Kitabınızın isminden başlayalım. Meskûn, TDK sözlüğünde “insan oturan yer, şeneltilmiş ya da yurt edinilmiş yer” olarak veriliyor. Meskûn mahal tamlamasına aşinayız da “zaman” nasıl “meskûn” oldu?
Raşel Meseri: Bu ismi en baştan, daha kitabı yazmadan koydum. Zihnimde ilk bu isim belirmişti. Çoğu zaman yazdığım bir şeye isim koymak dünyanın en zor işi gibi gelirken bu kitapta ismi en baştan beri biliyordum nasılsa. Gerçi Meskûn Zaman ismine karar verdiğimde bir yandan da eyvah dedim. Çünkü “s” harfine yönelik bir peltekliğim var ve kitabın ismini söylediğimde çoğu kez anlaşılmayacağını biliyordum. Meskûn zaten artık az kullanılan bir kelime, bir de benim peltekliğimle birleşince hiç anlaşılmayacak, dedim. Sonuçta bunu göze aldım, çünkü kitaba uygun şaşırtmacalı bir isim olduğunu ve bu kitabın başka bir ismi olamayacağını düşündüm. “Meskûn mahal” gibi kullanılan bir tabir değil, üretilmiş bir tamlama. Zamanın önü alınamayan akışkanlığı içinde bir dönemi ele almaya çalışıyor, o dönemi kendi zamanına sabitlemeden nasıl anlatabilirim diye soruyorum. Lineer bir akışı takip etmeden, bugün ile geçmiş arasında salınarak, zamanda yolculuk yaparak bakılabilir mi tarihe diye soruyorum. Anlattığım dönem 1950-1960 arası İzmir. Yahudilerin yaşadığı, sayıca da çok oldukları bir mekânın tarihini; çokkültürlü, çokdilli, çokdinli bir dönemin çeşitli devlet politikalarının etkisiyle zaman içerisinde yok oluşu, unutuluşu… Ve o unutuluşa kendi zihnimde bir hafıza merkezi kurarak meydan okumak istedim. Böyle tarif etmem mümkün belki de kitabı.
Unutulan, unutturulan, yok olan, yok edilen, kendiliğinden ya da dış etkilerle silinen o geçmişi kitabın iki ana karakteri Zimbul ve Makbule simgeliyorsa, farklı dil ve dine sahip Zimbul ve Makbule hâlâ İzmir’de bir yerlerde yaşıyorlar mı? Onlardan sizin zihninizdekinin dışında somut olarak kalan bir şeyler var mı?
Bu İzmir’e dair sorulabilecek en can alıcı sorulardan biri belki de. Ulusal damarın en güçlü olduğu düşünülen, bir yandan da “gâvur” denilen bir şehir İzmir. Ama aynı zamanda bütün o unutulanlara, unutturulanlara rağmen bazı yönleriyle de hiç boyun eğmeyen bir şehir. Kadın görünürlüğünün yüksek olduğu, bazı gündelik yaşam pratiklerini tavizsiz savunan da bir kent.
İzmir aslında sadece Yahudi toplumunun değil, Levanten, Rum ve Ermenilerin geçmişine de ev sahipliği yapar. Zimbul gibi onunla arkadaş olan Makbule de artık yoklar, ama o geçmişe ait bir tortu çoğu zaman ismi anılmasa da bazen bir gölge gibi bazen de bir ışıltı olarak duruyor hâlâ İzmir’de.
Ama bu “bilgi aktarımının” ismi konmadan yapılmış olması bir yandan da başka problemlerin kaynağı ya da en azından bir eksiklik değil mi?
İsimsiz aktarılmasında sorun var elbet, üzerine adres yazılmış, ama isim yazılmamış bir zarf gibi duruyor çoğu zaman. Hatta bazen adres satırları da silikleşmiş şekilde.
Yahudi toplumu devletin daha az dokunduğu bir azınlık grubu olmuştur. Bu elbette Türkçe konuşma zorunluluğu, Trakya hadisesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi şiddet vakalarının ve gündelik hayatın kılcal damarlarına sızmış olan çok çeşitli baskı formlarının yaşandığı gerçeğini değiştirmez.
9 Eylül 1922 kentin yakın tarihindeki en önemli gün. Kuvayi Milliye ordusunun şehre girişi, Yunan işgalinin sona erişi, savaşın bitişi ve o büyük yangın. Kentin Rum sakinleri için de hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağı bir dönüm noktası. İzmir Yahudi toplumu 9 Eylül’den direkt etkilenmiyor. Madam Esmeralda ve Vesile Hanımteyze bir süre sonra taksi tutarak kentin merkezinde, yangın yerlerinde Rum arkadaşlarını arıyorlar birlikte. İki kapı komşusunun bu dostlukları daha sonra kızları Ester ile Güher ve sonrasında da torunları Zimbul ve Makbule arasında devam ediyor.
1927’de, cumhuriyetin ilk nüfus sayımındaki rakamlara göre, 166 bini bulan İzmir nüfusunun 32 binini, yani aşağı yukarı beşte birini Yahudiler oluşturuyor. 1945’e gelindiğinde, kentin merkez nüfusu 200 bini bulurken Yahudi nüfus 17 bine geriliyor. 20 yıl sonra, 1965’teyse dramatik bir düşüş görülüyor. İzmir nüfusu 400 bini aşmış, ancak Yahudi sayısı 5 binin altında.
Çoğunlukla devlet ve devlet politikaları, söylemleriyle uyumlu yaşamaya çabalamış bir toplumdur Yahudi toplumu. Belki de temelde bu yüzden devletin de görece olarak daha az dokunduğu bir azınlık grubu olmuştur. Bu elbette Türkçe konuşma zorunluluğu, Trakya hadisesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi inanılmaz bir güvensizlik duygusunu pekiştiren şiddet vakalarının ve bunların gündelik hayatın kılcal damarlarına sızmış olan çok çeşitli ve günümüze dek uzanan yaygın baskı formlarının yaşandığı gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden de hep göç olgusu çıkar karşımıza, ki kitapta da ağırlıklı olarak yer alan bir konu bu. O toplumdan geriye ne kaldı, kimler gitti, kimler kaldı, gidenler ne götürdü, kalanlardan ne eksildi? Hayaletlerle dolu bir tarih, tıpkı Zimbul ile Makbule gibi.
Türkiye’de genel olarak bir “zengin Yahudi” klişesi var. Oysa sizin Sadece Adı Kaldı Aklımızda: Kortejo adlı belgeselinizde konu ettiğiniz ve Meskûn Zaman’da da bahsi geçen “aile evleri” var. Dar gelirli, alt sınıf Yahudilerin ortak yaşam alanları söz konusu.
Bundan birkaç yıl önce, Aylin Kuryel ile birlikte, Türkiye’de Yahudi Olmak– Bir Deneyim Sözlüğü adında bir kitap derledik. 71 kişinin dahil olduğu, Yahudi ve Yahudi olmayanlardan oluşan ve herkesin Yahudilik deneyimini, Yahudilerle karşılaşma deneyimlerini, birlikte yaşama ve yaşayamama hallerini anlattığı, sözlük formunda, maddelerden oluşan bir kitaptı. Bu kitabın önsözünde de Yahudi kimliğinin tarihsel, kişisel, duygusal olarak çok değişken olduğunu vurgulamaya çalıştık. Toplanan deneyimler bir tarafıyla ayrımcılık biçimlerini ifşa eden, diğer tarafıyla da bahsettiğiniz zengin Yahudi stereotipi dahil tüm stereotipleri kırmaya çalışan ve bunların kırıldığı anların da kaydını düşen maddelerdi. Meskûn Zaman da biraz bunu yapmaya çalışıyor. Aile evlerinin anlatıya girme sebeplerinden biri de bu dediğinizdi gerçekten. Aile evleri bir avluya bakan tek tek odalardan oluşan, ortak tuvaleti, ortak banyosu, hatta ortak tulumbası olan mimari yapılardı ve oralarda yoksul Yahudiler otururdu. Hikâyenin geçtiği Mithatpaşa semtinde de böyle aile evleri vardı. Yahudilerin en eski yerleşim yerlerinden olan Namazgâh bölgesinde de bolca vardı bu evlerden. Bunlara kortejo ya da yahudhane denirdi. Kitapta orada yaşayan insanların gündelik hayatlarını ve özellikle kadınların ev içi emek gücünü oluşturduklarını göstermek istedim. Zengin Yahudi klişesini kırabilmek için birtakım yan hikâyeler oluşturdum. Kitabı okuyan birisinin bana “Hikâyedeki kadınlar hep ev kadını, bu bir sorun değil mi? Neden çalışan bir kadın karakter yok?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Aslında o aile evlerinde yaşayan kadınlar çalışan kadınlar, ekonomik üretime katılmıyor görünüyorlar, ama o aile evinin dönmesi için ciddi bir emek gücü olarak varlar.
Günümüzde özellikle dizi ve sinema gibi popüler kültür alanlarında böylesi tartışmalar epey yaşanıyor. Geçmişte var olan kimliklere, cinsiyet rollerine bugünün değerleriyle bakılabiliyor. Ya da geçmiş dönemi anlatan yahut bundan yıllar önce üretilmiş işler bu açıdan eleştirilebiliyor.
Tarihi yeniden okurken şimdiki bilgi ve birikimlerle kavramaya çalışıyoruz onu. Bunun bize sağladıkları var, ama birtakım tehlikeler de barındırabilir bu bakış. Şimdi benimsediğimiz kavramlar ve paradigmalarla eleştiriyi sürdürmek, ama o dönemin kendi özelliklerini de göz önünde bulundurmak gerek. Geçmişe nostaljik olmayan bir bakış, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dair bir çift laf etme muradını da taşır kanımca. Mesela göçlerden bahsettik az önce. Yahudi ya da Rum göçleri, Ermeni tehciri… Şu anda yaşananlar farklı mı? Ortadoğu’dan, Afrika ülkelerinden gelen insanlara farklı mı bakılıyor? Bazen geçmişe “kaybettiğimiz eski renklerimiz, zenginliğimiz” diye bakarken bugüne aynı filtreyi tutmayı unutuyoruz.
Aile evleri bir avluya bakan tek tek odalardan oluşan, ortak tuvaleti, ortak banyosu, hatta ortak tulumbası olan yapılardı ve oralarda yoksul Yahudiler otururdu. Hikâyenin geçtiği Mithatpaşa semtinde de böyle aile evleri vardı. Bunlara kortejo ya da yahudhane denirdi.
“Geçmişe nostaljik olmayan bir bakış” dediniz. Meskûn Zaman o tuzağa düşmüyor. Kitabı nostaljik bulanlar oldu mu?
Anlattığım hikâyenin nostaljik olmadığının düşünülmesi beni çok mutlu ediyor. Nostalji her zaman bir tuzak. Geçmiş genelde güzel hatırlanır daha doğrusu geçmişte olan güzel şeyler hatırlanmak istenir. Oysa Marquez’in söylediğini hatırlarsak, geçmişte ne yaşadığından ziyade onun nasıl hatırlandığı ve nasıl anlatılmak istendiği önemlidir. O günleri yaşamış Yahudi cemaatinden insanlar bu kitabı okurken özlem dolu duygulara kapılabilir, fakat ben okuyucunun o duraklara uğrasa da orada kalmamasını arzuladım. Bir dini aidiyetim yok, ama kültürel olarak Yahudi kimliği ile bağlarım var. Bunun da önemli bir aidiyet biçimi olduğunu ve bu kimliğin daha rahat yaşanabildiği dönemleri hatırlama arzusunun mutlaka nostaljik olmayan bir bugüne bakma biçimi de olduğunu düşünüyorum.
Konuyu başka bir yere çekelim. Türkiye’de Yahudi olmak değil de Türkiye’de İzmirli olmak nasıl bir kimlik?
Çok geniş bir soru. Doğma büyüme bir İzmirli olarak şunu söyleyebilirim; İzmir ülke metropolleri içinde yaşanabilecek en rahat şehirlerden biri belki de. Özellikle kadınların verili siyasi iklimde kendilerini daha güvenli hissettikleri bir şehir olduğu söylenebilir. İzleri her ne kadar silinmeye çalışılsa ya da zaman zaman içi boş bir gurura ve kibire dönüşse de çokkültürlü bir geçmişin kendisini hissettirmeye devam ettiğini düşünüyorum. Sesler unutulsa da yankıları sürer bazen. En azından rotayı bu yöne çevirme potansiyeli var. Ayrıca, coğrafi konumun bir kentin karakterini belirleme özelliği olduğunu düşünebilir miyiz? Öyleyse, denizin varlığını es geçemeyiz İzmirli olma hallerinde.
Peki, İzmir’de Yahudi olmakla, İstanbul’da Yahudi olmak arasında bir fark var mı?
Bu ayrımlara sınıfsal ve kültürel bakmalı elbette. İstanbul Yahudilerinin toplumsal hayata İzmirli Yahudilere kıyasla daha entegre olduklarını düşünüyorum. Sınıfsal olarak İstanbul Yahudileri ana sermaye gruplarıyla daha iç içe. Hatta uluslararası angajmanları da var. Daha dışa dönük ve sosyal bir tarih var. İzmir ise Yahudiler açısından daha çok orta sınıfın hâkim olduğu bir yer, varlıklı kimseler genelde tüccar ve ticaretin getirdiği bir tür muhafazakarlığı da taşıyorlar. Var olanı korumaya yönelik ve daha içe kapalı yaşıyorlar.
Nostalji her zaman bir tuzak. Nostaljik olmayan bir bakış bugüne ve geleceğe dair bir çift laf etme muradını da taşır. Dini aidiyetim yok, ama kültürel olarak Yahudi kimliği ile bağlarım var. Bu kimliğin daha rahat yaşanabildiği dönemleri hatırlama arzusunun nostaljik olmayan bir bugüne bakma biçimi de olduğunu düşünüyorum.
İzmir’in demokratlığından bahsettik. Bu demokratlık Yahudi kimliğine karşı da mevcut mu?
Bu Yahudi kimliğinin yanı sıra kişinin kendini politik olarak nerede konumlandırdığı ile ilgili şüphesiz. Yahudi kimliğinin diğer kimlik bileşenlerine kıyasla baskın olduğu durumlarda bu coğrafyanın şiddet tarihine dair eleştirel çerçevenin kuvvetli kurulamadığını düşünüyorum. Yahudilerin resmi tarih ile uyumlu olmak, bir hoşgörü anlatısını sürdürmek ya da iktidarlarla iyi geçinmek gibi bir yatkınlığın ya da zorunlulukların tercihe dönüşmesi sonucu oluşmuş bir alışkanlığı var. İzmir’in demokratlığı kadar yanar döner diyebiliriz belki de. Tabii ayrıca sayıları o kadar azaldı ki, bir yandan kültürün elden kaçıp gitmesini engelleme kaygısı ile kendi içine kapanma, diğer yandan günün gerektirdikleri ile dışarı açılma isteği arasında bir gerilim, bir salınım yaşanıyor. Bu kadar az insanla hayat döner mi, sorusu var.
Nüfusun azalması cemaatin genç üyelerinin kadın-erkek ilişkileri ve evlilik meselesinde kendini çok hissettiriyor olmalı. Meskûn Zaman’da böylesi bir imkânsız aşk hikâyesi de var…
Evlilikler çok ciddi bir gösterge gerçekten. Eskiden, ‘60’lardan ‘80’lere, hatta ‘90’lara dek karma evlilik ciddi şekilde yargılanırken şimdi çoğunlukla olağan görülüyor. İçten içe arzulanmasa da yapacak bir şey olmadığını hissediyor insanlar. Karma evlilik sayısı belki de daha fazladır artık. Yine de bazı hali vakti yerinde aileler çocuklarını yurt dışına yollamak istiyor, sadece bu nedenle. Çünkü burada kaldığı müddetçe, sayı da az olduğu için, karşılarına karma bir evlilik gerçeği çıkacağını biliyorlar. Bunun önünü almak için göç eden insanları biliyorum. Daha önceki kitaplarımdan Küt Oynayan Kadınlar’larda da bu konuları biraz deşmiştim. O kitap Çeşme’de geçiyor. Yahudi ve Yahudi olmayan farklı kesim ve sınıftan yedi-sekiz kadını bir araya getiriyor. Bu meseleler etrafında tartışıyorlar, sınıfsal ve kültürel çelişkiler ortaya seriliyor. Evin sahibi olan kadın karma evlilik yapmış, bu bilgi sürekli masaya getiriliyor. Bu evliliğin ailesi tarafından nasıl aforoz edilmesine yol açtığı anlatılıyor.
Bu karma evlilik meselesinde, İzmir’de 1977’de yaşanan çok meşhur ve sansasyonel bir hikâye de var. Mustafa Denizli-Jülyet Aruh aşkı…
Mustafa Denizli ile Jülyet Aruh’un evliliği o yıllarda çok radikal bir hareket olarak algılanmıştı, evet. Henüz karma evliliklerin görülmediği ya da çok nadir olduğu bir dönemde çok büyük bir magazin malzemesine dönüştü. İzmir gündeminde uzun süre çok konuşulmuştu o hikâye. Bunda elbette Mustafa Denizli’nin ünlü bir futbolcu olması en başta etkiliydi. Ancak, Jülyet Aruh’un ailesi de –ben hiç tanımadım o aileyi, şahsen bilmiyorum ama– İzmir’in bilinen, seçkin, zengin ailesiydi. Yani belki de iki farklı etnik kimliğin karma evliliği olmasa da sınıfsal olarak sorun çıkabilirdi.
Bir de galiba Jülyet ismi yaptığı çağrışımla daha da çekici getirmiş olabilir meseleyi, yani herkesin aklına ilk gelen Romeo-Jülyet’ti elbette. Ama şimdi siz sorunca aklıma böyle bazı şeyler geliyor da ben o zamanlar aslında hiç ilgilenmemeyi tercih etmiştim. O yüzden çok da kaydetmemişim hafızama.
Neden?
Çünkü o yıllarda iki insanın arasındaki ilişkinin karma bir evlilik olması yüzünden böylesi bir mesele haline gelmesini, farklı etnik kimlikler arasında yaşanan bir evlilik olduğu için bu kadar gündemi işgal etmesine sinirlenmiş ve hiç ilgilenmemeyi tercih etmiştim. Benim açımdan o yaşananlar tamamen saçma sapan bir ırkçılık gibiydi. Şimdi düşünüyorum da galiba içimdeki tepkiyi bu hadiseyle hiç ilgilenmeyerek göstermişim o zaman.
Ucu yine futbola dokunan başka bir konuya geçelim. Meskûn Zaman’a ev sahipliği yapan semtin takımı Göztepe ne zaman Süper Lig’e yükselecek olsa sezonun son maçına İsrail’den gelen taraftarların haberleri çıkar yerel basında. Yıllar önce göç edilen semtin takımının şampiyonluk maçına, İzmir’de hiç yaşamamış çocuklarıyla gelen taraftarlar, o hiçbir zaman kaybolmayan aidiyet duygusunun ilginç bir göstergesi gibi.
Hayal kırıklığı yaşayacaksınız belki ama, futbola çok uzağım. O yüzden Göztepe maçlarına İsrail’den kalkıp gelen taraftarlardan haberim yoktu. Ama ilgilenseymişim keşke. Çok güzelmiş.
Dario Moreno takıntılı olduğum bir konu, çok severim onu. Neşesini, şarkılarını, şarkı sözlerini… Sesinin güzelliği, hayata asılma hırsı, yurt dışında ünlenmesine rağmen aidiyetini İzmirlilik üzerinden kurması, bir eşcinsel olarak hem dedikodu malzemesi olması hem bağırlara basılması… Bu çelişkilerin toplamını seviyorum.
Fakat içinde futbol olmasa da aidiyet konusunda beni çok düşündüren ve çok da şaşırtan başka bir şey anlatayım size. Kortejo filmini çekerken o günleri hatırlayan, kortejolarda yaşamış olanlarla görüşmeler yapıyordum. Biraz sorun oldu. Çünkü kendi geçmişlerindeki o yokluk anılarını, biraz da utanç duyarak anlatmak istemiyorlardı pek. İsrail’e gittim daha sonra, İzmirli Yahudilerle buluşup onlarla görüşmeler yaptım. İzmirlilerin kendi sinegogları ve toplandıkları bir merkezleri var. Ben oradayken aylardan kasımdı ve 10 Kasım günü bir toplantı olduğunu öğrendim. Bir anma programı yani. Bir ekran var, Kurtuluş Savaşı videoları dönüyor. Hani o hepimizin çok iyi bildiği o ikonik görüntüler: Kadınlar cephane üretiyor, kağnılar silah taşıyor, askerler koşuyor, bombalar patlıyor, arada Atatürk görünüyor.
Daha sonra Atatürk’ün altın varaklı bir portresi karşısında saygı duruşunda bulunuldu. Ardından Atatürk’le ilgili konuşmalar yapıldı. İsrail’in ortasında, Ladino konuşulan bir ortamda, tıpkı Türkiye’de olabilecek bir 10 Kasım anması tanık oldum. Çok tuhaf gündü. Sadece Kurtuluş Savaşı görüntüleri izleyip Atatürk’ü de anmadılar, başka konularda birbirlerine bir şeyler anlattılar, anılarını paylaştılar.
Meskûn Zaman’da çoğu yerde Dario Moreno’nun, daha doğrusu Moreno’nun Asansör Sokağı’ndaki evinin bahsi geçiyor. Ayrıca, bugün kendisinin bir zamanlar yaşadığı yer olarak gösterilen evde aslında hiç yaşamadığı bilgisi de var.
Dario takıntılı olduğum bir konu, çok severim onu. Ailesi Aydınlı. Babası öldürülüyor, ondan sonra İzmir’e taşınıyorlar. Karataş’ta, Asansör Sokağı’ndaki o ev, annesinin ikinci evliliğini yaptıktan sonra bir ara oturduğu bir ev. O da birkaç yıl sadece. Ama çok da mühim değil, bir hafıza merkezi olarak o evin varlığı beni sevindiriyor. Dario’nun yaşadığı ev olsun ya da olmasın, böyle neşeli, kuir ve İzmir sevdalısı bir adamın hayaletini oralarda dolaştırmak hoşuma gidiyor.
Hayaletler demişken, Meskûn Zaman gerçekten hayaletlerle dolu, Dario da onlardan biri. Hatta filmlerin kamera arkası gibi kitapların da kamera arkası varsa eğer, yazım sürecinde kitap dosyasının da bir hayalete dönüştüğü bir süreç yaşadım. Kitabı yazarken, dosyayı masaüstünde tutuyordum ve dosya defalarca kayboldu. İlk kayboluşundan sonra dosya ismine gaip sözcüğünü ekledim. Ertesi gün dosya yeniden kayboldu. Veri kaybı programları kullanılarak bulundu. Ardından yine yok oldu, bu dört beş kez tekrarlandı. Bu yüzden her yaptığım değişikliği gün ve saat not ederek kendime mail atmaya başladım. Hatta tedbir olarak başkalarına da gönderdim dosyayı. Sanki dosya benden kaçıyor, Zimbul ile Makbule bana bir oyun oynuyordu.
İroni ve mesafe katılmamış drama ısınamıyorum. Dram insanı dumura uğratıyor. Oysa mizah ya da ironi nöronları harekete geçirir, daha iyi çalışmalarına neden olur. Serotonin salgılatır.
Dario Moreno’nun çekiciliği nedir sizin açınızdan?
Genel olarak onun halini, tavrını, neşesini, şarkılarını, şarkı sözlerini seviyorum. Sesinin güzelliği, ünlenme biçimi, hayata asılma hırsı, yurt dışında ünlenmesine rağmen aidiyetini İzmirlilik üzerinden kurması, bir eşcinsel olarak hem dedikodu malzemesi olması hem bağırlara basılması… Bu çelişkilerin toplamını da seviyorum. Ölümü de bir başka hikâye. Annemin anlattığı kadarıyla, 1968’de Dario öldüğünde bütün Yahudi evlerinde ciddi bir çalkalanma olmuş ve öldürüldüğüne dair bir dedikodu yayılmış. Doğruluğu yanlışlığı konusunda o kuşağın aktardıkları dışında bir bilgim yok, ama doğru olmasa bile bir dedikodu neden yayılır, araştırmak lâzım.
Geçmişe bakarken nostalji tuzağına kapılmamaktan bahsettik ama, nostalji olmasa da onun ayrılmaz kardeşi hüzün bir şekilde sızıyor mu yine de böylesi hikâyelere?
Benim açımdan ana duygu hüzün değil sanırım. İroni ve mesafe katılmamış drama ısınamıyorum. Dram insanı dumura uğratıyor biraz. Oysa mizah ya da ironi nöronları harekete geçirir, daha iyi çalışmalarına neden olur. Serotonin salgılatır. Fakat doğru, geçmiş zaman da ister istemez biraz hüzünlüdür. İnsan ömrünün sınırlı olduğunu, gelip geçtiğini hatırlatır. Onları hatırlamak hayatı uzatmanın bir yolu belki de.
Geçmişin yeniden hatırlanması, yüzleşilmesi, anlaşılması ve geleceğin farklı kurulması için edebiyat bir işe yarar mı?
Elbette, insan kendisini başkaları üzerinden daha iyi anlıyor. Toplumsal olayları, yaşanmışlıkları, şu an yaşananları, olduğu veya olabileceği insanı bir hikâyenin içinde daha iyi kavrıyor kişi. Kişisel anılar, deneyimler, hikayeler toplumsal ile iç içe geçince yeni kavrama biçimleri ortaya çıkarıyor. Yüzleşme atölyeleri, çalışmaları gibi. Bir kişinin başına gelenin aslında çok kişinin başına geldiğini, bunun da kişilerin ötesinde bağlamsal sebepleri olduğunu kavramayı kolaylaştırıyor. Edebiyat bu kavrayışların dil içinde gerçekleştiğini, dil ile oynayınca anlama biçimlerimizin de değişebileceğini hatırlatıyor. Mesela, İzmir’de herkes boyozu çok sever, ama tarihini pek bilmez. Yahudi mutfağından geldiğini hatırlatan bir boyoz sahnesi, okuyan için onun tadını bile değiştirebilir kanımca.
Küt Oynayan Kadınlar ya da Meskûn Zaman tek bir günde geçen, zamanın da bir şekilde rol aldığı hikâyeler. Aylin Kuryel ile birlikte çektiğiniz CemileSezgin adlı kısa filmde esas hikâyenin yanında film boyunca tanık olduğumuz bir karakter var. Bir okulun bahçesindeki basketbol sahasının orta yuvarlağını boyayan bir adam. Film boyunca orta yuvarlağın çemberini boyayıp tamamlamaya çalışıyor. O filmde o adam niye var?
Güzel bir bağlantı kurdunuz. Dediğiniz gibi, saydığınız kitaplar, hatta Kırık Şehir romanı dahil olmak üzere, hep bir günde geçiyor. Bir gün dediğimiz birimin nasıl sonsuzca dilimlenebileceği, şehir efsanelerinin nasıl sızabileceği ilgimi çekiyor. Duvarlara, yerlere aşklarını kazıyan İzmir’in iki gizemli karakteri Cemile ve Sezgin’i takip ettiğimiz kısa belgesel de bir şehir efsanesinin peşinde. Arada bir okul bahçesinde görünen ve basketbol sahası çemberini çizen adam sanırım hikâyenin hiçbir zaman bitmeyeceğini hatırlatmak için orada. Çember bir gün silinse de yerine yeni bir çember veya bambaşka bir şekil gelecek.