RAŞEL MESERİ İLE “KIRIK ŞEHİR” ÜZERİNE

Söyleşi: Melike Koçak
17 Aralık 2020
SATIRBAŞLARI

“Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları”ndan tanıdığımız Raşel Meseri yeni romanı “Kırık Şehir”de patriyarkayı, kapitalizmi, heteronormativiteyi ve antroposen çağını sorguluyor; tartışmaya, beraber düşünmeye davet ediyor. Bir feminist ütopyaya da kapı aralayan distopik “Kırık Şehir”in fonunda Raşel Meseri’yle başka mümkünlerin ipuçlarını arıyoruz… 
Resimler Raşel Meseri

Kırık Şehir, Gülten Akın’ın dizeleriyle söyleyecek olursak, “göstere göstere bilediğin bıçak / bir gün elini kesecek” mi diyor insana, insanlığa?

Raşel Meseri: Bu hatırlatma çok hoşuma gitti. Gerçekten de sistematik uygulanan toplumsal şiddet öncesinde ve esnasında hiç de gizlenmeyen, gizlemeye de gerek duyulmayan –ki o şiddetin meşrulaştırılması da buradan geçer– bir bıçak gösterilir. O bıçağın onu bileyenin, elinde tutanın elinden nasıl alınacağı en zor sorulardan biri herhalde. Konumunu kullanarak, seçerek, bile isteye ve hatta arzulayarak, şiddet uygulayabileceğinin ve cezalandırılmayacağının rahatlığıyla, tanınmış hak ve hukukun kendisine bahşettiği ayrıcalıklarla bıçağı elinde tutanın elinden o bıçağı alıp etkisizleştirerek başlayabilir değişim. Yani öncelik bıçağın o elden alınması; bu olurken de o elin kesilmemesi çok zor. Çünkü ayrıcalığını kaybedecek o insan, o kesim araçları ve bu araçların meşruiyeti elinden alınınca.

Kırık Şehir’e sinmiş bir “gün gelir devran döner” düşüncesi var; erkek şiddetinin cezasız kalmayacağına olan bir inancı taze tutmak için yazıyor insan biraz da. Gün be gün duyduğumuz sistematik şiddet haberleriyle kabaran öfkeyi dünyanın her yerinde süregiden isyanların bilgisiyle dindirmek ve bu inancı taze tutmak, o bıçağın o ellerden alınacağı güne yaklaşmak için yazıyor.

Bu da yazarken katmanlı bir anlatı yaratıyor. Kırık Şehir’de bu katmanlardan biri yaşadığımız şiddetin türlü biçimlerinin kaydı. Hafızanın, bir yandan parçalanmakta olanın inşası. Daha doğru kelime hatırlatma. Kadının, Kürdün, lezbiyenin, alt sınıfın maruz kaldığı şiddet. Diğeri ise şehrin/yeryüzünün kendine edilen tüm kötülükleri faillerin/insanın üzerine deyim yerindeyse kusması. Bir tür öç alma. Rahatlama. Bu iki hikâye eş-zamanlı ilerliyor. Ancak, ikincisi hepsini içine alıp yutuyor. Bir merkezden söz etmek kolay olmasa da romanın İlksöz ve Sonsöz’üyle beraber düşününce bu öne çıkıyor. Romana distopya niteliğini de bu katman veriyor. Romanı bu şekilde kurmanızın sebepleri nelerdi?

Raşel Meseri

İçinde bulunduğumuz durum kökten bir değişime uğramadığı, ama uğramasına dair duyulan arzu da sönümlenmediği sürece, ne tam bir ütopya ne de tam bir distopya yazılabilir gibi geliyor bana. Ancak ikisinin karışımı, birbirine dolanıp, ara ara birbirini ezdiği, kimin galip geleceğinin pek de belli olmadığı ara nağmeler tutturulabilir gibi geliyor. Benim gibi, devran dönmediği –ki er veya geç mutlaka döner– veya bu gerektiği hızda olmadığı takdirde içinde olduğumuz koşulların hiçbirimizi yaşatmayacağı yönünde düşünen birçok insan var kanımca. Kitabı da bugün ile gelecek, şiddetin failleri ile mağdurları, şehirle insan arasındaki gerilim hatlarında kurmaya çalıştım.

Eskiden döşeklerin, yastıkların içi pamukla doluyken pamuk atıcıları vardı. Günümüzde artık yaşamayan bir iş kolu. Kadınlar birkaç yılda bir onları çağırırlar, hallaç da denen pamuk atıcılara varsa evin bahçelerini açarak yoksa dükkânlarına götürerek yatak, yastık, döşeklerini onlara teslim ederlermiş. Pamuk atıcılar, topaklaşmış pamuğu kirişleriyle havalandırıp tekrar incelterek yumuşamasını sağlarmış. Annem anlatırdı. Aklımda canlanan pamukların kar tanesi gibi uçuştuğu, her yerin beyaza boyandığı, bende zıplama isteği yaratan havalanmış o pamuk parçacıklarıydı. Büyülü, sinematografik bir sahneydi benim için. Bu imge nedense yazma sürecinde sık sık geldi aklıma. Şu anda bitirmek üzere olduğum, yine toplumsal şiddet mekanizmaları ve bunların gündelik hayatta kişiler tarafından nasıl yeniden üretildiği sorusunun peşinden gittiğim kitabı yazarken de bu imgeyle karşılaşıyorum aklımda. Hikâye anlatıcılığını hallaçlığa benzetiyorum sanırım biraz. İçeri gizlenmiş olanları pamuklar gibi etrafa saçan, dediğin gibi hatırlatan, gözle görünür kılan bir eylem. O pamuklar da hem tatlı hem de sinsidir, her yere yayılmayı çok iyi bilirler.

Ne kadar güzel bir sahne bu… Siz imge demişken; romanın da tüm duyuları harekete geçiren imgeleri hayli zengin. Roman bitiyor, ama okurda sahne sahne yaşamaya devam ediyor. Şehre bakan gözünüzün, onu duyan kulağınızın gücünü hissediyor okur. Romanın biraz dışına çıkacağım ama, bugünlerde neler duyuyor, görüyorsunuz?

Pandemi daha önce deneyimlediğimiz bir durum değildi. Tarih boyunca salgınlar yaşanmış, canlı türleri kırıma uğramış, medeniyetler ve egemenlik türleri yeniden şekillenmiş olsa da birçoğumuz bunları üstünkörü biliyorduk. Bizim çağımıza denk geleceğini düşünmüyorduk içten içe böyle şeylerin. İlk kapanma günleri –ki sonradan çevremde bir hayli benzer duygular yaşandığını öğrendim– bana çok iyi geldi. Sosyalleşme zorunluluğu olmaksızın yaşamakta bir ferahlık vardı. Dış dünyaya dağılmış parçalarımı geri toplamak, onları olması gereken yerlere tasnif ederken tozlarını almak, üstünde düşünmek, istemediklerimden vaz geçmek… Yaptıklarıma yoğunlaştım, şehrin sessizliğinde yeni seslerin varlığını keşfettim. Değişen hayvan davranışlarına, kedi köpek gibi insan canlısı hayvanların huysuzlaşmasına, kuşların sokakta yürümelerine takıldım. Bir süre sonra etrafımdaki insanları özlemeye başladım. Kucaklaşmanın, öpüşmenin önüne yüksek bir bariyer örüldüğünü idrak edince içimde kara bir delik hasıl oldu. Virüsün yakınlarımıza sinsi sokulmaları can yakmaya başladı. Tuhaf, her türlü toplumsal melanet yakınımıza sokulmadan bizdeki gerçekliği bir haber değeri taşıyor, hislere uzanması zaman alabiliyor. Kaldı ki pandeminin gündelik hayatımızda yarattığı çatlakların ötesinde, toplumsal göstergelerini izlemek başka sorulara savurdu bizi: Pandemi varolan sistemi nasıl etkileyecek? Ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin iyot gibi ortaya çıkmasıyla düzen nereye doğru evrilecek? Düşünceler, tartışmalar ve kırılmalar…

Hikâye anlatıcılığını hallaçlığa benzetiyorum biraz. İçeri gizlenmiş olanları pamuklar gibi etrafa saçan, hatırlatan, gözle görünür kılan bir eylem. O pamuklar da hem tatlı hem de sinsidir, her yere yayılmayı çok iyi bilirler.

Romana dönersek; maruz kalanı, mağdur edileni (kadınlar, LGBTIQ+’lar, Kürtler, alt sınıflar ve şehir, insan dışı canlılar, doğa) hak ettiği özne pozisyonuna yeniden yerleştirmeyi de istediniz mi? Bu, kurgunun doğal akışında mı ortaya çıktı?

Kitabın kurgusunun ana omurgası baştan çiziliydi; kadına yönelik şiddet ele alınacaktı. Bunun karşısında ise Gece Avcıları isimli intikam alan ve adalet dağıtan bir gurup kadın olacaktı. Yan örüntüler, onların kaplayacağı ağırlık, karakterlerin çeşitliliği ve kazanacakları derinlik alanları, yan öykülerin kurgu içindeki yerleri, birbirleriyle bağlantıları, onları bir arada tutan atkılar zamanla ve çoğu zaman da yazarken şekillense de bu ana eksenden sapmayacaktım. Bu ekseni şekillendirecek farklı tarzlar denedim, yazdım, sildim, tekrar yazdım. Hiçbiri beni kesmedi. Rotamı tekrar konuyu nasıl anlatacağımdan ziyade, ne anlatacağıma kırdım ve adalet arayışını kurumlara bırakmanın abesliğini fark eden insanların kendi arayışlarını sürdürdükleri takdirde ne olacağı sorusunu takip etmeye devam ettim. Bu arayış içinde olmak belli bir failliği, özne pozisyonunu beraberinde getiriyor, canlıları birbirine yaklaştırıyor; her ne kadar bir zafer formülünü getirmese de.

Okurken de sık sık düşündüğüm, tam da bu “canlıları yaklaştırıyor”dan alarak, insan merkezli bakışın, sömürüye oldukça teşne bir hümanizmin eleştirisi olarak da okumak mümkün mü Kırık Şehir’i?

Bu noktanın okura geçiyor olmasına çok sevindim. Günümüzde insan merkezli bir bakışla kurulmuş bir direniş anlayışının mümkün olmayacağını düşündüğümden tüm yazdıklarımda, bu bakışın dışına çıkmaya çalışıyorum. Kırık Şehir’de, doğanın veya şehrin verdiği tepki kendini koruyan, öç alan, direnişe su taşıyan bir eylem olarak ortaya çıkıyor. Yağan yağmur, arabaların üstüne düşen ölü martılar, tepeden inen cam çerçeve, devrilen reklam panoları, rüzgârın beraberinde gezdirdiği toz tabakası, yağmurun sürüklediği partiküller, adliye binasında ortaya çıkan aç fareler gibi.

Bir de tabii tahakkümün farklı biçimlerine yer veriyorsunuz: ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, sınıfçılık, türcülük. Bunların toplumda nerelerde, nasıl işlediğini, özellikle dilde nasıl yer ettiğini kişiler vasıtasıyla gösteriyorsunuz. Benzerlerinden ayıransa birbirleriyle kesiştiği noktaları işaret etmeniz. Kimlik temelli sorunları alt alta listeleyen ya da üst üste yığan, romanı temsil geçidine ya da gerçeğin parodisine dönüştüren bir roman değil Kırık Şehir. Okurken şehirde/yeryüzünde her ne kadar bir sona yaklaştığımızı düşünsek de bu “kesişimsel” yaklaşım olası bir çözüm, buluşma zeminine mi işaret ediyor?

Tahakkümün türlü hallerine maruz kalan, sınıf, ırk, cinsiyet temelli şiddete uğrayan canlılar gündelik hayatta aslında çok sık bir araya geliyorlar. İşte taksiye biniyoruz, ülkenin herhangi bir yerinden göçmüş bir birey çıkıyor karşınıza, şehirle dertli, beklenmedik bir sohbet geçekleşebiliyor aranızda. Yabancı sayılabilecek, başka kültürel ve toplumsal kümenin bireyleri olarak bir araya geliyoruz, ama birçok derdi paylaşıyoruz aslında. Kahve içmek için girdiğimiz kafede, hizmet alanlarla hizmet edenler hangi benzer şiddet biçimlerine maruz kalıyor, merak ediyoruz. Adalet dağıtması gereken hukuk sistemine başımızı çeviriyoruz, yasaların işlemediği, teamüllerin öngörülemez olduğu bir düzensizlik ve tekinsizlik çıkıyor karşımıza; üstünüzü arayan polislerden, size hastalık saçan bir canlı muamelesi yapan mübaşirden, en büyük düşmanıymışsınız gibi bakan savcıya, hakime varıncaya. Kitap gündelik hayatta yan yana gelen ama yan yana geldiğini, yan yana olduğunu bazen de fark etmeyen kişilerin bu bir aradalık anlarına odaklanıyor. O yüzden de sadece karşılaşmaların öznelerine değil, daha çok onların birbirleriyle olan bağlantılarına dikkat çekiyor. Patriyarkanın zalimliğine maruz kalanların birbirlerini gördükleri, duydukları, ama birlikte hareket etmek için henüz bir zemin bulamadıkları anlarda geziniyor.

Hem bunu örneklendirmek hem de başka bir yere açılmak için birkaç sahne. Berrak (avukat), Azad’la (taksi şoförü) konuşuyor. “Arapsaçı dediysem, lafın gelişi. Yoksa. Arapların saçı harikadır. Şu dilim yok mu benim?” (s.33) “Avukatlığı tutmuştu yine. Bu huyunu hiç sevmezdi. Hem avukatlığı hem şehirliliği, hem üst sınıf aydın tavrını hem, hem hem…” (s.44) “Ne hakkı vardı mahremine girmesine; avukat, yaşça büyük, ondan daha zengin, ve hatta Türk olduğu için miydi bu denli pervasız konuşması? Aldığı hizmetin içine onu eğlendirmek, korkularından arındırmak, hatta korumak görevleri olduğunu nereden çıkarmıştı?”(s.87) Kendi söylediğinden, sesinden, tonundan, üslûbundan kendisi rahatsız oluyor Berrak. Bu ve benzeri anlar, ismi sorulduğunda her zaman çekinerek ve endişeyle söyleyen Azad’a yaklaşmasının, ona bakması ve onu duymasının imkân ve ihtimalini mi taşıyor? Peki artık çok mu geç? Şehrin dayanacak sabrı kalmamış mı?

Aklın kendi sesini duyması çok önemli. Çünkü mükemmel bir politik bilince erişmiş bir bilinçtense, bilincin “kırık”larında, kendinden rahatsız olduğu noktalarda, emin olamamaklarda, sorduğu sorularda, belirsizliklerde dolaşmak daha ilgi çekici geliyor bana. Belki de özne pozisyonunun kırıldığı noktalarda birbirine yaklaşabiliyor farklı kişiler. Konuştuğumuz gibi, kitapta bir karakter olarak ortaya çıkan şehrin dayanabilme gücü de farklı kişilerin, kesimlerin, zihniyetlerin, şehir toptan kırılmadan bir araya gelebilmesi ve hareket edebilmesiyle orantılı.

Tıpkı romanda tüm bu farklı kişilerin yan yana gelmesi, yollarının kesişmesi gibi. Berrak’ı daha çok görsek de anlatı onun üzerine kurulmuyor. Saniye, Gulê, Ferah, Berrak, Zeliha, Yeşim, Ayla ve arkadaşları –Gece Avcıları–. Bu merkezde/ön plandaki tek erkek Azad. Geleneksel ve muhafazakâr bir kültürde büyümesine rağmen eşi Gulê’nin eğitimine açık, erkekliklerinin epeyce farkında. Arka planda/yan kişiler Fuat (hakim, Berrak’ın “sevgilisi”) ve eşi Belkıs, Ferah’ın kocası, adliyedeki hakimler, avukatlar, kafenin sahibi (işveren-patron) ve bakkalın sahibi patriyarkanın kadınların yaşamı üzerindeki etkisini göstermek için varlar. Erkeklerin romandaki pozisyonları ve kadınların onlara karşı tavırları açısından değerlendirdiğimizde feminist bir roman diyebilir miyiz Kırık Şehir’e?

Evet, umarım diyebiliriz! Belki de kaotik bir şehrin herhangi bir gününde, bir taksinin içine sıkışmış karanlık bir anda, farklı yerlerdeki kadınların farklı deneyimleri, isyanlarıyla feminist ütopyanın şekillenmeye çabaladığı bir anlatı; en azından çabam bu yöndeydi.

Kırık Şehir patriyarkanın zalimliğine maruz kalanların birbirlerini gördükleri, duydukları, ama birlikte hareket etmek için henüz bir zemin bulamadıkları anlarda geziniyor.

Sinemada, edebiyatta, hayatın her alanında –bile isteye– ıskalanan, hatta bazen ısrarla savunulan temsil değil esas meselesi… Kadınların sayıca çok olması ya da bir kadın cinayetini göstermesini yeterli saymak. Sizin yaptığınız bu temsil durumunun tam tersi…

Daha çok kadın göstermek konuyu güçlendirmeyeceği gibi, tek bir kadın üzerinden gitmek de kendiliğinden derinleşmeyi sağlamıyor. Ben bir şeyin detaylarını gün ışığında göstermektense, alacakaranlıkta ortaya çıkmasını tercih ediyorum. Gölgeler, açıklı koyulu griler, siyahlar, belli belirsiz kıpraşan hareketler, hem kendisine benzeyen hem de başka şeyleri çağrıştıran tekinsiz imgeler ve mümkünse bir doz da, dünyanın en ciddi zihinsel eylemi kabul edilmesi gereken ironi, neşe ve mizah… Sanırım beni cezbeden şeyler bunlar.

Peki distopik yanı… Distopik olarak adlandırılabilecek kimi olaylar, anlar, atmosfer, ton, metaforlar aynı zamanda bir ütopyaya açılmıyor mu? Başka bir deyişle, cinskırımını ters yüz ederek anlatıyorsunuz. Bu bir yandan feminist bir tahayyül mü?

Kırık Şehir’in ütopya ile distopya arasında gidip gelen ve bunların birbirine dolaşık hallerine göz kırpan bir anlatı olmasını istedim. Ama beri yandan da Ursula le Guin, J.G. Ballard, Philip K. Dick, Michael Moorcock gibi yazarların 1960’lı, ‘70’li yıllarda bilim kurguya getirdikleri yeni yaklaşımın sıkı hayranıyım. Teknolojik gelişmelerin eksene alınmadığı, siyaset, psikoloji, sosyoloji ve felsefe üzerinden aslında bugünle ilgilenen ve alternatif toplum modelleri kuran bu türü çok sevdiğimi ve etkilerini taşıdığımı söyleyebilirim. Zira, var olan toplumsal cinsiyet rollerinin bolca sorgulanmasının dışında, antroposentrik türcülüğün karşısında yer alan söylemlerin okuyucuya yeni düşünme alanları sağladığını ve roman türü içinde politik bir masal lezzeti sunulabileceğini düşünüyorum. Hatta ilk romanım Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları’nın bu türe bir hayli göz kırptığını söyleyebilirim.

Kitapta şiddet patriyarkanın etkin olduğu farklı alanlarda ele alınmaya çalışılıyor. Ev içi şiddet olduğu kadar, adalet sisteminin şiddeti meşrulaştırması, onu uygulayanların sırtlarını sıvazlaması da bir o kadar önemli; birbirlerini besliyorlar. Bu çarkı kırmak için karşı-şiddetin başlı başına bir cevap veya feminist bir tahayyül olabileceğini düşünmüyorum. Fakat neyin şiddet kabul edilip edilmeyeceği, öz savunma ile şiddet ayrımının yapılması gerektiği, şiddet karşıtı bir örgütlenmenin geçiş aşamalarındaki taktikler kafamı kurcalayan ve kitaba yayılan konular.

Ursula Le Guin’in Sürgün Gezegeni adlı kitabındaki şu replik bana hep ilham vermiştir: “Hayır, sandığınız gibi değil. Benim dünyam tarif edilemeyecek kadar güzeldir ve ben orayı çok seviyorum, Yara. Size fikirlerimi anlatıyorum. Bu sayede hükümetinizin bizim yaptıklarımızı taklit etmeye başlamadan önce kimliğimizi irdelemeye çalışmakla daha iyi bir yol izlemiş olacağını size belirtmek istemiştim. Ve tabii kendi kendimizi ne hallere düşürdüğümüzü.”

Dediğiniz gibi şiddet, özsavunma ile şiddet ayrımı kolay meseleler değil. Romanın bunları düşünmeye davet etmesi okurlar açısından oldukça zihin açıcı. Peki, Gece Avcıları’nı bu durumda nasıl bir yere oturtmalı?

Gece Avcıları Hindistan’da 2006 yılında kurulan Gulabi Gang adlı bir örgütten esinlenerek yeşerdi. Türkçede Pembe Çete olarak anılan, başta kadın şiddeti olmak üzere, toplumsal birçok haksızlığa karşı çıkan bir kadın hareketi. Hindistan gibi kadın haklarının son derece yetersiz olduğu bir ülkede böyle bir hareketin doğması son derece anlamlı. Pembe Çete, erkeğin şiddetini ona iade etmekte hem çok başarılı hem de bunu neredeyse sembolik ve ironik bir biçimde yapıyorlar; şiddeti olumlayarak değil, altını oyarak. Gece Avcıları da onlara benziyor. Hak ve adalet taleplerini ezerek ilerleyen bir sistemin içinde deviniyorlar, tahayyüllerini bir formül olarak ortaya koymaktansa, kanımca meşru bir deney yapıyorlar diyebilirim.

Kitaptaki “felaket” gününde adliyedeki kaotik sahneyi, erkek cinayetlerini, hatta Ayla’nın patronuna, Yeşim’in bakkal sahibine karşı davranışlarını bu çerçevede değerlendirebilir miyiz? Nihayetinde hukuk ve adalet yok hükmünde.

Evet aynen! Adliyede olanlar, adalet kisvesi altındaki adaletsizliğin bir gün çökeceği ve buna katkı verenlerin o çöküntü altında kalacaklarının kehaneti. Ayla’nın çalıştığı kafeden çıkarken şefinin sözlü tacizi karşısında tezgâhta bulunan çanak çömleği yere saçması, Yeşim’in bakkalın saldırısına uğramasıyla onun her iki kolunu kırdıktan sonra dükkânı cam kırıklarıyla dolu bir yığına çevirmesi ve başka benzer sahnelerin hepsi adalet arayışı denemeleri. Bunlar olurken de adliye çöküyor, sular altında kalıyor, oradan nemalananları seller sürüklüyor ve etrafı işgal eden fareler tarafından erkleri ellerinden alınıyor. Tahakküm silahları ellerinden alındığında ne kadar güçsüz ve ne kadar sefil oldukları gözler önüne seriliyor.

Aklın kendi sesini duyması çok önemli. Çünkü mükemmel bir politik bilince erişmiş bir bilinçtense, bilincin “kırık”larında, kendinden rahatsız olduğu noktalarda, emin olamamaklarda, sorduğu sorularda, belirsizliklerde dolaşmak bana daha ilgi çekici geliyor.

Ve tüm bunlar olurken o distopik atmosfer okuru rahatsız etse de tam olarak ele geçirmiyor, nefessiz bırakmıyor. Zeliha’nın muzipliği ve kahkahaları, Berrak’ın küfürleri, Yeşim ve Ayla’nın kafe ve bakkaldan çıkarkenki tepkileri. Şöyle demek mümkün mü, bir direniş ve umut kıyısı olarak kahkaha, küfür ve kavga?

Direniş, daima umut barındırır ve güler yüzlüdür, hatta muziptir, şakacıdır ve oyun kurucudur. Kahkaha aynı zamanda yaratıcı ve sorgulayıcıdır, iyi anlamda rahatsız edici de. Bunlara örnek olarak 8 Mart feminist yürüyüşlerindeki pankart ve sloganları, en son İstanbul Sözleşmesi eylemlerindeki ruhu, Onur yürüyüşlerini ve Gezi direnişinden birçok enstantaneyi hatırlayabiliriz.

Öte yandan, Ayla ve Berrak’ın hukuk, adalet, feminizm konuşurkenki sesleri zaman zaman öğreten ve parmak sallayan eril bir ton olarak tınlıyor. Bu anlar “içeriye”, “kendi mahallemize” bir eleştiri mi?

İlginç bir nokta bu, ilk yazmalarımda o pasajlar daha da sert, öğretici ve sinirliydi. Yine canımızın çok acıdığı yeniden bir kadın cinayetine denk geliyordu hep yazdıklarım. Gece Avcıları’nın icraatlarına benzer eylemlerde bulunmak arzusuyla doluyordum ve yazarken benim gibi hisseden diğer kadınlarla konuşuyor, böyle düşünmeyenlere de haykırıyor gibi hissediyordum. Sonradan bu tonun tepeden bakıcılığı beni de rahatsız etti. Törpüleye törpüleye ancak bu kadar inceltebildim demek ki!

Peki sizin sesiniz? Tüm kişilerinizle aynı hizadan ilişkileniyor, hepsine eşit mesafeden bakıyorsunuz. Anlatıcı üçüncü kişi ve egemen bir bakışı var. Ama hem herkese eşit yaklaşıyor hem kimsenin sözünü, iç ve dış sesini kesmiyor. Sizin müdahaleniz sanki sadece anlatıcıya. Bu da kişilerinizin alanını daraltmamak için mi? Kendi sesinizi kısabilmeyi, kendinizi bu denli geriye çekebilmeyi nasıl sağladınız?

Böyle bir soru beni ne kadar mutlu etti anlatamam. Anlatılarda ana karakterin ağzıyla hikâye kurmayı çok severim esasen; algısı, hayalleri, yanılsamaları hepsi kendisine aittir, sorumluluk ona aittir. Dışarıdan anlatıcının ise genelleme sever bilgiçliği, bazen küstahlığı, bazen de her şeyin üstünde, herkesi gözetleyen konumu rahatsız edici gelir. Herkesin sesinin görece eşit çıktığı çok karakterli bir roman arzuladığım için üçüncü kişi konumunu seçtim, ama bu risklere karşı da temkinli olmaya çalıştım. Erke karşı yazarken erk uygulayan bir anlatıcı olamazdı. Karakterlerinin mahremlerini okuyucuya açabilmelerinin yolu, üçüncü şahıs anlatıcısının herkese, yani tüm kadın karakterlere, eşit mesafede olduğunu hissettirmesiyle mümkün olabilir diye düşündüm. Önem verdiğim bu noktaları yerine getirebilmişsem, şanslı addedeyim kendimi.

En ayrıcalıklı yer, romanın baş karakteri şehre ait. İlksöz ve Sonsöz’ü de düşünerek, merkez-yan fark etmeksizin, tüm roman kişilerini ve mekânları şehir/doğa parantezine aldığınızı söyleyebilir miyiz?

Şehir zaten biz demek, bizi içinde barındıran değil bizi şekillendiren karmakarışık bir organizma demek. Yıkılan binalar, patlayan camlar, inen çerçeveler, dev kaplumbağalara benzer araçlar, seli ememeyen kaldırımlar, tıkalı rögarlar, rüzgârın havada dolaştırdığı renkli basılı neşriyatlar, parası önceden alınıp yarım bırakılmış yapılar… Üzerimize üzerimize gelen, ama onlarsız yapamadığımız mekânlar… İşte şehirde, bir yandan onunla şekillenen, bir yandan onu şekillendirmeye çalışan biz. Direnişin hem mekânı hem de engeli gibi. Bu anlamda karakter ve mekânları şehir/doğa parantezine alma ifadesini çok sevdim.

Şiddet çarkını kırmak için karşı-şiddetin başlı başına bir cevap veya feminist bir tahayyül olabileceğini düşünmüyorum. Fakat, öz savunma ile şiddet ayrımının yapılması gerektiği, şiddet karşıtı bir örgütlenmenin geçiş aşamalarındaki taktikler kafamı kurcalayan ve kitaba yayılan konular.

O zaman mekânlara geçelim; üç ana mekândayız: ev, taksi, adliye. Üç dar mekân. Geniş dış mekân şehir hepsini daha da daraltacak şekilde üzerlerine çökmüş, onları sıkıştırmış. Ancak, bir yandan da bu dar mekânlar içlerine dünyayı sığdırıyor ya da başka deyişle o dar alandan dışarıya, dünyaya açılıyorlar. Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ta Aysel’in kapandığı otel odası, sinemadan Abbas Kiorastami’nin Ten filmi geliyor akla. Sayısız örnek verebiliriz, ama bunların gelmesinin bir sebebi de o sıkışmışlıktan kendilerine, şehre, topluma açılmaları. Mekân ve keza zamanda bu darlık dibe, derine, yana doğru bir gelişmeye, genişlemeye daha mı müsait?

Evet, bir taksinin içindeyiz roman boyunca, ama oradan farklı karşılaşmaların, kesişmelerin mümkün kıldığı çeşitli fikirlere ve eylemlere açılıyoruz. Sonra gerisin geriye taksiye gidiyoruz ve taksi yolda kalmış, belki de selde sürüklenecek. Belki bir daha çıkılamayacak onun içinden… Taksinin içindeki karşılaşmalardan nerelere çıkılacak sorusu da bizimle birlikte. Bu toplumsal daralma ortamında geniş mekânları hayal etmekte zorlanıyorum. Zamanın sürekliliğini ise yeni karşılaşmaların ve bir araya gelmelerin gücünde buluyorum.

Peki, yaşarken ve yazarken nasıl nefes alacağız sizce? Kapitalizm ve patriyarkanın hayatın her alanındaki kıyımını, ekolojik ve kültürel tahribatı anlatıyorsunuz. Üzerine Covid-19 eklendi. İçinde yaşadığımız dönem, hali hazırdaki belirsizlik yazma sürecinizi ve sonrasını nasıl etkiledi?

Kendi adıma, bu tuhaf, tekinsiz ve rahatsız edici döneme, daha fazla yazarak tahammül edebiliyorum. Eskiden her gün mutlaka, 5-6 saat yazarken, pandeminin başlamasıyla bu süre 8 saatin üstüne çıktı. Bu aralar yazmak okumaktan bile daha çok avutuyor beni. Eksilen sosyalleşmeyi yeni karakterler tasarlayıp onlarla konuşarak, dayanışma mekânlarının kayboluşunu kurmacada yaratarak, eksilen dünyanın parçalarını kelimelerle tamamlayarak… Bunaldığımda ise araya çocuk kitapları, masalları sokarak kendime bir eğlence armağan ediyorum. Bu yüzden en çok da bu dönemde yazılacak belki. Çok mu karamsar gelecek size bilmiyorum, ama dünyanın felaketler çağına henüz yeni girdiğini düşünüyorum.

 
^