Olağanüstü bir tecrübeden, bambaşka bir dünyadan “normal” hayata, evine dönmek nasıl bir his, neler değişti?
Zeynep Alpar: Adana üzerinden, Adana’da bir gece kalarak eve aşamalı döndüğüm için dönüş çok sert olmadı. Böylece, İstanbul’a dönmeden önce yıkılmamış bir şehir gördüm. Antakya’da elektrik yok, su yok, enkaz haline gelmemiş yer yok. Adana’da üstünde çatı olan bir yerde uyudum, duş aldım, yani sahadaki halimle gelmedim eve. Yıkık olmayan binalar arasında otobüslerin işlediği, dükkânların olduğu sokaklar gördüm. Tuhaf geliyor. Antakya’da beraber çalıştığım Hollandalı kurtarma ekibinden arkadaşlarla bir şey almak için bir AVM’ye girdik. Onlar da “Enkazın içinde nasıl davranacağımızı biliyoruz, ama şu an burada sudan çıkmış balığa dönmüş durumdayız” diyordu. Evime geldim, her şey yerli yerinde duruyor. Günler sonra yatağıma yatınca, ne kadar çok insanın bir daha yatağında uyumayacağı geçti zihnimden. Depremden bütün aile sağ çıkmış olsalar bile, Antakya’da yaşamış yüz binlerce insan bir daha evinde kalamayacak. Hatırası olan eşyaları, çocukların oyuncakları, asıl önemlisi sevdikleri insanlar… Çoğunu bir daha hiç görmeyecekler. Hepimiz için, belki yapabileceğimiz en iyi şey, bir daha çocuklarına sarılamayacak insanları düşünerek sevdiklerimize sarılmak. Anneme, babama, çocuklarıma sarılırken ne kadar çok insanın bir daha bunu hiç yapamayacağı geçiyor zihnimden.
6 Şubat’ta, deprem olduğunu öğrendikten sonra günün nasıl geçti? Çevirmen olarak deprem bölgesine gitmeye nasıl karar verdin?
Aslında karar vermedim. Bir şey düşünmedim. Öyle aktım. Sabah 6-7 gibi Whatsapp gruplarından depremden haberim oldu. 7,8 büyüklüğünde olduğunu, uluslararası yardım çağrısı yapıldığını duydum. “Korkunç bir felaket bu, bir şey yapmak gerekecek, ama şu anda bir şey yapamayacağıma göre en iyisi uyumaya çalışayım” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Uyumadan önce de çevirmenlerin olduğu bir mail grubuna “Deprem bölgesine gelecek uluslararası ekiplerin çeviri desteğine ihtiyacı olacaktır. Biz ne yapabiliriz?” diye yazdım. Biraz uyuyup kalktıktan sonra hiçbir şeyden haberi olmayan iki çocuğuma olan biteni anlattım. Bu arada, sahada çalışabilecek çevirmenlerin oluşturduğu Whatsapp gruplarına dahil oldum. Yaşadığım Heybeliada’da Mahalle Afet Gönüllüsü (MAG) ve Orman Gönüllüsü eğitimi almış olmam deprem bölgesinde çeviri yapacaklar arasına girmemde etkili olmuş olabilir. Gideceklerin yanlarında götürmesi gereken eşyaların listesini gönderdiler: kışlık çadır, uyku tulumu, baret, uygun kıyafet, ilk yardım çantası… Akşam 6 buçuk civarında, “İki saat içinde Sabiha Gökçen’e gidebilecek olanlar gelsin” diye bir mesaj geldi. Bunun üzerine, dahil olduğum başka Whatsapp gruplarına “Kışlık çadır ve uyku tulumuna ihtiyacım var, bulunabilirse sahaya gitmek istiyorum” yazdım. Arkadaşlar sayesinde eksikleri tamamladım, bir arkadaşımın hiç tanımadığım arkadaşları bana hem çadır ve uyku tulumu verdi, hem de beni Sabiha Gökçen’e bıraktı. Saat 8 buçukta havaalanına yetiştim, ama çevirmen grubunda benden başka kimse oraya gelememiş. Bu organizasyonu yapan arkadaşımı aradım, “Uçağa bin, Adana’ya git” dedi. Sabiha Gökçen’de “çevirmen olarak uluslararası ekiplere katılmak üzere Adana’ya gidiyorum” deyince beni Genel Havacılık diye bir yere yönlendirdiler. Orada AFAD’dan bir görevli insanları uçağa alıyordu. Ne adımı sordular ne kimliğime baktılar ne bir kayıt yaptılar. “Tamam, şöyle geçin” diye uçağa gönderdiler. Dolmuş gibi uçak kaldırıyorlardı. Uçağın kalkması, Adana havalimanının yoğunluğundan dolayı bir süre havada dolanması derken, gece 12 civarında Adana’ya indik.
Bu arada, evimden çıkıp deprem bölgesine gidene, sonra da evime dönene kadar hiç para harcamadım, paranın geçmediği bir dünyaydı, en azından benim için.
Whatsapp grupları inanılmaz faydalı oldu, telefonunun, bilgisayarının başında, oradan oraya bilgi gönderen insanların yaptığı iş kurtarma ağının gerçek bir parçası. Bu gönüllü insanlar, gruplar bağımsız ya, kimseden onay ya da talimat alması gerekmiyor. Böyle kurulan ağlar tıkır tıkır işledi.
Uçakta kimler vardı?
Deniz kuvvetlerinden askerler bindi, çok sayıda sağlıkçı vardı. Üzerlerinde çeşitli arama-kurtarma ekiplerinin kıyafetleri olanlar da vardı. Hep gönüllüler. Sağlıkçılar normal bir çantayla, ceketle gelmişler, ellerinde birer baret. “Bir hazırlığınız, çadırınız, uyku tulumunuz falan yok mu?” diye sordum. “Hayır” dediler. “Nerede uyuyacaksınız?” Sağlık Bakanlığı “Uykusuz ne kadar dayanabiliyorsanız dayanın, sonra geri döneceksiniz” demiş.
Sağlık Bakanlığı sağlıkçılara kendi ihtiyaçlarını karşılayacak ekipman vermediği gibi, hiç değilse çevirmenlerin yaptığı kadarını yapıp gerekenleri temin etmeleri konusunda uyarmamış bile, öyle mi?
Benim gördüklerim öyleydi. Bu kadar çok ölmemizin nedenleri buralardan başlıyor bence. Devletin vatandaşlarına hizmet verecek olan kendi vatandaşlarına yaptığı muamele bu: “Git, uykusuz, soğukta ne kadar çalışabiliyorsan, çalış.” Can kurtarmaya gönderiyorsun, gönderdiğin kişi de bir can. Dönüşte karşılaştığım bir başka sağlıkçı “Keşke yanımıza ilaç alsaymışız, orada ilaç bulamadık” dedi. Türkiye’den en iyi koordine olmuş ekipler bağımsız sivil gruplardı.
Whatsapp grupları inanılmaz faydalı oldu, onlardan çok iyi bilgi aldım. İstanbul’da ya da başka yerlerde telefonunun, bilgisayarının başında, oradan oraya bilgi gönderen insanların yaptığı iş kurtarma ağının gerçek bir parçası. Bu gönüllü insanlar, gruplar bağımsız ya, kimseden onay alması gerekmiyor. Böyle kurulan ağlar tıkır tıkır işledi, çok daha iyi koordine oldular.
Deprem boyunca sık sık duyduğumuz “yukarıdan talimat bekleme”nin olmamasının yarattığı fark…
Evet, bu çok önemli, oradan izin almak, buradan onay beklemek, talimat almak yok… Güven çok önemli bir şeymiş. İnsanın kendisine ve başkalarına güvenme zorunluluğu. “Ben bu eksiği gördüm, teyit ettim” dediğinde birisi, bunu okuyan o gruptan bir başkası “Doğru mu, ben de bir daha teyit edeyim” demiyor. Gruptakiler birbirine güveniyor ve herkes yapabileceği bir şeyi üstlenerek hızla bağlantı kuruyor. Bir çevirmen grubunun yapabildiğini devletin koordinasyonu yapamıyor. Birileri, afet halinde ben ne yapabilirim, mesleğim ne işe yarar diye önceden düşünmüş, çevirmen grubunu da bunu düşünmüş olanlar yönlendirdi. MAG da tam olarak bu durumlar için kurulmuş, hazırlıklı bir grup. MAG eğitiminde bizi oluşturulmuş bir enkazın içine sokmuşlardı. Üç ayrı noktadan ses alacaksın, enkaza nasıl gireceksin, enkazın içinde sürünmen gerekiyorsa ne yapacaksın, aldığın eğitim hangi hasar derecesindeki binaya girmene izin veriyor? Bunları bize öğrettiler. Sonuçta, giderken ilk şaşırdığım şey sağlıkçıların bölgeye nasıl gönderildiğini görmek oldu. Bayılıncaya kadar çalışacak ve döneceklerdi. Böyle görevlendirilmişlerdi.
MAG ve orman gönüllüsü eğitimini niye almıştın, neden böyle bir ihtiyaç duymuştun?
Adada oturmasaydım, böyle özel bir duyarlılığa sahip olup da eğitim alır mıydım? Herhalde almazdım. Deprem, sel, yangın, bütün afetler hakkında eğitim almış, bu konularda sürekli kendini geliştirmek gibi bir kabiliyeti ve deneyimi olan bir arkadaşımız, komşumuz var. Sanırım beni ve adadaki diğer arkadaşları o toparlayıp MAG eğitimi almamızı sağladı. Kırk yaşındayım, kırk yıldır Türkiye’de yaşıyorum, bir deprem ya da başka bir felaket olduğu zaman devletten müthiş bir organizasyon beklememem gerektiğinin farkındayım. Ne yapacaksak kendimiz yapmamız gerektiğini biliyorum. Bu yüzden mahallemde MAG eğitimi düzenlenince tabii ki katıldım.
Birlikte çalıştığın Hollandalı kurtarma ekibiyle Adana’da mı buluştunuz?
Adana’da uçaktan inince çevirmenlerin kurduğu masaya gittim. Sabah iki kişinin kurduğu masaya, sahada çalışmak üzere ulaşan ilk çevirmen ben olmuşum. İstanbul’daki diğer arkadaşlar yeni havaalanından yola çıkmış, benden daha sonra varabildiler Adana’ya. Benden kısa süre sonra Hollanda ekibi Adana’ya indi. Altmış beş kişilik bir ekip. Ekipten altı kişiyse malzemelerle birlikte başka bir uçakla gelecekti.
Bir arama-kurtarma çalışması için bu kalabalık bir ekip mi?
En kalabalık ekip değildi. Ağır, orta ve hafif arama ekipleri var. Hollanda, bildiğim kadarıyla, Antakya’ya ilk giden iki ağır arama-kurtarma ekibinden biriydi. Diğeri de İsviçre’ydi. Onlar bizden hemen önce Adana’ya gelmişti. O ekipte İsviçreli bir Türk olduğu için çevirmene ihtiyaçları yoktu. Biz Adana havaalanındayken Çekya ve İsrail ekibi vardı, sonra Ruslar, Sırplar, Azeriler geldi.
Yurtdışından gelen ekipler deprem gününün akşamı Adana’ya ulaşmıştı, öyle mi?
Pazartesiyi salıya bağlayan gecenin ilk saatlerindeyiz. Depremden 18-20 saat sonra bu ekipler yanlarında köpekleriyle, hazır olarak Adana’daydı. Ağır arama-kurtarma ekipleri büyük iş makineleri hariç her türlü donanıma sahip ekipler, demiri kesecek malzemesi de var, jeneratörü de. Hollanda ekibinde askerler, itfaiyeciler, polisler, sağlıkçılar vardı, biri cerrahtı. Lojistikçiler vardı, koordinasyon yeteneği çok yüksek insanlar, iletişimden sorumlu olanlar, köpekle arama yapanlar vardı. Aslında 150 kişilik bir ekip. Ekibin beş sabit elemanı var. Bunların biri eğitim veriyor, biri lojistikle ilgileniyor, vesaire… Bu sabit kadronun dışındakiler ekiple eğitim alıyor. Her görev pozisyonu için üç kişi var, afet olduğunda bunların biri müsait değilse diğerine ulaşılıyor. Buraya gelen bu altmış beş kişinin bir kısmı birbirini önceden tanıyan, daha önce başka afetlerde birlikte çalışmış insanlardı. Bir kısmı da ilk defa bir afet bölgesine geliyordu. Bir kısmı ilk defa deprem görüyordu, ama aralarında daha önce mesela Pakistan ve Nepal depremlerine gitmiş olanlar da vardı.
AFAD, uluslararası protokole göre, yabancı ekiplere tır ve otobüs verecek, biz de bölgemize gideceğiz. AFAD görevlisi “Araç yok” diyor. Malzemeler için tır lâzım. AFAD tır ayarlayamıyor. Hollanda ekip şefi “Daha ne kadar kalacağız burada, 12 saat mi bekleyeceğiz?” diyor. AFAD görevlisi gayet sakin, “Olabilir” diyor.
Kadın-erkek oranı nasıldı ekipte?
Erkekler biraz daha fazla olmakla beraber çok sayıda kadın vardı. Kadınların hemşirelik ve benzeri işler yapmasına alışığızdır ya, hayır, öyle değildi. Mesela koordinasyon sorumlularından biri bir kadın yarbaydı. Son derece iyi bir iş bölümüyle çalışıyorlardı, kısaca ofis çadırı diyeceğim “operasyon merkezi”nde gece-gündüz mutlaka birileri oluyor, vardiyaları birbirlerinden devralarak sürekli iletişim ve koordinasyon sağlıyorlardı.
Adana havaalanına, Hollanda ekibine dahil olmana dönelim…
Hollanda ekibi geldiğinde ilk kayıtlarında onlara eşlik ettim. Hemen problemler çıkmaya başladı, ben de onları çözmeye çalıştım. INSARAG (Uluslararası Arama Kurtarma Danışma Grubu) protokolüne göre, bir ülke uluslararası yardım istediği zaman, yardım getiren ülkelerin ekipleri bütün teçhizatlarını kendileri hazırlıyor. Yardım isteyen ülkeden aldıkları üç şey var. Biri, koordinasyon, yani nerede görevlendirilecekleri. İkincisi, ekibin ve malzemelerinin ulaşımı, nakliyesi. Üçüncüsü, çevirmen. Hollanda ekibi Adana’ya geldiği zaman nereye gideceğini bilmiyordu. Önce Antep dendi. Sonra AFAD bizi Antakya’ya yönlendirdi. Pazartesi gündüz saatlerinde Antep’ten, başka yerlerden ihtiyaçlarla ilgili bilgi geliyordu, ama Antakya’dan gelen hiç mesaj görmemiştim. O yüzden, herhalde Antakya’da durum berbat diye düşünmüştüm. Depremin ovayı kötü vurduğunu tahmin ediyordum. O ilk gece gelen bütün uluslararası ekipleri Antakya’ya yönlendirdiler. Hollanda ekibi, köpekler dahil, bir uçakla gelmişti. Fakat 15 ton, 75 metreküp malzeme başka bir uçakla geliyor. O uçak da Adana’ya inecek, sonra AFAD, INSARAG’a göre yapması gerektiği şekilde bize tır ve otobüs verecek, biz de bölgemize gideceğiz. Daha doğrusu, böyle olacağını zannediyoruz. AFAD görevlisine gidiyorum. “Araç yok” diyor. Gece yarısını geçmiş, saat 2 suları. Normal hayatımda ekoloji konularını da takip ediyorum. O alandaki gruplardan tanıdığım, becerikli olduğunu bildiğim bir arkadaşımı aradım: “Adana’da bu gruba ulaşım ayarlayabilmek için ne yapabilirim?” Bana Adana Büyükşehir Belediyesi’nden üst düzeyde bir yetkilinin telefonunu verdi. Onu aradım. Hemen başka biri beni geri aradı: İrfan Irmak, Adana Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı, Eğitim ve Spor Daire Başkanı, kısa süre içinde havaalanına geldi. Uluslararası ekiplerin ulaşım ihtiyacı olduğundan Adana Belediyesi böylece haberdar oldu. Daha sonra, biz Antakya’dan ayrılırken İrfan Bey yolcu etmeye geldi. “Yardım ettiğim ilk ekip sizdiniz” dedi, bizden sonra beş bine yakın kişiyi sahaya göndermiş Adana Büyükşehir Belediyesi. Anladığım kadarıyla, AFAD onlara “Buraya uluslararası ekipler geliyor. Buranın büyükşehir belediyesi olarak ulaşımda sizinle koordine olalım” dememiş. Büyükşehir belediyesi bize, yani Hollanda ekibine, üç belediye otobüsü gönderdi. Bu sorun aşıldı. Ama daha büyük bir sorun yaşadık. Malzemeleri taşıyan kargo uçağı Adana havaalanına indirilmedi.
Nasıl?
Adana Belediyesi’yle otobüs meselesini çözdükten sonraydı galiba, havaalanındaki çevirmenler “Sen bu ekiple gitmek istersen git” dedi. Onlara “Beni alır mısınız?” diye sordum, “gel” dediler. Böylece ekibe dahil oldum. Antakya’ya gideceğimiz netleşti. Otobüs şoförleri geldi. Malzemeler için tır lâzım. AFAD tır ayarlayamıyor. Hollanda ekip şefi “Daha ne kadar kalacağız burada, 12 saat mi bekleyeceğiz?” dedi. AFAD görevlisi, gayet sakin, “Olabilir” diyor. Bu arada, bizim ekiptekiler radardan kendi uçaklarını izliyor. Uçak Adana’ya inmesine on dakika kala, yön değiştirdi, Antalya havaalanına doğru gitmeye başladı. Hemen yine o AFAD görevlisine gittim, “Bu uçak Antalya’ya inerse saatler kaybederiz, Adana’ya gelmesi lâzım” dedim. Görevli, “telefondayım” dedi, oyaladı bizi. Bunun üzerine, çaresizlikle havaalanındaki başka bir memura gittim. “Ben Hollanda ekibinin çevirmeniyim. Adana’ya inecek uçağımız Antalya’ya gidiyor. Bunu çevirmemiz lâzım” dedim. Adam derhal yerinden kalktı, koştu. Bana “Ekipten birini çağır” dedi. Ekip liderlerinden biriyle birlikte, havaalanında normalde yolcuların geçmediği kapılardan, koridorlardan geçtik, bariyerlerden atlayıp bir masaya gittik. Uçak Adana’ya geri dönsün diye beni kuleyle konuşturdular. Ama o arada uçak Antalya’ya indi. Kuledekilere “Bu kargo uçağının derhal Adana’ya gelmesi lâzım” dedim. “Adana’da pistte yer açılır açılmaz göndeririz” dediler.
Adana’da o kadar büyük bir yoğunluk vardı, öyle mi?
Pistte yer olmadığı hem doğru hem yanlış. Pistte neden yer yok? Çünkü gelen uçaklardan malzeme indirilemiyor. Uçakların malzemeleri boşaltacağı tır yok, o yüzden uçaklar pistte kalıyor, geri dönemiyorlar. Bu bir sebep, ama sonra başka bir sebep daha olduğunu anlayacağız. O arada AFAD’a gittik. AFAD’çı bizim kargo uçağının Maraş’a ya da Elazığ’a indirileceğini söyledi. Yolların hali malûm, oraya gitmemiz mümkün değil. Hollanda ekip şefi bana “Sen çok nazik davranıyorsun, teşekkür ederiz, ama durumun ciddiyetini anlamaları lâzım. O uçak buraya inmiyorsa, geri döneriz” dedi. Bunun üzerine AFAD’a “Diplomatik kriz çıkarmak üzeresiniz, yardıma gelen Hollanda ekibi çok güçlü bir ekip, geri giderse büyük problem olur” diye anlattım. Diğer yandan Hollanda askeri ataşeliği devreye girdi, uçak Adana Havaalanı’na inemiyorsa İncirlik Üssü’ne iniş izni almak için. Nihayet, AFAD yetkilisi de Ankara’yla konuşup “Adana veya İncirlik olabilir” dedi. Bu arada havalimanındakiler piste bakıyor, o kadar da dolu değil, ama arama-kurtarma ekipleri inmez oldu. “Hacılar gelecekmiş, pisti onlar için boş tutuyorlar” diye bir konuşma duydum. AFAD’çıya “Hacılar gelecek diye mi uçakları indirmiyorsunuz?” diye sordum. “Zeynep hanım, siz çok negatif düşünüyorsunuz, yok öyle bir şey. Hacılar altı saat önce geldi, gitti” dedi. Yarım saat sonra büyük bir kalabalık indi. Gittim, sordum, “Hoşgeldiniz, nereden geliyorsunuz?” “Medine’den, Umre’den” dediler, birisi arama-kurtarma için gelen ekibe teşekkürlerini iletti. Belki onların içinde de yakını depremzede olanlar vardı. Onların uçağı inene kadar, yardım uçakları indirilmedi. Halbuki pekâlâ o insanlara “depremden dolayı Adana havaalanında arama-kurtarma ekiplerinin uçaklarına öncelik verilecek, sizi Ankara’ya, İstanbul’a indiriyoruz” denebilirdi. Umreden dönenlerin uçağına öncelik verenin Adana havalimanındaki yetkililer olduğunu sanmıyorum. O AFAD görevlisinin belki de haberi yoktu durumdan, zaten her şeyi Ankara’ya soruyordu. Sonuçta, birileri kuleye “O yardım uçaklarını Adana’ya indirmeyeceksiniz, umreden gelen uçağı indireceksiniz” diyor. Bu tercihi birisi yaptı. Bunu yapanların ortaya çıkmasını istiyorum. Bu talimatı verenlerin yüzlerce, belki binlerce insanın kurtarılmasını engellediği apaçık. Bu durum dehşete düşürdü hepimizi. Uluslararası yardım ekipleri gelmiş, havaalanında tır, otobüs bekliyorlar. Yardım uçaklarının havaalanına inmesine izin vermiyorsun, umreden gelen uçağı getiriyorsun ve, nasıl oluyorsa, onların otobüsleri hemen ayarlanıyor. Ama yardım ekiplerinin ulaşımı ayarlanamıyor. Dönüşte konuşurken Hollandalı arkadaşlardan birine “Salı günü öğleden sonra değil de, sabah 7’de Antakya’ya varabilirdik. Belki o zaman yirmi kişi daha kurtarılabilirdi” dedim. O da “Çok daha fazlasını çıkarırdık” dedi. Çünkü o ilk saatler, herkesin bildiği gibi, enkazlardan en çok canlı çıkan saatler. Bunlar işte delirtiyor insanı. Bunların hesabını sormamız gerekiyor. En azından, kurtarma ekipleri yerine umreden dönenlerin uçağına öncelik verildiğini herkesin bilmesini istiyorum, o önceliği kim verdiyse, önceliği isteyen kimse onların da ortaya çıkmasını çok isterim.
Deprem bölgesine ulaşmada sadece yabancı ekiplerin değil, Türkiye içinden gönüllülerin de çok bekletildiğini, önce bir yere, sonra başka bir yere gönderildiğini, bu yüzden özellikle ilk 48 saatin kaybedildiğini çok duyduk. Bölgedeki donanımlı askerlerin kurtarma faaliyetine seferber edilmemesi de çok dikkat çekti…
Antakya’da sadece Hollanda ekibinin değil, başkalarının da nasıl çalıştığını izleyebildiğim bir ortamdaydım. Enkazlarda en çok sorulan şeylerden biri köpek, biri termal kamera, biri de dinleme cihazıydı. Dönüş yolunda, Hollanda ekibinden ayrıldıktan sonra, Adana’da askerlerle çokça konuşabildim. Onlar da deliriyordu. Mesela, TSK’nın eğitimli, donanımlı, elinde her tür imkânı olan, hassas dinleme araçlarına sahip bomba imha ekipleri var ve birinci günden, ilk saatten itibaren “biz bölgeye gitmek istiyoruz” diyorlar. Ama izin verilmiyor. Orada rütbeliler de vardı, ben rütbeleri okuyamıyorum, ama içlerinden birine “Size izin verilmesini beklemeden askerinizi toplayıp yardıma gidemiyor musunuz?” diye sordum. “Burası ordu, bunu yapamayız” dedi. Çok üzgün ve kızgındılar.
Peki, Adana Belediyesi’yle görüşerek otobüsleri ayarladın, her yerle görüşüp kargo uçağının Antalya’dan gelmesini sağladınız; malzemeleri taşıyan uçak İncirlik’e mi indi?
Bizim ekip, Hollanda devletinin bağımsız bir bütçe verdiği bir arama-kurtarma ekibiydi, USAR-NL. Hollanda da NATO üyesi zaten, askeri ataşe devreye girdi ve uçağın İncirlik’teki NATO üssüne inmesini onlar hallettiler. Uçak İncirlik’e indi. Ama bize hâlâ tır lâzım. Adana Büyükşehir Belediyesi’nin gönderdiği otobüslerin şoförleri kendi tanıdıkları tır şoförlerini aradılar. Öylece bir tır geldi.
Yani ulaşım sorunu tamamen kişisel ilişkilerle, kişisel becerilerle, kısmen de tesadüflerle çözüldü…
Evet, AFAD Hollanda’dan gönderilen bu kadar önemli ve büyük bir ekibin ulaşımını sağlamadı. O kadar çaba olmasaydı kargo uçağını da bambaşka bir yere indirecekti. Havaalanında bizim ekipten biri AFAD görevlisine “12 saat mi bekleyeceğiz burada?” demişti ya, AFAD bunu “olabilir”, tahammül edilebilir bir şey olarak görüyor. Herhalde bizden de “tamam” dememizi bekliyordu. Ama ekip “O halde biz dönüyoruz” demeyi tercih etti. İncirlik’e gittiğimizde AFAD’ın da iki tır gönderdiğini gördüm, benim bundan orada haberim oldu. Böyle bir koordinasyonla, hepimize geçmiş olsun hakikaten. Fakat şunu da söyleyeyim, Antakya’da uluslararası ekiplerin yerleştiği Expo Fuar alanında tanıdığım AFAD’çı ise elinden geleni yapan, olmayanı oldurmaya çalışan, becerikli ve zaten oralı birisiydi. Kurumsal olarak, organizasyon olarak AFAD çökmüş bir yapı, AFAD’çıların çoğu Ankara’nın eli ayağı gibi davranıyor, ama içinde iyi niyetli, kullanabildiği kadar inisiyatif kullanmaya çalışan ve bu şekilde çok iş gören insanlar da var. Zaten sahada herkes herkesi görüyor, sürekli çabalayan insanların günden güne çöktüğünü görüyorsunuz, uykusuzluktan hepimizin gözleri kızarmış, kir pas içinde hep birlikte bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Sonuçta, pazartesi gecesi Adana’daydınız, salı sabahı Adana’dan yola çıktınız…
Sabah 7’de Adana havalimanından ayrıldık, İncirlik NATO Üssü’ne tırla gidip malzemelerimizi aldık, yükledik. Polis eşliğinde Antakya’ya doğru yola çıktık. Bunların hepsi gece yapılabilirdi tabii. Bazı yerlerde çok trafik vardı. Üç otobüs, üç tır öğleden sonra Antakya’ya vardık. AFAD Hatay Expo fuar alanını yer olarak göstermiş. Biz gittiğimizde Yunanistan’ın çadırı vardı. İsviçre ekibi gelmiş ve çadırlarını kurmaktaydı. Çadırlar kurulana kadar, belediye otobüslerinden birini birkaç saat daha orada tutup ofis olarak kullandık. Bizim ekip çadırı kurarken Yunanistan ekibi beni çağırdı. Ellerinde kâğıtlara yazılmış birtakım adresler vardı, bazı adreslerin yanında isimler de yazılıydı. O bilgileri Google Maps’te tespit edip oralara ekip gönderecekler, alfabe onlara yabancı olduğu için adreslerin yazımına yardım ettim.
Expo alanına nasıl yerleştiniz, o alanda ne gibi imkânlar vardı?
Orası herhalde fuar alanının otoparkı olarak düşünülmüş bir yer, yerlere beyaz çakıl taşları dökülmüş, ne olduklarını bilmediğim üç tane de hangar gibi yapı var çevrede. O kadar. Tuvalet, su, elektrik filan yok yani. Ama jandarma birkaç araçla oradaydı. Bizimkiler jandarmadan Antakya merkeze inmek üzere araç ayarlamamı söylediler. Biz ilk tespiti yapacak köpekli küçük bir ekiple jandarma aracına binip Antakya merkeze doğru yola çıktık. O esnada Hollanda hâlâ otobüste çalışıyordu. Sabaha karşı 3-4 gibi döndüğümüzde, Hollanda’nın bütün çadırları hazırdı. İki ofis çadırı kurmuşlardı. Ofis çadırlarından birini, gelen bütün ekiplerden temsilcilerle, AFAD’la da koordineli çalışacak bir uluslararası ekipler koordinasyon merkezi olarak düzenlemişler. Hollanda tabii ki jeneratörler, bunlara bağlı ısınma sistemleri getirmiş, AFAD da yakıt vermiş, dolayısıyla artık birkaç çadırda elektrik var, wi-fi bağlantıları olabildiğince kurulmuş. Diğer çadır Hollanda’nın kendi operasyon merkezi (Base of operations –BoO). “Dekontaminasyon” (pislikten, mikroptan arındırma) çadırı denen, insanların sahada çalışırken giydikleri kıyafeti değiştirebildikleri bir çadır da vardı. Bir-iki gün sonra tuvalet kurulumu için itfaiye gelince, itfaiyeden su alıp kocaman dörtgen kutulara su doldurdular, ayakkabıların ve bazı alet edevatın çamuru öylece temizleniyordu. Sabaha doğru sahadan döndüğümüzde ekiptekilerin yatıp dinlenmesi için beş-altı tane on kişilik büyük kışlık çadır, ayrıca köpeklerin çadırları kurulmuştu. Bu çadırların hepsi haritalanmıştı. Benim için de tek başıma kalabileceğim küçük bir kışlık çadır kurulmuş, haritanın üstüne de adımı yazmışlardı. Geldiğimde çadırım hazırdı yani.
Kurumsal olarak, organizasyon olarak AFAD çökmüş bir yapı, AFAD’çıların çoğu Ankara’nın eli ayağı gibi davranıyor, ama içinde iyi niyetli, kullanabildiği kadar inisiyatif kullanmaya çalışan ve bu şekilde çok iş gören insanlar da var. Zaten sahada herkes herkesi görüyor.
Bir de mutfak çadırımız vardı. Mutfak ve ofis çadırlarında sıcak hava üfleyen kalın bir boruyla oluşturulmuş ısıtma sistemi de kuruluydu. Yiyecek ihtiyacı önceden düşünülmüş. Yiyecekler, sulu yemek de dahil, plastik torbaların içinde. Bir kazanda su kaynıyor, torbaları sıcak su kazanına atıp ısıtarak yiyebiliyorsun. Günlük vitamin, kalori ihtiyacı hesaplanmış, beş bin kalorilik ordu kumanyası. Herkese on gün yetecek kadar getirmişler. Hatta ordu için hesaplanan miktar bize fazla diye, kumanyaları herkesin alabileceği şekilde dağıttılar. Bilmem kaç çeşit çayına, kahvesine, çorbasına ve tatlısına kadar her şey düşünülmüş, hesaplanmış. İçinde “helal” yemek, vejetaryen menüleri de var. Bunların hepsi Hollanda’daki arama-kurtarma ekibinin lojistik deposu tarafından hazırlanmış. Bu ince düşünceyi bütün insanlar, hepimiz hak ediyoruz. Keşke bizim kurumlarımız da bunu yapabiliyor olsa. Orada ekiplerin merkeze gidiş-gelişini sağlayan jandarmalarla da yakın ilişkimiz oldu. Otuz saat uykusuz, yirmi saat aç halde çalışıyor, bizimle birlikte sahaya gidip geliyorlardı. Bu şekilde görevlendirilen insanların doğru dürüst uyumasını sağlamaya çalışıyordu komutanları. Ama ordumuz o insanlara bir yedek kıyafeti, bir uyku tulumunu, en azından ben oradayken, bir haftadır sağlayabilmiş değildi. O jandarma askerlerinin hepsi üzerlerindeki üniformayla, kafalarını direksiyona dayayıp uyuyordu. Depremzedelere yardım için gelen battaniyelerden bir-iki tane almışlar, asla yetmiyor. Yani paylaşılan bir sefalet vardı. Ama birileri daha enkazdan canlı çıksın diye herkes canla başla çalışıyordu.
Hollanda ekibinin çadırları arasında revir ya da sağlık çadırı da var mıydı?
Bir medikal çadırı da kurmuşlardı. Büyük miktarda tıbbi ekipman getirmişlerdi, daha çok ilk müdahaleye yönelik. Daha sonra, mesela UMKE’nin (Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi) bir çocuğun kolunu kesmesi ihtimali ortaya çıktı, gerekmedi neyse ki. Bu tür müdahaleleri yapabilecek cerrah ve doktor bizim ekipte mevcuttu. Onların şöyle kuralları varmış, sahaya götürülmüş olan tıbbi malzemeyi, ilaçları Hollanda’ya geri götürürlerse, bunlar imha ediliyormuş. “Bunları burada kime bırakabiliriz?” diye bana sordular. Hangi ekibin ihtiyacı var, araştırdım ve dönüşte iki ekibe bıraktık. Tamamen güven ilişkisi içinde, sözleşme filan yok. Malzemeler ve o ekiple beraber bir fotoğraf çekildi, o kadar. Bence en iyi işleyen şeylerden biri, hem uluslararası ekipler arasında hem de yerelde çalışan gönüllü gruplar arasındaki güven ilişkisiydi.
Deprem bölgesindeki en önemli sorunlardan biri de tuvaletti herhalde. Sizin kamp alanında tuvalet sorunu nasıl çözülmüştü?
Gelir gelmez ilk olarak jandarma komutanına “tuvalet istiyoruz” dememi istediler.
O alanın organizasyonundan jandarma mı sorumluydu?
AFAD ve jandarma. Aralarındaki yetki hiyerarşisini bilmiyorum. AFAD’ı görmüyordum ortada, belki de ilk günlerde Expo’da değil hep sahada olduğumdan. Yardımcı olmaya çalıştığını söylediğim AFAD’çıyı sonradan tesadüfen tanıdım. İlk çadırlar kuruldu, ertesi gün jandarmaya “Sekiz tane seyyar tuvalet istiyoruz” diye tekrar söyledim. “Elimden geleni yaparım” dedi komutan. Üçüncü gün iki tane tuvalet geldi. Hollanda ekibi “Biz bunları kullanmayalım, kendi malzememiz var” dedi.
Jandarma askerleriyle yakın ilişkimiz oldu. Otuz saat uykusuz, yirmi saat aç halde çalışıyor, bizimle birlikte sahaya gidip geliyorlardı. Ordumuz o insanlara bir yedek kıyafeti, bir uyku tulumunu, bir haftadır sağlayabilmiş değildi. Hepsi üniformalarıyla, kafalarını direksiyona dayayıp uyuyordu. Paylaşılan bir sefalet vardı.
Nasıl bir malzemeydi onlarınki?
Plastik kamp malzemesi, çadır malzemesi gibi bir şeyle iki tane kabin yapmışlar. Kabinlerin içinde ortasında delik olan bir kamp sandalyesi ve plastik poşetler var. Poşeti deliğe geçirip ihtiyacını görüyorsun, poşeti kapatıp çöp torbasına atıyorsun. Hollanda’nın sistemi buydu. Yadırgadım tabii. Ama gene de bu sistem iyi ki vardı. Erkeklere “Küçük tuvalet ihtiyaçları için bunu kullanmayın, doğaya gidin” dediler. Gece karanlıkta, mümkün olduğunda, kadınlar da o sistemi kullanmak yerine doğayı tercih ettik. Zaten bir süre sonra bütün tuvalet poşetleri bitti. Son iki günde, beş-altı kabinlik seyyar tuvaletler eklendi. Musluğundan su akan varil gibi bir şey koydular, uçaklardakine benzer bir şeydi. Çok güzel geldi, elimizi yıkayabildik. Onu hangi ekip getirdi, bilmiyorum, belki AFAD ayarlamıştır.
Antakya’da ilk genel manzara nasıldı, nasıl bir Antakya’yla karşılaştınız?
Salı günü hava kararmak üzereyken merkezdeki mahallelerden Armutlu’ya vardık. Bende bir arkadaşımın “Burada kesin canlı var” diye verdiği bir adres vardı.
Ekiplerin çalışacağı adresleri AFAD vermiyor muydu?
AFAD da veriyor. Ama uluslararası koordinasyon çadırında ekipler birlikte çalışıp Antakya merkezini A, B, C, D gibi bölgelere ayırdılar. Her mahalleyi bir ekip aldı. Hollanda’nın elinde iki mahalle vardı, onları bitirince başkalarına geçti. Tabii bu çok sıkı, sert bir sistem değil, başka bir yere müdahale edemezsin diye bir şey yok, ama senin asıl sorumlu olduğun bir mahalle var. Dolayısıyla, bir adres ihbarı geldiğinde, orada hangi ekip çalışıyor, biliyorlar. Ve oradaki ekip başkanının değerlendirmesi için, karar sorumluluğu onda olmak üzere ihbarı iletebiliyorsun. Doğrudan ihbarla ekibi eşleştirmeni sağlayan başarılı bir sistemdi. İlk saatlerde birtakım ekiplerle durum tespiti için biz sahadayken, merkezde kalanlar mahallelerin dağılımını yaptılar. Şehri gelişi güzel bölgelere ayırmıyorlar. Nereden o bilgileri edindiklerini bilmiyorum, ama bina yapısı, nüfusu vesaire hakkında verilere sahiptiler, ona göre çalıştılar ve iyi işledi diye düşünüyorum… Armutlu’ya gittiğimizde hava kararmak üzereydi. Oraya varan ilk ekiptik.
Yani, 7 Şubat akşam saatlerine kadar, yaklaşık 36 saatte, Armutlu’ya hiçbir ekip ulaşmamıştı, öyle mi?
Depremzedelerin kendi çabaları dışında hiçbir şey yapılmamış, en azından bizim gittiğimiz bölgeye henüz hiçbir ekip gitmemişti. Alfa ekibinin lideri Marco, köpeğiyle Laura ve birkaç kişi daha jandarmanın aracıyla gittik. Araçtan indiğimizde insanlar hemen başımıza toplandı. Ağlayarak, feryat ederek “şuraya gel, buraya gel” diye götürmek istiyorlar. “Sırayla hepsine bakacağız. Merak etmeyin. Biz keşif ekibiyiz. Buraya ekip göndereceğiz” diyoruz. Yanımızda müdahale ekipmanı yoktu. Nerede ne var görüp ekip yönlendirmek üzere gitmiştik.
O kadar saat sonra ilk defa bir arama-kurtarma ekibi gören insanlar bunun keşif ekibi olmasına bozulmadı mı?
O kadar yıpranmış, korkmuş, güvensiz durumda ki herkes, “Seninkine de geleceğim, biraz bekleyin” cevabını kabullenmekte zorlanıyor. Her tarafa çekmek istiyorlar. Ama şunu da söyleyeyim, bizi çekip götürdükleri her yere gittik.
Genel manzara nasıldı? Kurtarma çalışmaları başlamış mıydı?
Dediğim gibi, hiçbir ekip yoktu. Bizim gittiğimiz bölgeye varan ilk ekip bizdik. Çok sayıda tamamen çökmüş bina, az sayıda kısmen çökmüş bina var. Herhalde birkaç tane de hâlâ ayakta duran, ama mesela üstünde yarıklar olan, bir duvarı yıkılmış, asla içine girmemen gerektiği besbelli olan bina vardı. Ama hasarsız hiçbir bina yok, hafif hasardan bahsetmiyorum. Tamamen yıkık binaların bir kısmı yolların üzerine yıkılmış. Yani sokaktan yürürken bir çatının üzerinden geçiyorsun, sonra sokağa devam ediyorsun.
Hava nasıldı?
Soğuk. İlk gece çok yağmur yağmış. Biz gittiğimizde yağmur yoktu, sadece çok soğuktu. Ama o esnada havanın soğuk olduğunu düşünmüyorduk. Ona sıra gelmemişti. Ateş de yanmıyordu. İnsanlar kazma kürekle kurtarabildiklerini kurtarmışlar.
İş makinesi var mıydı etrafta?
Hayır, hiçbir şey yok. Hiçbir ekip yok.
Asker var mıydı?
Yok. Yok. Yok yani. Halk var sadece. Halk var, bir de biz geldik.
7 Şubat akşamı Armutlu’ya varan ilk ekiptik. İnsanlar ağlayarak, feryat ederek başımıza toplandı. O kadar yıpranmış, korkmuş, güvensiz durumda ki herkes, “Senin enkazına da geleceğim, biraz bekleyin” cevabını kabullenmekte zorlanıyor. Her tarafa çekmek istiyorlar. Ama bizi çekip götürdükleri her yere gittik.
Durum tespitini nasıl yapıyordunuz?
Biri bize bir yer gösteriyor, orada kim olduğunu anlatıyor. Bazılarında içeri seslenip konuşmak da mümkündü. Enkazlara girip Marco sesleniyor, ben çeviri yapıyorum. Sorular soruyoruz: Kaçıncı kattalar? Evin hangi bölümündeler? İçeride kaç kişi var? Ses gelmiyorsa, canlı var mı yok mu diye bakmak üzere köpek gidiyor. Sonra binanın üzerine sprey boyayla bir not yazılıyor. Hangi tarihte, saatte oraya gittiğimizi, içerideki canlı durumunu anlatan bir bilgi bu. Ekiplerin okuyabileceği, ama yerel halkın, benim anlamadığım bir kod sistemi. Ekipler oraya gelip çalışsın diye bir not bırakmış oluyoruz. Marco bunları koordinasyon merkezine de iletiyor. Bu şekilde birkaç enkaz gezdik.
Durumu tespit edip müdahale etmeden gitmek size zor gelmiyor muydu?
En zorlarından birini tam hava karardığı an gördük. Binada dört çocuk ve anne var. Baba o sırada orada değilmiş. Baba ve akrabalar diyor ki, “Ses vardı bir buçuk saat önce”. Nene çocukların isimlerini sayarak ağlıyor. En küçük çocuğun adı Umut, “Umut, Umut” diye ağlıyor kadın. Köpek soktuk enkaza. Canlı bulamadı. Bunu babaya söyledim. Marco bana tekrar tekrar “Gerçekten ses almışlar mı?” diye sor diyor.
İçeride canlı olduğu kesinse mi enkazda çalışma yapılıyor?
Öncelikler var. Kesin canlı olanlar öncelikli, belki canlı olanları bir sonraya bırakıyoruz. Kesin canlı olan ve 12 saatten kısa süreli bir çalışma sonucunda çıkarılabilirler öncelikli. Uzun işi olanlar da sonraya bırakılıyor. Bunu yapmak şart, çünkü imkân az. Bu yöntemi izlediğinde daha çok insanı kurtaracağını biliyorsun. Marco sordurdu: “Emin misin, bir buçuk saat önce ses duydun mu?” “Evet, duydum” dediler. Bunun üzerine, “Tamam, size güveniyorum. Ben burada canlı bulmasam da burayı canlı var diye işaretliyorum” dedi. Ve oraya ekip gönderilmesini istedi.
Köpeklerin enkaz altında canlı olup olmamasını tespit etmesi ne kadar güvenilir bir yöntem?
Büyük ölçüde güvenilir. Köpeklere verilen eğitimde canlı varsa havla, yoksa havlama deniyor. Hemen her ekibin içinde köpekli arama ekipleri var. O köpeklerin tasmalarında isimleri yazılı. Her birinin eşlikçisi yanında. Onlara sordum. Köpekler canlı bulamadıkları zaman üzülüyor mu diye. Öyle bir etkilenme olmadığını söylediler. Canlı birinin bulunması onlar için bir ödül değil.
Asfaltla konuştum. Sokak seviyesine, asfalta bağırıyorum. Çevredekiler söyledi, “Burada bir kadınla kızı var”. Kadının adı Zeynep, adaşım. Kadınla konuştum asfaltın içinden. Bina çökmüş. Onlar bodrum katında. Asfaltın altındalar.
Bizi yan yatmış bir binaya götürdüler. Sokaktan yan yatmış çatısını görüyoruz. Çatıda metal ayakların üzerinde ondülin gibi büyük bir levha, su depoları, güneş enerjisi paneli gibi şeyler var. O ondülin levha son derece tehlikeli bir şekilde duruyor. “Biz buradan üç kişi çıkardık, fakat içeride 13 yaşında bir kız var, onu çıkaramıyoruz” dediler. Oraya köpek soktuk, canlı olduğunu gördük. Buraya ekip gelsin diye notunu da yazdık. Canlı tespit ettiğimiz yerlerde, ayrılırken Marco hep “Buraya geri geleceğiz” diyordu. İlk başta inanmıyorlardı, ama sonra gördüler gerçekten sözümüzü tuttuğumuzu. “Siz de biz gelene kadar, bir iş makinesi bulabilirseniz bu çatıyı sökün, çünkü bu buradayken çalışmak tehlikeli” dedi. Oraya geri geldiğimizde kızı çıkarmışlardı.
O geceden birkaç şey daha anlatmak istiyorum. Sonra bizi bir yere daha götürdüler. Ben asfaltla konuştum. Bildiğimiz sokak seviyesine, asfalta bağırıyorum. Çevredekiler söyledi, “Burada bir kadınla kızı var”. Kadının adı Zeynep, adaşım. Kadınla konuştum asfaltın içinden.
Ne demek bu, nasıl?
Bina çökmüş. Onlar bodrum katında. Asfaltın altındalar. Binanın yıkıntısı var. Binada bir bodrum olduğuna ait hiçbir iz yok. Sadece mahallelilerin verdiği bilgi var. MAG’ın bir amacı, bir özelliği de budur. Mahalleliler o bölgeyi, nerede ne olduğunu biliyor. Uluslararası ekiplerin de, Türkiye ekiplerinin de değerlendirdiği en önemli bilgilerden biri bu. Mahalleli insanlar seni enkaza götürüyor, içeridekilerle ilgili bilgi veriyor. Zeynep’le konuştuğumda yanında on yaşında kızı vardı, “Kızımın durumu ağırlaşıyor” dedi. Marco çevredekilere “Şuradan delik açın, bu tarafa doğru kazın” diye tarif etti, kadına da nereye doğru yaklaşması, nasıl durması gerektiğini anlattık. Döndüğümüzde onlar Zeynep’i ve kızını çıkarmışlardı, ikisi de iyiymiş. Keşif ekibinin tespit yaparken basit durumlarda etraftakilere doğru uyarılar vermesi bile ciddi bir fayda sağlıyor. Marco’nun yönlendirmesi olmasaydı belki o anneyle kızını yine çıkarırlardı, ama belki de çıkaramayacaklardı.
Bunların hepsi hava karardıktan sonra yaşanıyor. Elektriğin kesik olduğu bir şehirde ortam nasıl? Aydınlatmayı nasıl sağlıyordunuz?
Bazı yerlerde tam karanlık. Bazı yerlerde arabalar geçiyor, onların ışıkları var. İlk gece sadece bir ateş gördüm, Armutlu pazar yerinde bir çöp tenekesinin içinde TKP’lilerin yaktığı ateşti. O karanlığın içindeki tek ışıktı bir süre. Pazar yerindeki TKP’lilerle ertesi gün konuştum. ODTÜ Dağcılık’tan insanlar vardı aralarında. Çok koordine ve çok iyi çalışıyorlardı. O gece ateşin yanına gitmedim. Depremzedelere ait bir şeyden yararlanmak gibi geliyor insana. Orada su vardı, kırmızı elmalar vardı. Ertesi gün kıyafet yardımını da örgütlü bir şekilde dağıttıklarını gördüm. Altı-yedi doktor da varmış. Yolun kenarında bir sağlık noktası oluşturmuşlar, insanlara ilk müdahale yapıyorlardı. Ellerinde hilti dahil alet-edevat var. Dağcılıktan ya da başka yerlerden tecrübesi olanlarla küçük ekipler oluşturmuşlar, bir yandan da arama-kurtarma yapıyorlardı. Son derece organize ve iyi bir ekipti.
O gece daha sonra, başka bir yıkıntı binaya gittik. Binanın birinci kat gibi görünen seviyesinde içeride bir adam kalmış, Ferhat Amca.[1] Mahalleliler binanın yan tarafından kızını çıkarmışlar. Adamla karısı içeride, karısı yaşamıyor muhtemelen. Ferhat Amca iyi, onunla konuşuyoruz. Fakat çıkamıyor. Tavanla zemin arasında bir metreden az boşluk kalmış, o arada bir yere sıkışmış, sokağa çok yakın bir yerden sesi geliyor, aramızda masa filan gibi birtakım ahşap eşyalar var. Burası biraz daha merkezi bir yerdi, dolaşan gönüllü ekipler ve İstanbul itfaiyesinden birkaç itfaiyeci geldi. Marco “Ekip beklemeye gerek yok, bir testere varsa şu eşyaları kesip adamı buradan çıkarabilirsiniz” dedi. Dediler ki, “testere yok”. Birisi ev tipi bir merdiven getirip dayamış oraya. Elimizde çekiçten başka bir şey yok. İtfaiyecilerle Hollandalılar, oradaki birkaç kişiyle birlikte, çekiçle vurarak aradaki şeyleri parçalayıp, adamı çekip çıkardılar. Birileri çarşaf getirdi, çarşafla yolun kenarına çektik. 112’yi aradık. Nereden, nasıl geldi bilmiyorum, ama 112 geldi, adamı götürdü. Yerde fotoğraflar vardı, ailenin fotoğrafları. Bizim ekipten bir arkadaş o fotoğrafları toplayıp bana verdi, “Aileden biri gelirse verirsin, onlar için önemli olacak” dedi. Sonra kızı geldi, ona verdim. Bir yandan babası kurtarılmış, diğer yandan annesine sesleniyor, ses yok.
Tespit için dolaştığınız ilk gece kısmi müdahalelerle ya da yol, yöntem göstererek de birilerinin kurtarılmasını sağlamışsınız…
Hollandalı arkadaşlar “Aslında biz birine burada canlı yok dediğimiz zaman bile yardımcı oluyoruz, en azından çırpınmaktan, o arada belki enkaz altında kalmaktan kurtarıyoruz insanları” demişti. Çok doğru. Onun için de çok teşekkür ediyorlar. Bir de bunu çok insani bir şekilde yapıyoruz. Bunu söylerken ekiptekilerin yüzündeki üzüntüyü onlar da okudukları için bir güven verdiğini düşünüyorum. Ayrıca, elimizden gelen her şeyi yaptığımızı görüyorlar. Bize kendileri de söyledi bunu. “AFAD da geldi, ama onlar sizin gibi bakmadı” dediler. Yapılacak bir şey olmadığını öğrenmek de insanlara bir çeşit huzur veriyor.
Kim bilir kaç kişi “Annemin, babamın cenazesini çıkarmak istiyoruz, yardım eder misiniz?” dedi. “Kusura bakmayın, biz canlılara odaklanıyoruz” deyince, “Tamam, haklısınız, teşekkür ederiz” deyip gidiyorlardı. İnsanlar çok saygılı, çok iyiydiler, dayanışma içindeydiler. Kendi kayıplarının acısına rağmen, başkalarına yardım etmeye çalışıyorlardı.
Yol göstererek kurtulmasına yardımcı olduğumuz bir kişi daha vardı, onu da anlatayım. Şubatın 7’sini 8’ine bağlayan gecedeyiz yine, bir yerlerde çalışırken, dinleme yaparken mutlaka birileri gelip “Benim babama, kardeşime de bak, ev hemen şurada” diyor. Gidiyor geliyor, başımızdan ayrılmıyorlar, ama mesela “Allah rızası için” falan demiyorlar, yalvarıp yakarmıyorlar, sıkı durmaya çalışıyorlar. Çok saygılılar, onlar için orada olduğumuzu biliyorlar. Yirmili yaşlarda, gözlüklü, uzun boylu, zayıf bir adam geldi, adı Murat. Bizi amcasının bulunduğu enkaza götürdü. Amerikan felaket filmleri, dünyanın sonu distopyaları gibi. Hiç ışık yok. Evlerin arka cephelerinin birbirine baktığı dar bir aralığa girdik. Etrafta telefon ışığıyla koşuşanlar, fenerle gezen gruplar yok, yoldan geçen araç yok, ambulans sesi yok. Ses yok. Işık yok. Sağlı sollu az veya çok yıkılmış, birbirinin üzerine doğru ya da ters tarafa yatmış binalar. Bir süre sonra sokak yıkıntılarla kaplanmaya başladı, evlerin üzerinden yürür olduk. Arada, arabaların üstünden de geçtik galiba. Uzun bir yolu böyle geçtik. Başımda baret vardı, ama tehlikeli bir yoldu hepimiz için. Murat, onun bir yakını, Marco ve ben. Köpek yok. Köpekliler başka bir yerde. Bir evin arka odası olduğunu anladığımız yerde, Murat amcasıyla konuşmaya başladı. Sesi duyuyoruz. Hangisi o bina, hangisi yan bina, onu anlattılar bize. Yatak odasının yerini, adamın nerede olabileceğini hesaplıyoruz. Adamın hangi duvarın arkasında olduğunu tespit ettik, ama bütün binalar yan yatmış. Bizim üzerinde yürüdüğümüz şey de içinde boşluklar olan bir enkaz. Marco “Burası çok tehlikeli bir yer, ben şu anda buraya ekip sokamam” deyince Murat’ın gözlerinden yaşlar akıyor, ama sıkı durmaya çalışıyor. Bizim ekipteki herkes de hislerini dışarıya belli eden, sakin, ama çok insan insanlardı. Marco birkaç farklı yerde “Yakınının burada olduğunu ve sağ olduğunu biliyorum, ama yardım edemeyeceğim” demek zorunda kaldı. Bunların hepsini ben çevirdim. En zor kısmıydı. “Ben buna şu anda bir şey yapamıyorum, ama” dedi, o “ama” demesi bence çok kıymetli bir şey. Murat’a “Ama sen burada çalışmak istiyorsan, ne yapacağınızı anlatayım” dedi. “Bu duvarı delmek için zeminin düz olması lâzım. Önce, buradaki dolap molap bütün eşyaları buradan at. Bak şu çatı parçasını kullanabilirsin. Burada düz bir zemin yaratacaksınız ki, o zemin üzerinden duvara yaklaşmak mümkün olsun. Sonra şu duvarda delik açacaksınız. Düz zemini yaratırsan, ben tekrar gelip bakacağım. Zemini yaptıktan sonra, başka bir ekip de çağırabilirsin. Çok dikkatli olun” dedi. Murat ağlayarak teşekkür etti ve hiç tereddütsüz, arkadaşıyla hemen başladılar çalışmaya. Oradan çıktıktan sonra, elinde kazma kürek, bazılarında baret de olan beş-altı gence rastladık. Marco’yla onları da oraya götürdük. Ertesi gün, başka enkazlara baktık, birilerini çıkardık…
Armutlu’da o çevreden ayrılmadan önce, Murat’lara tekrar gideceğiz. Yakında arabayı park ettik. Murat yanımıza geldi. Yüzü ışıl ışıldı. “Dediklerinizi yaptık, amcamı çıkardık, gel bak” dedi Marco’ya. Amcasını yeni çıkarmışlardı herhalde, kaldırıma yatırmışlar. Üzerine bir battaniye örtmüşler. Çok şaşkın görünüyordu. Murat’a çok benzeyen ince uzun bir yüzü vardı. Yaşlı bir adam. Kızıyla karısının ağızları kulaklarına varıyor. Adama bir serum bağlanmış. Allah bilir onu da TKP grubu yapmış olabilir. Belki de 112, belki UMKE, bilmiyorum. Kaldırımdan, adamın yanından bize mutlu bir şekilde el salladılar, iyi olduklarını gördük ve gittik.
Siz cansız bedenleri hiç çıkarmadınız, öyle mi?
Hayır. Bize kim bilir kaç kişi gelip “Annemin, babamın cenazesini çıkarmak istiyoruz, yardım eder misiniz?” dedi. “Hayır, kusura bakmayın, biz canlılara odaklanıyoruz” deyince “Tamam, haklısınız, kolay gelsin, teşekkür ederiz” deyip gidiyorlardı. Bizim bulunduğumuz bölgede insanlar çok saygılı, çok iyiydiler, dayanışma içindeydiler. Kendi kayıplarının acısına rağmen, başkalarına yardım etmeye çalışıyorlardı, böyle insanlar o kadar çok ki.
İyi biten bir müdahalemizi daha anlatmak isterim. Dik yokuşlu ya da merdivenli bir sokak. Yine bize “Burada canlı var” diyen birilerini takip ederek yan yatmış bir binanın bir yerinden girdik. Bizim ekiplerden birileri önce girmiş, sonra beni çevirmen olarak soktular. Eğilerek girilebilen bir merdiven boşluğu. Merdivenin demir korkulukları var. İçerde iki kişiler, ikisinin de sesini duydum, konuştum.
Biri 17, diğeri 28 yaşında, iki kuzen. Birinin annesi de ölü olarak yanlarında. Birinin kolu korkuluğa sıkışmış, onun için çıkamıyor. O çıkamadığı için arkasındaki de çıkamıyor. O anda iyi durumdalar, ama her sallantıda tavan biraz daha üzerlerine doğru inip sıkıştırıyor, tavana değiyorlar. Zor bir çalışma yeri. Başka ekipler nasıl yapıyor, bilmiyorum, ama bizim ekibimizdeki inşaat mühendisi bu nasıl bir yapıdır, buraya nasıl müdahale edilir, tespit etti. Kıza “Ekip burada, çıkaracaklar sizi, dayanın” dedik. Kız “Kesmeye başlarken haber verirler mi?” diye sordu. “Tamam, söyleyeceğim” dedim. Epey çalıştılar, demirleri kestiler, ikisini de çıkardılar. Bu arada iletişimin, çevirinin ne kadar önemli olduğunu da görüyorsun. Çünkü ben oraya gitmeden önce, bizim ekip oradakilerle İngilizce anlaşmaya çalışmış. Ben geldiğimde, bizimkiler “İçerdekiler ne kadar dayanabilir, bilmiyoruz. Biri 70’li, diğeri 80’li yaşlarda iki kişi var” dedi. Ben konuşunca yaşlarının 17 ve 28 olduğunu öğrendik. Bu önemli bir bilgi, 80 yaşında birini çıkarmaya hazırlanmak daha farklı olabilir.
İsmail dört gün yıkıntının altında babasının kucağında durmuş. Anneyle baba cansız çıkarıldı. Abiler sağ mı diye bekledik. Köpekler arama yaptı. Canlı yoktu maalesef. İsmail bütün ailesini kaybederek çıktı enkazdan.
Enkazdan genç birini ya da yaşlı birini çıkarmak gibi bir durumla, böyle bir tercih yapma zorunluluğuyla hiç karşı karşıya kaldınız mı?
Ben böyle bir şeye denk gelmedim. Sıraya koyuyorduk, ama hepsine baktık. Birini çıkardığımız için diğerini çıkaramama durumu ben görmedim. Ama canlı olduğuna dair bilgi olmayan yerlere gitmedik. Çevredekilere en son ne zaman ses duyduklarını hep ısrarla sorduk. Mesela en son önceki akşam ses duyulduğu söylenen yerlere, ev yakınsa gittik baktık, ama ev uzaksa bakmadık.
Sonraki günlerde de hep Armutlu’da mı çalıştınız?
Armutlu’da bakılabilecek her yere baktık. Dört ekibe ayrıldık, A, B, C, D, Alfa, Bravo, Charlie, Delta ekipleri. Diğer ekiplerde de bulundum, ama esas olarak Marco’nun ekibi Alfa’daydım. Sonraki günlerden birinde, dördüncü gün, artık iş makineleri çalışmaya başlamış, birçok ekip gelmiş, Sümerler mahallesinde bir apartmana gittik. Gündüz bu sefer. Büyük bir apartman. Üç-dört kişi canlı çıkmış, üç-dört kişininse cenazesi çıkarılmış, içeride cenazesi olanlar var. Kot farkı olan bir yer, binanın yarısı çökmüş, yer seviyesine gelmiş. Diğer üç-dört kat başka bir binanın üzerine yatmış. O bina da yıkık. Yıkılıp yer seviyesine gelen enkazın üstünden yürüyerek giriyoruz, sağımızda binanın yarı yıkık olan geri kalanı var. Solumuzda bize doğru yatık olan, üzerimize parçaların düştüğü başka bir bina var. Üzerinde yürüdüğümüz zeminde de odaların olduğu yerlerde boşluklar var. Bu arada depremler devam ediyor, altımızdaki zemin sallanıyor. Baran bey ve bir akrabası bize yer gösteriyorlar. Baran bey içeriye “baba” diye sesleniyor. Ben anladım enkazdakinin onun babası olduğunu, meğer Marco anlamamış. Adamın sesi net geliyor. Marco vücudunun bir yerinin ezilmiş olup olmadığını sordurdu. Hayır, değil. Yaklaşabiliyor mu? Hayır, çünkü dar bir alanda. Merdiven boşluğu olduğunu düşündüğümüz bir yerde. Bütün tehlikesine rağmen, Marco deliklere girilebildiği kadar giriyor her zaman. Aslında yakınsın, ama bina çalışılacak gibi değil. Yukarıdan mümkün değil, bodrum tarafından baktık, olmadı. Orada korktum, üzerimize yıkılabilecek gibi duran balkonların altından geçiyoruz. Her yolu denedik, çok katlı binada adam ortada bir yerde, çok yakın, fakat her taraftan müthiş engeller var. Baran beye Marco “Buraya ekip gönderemeyeceğim. Vinç lâzım, o da yok. Biz buraya ekip olarak giremeyiz. Ama siz çalışmak isterseniz, tuğlalar çok zayıf, isterseniz çekiç de kullanarak, tuğlaları tek tek atacaksınız. Ben yapamam, ama siz bu şekilde adama ulaşabilirsiniz” dedi ve gittik. Sonra yolda içerdeki adamın babası olduğunu söyledim. Çok etkilendi, gözleri doldu. “Kurtarmaya çok istekli bir komşu zannettim onu… Benim de babam olsa, bırakmazdım. Onu mutlaka kurtarır” dedi. Bence de Baran Bey kurtarmıştır babasını.
Deprem olduktan en geç kaç saat sonra canlı çıkardı sizin ekipler?
13 Şubat Pazartesi günü ayrıldık Antakya’dan. 12 Şubat Pazar gününe kadar sahada çalışmaya devam ettik, ama çıkardığımız canlı yoktu. 9 Şubat da çok kötü bir gündü. Canlı var diye gittikleri her yerden dört ekip de boş döndü. Bizim ekibin en son sağ çıkardığı kişi sanırım İsmail’di. 10 Şubat’tı.
İsmail’in kurtarılması nasıl oldu?
Hollanda’nın Bravo ekibinin müdahale ettiği bir kurtarma çalışmasıydı. Jandarma aracıyla gidip Delta ekibini bir yerden almıştık, dönerken bir çağrı geldi, biz de Bravo’nun yanına gittik. Sokakta aynı anda görebildiğin dört enkaz üzerinde çalışma yapılıyor o sırada. Caddede vinçler, kepçeler, çok sayıda ambulans bekliyor. Birileri yemek dağıtıyor. Çorba pişiyor. Bizim ekip çalışıyor, başka ekipler de var, UMKE gelmiş. İçeride bir çocuk olduğu bilgisi var elimizde. Çocuğun kolu sıkışık, UMKE kolu kesmek gerekebilir diye orada. Gördüğüm UMKE’ciler endişe içinde birbirlerinin beline, omzuna sarılmış olarak bekliyorlardı. Arada sırada yan taraftaki enkazdan “Sus” işareti veriliyor. Bütün araçların kontakları kapatılıyor, jeneratörler, kepçeler durduruluyor. Ses almaya çalışıyorlar. Sonra devam ediliyor. Aynı şey bizden de oluyor. Jeneratör çalıştığı sırada ekibin, içeride adının İsmail olduğunu söyleyen altı-yedi yaşlarındaki çocuğun kolunun üzerindeki bina parçasını kesmeye çalıştığını anladım. Ve sonunda bunu becerdiler. Yerde beton yığının içinden bakan bir yüz görüyorlar önce. Deliği genişletiyorlar, kolunu kurtarıyorlar, çocuğu çıkarıyorlar. Ailenin bir kısmı, herhalde amcalarıydı, onu orada bekliyorlardı. Yüzleri aşırı acılı bir grup. Az ileride, ceset torbası içinde iki cansız beden, üzerlerinde isimleri yazılı. Anne-baba adı aynı olan Suriyeli iki kardeş. Onların aileleri çıkacak diğer cenazeleri bekliyordu. Bir aile enkazlardan çıkarılmış koltuklara oturmuş, bekliyorlar. Bir ateş yakmışlar. Kafes içinde iki muhabbet kuşu. Onlar kurtarılmış. İnsanlar konuşmuyor. Duruyorlar öyle. Bekliyorlar. Yerde yardım kutuları. Birinin içinde açılmış bir cips paketi var. Kaç saattir sahadayız. Paketin içinden alıp cips yiyoruz. Sokak köpeği gibi. Sonunda, kolunu kesmek zorunda kalmadan çıkardılar çocuğu. Kimse Allahu ekber diye bağırmadı, alkışlamadı da… Gayet sakin bir şekilde ambulansa koyup gönderdiler. Bravo ekibi sonra bekledi. Çünkü İsmail’in arkasında babası var. İsmail’in olduğu katta, babası, annesi ve iki abisinin olduğunu öğrenmiştik. Çocuk çıkarıldıktan sonra, enkazda İsmail’in babasını gördüm. Başını görmedim, başı enkazın içindeydi, gövdeyi, iri ellerini, ayaklarını gördüm. Kıvrılmış, cenin pozisyonunda yatıyordu, kucağından almışlar çocuğu. İsmail dört gün enkazda babasının kucağında durmuş. Anneyle baba cansız çıkarıldı. Abiler sağ mı diye bekledik. Köpekler arama yaptı. Canlı yoktu maalesef. İsmail bütün ailesini kaybederek çıktı oradan.
Hollanda ekibinin çalışma tarzında diğer ekiplere göre önemli farklılıklar var mıydı?
Kıyaslama yapabilecek kadar gözlemlediğimi düşünmüyorum, çünkü tamamen yaptığım işe odaklı çalıştım. Hollandalı ekibin istediği şeyleri temin etmeye ve yapmaya gayret ettim. İkincisi de tabii sorunları, insanların söylediklerini doğru olarak çevirmek, aktarmak. Mesela sahadayken, telefonlar çalışmaya başladıktan sonra, başka illerdeki arkadaşlardan “Nerede çadır lâzım, ne gibi ihtiyaçlar var?” gibi sorular geliyordu. Bilmiyordum, takip etmiyordum. Odaklanmasaydım da herhalde yapamazdım. Orada çalıştığım süre boyunca, Adıyaman’da ne olduğunu, Malatya’da ne olduğunu bilmiyordum. Oralar için yapabileceğim bir şey yoktu. Ama Antakya’yı biliyorum. Hollandalı ekip bana çok faydalı olduğumu söyledi. Ben de öyle hissettim. İyi ki gitmişim. Bence onlar da birçok şey öğrendi. Bizim ekibe dair belki şunları söyleyebilirim. Ne yapmaları gerektiğini iyi biliyorlar. Risk almıyorlar. Risk almıyor derken kastım, tehlikeyi göze almamak değil, son derece tehlikeli yerlere girdiler. Ben de girdim beraber. Ama, “Burada ekip çalışamaz” denmesi gerekiyorsa, bunu diyorlar. Ve her zaman mutlaka açıklamasını yaparak, yönlendirerek, yol göstererek. İnsanlarla, aynı dili konuşmasalar da, çok güzel ilişki kurarak anlatıyorlar. O duygu geçiyor. Köpekle arama yapanlardan biri, Laura mesela, birinci günden itibaren bana şu nasıl denir, bu nasıl denir diye birçok şeyin Türkçesini soruyordu. İlk gece teşekkür etmeyi, canlı bulamadığında “çok üzgünüm” demeyi öğrendi. Dönerken, “rahmet ve sabır”ı da öğrenmişti. “Köpeğim burada canlı bulamadı” cümlesini orada bekleyen insanlara kendisi doğrudan söylemek istiyordu. O insani çabayı çok hissettirdiler diye düşünüyorum.
Antakya artık yok, tamamen bitmiş durumda. Antakya’da içine girilebilir bina kalmamış. Şehrin zengin veya yoksul birçok yerini gördüm, bir yandan da sosyal dokuyu tam seçemiyorsun artık, yok çünkü. Antakya’da yaşayan hiç kimsenin artık evi yok. Armutlu’da, uzakta dağlar, dağlarda karlar görünüyor. Orada yaşamak eskiden çok güzelmiş herhalde.
Bir kurtarma ekibi için en zor şey “Enkazda canlı var, ama biz bir şey yapamayız” kararını almak ve bunu söylemekti herhalde…
Evet, sanırım herkes için en zoru bu. Böyle zor anları çok yaşadık. Bir enkaz yakınında çırpınan bir adam “Şuradan iki yeğenimi kurtardım, ama iki yeğenim daha içeride” dedi. Hem de nasıl içerideler. Murat’ın bizi götürdüğü yıkıntı gibi. Yine gece, aynı mahalle. Oraya Marco beni götürmedi, kendisi gitti baktı. Sonra beraber geldiler. Marco’nun söylediklerini çevirdim. “Evet, içerideler, iki çocuk, iki kız, ama biz oraya giremeyiz.” Her zaman şunu söylüyordu: “Çok iyi çalışmışsınız. Elinize sağlık. Bu şekilde devam edebilirsiniz.” O enkazın kaldırılması için iş makinesi lâzımdı, ama oraya iş makinesinin girmesi mümkün değildi. Sonuçta, “Diğerlerini kurtardığın şekilde devam edebilirsin” dedik. Adam zaten baştan beri çok ağlıyordu, yanına birilerini alıp ağlayarak çalışmaya devam etmeye gitti. Ne yaptılar, bilmiyorum. İnşallah çıkarmışlardır.
Sosyal medyadan, Whatsapp gruplarından gelen “canlı var” ihbarları nasıl değerlendiriliyordu?
İlk iki gün internet ve telefon çekmediği için çok sayıda ihbarı kaçırdık. Ekiplere doğrudan bilgi geçilen düzenli bir sistem de yoktu. Sonra, bizim ekibin araç ihtiyacına destek olmak için İstanbul’dan gelen gönüllüler ve Hollanda ekibinden arkadaşlarla oturup konuştuk. Whatsapp gruplarından, güvenilir yerlerden bize gelen bilgileri filtre ederek sistemli bir şekilde aktarmanın bir yolunu oluşturduk. Bize gelen verileri, eğer yakın zamanda enkazda canlı olduğuna dair bir teyit içeriyorsa veya telefon edip bilgi alabiliyorsak, bir formata sokup uluslararası ekiplerin koordinasyonuna iletmek gibi bir ek görev edindik.
Koordinasyon Antakya’yı bölgelere ayırmıştı ya en baştan, biz de bu bölgelerin gösterildiği haritaya bakarak elimizdeki adresleri teyit edip enkaza dair içeride kaç kişi olduğu, en son ne zaman, ne şekilde temas kurulduğu, kurtarma için gereken malzeme, tam konum gibi bütün bilgilerle beraber ekiplerin çalışma bölgeleriyle eşleştirerek koordinasyona ilettik. Bu bilgi bölgede halihazırda çalışan kurtarma ekibine gönderiliyor, bilgiyi değerlendirme kararı o ekibin liderine bırakılıyordu. Bu şekilde yönlendirilen ekiplerden biri mesela altı kişiyi çıkardı. Dolayısıyla, bambaşka bir şehirde oturup o mesajları gruplara gönderen insanlar, farkında olmadan ya da belki bilerek, çok önemli bir iş yaptılar. Biliyorum ki deprem bölgesinin her tarafında gönüllüler ihbar mesajlarını sahadaki ekiplere yönlendiriyordu. Hollandalı ekipten biri şöyle bir şey söylemişti: Bir kurtarma operasyonu, ekibi sahaya götürecek araca benzin dolduran elden başlayıp enkazdaki kişiyi çıkaran ele uzanır. Gerçekten de öyle. Ama bu zinciri çok daha iyi yapmamız lâzım. Çok sayıda kullanılamayan mesaj gördük. Bu enkazda şu kişi var deniyor. O kişinin resmi eklenmiş, dokunaklı da bir mesaj yazılmış. Çok üzgünüm, ama bu bilgi bir işe yaramıyor. Yanında telefon numarası lâzım. Ya da Google’dan konum atılmış. Ben sahadayım, belki çok yakındayım, yanımda ekip lideri var, oraya gidebiliriz. Ama o sırada internet yok, halbuki şu sokakta, okulun yanında, caminin karşısında gibi bilgi olsa sorup bulabileceğim. “Az önce konuştuk, hâlâ hayatta” diye yazılı mesajın tarihi belli değil, telefon varsa ve ulaşabiliyorsak soruyorduk, ama bilgi eksikliği çok vakit kaybettirdi. En son “dün” ses alınan yerler için artık çok geç kalınmış oluyordu. Yabancı ekiplerin “buna gidemeyiz, çok vakit geçmiş” dediği bilgileri, gönüllülerin oluşturduğu yerel gruplara ilettiğimiz de oldu.
Başa dönmek gerekiyor. Yeni bir hayat kurmak. Antakya’nın tarihi kısmını korumak, ama şehri yeniden aynı şekilde yapmamak. İçinden ölülerin çıktığı enkazları kaldırıp aynı yere yeni bina dikmemek.
“Burada işimiz bitti, artık dönelim” kararı ne zaman, nasıl alındı?
Karar alma mekanizmasını bilmiyorum, ama baştan beri “Biz sadece canlı kurtarmak için buradayız, canlı kurtarma ihtimali olmadığında döneceğiz” diyorlardı ve dönüş zamanına da bu şekilde karar verdiler.
En çok enkazın olduğu, nerdeyse tamamen yıkılan mahalleler daha çok emekçi mahalleleri, yoksul semtler mi?
Antakya artık yok, tamamen bitmiş durumda. Antakya’da içine girilebilir bina görmedim. Ama şehir dışında yeni yapılmış, on beş katlı, belki daha yüksek binalar var, onlar yıkılmamış. Fakat onların da mesela çatısının uçtuğunu görüyorsun ya da bir tarafta duvarları inmiş aşağıya. Bunlar şehrin daha yokuş yerlerinde, Expo’ya doğru giderken yol üzerinde böyle ayakta kalmış binalar vardı. Şehrin zengin veya yoksul birçok yerini gördüm, bir yandan da sosyal dokuyu tam seçemiyorsun artık, yok çünkü. Nenem Antakyalı, ama ben maalesef Antakya’yı depremden önce göremedim. Geniş bir caddeymiş burası, şurası bulvarmış, orası daha eski bir mahalleymiş diye izleri takip edebiliyorsun. Her yer ya tamamen yıkık ya yarı yarıya yıkık. Antakya’da yaşayan hiç kimsenin artık evi yok. Antakya merkezden bahsediyorum. Samandağ’dan, Yayladağ’dan bahsetmiyorum. Armutlu’dakilerin çoğu sanırım dört-beş katlı binalarmış. Çok güzel bir yermiş, uzakta dağlar, dağlarda karlar görünüyor. Orada yaşamak eskiden çok güzelmiş herhalde.
Tarihi mahallelerde durum aynı mıydı?
Kurtuluş Caddesi çevresi, Uzun Çarşı Antakya’nın eski merkezi. Uzun Çarşı hemen hemen olduğu gibi duruyordu, çünkü çok alçak, bir-iki katlı yapılar var. Kurtuluş Caddesi’nde caddenin üzerine yıkılmış binalar da vardı, ama genellikle eski ve iki-üç katlı yapılar olduğu için hasarlı da olsa ayakta diyebilirim. Daha yukarıda yamaca yaslanmış binalarda yıkılanlar da, yıkılmamış olanlar da var. Uzun Çarşı’nın yakınından geçerken bir gün, yeni söndürülmüş bir binanın dumanı tütüyordu. Yağmalanmış bina, “yağmacıların parmak izlerini arayacağız” denmiş. Bunun üzerine yağmalayanlar geri gelip yakmışlar. Bu tür şeyler de olmuyor değil. Sonuçta, iki-üç katlı binalar genel olarak daha sağlamdı. Biraz köylere de baktık. Antakya’nın dışında Sofular köyüne gittik. Tek katlı ya da iki katlı binalar, can kaybı sıfır, yıkılan bina sıfır. Hasar olduğu için tedbiren onlara da çadır gerekiyordu tabii.
Başa dönmek gerekiyor. Yüksek apartmanlarda oturmadığımız yeni bir hayat kurmak. Antakya’nın tarihi kısmını korumak, ama şehri yeniden aynı şekilde yapmamak. İçinden ölülerin çıktığı enkazları kaldırıp aynı yere yeni bina dikmemek.
Kurtarma çalışmalarının önce gecikmesinin, sonra yetersiz kalmasının, kayıpların bu kadar fazla olmasının temel sebebi ne sence?
Çok sınırlı bir gözlemle şunu söyleyebilirim: Öncelikle, hazırlıksızlık. Bu kadar büyük depremler yaşanan ülkede, yıllardır olacağı beklenen depreme hazırlıksızlık. Hollandalıların çektikleri videoları, getirdikleri malzemeyi gördüm. O çadırların bir saat içinde nasıl pıt diye kurulduğunu, ne kadar iyi düşünülmüş olduğunu gördüm. Sadece Hollanda değil, İsviçre ekibinin, Avusturya ordusunun çadırlarını, malzemelerini, organizasyonlarını gördüm. Her şey önceden düşünülüp hazırlanmış. Ama bizim Türkiye’nin iyi organize olduğu hiçbir aşama, en ufak bir sistem görmedim. Ne yapılabildiyse, devlet kurumlarından çok, insanların dayanışmasıyla yapıldı. İkincisi, görevlilerin, sorumluluk üstlenmiş insanların bir kısmı iyi niyetli olsa da, herkes becerikli ve liyakatli değil. “Talimat” konusu da herhalde engel oluyor. Mesela, Adana’daki AFAD’çı neden acaba kimseye tır sağlayamıyordu? Bunu anlayabilmek kolay değil.
Olağanüstü Hal yerine, ilk andan seferberlik ilan edilseydi, ordunun imkânları sahaya tam kapasite sürülseydi, sence durum çok farklı olur muydu?
Kesinlikle farklı olurdu. Bir kere, Türkiye’nin kendi ekiplerini, askerleri görmüş olsalar insanlarda bir güven oluşurdu herhalde. İnsanların birbirine saygıyla, güven duyarak hareket etmesi çok önemli. Böyle durumlarda özellikle, o güveni devletine de duymak istiyor insan. Mesela bizim ekibimiz hakkında şunun konuşulduğunu duydum. Bir enkazın başındayız. Çok trajik bir hikâyeydi, onu artık anlatmayayım. Birileri bizi başka bir enkaza çağırıyor. Sırayla gideceğimizi söyledik. “‘Geleceğiz’ diyor herkes, sonra kimse gelmiyor” dedi biri. Başka biri de dönüp dedi ki, “Bunlar AFAD değil. Bunlar sözlerini tutuyor, geliyorlar”. Hollanda ekibi için söylenen bu sözü deprem vergilerini verdiği kendi ülkesinin kurumları için de diyebilse keşke insanlar. “AFAD ekibi burada, seni çıkarmadan gitmeyecek bir yere, merak etme, için rahat olsun. Yapılabilecek bir şey varsa yapılıyordur” diyebilselerdi. Bence bu çok önemli bir şey. İnsanlar sadece acı değil, çok güçlü bir öfke duyuyor. Ses vere vere, bekleyerek öldü bu insanlar, yetişemedik. “En son dün ses varsa bugün oraya gidemeyiz” ne demek? Dün gitmiş olsaydık, onları muhtemelen sağ çıkarabilirdik demek.
[1] Mahremiyetin korunması için depremzedelerin adları değiştirildi.