2019’da bizi nasıl bir dünya bekliyor? ABD’den Çin’e, AB’den “yükselen piyasalar”a, göstergeler neler söylüyor? Faiz-döviz kıskacındaki Türkiye, 31 Mart öncesinde ve sonrasında, krizin hangi aşamalarıyla yüzleşecek? Emek cephesi neler yapabilir? 2019’a panoramik bir bakış…
Bu yılın başında, küresel teknokrasi ve uluslararası ana akım ekonomi medyasının temel mottosu, 2018’in senkronize büyümenin başlayacağı bir yıl olacağı idi.[1] Senkronizasyon ile ülkelerin çoğunluğu için 2007’den itibaren ilk kez aynı anda ekonomik büyümenin yaşanması ihtimali ima ediliyordu.[2] 2018’in hemen başında ABD borsalarında yaşanan çalkantı, bu iyimser beklentilerin pek de gerçekçi olmayabileceği kuşkusunu doğurmuştu. Ancak, 2018’in sonuna yaklaşırken 2019 için karşımızda belirginleşen tablo, yeni bir küresel ekonomik durgunluk döneminin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.
2018’in ikinci yarısında pek çok uluslararası ekonomik kurum art arda ekonomik görünüm raporlarını yayınladı. En güncel olması nedeniyle OECD raporunu ele aldığımızda, ilk olarak 2018 yılında küresel ekonomik aktivitenin yavaşladığı uyarısı ile karşılaşıyoruz. Özellikle sanayi üretimindeki ve perakende satışlardaki yavaşlama belirgin bir şekilde hissediliyor.
İkinci önemli başlık, ticaretin yavaşladığı yönündeki verilerden geliyor. Buna göre Almanya ve Çin gibi küresel ihracatçıların önümüzdeki dönem için aldıkları siparişlerde keskin düşüşler var. Küresel ticaretteki yavaşlamayı işaret eden bir diğer veri de konteyner hareketindeki yavaşlama.
Kısacası, OECD 2019’da güçlü bir ekonomik büyümeden çok dünya ekonomisinin yavaşlayacağını öngörüyor.[3] Bu yazıda, 2018 yılında önemli kapitalist ülkelerde yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmelere panoramik bakarak, 2019 için ortaya konan beklentileri değerlendireceğim.
OECD 2019’da dünya ekonomisinin yavaşlayacağını öngörüyor. Küresel krizden sonra büyümesini sürdürebilen bir güçlü ekonomi olarak Almanya, 2018’in üçüncü çeyreğinde, 2015’ten beri ilk kez ekonomik daralma yaşadı.
Brexit ve siyasi kriz
2019’a girerken, Avrupa’nın önemli ülkeleri siyasi krizlerle boğuşuyor. Britanya 2017’den beri süren Brexit sürecinin son aşamasına geldi. Ancak Avrupa Birliği (AB) kurumları ile Britanya arasında varılan uzlaşma ne Muhafazakârları ne de İşçi Partilileri ikna edebilmiş durumda. Özellikle 12 Aralık 2018’de, Muhafazakâr Parti içinde Theresa May’in liderliği ile ilgili yapılan güven oylamasında 200 kabul oyuna karşı 117 ret oyunun çıkması, partinin ne kadar bölünmüş olduğunu ortaya koyan bir gösterge niteliğinde.[4] May parti içindeki pozisyonunu geçici olarak korusa da AB kurumları ile yapılacak görüşmelerde herhangi bir değişiklik olmazsa, mevcut taslağın Britanya parlamentosundan geçmesi oldukça zor.
Kısacası, 2019 Britanya için birçok açıdan kritik bir yıl olacak. Brexit sürecinin nasıl şekilleneceği, Britanya ile AB ilişkilerinin geleceğini belirleyecek. Ancak en az bunun kadar önemli diğer bir gelişme, 2019’da Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin uzun bir aradan sonra tekrar iktidara gelme olasılığının belirginleşmesi.
Almanya’da siyasi değişim
Eğer Britanya 2019 içinde AB’den ayrılırsa, Almanya’nın AB’nin geleceğinde daha fazla söz hakkı olacak. Ancak Almanya’daki iç siyasi gelişmeler, 2008 krizi sonrası değişmeyen tek siyasi lider olan Angela Merkel’in koltuğundan ayrılacağını ilan etmesini getirdi. Aşırı sağ parti AfD’nin parlamentoya girmesi ve Chemnitz şehrinde yaşanan göçmen karşıtı eylemler, Almanya’daki siyasi merkezin giderek erimekte olduğunun işaretleri idi. Sosyal demokratların tarihi yenilgiler aldığı bir ortamda, hıristiyan demokratların toplumsal desteğinde de hızlı bir erozyon yaşandı.
Sonuçta, siyasetin merkezi daha sağa kayarken, aşırı sağcı AfD neredeyse ana akım bir siyasi parti haline geldi. Yeşiller ise, sosyal demokratlardan uzaklaşan seçmenin öncelikli tercihi oldu. 2018 yılı sonunda Merkel’in bir sonraki dönem göreve talip olmayacağını açıklaması sonrasında, siyasi belirsizlik artmış durumda.
2018 yılında siyasetteki bu belirsizliğe ekonomi alanındaki sorunlar da eklendi. Küresel finansal krizden sonra büyümesini sürdürebilen bir güçlü ekonomi olarak Almanya, 2018’in üçüncü çeyreğinde, 2015’ten beri ilk kez ekonomik daralma yaşadı.[5] Uzmanlar, yaşanan bu daralmanın otomotiv sektöründe yaşanan skandallar nedeniyle gerçekleştiğini ileri sürse de 2019 için parlak bir büyüme yılı bekleyenlerin sayısı oldukça az.
AB içinde kalarak kemer sıkma politikalarına karşı çıkmanın mümkün olmadığının, “Syriza Paradoksu”nun İtalya’da da hayata geçtiğini görmüş olduk. 2019’da İtalya kaynaklı gelişmelerin Avro Bölgesi’ni olumsuz etkilemesi büyük bir sürpriz olmaz.
İtalya ile AB arasındaki bütçe krizi
2018 yılına damgasını vuran gelişmelerden bir diğeri İtalya’da aşırı sağcı Lega ile Beş Yıldız koalisyon hükümetinin kurulması oldu. Mülteciler ile ilgili yükün AB genelinde daha adil bir şekilde paylaşılmasını gündeme getiren yeni hükümetin karşılaştığı en önemli zorluk, hazırladığı bütçenin AB Komisyonu tarafından onaylanmaması oldu. AB tarihinde ilk defa yaşanan bu durum, 2008 küresel finansal krizi sonrasında AB’de makroekonomik dengesizlikleri önceden tespit etmek için geliştirilen mekanizmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ancak fiilen karşımızdaki durum kısaca şu: AB Komisyonu, ilk kez bir üye ülkenin bütçe önceliklerine müdahale etmiş oldu.[6]
Bütçe krizi tarafların kısmi olarak geri adım atmalarıyla çözülse bile, AB içerisinde kemer sıkma politikalarının dışında bir ekonomi politikası uygulanamayacağını ortaya koydu. Bu bağlamda, AB içinde kalarak kemer sıkma politikalarına karşı çıkmanın mümkün olmadığını anlatan “Syriza Paradoksu” kavramının İtalya’da da hayata geçtiğini görmüş olduk. [7] 2019’da İtalya kaynaklı ekonomik gelişmelerin Avro Bölgesi’ni olumsuz bir şekilde etkilemesi büyük bir sürpriz olmaz.
Macron’un düşüşü
Almanya başbakanı Merkel ile birlikte merkez siyasetin Avrupa’daki en önemli savunucularından olan Emmanuel Macron’un siyasi hayatındaki en zor yılı muhtemelen 2018’dir. Macron iktidara geldikten sonra, Gerhard Schröder’in liderliğindeki sosyal demokratların Almanya’da gerçekleştirdikleri emek piyasasının esnekleştirilmesine benzer bir reform programını gündemine almıştı. Macron’un programı, aynı zamanda Trump’ın ABD’de uyguladığına benzer bir şekilde, firmalar ve en zenginler için vergi indirimlerini de içeriyordu. Zaten 1980’lerden beri neoliberal politikalar altında hakları ve gelirleri giderek budanan kesimler için, son yapılan vergi düzenlemeleri ve akaryakıt zammı bardağı taşıran son damlalar oldu.
Bu bağlamda Sarı Yelekliler hareketi, net bir şekilde ekonomik durumları giderek kötüye giden geniş toplum kesimlerinin bir itirazı olarak ortaya çıktı. Bankerlerin başkanı olmakla suçladıkları Macron’un vergi değişikliklerini içeren paketine bir karşı çıkış olarak başlayan hareket, aralık ayının ilk hafta sonunda zirvesine ulaştı ve süreç Macron’un geri adım atmasıyla sonuçlandı.[8]
Macron’un Sarı Yeleklilere verdiği tavizler, bir çeşit zaman kazanma hamlesi olarak görülebilir. Zira Macron’un ekonomi politikasında köklü değişime gitme gibi bir düşüncesi ya da planı yok. Fransa, küresel krizin etkileriyle katmerlenmiş, ancak daha öncesinden gelen bölüşüm sorunlarıyla Sarı Yelekliler sonrasında yüzleşir mi, bilinmez. Ancak kesin olan, Fransa’da da siyasi merkezin çöküşe girmesidir.
Bu kısa Avrupa turunu tamamlarken 2018 yılının en önemli iki gelişmesinin, liberal Avrupa düzenini temsil eden liderlerin ve merkez siyasetin güç kaybetmesi ve ekonomik durgunluk beklentilerinin artması olduğunu not etmek gerek. Bu ortamda AB Merkez Bankası aralık ayındaki toplantısında dört yıldır süren miktarsal genişleme programına son verdiğini ilan ederken,[9] faiz artışına kısa vadede başlaması oldukça zor görünüyor.
Çin ekonomisindeki yavaşlama eğilimi hem Çin hem de dünya ekonomisi açısından 2019 için temel bir gösterge olmayı sürdürecek.
Çin ekonomisi yavaşlıyor
Çin ekonomisi, ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci büyük ekonomisi. Dolayısıyla buradaki gelişmeler, dünya ekonomisinin 2019’daki durumu için de önemli. Çin’in uzun süredir devam eden yüksek ekonomik büyüme performansı, 2008 krizinden sonra, özellikle de küresel likiditenin azaldığı 2013 sonrasında yavaşlamaya başladı. Bu yavaşlamaya karşı Çin ekonomi yönetimi bazı adımlar attı. Örneğin, yatırım harcamalarındaki yavaşlamaya karşı altyapı yatırımlarını hızlandırdı, kredi daralmasına karşı faizleri indirerek ekonomiyi canlandırma tedbirleri aldı, tüketim harcamalarının azalmasına karşı vergi indirimine gitti, ticaret savaşı çerçevesinde ABD tarafından uygulanan yeni gümrük vergilerine karşı da parasını devalüe etti.[10]
Ekonomik yavaşlamaya karşı sürdürülen yoğun yatırım programları içinde önemli bir yer tutan konut projelerinin geleceği gerek Çin ekonomisi, gerekse dünya ekonomisi için önemli bir risk kaynağı olmayı sürdürüyor. Geçtiğimiz yıl itibariyle, Çin’deki kullanılmayan konut oranı yüzde 20’yi geçmiş durumda. Bu, 50 milyon boş konut ediyor.[11] Konut fiyatlarının artmasından faydalanmak için yatırım amacıyla satın alınan konutlar nedeniyle oluşan bu sorun, konut fiyatlarının düşmeye başlamasıyla bir krize dönüşebilir. Farklı sektörlerde yaşanan sorunların dışında, Çin ekonomisindeki yavaşlama eğilimi hem Çin hem de dünya ekonomisi açısından 2019 yılı için temel bir gösterge olmayı sürdürecek.
Fed’in faiz artışına devam etmedeki ısrarı, bir sonraki finansal kriz geldiğinde elindeki araçları çeşitlendirme isteği nedeniyle ortaya çıkıyor. Fed kriz patlak verdiğinde faizi indirebilmek için şimdi artırıyor.
ABD yeni bir krizin eşiğinde olabilir
2018, ABD ekonomisi için işsizliğin tarihsel olarak en düşük seviyeye yaklaştığı ve ekonomik büyümenin sürdüğü bir yıl oldu. Özellikle Başkan Donald Trump’ın firmalara yönelik vergi indirimi ve finansal sektöre yönelik yeni kuralsızlaştırma önlemleri, kısa dönemde ekonomik büyümeyi canlandırıcı etki yaptı. Ancak ABD ekonomisinde 2008 küresel finansal krizi sonrasındaki ılımlı toparlanmanın dikkat çekici yanları var.
Bunlardan ilki, işsizliğin neredeyse tam istihdama yaklaşmasına rağmen ücret artışlarının halen canlı bir şekilde gerçekleşmiyor oluşu. Kriz sonrasındaki işsizlik oranının gerilemesinde işgücüne katılım oranındaki düşüş etkili oldu. Özellikle orta yaş üzerinde olup 2008 krizi ile işsiz kalanlar, yavaş yavaş emek piyasasının dışına itildi. Diğer yandan da kriz sonrasında iş bulanların önceki dönemlere göre daha düşük ücretlerle ve daha kısa süreli sözleşmelerle istihdam edilmesi, ekonomideki deflasyonist baskının bir türlü atlatılamaması ile sonuçlandı.
Fed eski başkanı Jannet Yellen’in 2018’in aralık ayında yaptığı bir açıklamada işaret ettiği gibi, kuralsızlaştırma uygulamaları sonucunda sistemde zaten var olan devasa boşluklar daha da büyümüş oldu ve yeni bir finansal kriz ihtimali arttı.[12] Meselenin daha da vahim yanları var. Bunlardan ilki, kriz öncesinde krizin oluşmasında etkili olan ve 1990’lı yıllarda oluşan “Yeni Finansal Mimari”, kriz sonrasında da işliyor. Bir başka ifadeyle, krizi tetikleyen mekanizma, kriz sonrasında da değişmeden duruyor. Özellikle uygulanan para politikası sonucunda finansal olmayan firma borçlarında, borsa ve konut fiyatı gibi varlık fiyatlarında yaşanan yeni balonların idare edilmesi sorunu, yeni bir finansal kriz ihtimalini artırıyor.
Bu ortamda Fed’in para politikasını “normalleştirme” yönünde 2013’ten itibaren attığı adımların sonuna gelinmiş olabilir. 2019 Fed’in agresif faiz artışını sürdüreceği bir yıl olmayacak. Aksine, yeni bir finansal çöküşe neden olmamak için 2019’da daha az faiz artışı yapılacağı öngörülüyor. Enflasyonda kuvvetli bir canlanma olmazken Fed’in faiz artışına devam etmedeki ısrarı, büyük oranda bir sonraki finansal kriz geldiğinde elindeki araçları çeşitlendirme isteği nedeniyle ortaya çıkıyor. Bir başka ifadeyle, Fed kriz patlak verdiğinde faizi indirebilmek için şimdi artırıyor.
Ancak, bir sonraki potansiyel ekonomik kriz, öncekinden daha yıkıcı olabilir. Bunun basit bir nedeni var. Para politikası, fiili olarak, işlevsiz hale gelmiş durumda. Negatif faiz sınırında duran bir politika faizi ve muazzam bir şekilde genişlemiş merkez bankası bilançoları varken yaşanabilecek yeni bir finansal çöküş, para politikası ile krize müdahale etme yolunu büyük ölçüde tıkıyor.
Maliye politikası ile yapılabilecek müdahaleler konusunda da durum 2008 krizine göre daha kötü. Bunun nedeni, kriz sonrasında ekonomik büyümenin durması ve özel firma borçlarının kamuya aktarılması nedeniyle gerek bütçe açıkları, gerekse kamu borcunun milli gelire oranının pek çok ülkede artmış olması.
Son olarak, ABD ekonomisinde tarihsel olarak yaşanan iş çevrimlerini (business cycles) incelediğimizde, 2009 sonrasından 2018 sonuna kadar gelen dönemin, herhangi bir krizle kesilmemiş en uzun ekonomik büyüme dönemi olduğunu görüyoruz. Ancak bu benzersiz büyüme süreci kesintisiz bir şekilde sonsuza kadar sürmeyeceğine göre, genişleme sürecinin uzaması, bir sonraki krize daha da yaklaştığımız anlamına geliyor.
Kısacası, para ve maliye politikası üzerinde bir önceki krizin yarattığı sınırlarlar henüz kalkmamışken ABD ekonomisinde yaşanabilecek yeni bir ekonomik kriz, dünya ekonomisinin önceden tahmin edilemeyen bir alana gireceği anlamına geliyor.
Türkiye’de mayıs ve ağustostaki kur atakları döviz kriziyle sonuçlandı. Bu, krizin ilk aşaması olarak görülebilir. İkinci aşama, döviz krizinin etkilerinin ekonomiye yayılmasıyla ortaya çıkan enflasyonun patlaması ve firma iflasları olarak yaşanıyor. 31 Mart sonrasında, sert bir kemer sıkma programı üçüncü aşamayı oluşturabilir.
Yükselen piyasaların düşüşü
2018, yükselen piyasa ekonomilerinin düşüş yılı oldu. Arjantin ve Türkiye’deki[13] ekonomik krizler kadar olmasa da Brezilya ve Hindistan’da ekonomik yavaşlama tehlikesi, siyaseten aşırı sağ siyasetin yükselişi eşliğinde gerçekleşti. Özellikle ekonomik büyümesi uluslararası sermaye girişlerine bağlı olan Türkiye gibi ülkeler için 2019 zor bir yıl olacak.
Bunun bir yanında Avrupa’da belirginleşen ekonomik durgunluk beklentisi ile ABD’de yeni bir finansal kriz endişesiyle faiz artışlarının yavaşlaması gibi etkenlerin, daralan küresel likiditenin yeniden gevşetilmesi ya da en azından daralmanın durdurulması ihtimalinin artması var. Eğer bu olasılık hayata geçerse, Türkiye gibi ülkelere para girişi süreceğinden, ekonomik zorluklar kısmi olarak ertelenebilir. [14]
Ancak madalyonun diğer yüzü de var. Eğer merkez kapitalist ülkelerde bir yavaşlama ve hatta duraklama gerçekleşecekse, yükselen piyasa ekonomilerinin bundan olumsuz şekilde etkilenmemesi mümkün değil. Özellikle ihracatın daralması ihtimali gerçekleşirse, bu durum zaten ekonomik kriz yaşayan Arjantin ve Türkiye ekonomileri için yıkıcı olur.
Bağımlı finansallaşma ve döviz-faiz kıskacı
Bu çelişkili tablo içerisinde Türkiye ekonomisi, uzun süredir ertelenen krizini yaşamaya başladı. 2018-2019 ekonomik krizi, 2001 krizi sonrası pekiştirilerek uygulamaya konan bağımlı finansallaşma modelinin, yani birikim modelinin krizi.
Bağımlı finansallaşma, üretim yapısının ithalata, ekonomik büyümenin de sermaye girişlerine bağlı olduğu ve yüksek dolarizasyon yaşanan ekonomileri tarif etmek için kullanılan bir kavram. Bağımlı finansallaşmanın ekonomi yönetimini kilitleyen çelişkisi ise döviz-faiz kıskacı olarak ortaya çıkıyor: Ekonomik büyüme için faizlerin düşürülmesi, döviz şoklarını tetikliyor. Döviz şokları sonucunda da enflasyon kontrolden çıkma eğilimine giriyor. Bu durumda, enflasyonu kontrol altına almak için yeniden faiz artışı gündeme geliyor ve bunun sonucunda ekonomik yavaşlama gerçekleşiyor.
Türkiye’de mayıs ve ağustos aylarında yaşanan kur atakları, bir döviz kriziyle sonuçlandı. Bu, krizin ilk aşaması olarak görülebilir.
Krizin ikinci aşaması, döviz krizinin etkilerinin ekonomiye yayılmasıyla ortaya çıkan enflasyonun patlaması ve firma iflasları olarak yaşanıyor. Buna ek olarak eylül ayında gerçekleştirilen şok faiz artışıyla özellikle TL ile çalışan kredi piyasasında büyük bir çöküş başladı. 2019’un ilk ayları, yani yerel seçimler öncesindeki dönem, krizin ikinci aşamasına denk gelecek.
Krizin sonraki aşaması ise, krizin maliyetlerinin toplumsal kesimler arasında yatay ve dikey olarak nasıl dağıtılacağının netleşmesinin ardından hayata geçecek. Ekonomi yönetimi şimdilik banka sermayesi ile sanayi sermayesi, büyük sermaye ile küçük sermaye grupları arasında net bir tercih yapmadı. Zira bu tercih, bir tarafta konsolidasyon, diğer tarafta tasfiye üreteceğinden, seçimler öncesinde bu tip bir programın ortaya çıkması gerçekçi değil. O nedenle, 31 Mart sonrasında, sert bir kemer sıkma programının hayata geçme ihtimali, krizin üçüncü aşamasını oluşturabilir.
Krizin Türkiye’deki seyrinin nasıl ilerleyeceği, içeride giderek serleşecek olan sınıflar-arası ve sınıf-içi mücadelelerin nasıl sonuçlanacağı kadar, yukarıda özetlediğim kritik gelişmelerin nasıl şekilleneceğine de bağlı olacak. Ekonomi yönetiminin beklentisi, 2008 krizindeki formülün yeniden işlemesi. Yani, merkez ülkelerdeki krizin Türkiye gibi ülkeler için yeni ekonomik büyüme olanakları yaratması ihtimali, ekonomi yönetiminin en çok arzuladığı senaryoların başında geliyor. Ancak yukarıda da değindiğim gibi, AB’de gerçekleşecek bir ekonomik durgunluk, hatta bir daralma, aynı zamanda Türkiye’nin en önemli ihraç pazarının da daralacağı anlamına geldiğinden, “merkez ülkelerdeki krizler, çevre ülkelere yarar” yaklaşımı yanlışlanabilir.
Ekonomi yönetimi şimdilik banka sermayesi ile sanayi sermayesi, büyük sermaye ile küçük sermaye grupları arasında net bir tercih yapmadı. Bu tercih, bir tarafta konsolidasyon, diğer tarafta tasfiye üreteceğinden, seçimler öncesinde ortaya çıkması gerçekçi değil.
Merkezdeki boşluğu kim dolduracak?
Küresel finansal krizin üzerinden on yıl geçmişken, merkez kapitalist ülkelerde senkronize bir ekonomik büyümenin yaşanacağı beklentisiyle başlayan 2018 yılının sonuna geldiğimizde, bu olumlu havanın dağıldığını gördük. 2019’da ise büyük ihtimalle senkronize bir yavaşlamaya eşlik eden solo krizlere tanık olacağız. Solo krizlerin şimdiden tahmin edilebilir olanları Türkiye ve Arjantin ekonomilerindeki krizler.
Ancak, gerek Avrupa ekonomilerinde, gerekse de ABD’de giderek yoğunlaşan riskler, 2019’un dünya ekonomisi açısından sancılı geçeceğine işaret ediyor. 2008 küresel finansal krizi sonrasında, bizzat krizin patlak vermesinde etkili olan ekonomi politikalarının değişmeden uygulanmaya devam etmesi, yani neoliberal ekonomi politikalarındaki süreklilik, tüm dünyada siyasi merkezin çökmesi ile sonuçlandı. Bu ortamda tek bir ekonomik programa sahip olan merkez sağ ve sol partilerin farklı ülkelerde geniş toplum kesimlerince paylaşılan hoşnutsuzluğu giderebilmesi mümkün değil.
2008 krizinin hemen sonrasında gelişen nispeten sol içerikli isyan dalgası ciddi kazanımlar elde edemeyerek kısa sürede geri çekilmişti. Geçtiğimiz yıllarda ise sağ popülist hareketlerin yükselişiyle karşılaştık. 2019, merkez siyasetin çöktüğü bir ortamda buradaki boşluğun teorik ve pratik olarak hangi görüş tarafından doldurulacağı üzerine mücadelenin yoğunlaşacağı bir yıl olmaya aday.
Borçları artan, ancak gelirleri borçları oranında artmayan kesimler için isyan etmek giderek daha zorlaşıyor, borç bir sosyal disiplin aracına dönüşüyor.
Emek cephesinde durum
Dünya ekonomisinin önemli merkezlerinde ekonomik durgunluk eğilimlerinin güçlenmesi ile aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı ülkelerde krizlerin yaşanması şimdiye kadar –bazı istisnaların dışında– solun yükselişiyle sonuçlanmadı. Ender de olsa solun yükseldiği, hatta iktidara geldiği Yunanistan gibi örneklerde ise bu deneyimler genellikle hezimetle sonuçlandı.
Bunun nedenleri arasında sosyal demokratların neoliberalizmi kabullenmiş tutumları var. İtalya’daki koalisyon hükümetinin AB Komisyonu ile bütçe konusundaki uzlaşmazlığı sırasında sosyal demokratların uluslararası finans piyasalarının çıkarlarını savunacak bir tavır takınması, buna verilebilecek güncel örneklerden biri.[15]
Solun alternatif ekonomi politikaları formüle etmekteki tutukluğu gibi siyasi nedenlerin yanısıra, daha yapısal nedenler de var. Zira, yaklaşık kırk yıla yakın bir süredir uygulanan neoliberal politikaların en önemli sonucu, emek hareketini kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman da piyasa ilişkileri yoluyla güçsüzleştirmesi oldu. Örneğin, borçları artan, ancak gelirleri borçları oranında artmayan kesimler için isyan etmek giderek daha da zorlaşıyor, borç bir sosyal disiplin aracına dönüşüyor.
Ancak, emekçiler açısından tüm bu olumsuz tabloya rağmen, bazı çıkış noktaları halen mevcut. Örneğin neoliberal politikalar küresel ekonomik teknokrasi ya da tekil ülkelerin ekonomi yönetimleri tarafından halen hâkim ideoloji olarak görülse de, pek çok ülkede geniş halk kesimleri gözündeki inandırıcılığı giderek aşınıyor. Merkez siyasetlerin çökmesi, bunun sonuçlarından biri. Bu aşamada önemli olan, özellikle AB ya da Latin Amerika gibi bölgelerde uluslararası dayanışmanın güçlendirilmesi ve uygulanabilir bir alternatif ekonomik modelin formüle edilebilmesidir.
Türkiye’de ise önümüzdeki yılın emek mücadelesi açısından zorlu geçeceğini öngörmek güç değil. Toplu işten çıkarmaların başlaması ve yüksek enflasyonun sürmesi durumunda kitleselleşmiş bir emek mücadelesinin canlanması dahi mümkün olabilir. Ancak üçüncü havaalanı şantiyesinde gördüğümüz gibi, emek hareketindeki canlanma potansiyelleri ortaya çıktığı anda devlet en sert tedbirlerle bunların üzerine gitmekte tereddüt etmiyor.
Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemlerinden hareketle, Türkiye’de bu tip bir hareketin ortaya çıkmaması için halkı tehdit eden iktidar çevrelerine bakıldığında, mevcut yönetimin ekonomik krizden duyulan rahatsızlıkların toplu olarak ifade edilmesi ihtimaline dahi tahammülü olmadığı görülebilir. Bu durum, önümüzdeki dönemde rejimin daha da otoriterleşmesinin temel dinamiği olacaktır. Emek hareketinin bu sıkışmışlığını aşması, ancak otoriterlik karşısında demokrasi ve kriz karşısında ekmek mücadelesini birleştirebilecek bir hattı inşa edecek siyasi irade ile mümkün olabilir.