildi. Benim afişleri ulusal kahramanlara hakaret olarak değerlendirmiş olacaklar ki soruşturma açılmış. O sırada Dubai’de açılacak bir sergim için hazırlanıyordum. Dolayısıyla zaten oraya gidecektim, gerektiğinden erken gitmeye karar verdim. Birkaç hafta Dubai’de kadım. O arada Afganistan’da seçimler yapılmış ve her zamanki seçim hileleri, kaybolan oylar vs. gündemi devralmıştı ve benim afişler de unutulmuştu.

Son yıllarda Şamanizm hayatında önemli bir yer kaplıyor. Şamanizme nasıl ilgi duymaya başladın?

Şamanizmi keşfetmem üniversitede antropoloji okurken oldu. Üzerine çalıştığımız yerel kültürlerden biriydi. The Way of the Shaman adlı kitabın yazarı, “Şamanizmi Batı’ya getiren kişi” olarak bilinen ünlü ABD’li antropolog Michael Harner’ın kurduğu Foundation for Shamanic Studies’de (FSS) çeşitli Şamanist teknikler hakkında eğitim alabiliyordunuz. Kimileri buna neo-Şamanizm diyor, çünkü Şamanizmi başka mekânlara taşıdığınızda tüm detaylar farklılaşıyor. Fakat Harner bildiği ve üzerine çalıştığı tüm farklı Şamanist ritüellerde ortak “ana teamüller” olduğunu keşfetti. Dünyanın neresinde olursa olsun tüm Şamanist kültürlerde hiç değişmeyen temel âdetler… Okulunda bu ortak teamülleri öğretiyordu. FSS’in aynı zamanda üç yıllık profesyonel bir programı var. Ona katılmayı düşünüyorum. Henüz hazır değilim, ama programa kaydolabilmek için gerekli ön koşulları birer birer yerine getiriyorum. Bunun yanında, Fransa’da başka Şamanlarla beraber davul ayinleri, Şamanist danslar, şifa ayinleri, hayvan totemiyle bütünleşme gibi ritüellere katılıyorum.

Oğullarından biri amcama ateist olduğumu açıkça söylediğim TED Talk konuşmamı seyrettirmiş ve “Aman’ın kafası kesilmeli” demiş. Aileye bak! Dolayısıyla bir süre pek dışarı çıkmadım, amcamı görmeye de gitmedim.

Şamanist ritüellerin en önemli unsurlarından biri de nefes, öyle değil mi? Tasavvufla Şamanizm arasında böyle bir benzerlik de var…

Zaman içinde şunu fark etmeye başladım: Her şey nefesle alakalı. Elbette hayatta kalmamız için şart olmasının yanı sıra içimizdeki kendimizle ve oradan hareketle etrafımızı çeviren evrendeki enerjiyle bağlantı kurabilmemizin yolu da nefes. Nefes sayesinde psikedelik deneyimler yaşamak da mümkün tabii. Sadece nefesimizi kullanarak transa girmenin bin bir farklı yolu olması başlı başına olağanüstü bir durum. Bu benzerlik sadece tasavvufta değil Hinduizmde, yogada, meditasyonda da mevcut. Tüm bu âdetlerin temelinde nefes var. Kendimi daha iyi anlayabilmek için çıktığım yolculuk beni Şamanizme getirdi. Doğrudan Şamanizmle ilgilendiğim son yıllarda bunun hem kendimi daha derin bir şekilde anlayabilmenin hem de diğer insanlarla, doğayla ve evrenle ilişki kurabilmenin en iyi yolu olduğunu keşfettim. Şamanist ritüeller aynı zamanda Afganistan’da yaşananlarla, yıllardır geçinmek için yaptığım işin aniden sona ermesi gibi zorluklarla başa çıkabilmeme de yardımcı oldu. Evrene güvenelim. Hepimiz evrene bağlıyız, evrenin bir parçasıyız. Evren biziz. Bu akıntıya kendimizi salabilmeliyiz. İlginç bir şekilde, Kâbil’deki işim sona erdi diye dertlenirken karşıma o kadar fazla başka imkân çıktı ki, şimdi hepsine yetişmekte güçlük çekiyorum. Tüm bunlar bana işleri daha fazla oluruna bırakmayı, ileride olabileceklerden korkmak yerine içinde bulunduğumuz ana odaklanmayı öğretti.

Şamanist bir ritüel sayesinde vaktiyle maruz kaldığın ırkçılığın üzerinde bıraktığı fiziksel izleri keşfetmişsin. Bunu biraz anlatabilir misin?

Uzun yıllardır bacaklarımda ve genel olarak vücudumun alt kısmında hiç geçmeyen ağrılar vardı. Irkçılık gibi bazı travmalar içselleşip, vücuda işleyebiliyor. Bedeninizin belli bir noktasına yerleşebiliyor. Nasıl strese girdiğinizde omuzlarınız gerilir, aynısının çok daha derinine inen bir türünü düşünün. Bunu keşfettiğimde yaşadığım tüm ırkçılığın bedenimde nereye yerleştiğini merak etmeye başladım. Hayatımın çoğunluğunu ırkçılığa karşı savaşarak, protestolara katılarak, sanat yaparak, ırkçılığı ifşa ederek, kendi tecrübelerimi anlatarak geçirdim. Irkçılığı oldum olası entelektüalize ettim. Şimdiyse ilk kez onu gerçek anlamda hissetmeye, onunla bedensel olarak cebelleşmeye ihtiyacım vardı. Bunun için iki farklı şey denedim. İlki Psilosibin’li[9] meditasyon. O sayede bu hislerin belimin sağ tarafında belli bir noktada, en aşağıdaki iki çakra[10] civarında yoğunlaştığını fark ettim. Göbeğimden başlayıp bacaklarıma kadar inen bir his. Nasıl anlatabilirim bilemiyorum, ama resmen gördüm onu, neredeyse dokundum. İkincisiyse bu ilk tecrübemi pekiştiren çok güçlü bir holotropik[11] nefes seansıydı. Sanki birileri vücuduma girip çıkıyormuş gibiydi. O kadar kuvvetli bir tecrübeydi ki tedavi edici bir etkisi de oldu. Bu acıların kökenini ve nerede bulunduklarını keşfettiğimden beri “daha çok hissediyorum”. Ama artık eskisi gibi ıstırap şeklinde değil. Eskiden neredeyse her gece iki bacağımda birden feci kramplarla uyanırdım. Irkçılığın bedenime nasıl işlediğini keşfedip üzerine çalışmaya başladığımdan beri bir kez bile olmadı.

Her şey nefesle alakalı. Hayatta kalmamız için şart olmasının yanı sıra içimizdeki kendimizle ve oradan hareketle etrafımızı çeviren evrendeki enerjiyle bağlantı kurabilmemizin yolu da nefes. Sadece nefesimizi kullanarak transa girmenin bin bir farklı yolu olması başlı başına olağanüstü.

Yakın geleceğe dair projelerin neler?

Kasım sonunda İtalya’da küratörlüğünü yaptığım bir sergi olacak. Onun dışında Benetton’la gönüllü olarak yürüttüğüm bir proje var. Afgan sanatçıların işlerinden oluşan ve satışlardan elde edilecek tüm gelirin Afgan dayanışma örgütlerine aktarılacağı tişörtler tasarlıyoruz. Yine küratörlüğünü yaptığım Afganistan, Bangladeş, Pakistan ve Sri Lanka için çağdaş sanat kitapları projesi var. Önümüzdeki günlerde Imago Mundi Vakfı için iki küratörle beraber başlayacağımız mülteci kamplarında yaşamış sanatçılar üzerine bir kitap projemiz var. Bana ayrılan bölümde on Afgan, Bangladeş kamplarında yaşamış on Rohingya ve on Meksikalı sanatçı üzerinde duracağım. Önümüzdeki yaz İsviçre’de Thun şehrinde Şaman ritüelleri düzenleyeceğim bir sergim olacak. 2023’te Stuttgart’taki etnoloji müzesi Linden’de bir sergi için görüşüyoruz. Bir de yıllar önce yazmaya başladığım ve bir türlü bitiremediğim bilim-kurgu romanım var. Şu aralar belki de hiç olmadığı kadar ona dönmek ve tamamlamak istiyorum.

Irkçılık gibi bazı travmalar içselleşip, bedeninizin belli bir noktasına yerleşebiliyor. Hayatımın çoğunluğunu ırkçılığa karşı savaşarak, protestolara katılarak, sanat yaparak, ırkçılığı ifşa ederek, kendi tecrübelerimi anlatarak geçirdim. Irkçılığı oldum olası entelektüalize ettim. Şimdiyse onunla bedensel olarak cebelleşmeye ihtiyacım vardı.

Konusu ne?

2108 yılında Afganistan.

Nasıl bir Afganistan o? Görürsünüz! (gülüyor) Ama büyük ölçüde Şamanizm ağırlıklı bir hikâye. Geçenlerde uzun zaman önce yazdığım bir kısa hikâyeyi tiyatroya uyarladım. Adı “Sergi” (Exhibition). Daha yakın bir gelecekte geçiyor. Kurgusal ve distopik bir Afganistan’dan (hikâyede adı “The Republic” olarak geçiyor) ayrılıp Batı Diyarı’na (The Land of the West) kaçmaya çalışan dört sanatçının hikâyesi. Daha önce The Republic’e gelmiş ve onlarla çalışmış batılı bir küratörle bağlantıya geçiyorlar. Onlara yardım etmeyi kabul ediyor ve gelebilmeleri için bir sergi düzenliyor. Sonuçta geliyorlar ve müzede kendilerine ayrılmış mekân olan odaya giriyorlar. Kapı arkalarından kapanıyor. Etraflarındaki duvarlar aşağı iniyor ve camekâna dönüşüyor. Dışarıda siyahlar giymiş, şaraplarını yudumlayan insanlar onları izliyor. Sonuçta sergilenen Afgan sanatçıların işleri değil, kendileri… Batı’nın Afgan sanatçılara bakışında hep hissettiğim bir şeydi bu. Esas gördükleri sanatçının yarattığı değil kendisi. Herkesin Afganistan’dan kaçmaya çalıştığı şu günlerde tam da bunu görüyoruz. Afgan sanatçılar inanılmaz ilgi görüyor. Ama çoğu zaman yaptıkları işlerden söz edilmiyor bile, sadece kim olduklarından bahsediliyor. Sanatçının kendisi sergileniyor. Dolayısıyla bu oyunu sahnelemenin tam zamanı ve bunun için kolları sıvadım.


[1] 1989’da başlayan ve 1992’ye kadar sürecek Afganistan İç Savaşı’nın ilk muharebelerinden (ç.n.).

[2] Dürrâni hanedanının Afganistan’da 1773-1793 arasında hüküm sürmüş ikinci imparatoru (ç.n.).

[3] 1826’dan 1973’e kadar ülkeyi yönetmiş Barakzay Hanedanı’ndan, 1901-1919 arasında hüküm sürmüş Afganistan emiri (ç.n.).

[4] 2001’de Taliban rejiminin düşmesi sonrasında ilk cumhurbaşkanı seçilen Karzai 2014’e kadar ülkeyi yönetti.

[5] Telefon Kulübesi (Phone Booth), 2002, yönetmen: Joel Schumacher, başrol: Colin Farell.

[6] ABD’nin güney eyaletlerinde yaşayan taşralı muhafazakâr ve ırkçı kesimler için kullanılan aşağılayıcı söz. (ç.n.)

[7] İç Savaş sırasında tüm Güney ordularının genel kumandanı (ç. n.).

[8] Güney ordularının önde gelen bir başka komutanı (ç. n.).

[9] Bazı mantarlarda bulunan halüsinojen etkili madde. Birçok ülkede belli psikiyatrik tedavilerde kullanılmakta ve test edilmektedir. (ç.n.)

[10] Hint felsefesi kökenli, yoga da dahil olmak üzere birçok gelenekte insan vücudundaki enerji bağlantı merkezlerine verilen isim. 

[11] Hiperventilasyon yoluyla bilinç düzeyini genişletmeyi hedefleyen nefes alma tekniği.

^