RONÎ ARTÎN’LE KÜRTÇE RAP

Söyleşi: Erselan Aktan, Anıl Olcan
15 Nisan 2022
SATIRBAŞLARI

Söyleşi için aradığımızda “ineklerimle ilgilenmem gerekiyor” dedin.

Ronî Artîn: Uzun yıllardır ailemle beraber Mardin Kızıltepe’ye bağlı Xurs Köyü’nde yaşıyorum. Burada 20 dönüm arazi üzerine kurduğum, kendi kurallarımın olduğu bir ülkem var. Köyde yaşadığım için tarımdan ve hayvancılıktan anlarım, hayatımı da böyle kazanıyorum.

Söyleşinin saatini ayarlamak istediğimizde de “ineklerimin sağılma saatinden sonra müsaitim, saatinde sağmazsam canları acır” dedin. Neden öyle?

Sekiz ineğim var. Canı yanmasın dediğimin adı Matmazel. Yirmi günlükken almıştım onu. Matmazel satılamaz, kesilemez. Matmazel İsveç ineği. Özel bir ırk olduğu için süt verimi yüksek. Sabah dokuz buçuk ve akşam dokuz buçuk Matmazel’in sağım saati. Bu saati geciktirirsem bağırmaya başlar. Artık evden biri oldu. Yanına yaklaştığım zaman mutlu olduğunu hissederim. Beni tanır, güvenir.

“Çirok” adlı şarkında “Bazen tepetaklak olursun, o zaman hayal sana yol açar: Bir fideden bir bahçe doğar” diyorsun. Şarkının klibi de çift sürdüğün tarlanda geçiyor. Tarımla da mı ilgileniyorsun?

24 yaşına kadar köyde olmaktan memnun değildim. Köyden zaman zaman uzaklaşırdım, ama geri gelirdim. Sonra “burada bitirmem gereken bir şey var” dedim. Kolları sıvadım, üç dönüm sera yaptım. Burada yazın tütün, kışın da garnitür bitkiler ekilir. Maydanoz, göbek marulu… Ben toprakla, ağaçla, hayvanla varım. Bunların içinde oldukça bir şeyler üretebiliyorum. Toprak bir şekilde beni istediğim şeye ulaştırıyor.

Doğayla kurduğun bağ müziğini etkiliyor mu?

Köyde kendimi iyi hissediyorum. Metropol ortamını, kalabalığı sevmem. Kürt gençlerinin metropollerde ayak işi yapmasını sevmiyorum. Kendi memleketlerinde arazisi varken kölelik yapmalarını hazmedemiyorum. Köydeyken daha iyi üretiyorum. Doğada da ihanet ve savaş var. Bir şeyleri yok ederken, bir şeyleri yaşatıyorsunuz. Yani doğada bir mücadele var.

Nasıl bir mücadele?

Mesela civarda göbek marulu bir tek ben üretebiliyorum. Burada marul kapanmaz, kapansa da sertleşmez. Herkes “ilaç mı kullanıyorsun?” diye soruyor. İlaç filan yok. Göbek marullar sıcakta gelişir, soğukta sıkılaşır. Bu sene bir sıcak, bir soğuk oldu. Bitki şaşırdı. Baktım hepsi açılmış. Açıldığında bir değeri olmuyor. Onları öyle görünce neredeyse ağlayacaktım. Sonra marulların yapraklarını kapatıp üstlerine birer taş koydum. Yaprağa yön gösterdim. Dedim ki “o yöne değil bu yöne gideceksin”. Göbek marul tuttu ve iç meyveyi geliştirmeye başladı. Bu mücadele tabii ki müziğime de yansıyordur.

Avcılar’da bir bakkala girdim, su istedim. Bakkal şivemden Kürt olduğumu anladı. “Siktir git” dedi. O an bir şey diyemedim. “Siktir git”e ne denir? O aralar Ceza’yı dinliyorum. Ceza öyle kusuyor ki içindekileri. İçimden “siktir git lafına işte böyle cevap verilir” dedim.

Rap’le ilk temasın nasıl oldu?

Size efsanevi hikâyeler anlatabilirim, “rüyama bilmem kim girdi, ben de rap yaptım” diyebilirim, ama öyle değil. Ben faşistlik yüzünden rap yaptım. Babam cezaevindeydi. Bir abim ve ablam vardı. Ailemin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmam gerekiyordu. İstanbul Avcılar’da bir fabrikada çocuk işçiydim, kimya fabrikasında üstüm başım yanık içinde hamallık yapıyordum. Ceza çok popülerdi. Fabrikada Ceza dinleyip çalışırdık. O zamanlar Serhado yoktu.

Avcılar’da nasıl bir ortamdaydın?

Benim yaşlarımda sekiz-dokuz arkadaşla bir dükkânda kalırdık. Dükkânın camına gazete yapıştırmış, yere yorgan sermiştik. İş bitince dükkânın yanındaki marketten ekmek arası sandviç alıp yerdik. Sonra uyurduk. Sabah tekrar işe giderdik. Hep böyleydi. Bir gün tatilim vardı. Avcılar Ambarlı sahiline break dansçılar gelirdi. Tatil günümde onları izlemeye giderdim.

Sahildeki dansçılara katıldın mı?

Başlarda sadece seyrediyordum. “Biri beni o piste iteklesin, ben de bildiklerimi göstereyim” diyordum. Birkaç hafta sessiz sakin onları izledikten sonra dikkatlerini çektim. İçlerinden biri “sen break dance biliyor musun?” diye sordu. Dedim “biliyorum”. Ben dans etmeye başlayınca şaşırdılar. Çünkü çoğundan iyiydim. Onlar minderde öğrenmiş, ben Kızıltepe’nin kaldırımında. Derim timsah gibi olmuş. (gülüyor) Birkaç hareketten sonra beni bırakmadılar, “sen her hafta gel” dediler.

Break dance’i Kızıltepe’de öğrenmekle Avcılar’da öğrenmek farklı mı?

Şivemden belliydi her şey. İşte Kürdüm, 40 sayısını onlar gibi söyleyemiyorum. Hâlâ söyleyemem. Gırq deyince Kürt olduğum belli oluyor. Giyimim “Kürt” diye bağırıyordu. Bol paça kot pantolonun altına kundura giymiş, saçları jöleyle dikmiş bir çocuktum. İstanbul’a geldiğimde çevremdekiler böyle giyiniyordu. “Öyle giyinen birinin başı beladaysa yardıma git” anlamında bir kodlama sistemiydi. Hareketli biri olduğum için eşofman giymeyi severim, ama eşofman giysem Kürt arkadaşlarımın benimle gezmeyeceklerini biliyordum. Zaten o kalıbın içinde de çok duramadım. Bukalemun gibi uyum sağlamayı beceremedim.

Sahilde break dance yapanlara da uyum sağlayamadın, öyle mi?

İnsan istenmediğini hisseder. Onların muhabbetleri çok farklıydı. Samimiyetsizdiler. Ben Güneydoğu’dan gelmiş çocuğum tabii, ayak uyduramıyorum. Bir baktım ki o feyz alarak izlediğim insanlara break dance öğretiyorum. Benden bir dans hareketi öğrenirken başıma toplanırlardı. Sonrasında benimle ilgilenmezlerdi. Kendi aralarındaki samimiyet bana yansımıyordu. Çok umurumda olmadı. Çünkü dans ederken onlardan iyiydim. Bu gerçek bana yetiyordu. Eğer ezik, bilgisiz, dansta da yeteneksiz biri olsaydım belki beni maskot gibi benimserlerdi. Ama ummadıkları taş baş yardı. (gülüyor) Bir-iki ay takıldıktan sonra bir daha gitmedim. Yine de güzel bir etkileşimdi. Onlar break dance’a tutkun değildi, gösteriş yapıyorlardı. Benim dansta da, rap’te de olayım gösteriş değil.

Break dance’la ilk temasın Kızıltepe’de mi oldu? Nasıl geliştirdin tekniğini?

Hiperaktif bir çocuktum. Dövüş filmlerindeki akrobatik hareketleri yapmaya meraklıydım. Mesela bir filmde Bruce Lee takla attığında ben de atardım. 11-12 yaşlarımda karate kursuna yazılmıştım. Kurs bitince salonda bir-iki saat daha takılırdım. Takla atardım, çalışırdım. O ara Mardin’e Avrupa’dan bir çocuk gelmişti. Adı Caner’di. Break dance yapıyormuş. Caner’e benden bahsetmişler. “Burada bir çocuk var, oradan oraya atlayıp zıplıyor” demişler. Caner de beni merak etmiş. Bir gün salona geldi, break dance yapmaya başladı. Çok hoşuma gitti. Bana “bir-iki ay buradayım, çalışalım” dedi. Caner gidince internet kafede YouTube’daki break dance videolarını izlerdim.

İstanbul’dan Kızıltepe’ye temelli dönüş kararını nasıl aldın?

Bir gün Avcılar’da bir bakkala girdim, su istedim. Bakkal şivemden Kürt olduğumu anladı. “Siktir git” dedi. O an bir şey diyemedim. “Siktir git”e ne denir? Günlerce bu olay aklımdan çıkmadı. Kafamı yastığa koyuyorum “siktir git”, işe gidiyorum “siktir git”. Sonra “Roni siktir git, burası sana göre değil” dedim. O aralar Ceza’yı dinliyorum. Ceza öyle kusuyor ki içindekileri, sürekli bir şeyler anlatıyordu. İçimden “siktir git lafına işte böyle cevap verilir” dedim. Bakkal bana o küfrü ettiğinde, bire birdik. Ama bu demek değildir ki yalnızdım. Benim gibi binlerce çocuk olduğunu biliyordum. O bakkala başka türlü bir cevap vermeliydim yani. Bir şeyler anlatmalıydım, söylemeliydim, metaforlara sıkıştırmalıydım. Ajitasyon değil, sızlanma değil. Yapmam gereken rap’ti. Bakkalın o gün söylediği laf içimdeki rap ateşini yaktı.

Kızıltepe’de hiphop kültürünü nasıl sürdürdün?

İstanbul’dan dönünce Kızıltepe’de bir spor salonunda break dance eğitimi vermeye başladım. Doktor, avukat, polis çocukları geliyordu. Narin çocuklardı. Aylarca uğraştım, ama yarım salto bile atamadılar. (gülüyor) Spor salonunun dışarıyı gören büyük bir kapısı vardı. Ayakkabı boyacısı ve hurdacı çocuklar bizi kapıdan izlerdi. Bir gün salon sahibi yokken o çocukları içeri aldım. Meğer bunlar bizi izleye izleye bütün hareketleri kapmışlar. Onları görünce coştum! Haftada iki gün salona almaya başladım onları. Onlara “eşofman giyin” diyordum, ama garibanların eşofmanı yok ki. Kot pantolonu eşofman niyetine giyerlerdi. Boyacı ve hurdacı çocuklarla altı-yedi kişilik bir dans grubu kurduk.

Neden düğünlerde çıkmayalım ki? Düğünler Kürtlerin diskosudur. Şakiro da düğünlerde dengbej söylemiyor muydu? Dengbejliğin rap’ten fazlası var, eksiği yok. Şakiro’da sözsel bir armoni, yani flow var. Çünkü sözleri kendine giydirmiş. Bu, rap’in bir üst mertebesi.

“Battle” hiphop’un şanındandır, Kızıltepe’de dalaşacak hiphop’çular var mıydı?

Yoktu. “Battle” yapamıyorduk. “Tamam, biz bu işi yapıyoruz, ama bir şey eksik. Küselim ayrılalım” dedik. Böyle fantastik şeyler de yapıyorduk yani. (gülüyor) Break dance için düzgün ve kaygan bir zemine ihtiyaç vardır. Kızıltepe’de de öyle yerler çok yoktu. Kızıltepe çarşısının ortasında 25 metrekare bir alan vardı. Orası bizim mıntıkamız olmuştu. Haftanın bazı günleri toplanıp küçük bir teyp götürür, break dance yapardık. İnsanlar izlemeye başlayınca şevklendik. Ama paramız yoktu. “Bu işi çözeceğim” dedim. O zamanlar Kızıltepe’de iki-üç tane düğün salonu vardı. Düğün salonlarının sahiplerine gidip “Biz pasta arasında müziğimizi açacağız, dans edeceğiz. Gelinle damat bir şey verirse verir, vermezse evimize gideriz” dedim. “Tamam” dediler.

Düğünlerde mi sahne almaya başladınız?

Evet. Kuru kuru takla atmakla, kafa üstü dönmekle olmuyordu. Bir süre sonra izleyiciler başka şeyler talep etmeye başlayınca koreografi yapmaya başladık. Şapka açtığımız zaman gelin, damat, gelinin sarhoş kuzeni filan güzel paralar atmaya başladı. Baktık ki bize para da kalıyor, kendimize kostüm almaya başladık. Aynı kıyafetlerle sahneye çıkıyorduk. Bu sefer bize “popi çocuklar” demeye başladılar. Onların gözünde soytarıydık. (gülüyor) Olsun, biz eğleniyorduk.

Düğünlerde hiphop kültürünün kabul görmesi zor değil mi?

Benimsediler bir şekilde. Bazen tanıdıkların düğünlerine gidiyorum. Eş-dost “hadi bize bir şarkı söyle” diyor. Sazcıya ve orgcuya “Müdahale etmeyin. Ritm çalsın, sadece aralarda bir şeyler çalın” diyorum. Sazcılar işi bozmasınlar diye mecbur uyarıyorum. Çünkü rap yapınca insanlar omuz halayında coşuyordu. Onlar coştukça sazcılar da acayip şeyler çalabiliyor. (gülüyor)

Düğünlerde sahneye çıkanlara pek iyi gözle bakılmayabilir. Size de öyle mi bakarlardı?

Doğru. Düğün salonlarında çıkan müzisyenler ikinci sınıf olarak görülüyor. Ama neden düğünlerde çıkmayalım ki? Düğünler Kürtlerin diskosudur. Kürtlerin binlerce yıllık töreninde rap yaptığın zaman ezik mi oluyorsun? Olmazsın. Düğünler insanların sosyalleştiği yerler. Zengini, yoksulu, akıllısı, cahili herkes düğündedir. Yani toplum, aradığım insanlar orada işte. Şakiro da düğünlerde dengbej söylemiyor muydu?

Şakiro demişken… Bir söyleşinde dengbejlik ve rap arasında bir bağ olduğunu söylüyorsun? Nasıl bir ilişki var?

Dengbejliğin rap’ten fazlası var, eksiği yok. Dengbejlikte de bir hikâyeyi sözlerle anlatırsınız. Şakiro’da sözsel bir armoni, yani flow var. Biz rap’çilerin işi Şakiro’dan daha kolay. Beat’in üzerine sözleri söylüyoruz. Bir anlamda duyguyu beat veriyor. Rap müzikten altyapıları çıkardığınızda sözleri kuru kuru dinleyemezsiniz. Ama Şakiro’yu dinleyebilirsiniz. Çünkü Şakiro sözleri kendine giydirmiş. Bu, rap’in bir üst mertebesi. Kürtler rap’çi doğup rap’çi büyüyor. (gülüyor) Şakiro da yaşasa muhtemelen rap yapardı.

Şakiro ile kendi müziğin arasında da bir bağ görüyorsun…

Şakiro’nun onlarca yıl önce yaşadıklarını bugün Kürt rap’çiler yaşıyor. Şakiro gibi bir otel odasında yalnız başımıza ölmek istemiyoruz. Şakiro’ya yazık edilmedi mi? Şakiro, cool, yakışıklı, Kürtlerin Michael Jackson’ı gibi biri. Kürtlerin arasında yaşanan kavgaları, iyi günleri, hikâyeleri dengbejlerden öğreniyoruz. Biz rap’çiler de bunun bir benzerini yapıyoruz. Şakiro’nun hikâyesi yarım kaldı. Yarım kalan hikâyeyi Kürt rap’çiler tamamlayacak.

Faşistlik artınca Türkçe rap yazmayı kestim. İnsanlar çok istiyor ama, ben şarkılarıma Türkçe altyazı da yazmam. Ne zaman bir Türk rap’çi “Türkiye’de 20 milyon Kürt yaşıyor, Kürtçe altyazı yapayım” der, ben de o zaman Türkçe altyazı yazarım.

Etkilendiğin başka müzisyenler var mı?

Aynur Doğan ve Mehmet Atlı âşığıyımdır. Harun Elki ve Cengiz Yazgı’yı çok severim. Ve Ahmet Kaya tabii. Akıl başa gelip bir şeyler düşünmeye başladığım zaman bu müzisyenlerin üzerimde büyük etkiler bıraktığını anladım.

Break dance’ten rap yapmaya geçiş nasıl oldu?

2008’de, İstanbul’dayken kendi kendime bir şeyler mırıldanmaya, “ben de yazabilir miyim acaba?” diye düşünmeye başlamıştım. O zamanlar Türkçe bir şeyler mırıldanıyordum. Break dance yaptığım için ritmleri kavrayabiliyordum. “Şu vuruşta punch gelecek” derdim kendi kendime. Başlarda zayıf yazardım, ama bir flow bulurdum. Freestyle yaparken Türkçenin arasına Kürtçe kelimeler sıkıştırıyordum. Ama 2011’de, Kızıltepe Newroz’unda Kürtçe rap’i Serhado’dan duyunca, “tamam, olay bu” dedim. O âna kadar Kürtçe rap yapılabileceğine ihtimal vermiyordum. Yavaş yavaş Kürtçe karalamaya başladım.

Kendi kendine mırıldandığın şeyleri nasıl kaydediyordun?

O zamanlar beat nereden bulacaksın? Beat filan yok. Eskiden bant kasetleri geri sarıp kayda bastığınız zaman ses kaydedebiliyordunuz. Dedemin ilahi kasetlerini geri sarıp üzerine ses kaydederdim. Doğaçlama rap yapardık, yazılı değildi. Sonra bilgisayardan da kayıt alındığını öğrendim. Tenha saatlerde internet kafeye giderdim. Kulaklık mikrofona rap yapıp bir şeyler kaydederdim. Kulaklık mikrofon çubuk mikrofona döndü. Baktım o da yetmiyor, binbir zorlukla bilgisayar aldım. Her şarkı bir öncekinden iyi olsun diye çok çalışıyordum. Kürtler genelde arabesk rap yapıyordu. Ben arabesk rap yapmadım. Underground rap yaptım. Yetersiz ekipmanlarla İzmir’deki, İstanbul’daki rap’çilerin müziklerine denk şeyler yapıyordum. Şarkıları etrafımdakiler seviyordu. “Bunlar benimle kafa buluyor galiba” diye düşündüm. Arkadaşlarım şarkıları telefonlarına zil sesi yapmaya başlayınca “gerçekten sevmişler” dedim.

Serhado’yu izlediğin Newroz nasıldı? Onu sahnede gördüğünde ne hissettin?

Newroz olmuş, açık hava ve müzik var. Break dance nasıl yapmayacaksın? Break dance ekibiyle Kızıltepe Newroz’una gitmiştik. Serhado’nun sahneye çıkacağından haberim yoktu. Serhado çıkınca sahneye kilitlendim. Dondum kaldım. Ekipten arkadaşlar beni dürtüp “hani dans edecektik” diyorlardı. Dedim “hele bir durun, adam ne diyor?” (gülüyor) Serhado hiç gevelemiyordu. Belki 300 bin insan vardı. Kitle Serhado’yu coşkuyla dinliyordu, dans ediyordu. İnsanlar “ben bu işi sevdim, al sana ispatı, dans ediyorum” diyordu.

Seni Serhado’ya böylesine çeken neydi?

Serhado Kürtçe rap’i müzikal olarak en iyi yapan kişi. Onun şarkılarında hikâye bölünmez, başka yere sapmaz. Flow’ları çok yerindedir. Kendine has bir üslûbu vardır, sakindir. Ben dahil birçok rap’çide bu üslûp henüz oturmadı. Kürt rap’çilerin içinde rap aşkı varsa bunu Serhado salmıştır. Eğer ben başka birine rap aşkını salmışsam o yine Serhado sayesindedir. Bazı rap’çiler Serhado’yu sert ve politik bulabiliyor. Kürtçe rap’e önderlik edebilecek vasıflarda olmadığını söyleyebiliyorlar. Hangi hakla bunu söylüyorlar? Kimse Serhado kadar bedel ödememiştir. Serhado Kürtçe rap’in Şakiro’sudur.

Serhado ilk çıktığında epey popülerdi. Bu da Kürtçe rap’in bir potansiyelinin olduğunu gösteriyor. Buna rağmen Kürtçe rap neden yavaş ilerliyor?

Görev paylaşımı yapmayı bilmiyoruz. Bir kişi beat yapar, diğeri rap söyler, başka biri müziği pazarlar. Ben şarkıyı yazıyorum, kaydı yapıyorum, klibi çekiyorum. Herkes rap’çi olmak istiyor. Kimse beat yapmak istemiyor. Bazı insanlar için beat yapmak sahnenin arkasında kalmak gibi geliyor. Birine “hadi beat yap” dediğinde hakaret olarak algılıyor. Kürt gençleri statü beğenmiyor. Birine “kaydımı yapar mısın?” diye sorarsan “ben senin hamallığını mı yapacağım” diyor. Yapım şirketleri de Kürtçe rap üzerine kafa yormuyor. Bana “neden senede bir şarkı üretiyorsun?” diye soruyorlar. Ben zaten her şeyimi ortaya koyuyorum. Şartları eşitlemeye çalışıyoruz, ama bir-iki adım gerideyiz. Belki de böyle daha iyi. Yavaş yavaş birikiyor bazı şeyler… Ben reklam da yapmam. YouTube’a veya bir fenomene beni dinlesinler diye para mı vereyim? Bunlar organik değil, müzisyene yakışmaz.

Kürtçe rap dinleyicileri bu durumu nasıl karşılıyor?

Kürtler tepkisiz değildir. Doğru zamanda doğru şekilde Kürtçe rap’i tanıtmak gerek. Diyarbakır’da bir Kürtçe rap etkinliği oldu, Aralık 2021’de. Diyarbakır’da ilkti bu. Mekâna girdim, “sahne nerede” dedim. Bir baktım garson ahşap palet getiriyor, sahne paletmiş. Paletin üzerinde rap yapmak çok değişik bir şey. İp üzerinde cambazlık gibi… Paletin arasındaki boşluklara ayağınız sıkışabiliyor. Ayağınızı kurtarmaya çalışırken dans ediyormuş gibi oluyor. Mekân sahibi “konsere yirmi-otuz kişi gelir” diyordu, ama mekân tıklım tıklım doldu. Mekân sahibi de mutluydu. O kadar mücadele edip Kürtçe rap yapmaya çalışıyoruz, sahne de paletten olmasın yani. Adım gibi eminim, bu ülkede Kürtçe rap bir gün zirve yapacak. O günleri görmeden ölmeyeceğim.

Kızıltepe Kürt siyasi hareketi için önemli bir yer. Oradaki ortam müziğini etkiledi mi?

Kürtçe rap yapmaya başlayınca, ister istemez “başıma bir şey gelir mi?” diye düşünüyordum. Ama sonra “deneyelim, bakalım” dedim. Zamanla korkunun üzerine gidiyorsun. Başkaldırı kültürü Kızıltepe’de eskiden daha yoğundu. Şehir gergindi. Haftada bir kapatma olurdu. Bunlar bizim gündelik hayatımızın parçasıydı. Çocuktuk ve akşam dışarı çıkmaya korkuyorduk. Akıl almaz olaylar yaşanıyordu. Hatırlarsınız, Uğur Kaymaz ve babası Kızıltepe’de öldürüldü. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın bedeninden 13 kurşun çıktı. Uğur Kaymaz’ın kardeşi Habip yakın arkadaşım. Habip müziğimi çok seviyordu. Bana hiçbir zaman “Uğur için bir şarkı yap” demedi, ama istediğini hissediyordum. Ben de istiyordum, ama yanlış bir şey yapmaktan endişe ediyordum. Halkın “Baba-oğul katlediliyor, sen şarkı yaparak prim yapıyorsun” demesinden korkuyordum. Bir gün Habip’e “valla dilê min de heye”, yani “gönlümde var” dedim. Uğur Kaymaz için “Nebû keko” yani “Olmadı, yakışmadı” diye bir şarkı yaptım. Şarkıyı Habip’e hediye ettim.

Ronî Artîn İstanbul Newroz’unda sahnede, 20 Mart 2021. Fotoğraf: Ömer Çakan

Ne anlatıyordu şarkı?

Şarkı Türkçe ve Kürtçeydi. Parçalanan bir aileyi, travmalarla boğuşan bir kardeşi anlattım. Çevrem böyle hikâyelerle dolu. Habip’in abisi ve babası öldürüldü. Onunla göz göze geldiğinizde ne diyebilirsiniz ki? Uğur Kaymaz öldürüldüğünde küçüktüm. Habip’in travması benim de travmam aslında. Mezopotamya’da travmalar yerinde kalmıyor, geziyor, aktarılıyor. Mezopotamya’yı kovan, Kürtleri arı gibi düşünün. Bu kovandan hepimiz payımıza düşeni alıyoruz. Anlatılması gereken çok hikâye var. Bu yüzden Türkiye’de rap müzik yapması gereken kesim Kürtlerdir.

“Hêsir” adlı şarkında “Üstümüze yağdı bir felâket / Bir söylenti gezdi kulaktan kulağa/ Kimse kalmadı, bomboş sokaklar” diyorsun. Anlatılması gereken hikâyeler var, ama çoğuna ceza kanunları eşlik ediyor. Sen nasıl yazıyorsun?

Birçok şeyi metaforlarla anlatıyorum. “Yazmalıyım” dediğiniz zaman elbet bir yol bulursunuz. Hiçbir şey söylemesem bile “gözünün üzerinde kaş var” deyip sorun çıkarabilirler. Mümkün olduğunca kaşları cımbızlıyorum. Sadece kanunların etrafından dolanmıyorum. Bazen kendi toplumumun etrafından da dolandığım oluyor.

Bir rap’çi olarak kendini dilediğin gibi ifade edememek seni nasıl etkiliyor?

Kendi coğrafyanda duygularını yaşayamıyorsun. Bir şeysin, ama o şey olmana izin vermiyorlar. Bir şey olduğun zaman da o şey olmadığını iddia ediyorlar. “Ben neyim?” diye sormamıza izin vermiyorlar. Rahat bir şekilde söylemek varken konunun etrafında dolanmak zaman kaybı. Yani, mobese ceza yazmasın diye plakayı söküyorum. Yüz metre sonra plakayı tekrar takıyorum. (gülüyor)

Rap’e Türkçe yazarak başlamışsın, Kürtçe rap’e başladığında zorluk yaşadın mı?

Annem Amasyalı, Türk. Evde Türkçe de konuşulurdu. Kardeşlerimin ilk sözleri Türkçe olmuş, benim Kürtçe. Okula başlayınca Türkçeyi öğrenmiş oldum. İstanbul’da yaşadığım dönemde aksanım biraz daha gelişti. “Kürtçe rap yapacağım” dediğim zaman bir geçiş süreci oldu, arafta kaldım. Türkçe rap yapıyordum, ama “bu ben değilim” diyordum. Kürtçenin dilbilgisi kurallarına hâkim değildim. Kelime haznem dardı, kafiyelere yetişemiyordum. Kürtçe sözlük karıştırdım. Kelimeleri flow’a oturtmaya çalışıyordum. Ben sokak Kürtçesiyle yazıyordum. Kızıltepe’nin Kürtçesi Diyarbakır’ın Kürtçesine çok benzer. Tabirlerimiz, metaforlarımız bölgeye özeldi ve rap sözlerine de yakışıyordu. Kürtçenin sağlıklı bir şekilde yayılması için doğru değil, ama rap sonuçta sokağın dilidir.

Epeydir kurallı, “kitabına uygun” bir Kürtçe kullanılması tavsiye ediliyor. Kürtçeyi öyle kullanmayanlar eleştiriliyor. Ama rap sokak dili, başka bir ifadeyle halk müziği…

Bir anlamda doğru. Eğer “kitabına uygun” Kürtçe kullansaydım sokaktaki insanlar beni anlamak istemeyecekti. İnsanlar sokak Kürtçesini kullandığım için “hah, bu benim de kullandığım dil” dedi ve sahiplendi. Zamanla kurallı Kürtçeyle temas etmeye, şarkılarımda buna daha fazla dikkat etmeye başladım. Sokak Kürtçesini daha çok seviyorum, ama kelime haznesi bana yetmemeye başladı. Bir yerden sonra kendini tekrar etmeye başlıyorsun. “Bana yeni bir şey lâzım” dedim. Bunu da “kitabına uygun” Kürtçede buluyorum.

Artık Türkçe söz yazmıyor musun?

Faşistlik artınca Türkçe rap yazmayı kestim. İnsanlar çok istiyor, ama ben şarkılarıma Türkçe altyazı da yazmam. Ne zaman bir Türk rap’çi “Türkiye’de 20 milyon Kürt yaşıyor, Kürtçe altyazı yapayım” der, ben de o zaman Türkçe altyazı yazarım.

Bazı MC’ler Kürtçeyle temas kurmaya çalışıyordu. Ezhel “Dem Dem”i söylemişti mesela…

Evet, tek örnek o. Ezhel Kürtlere karşı dostanedir. Ezhel’le yıllar önce Mardin’de sahneye çıkmıştık, korkmuyordu. Ama şu an Ezhel de sessiz. Ona hak veriyorum. Kemikleşmiş bir kitlesi var. İşler artık kişisel karar boyutundan çıkıp kurumların ve menajerlerin kararlarına dönüyor.

Türkçe rap ortamıyla temasların oluyor mu?

Oluyor. Kimi iyidir, kimi kötü… “Mezopotamya” ve “Ez Xeribim” çıkmıştı, Kürtçe rap piyasasında dikkat çekmeye başlamıştım. İstanbul’da konsere davet edilmiştim, Türkiye’nin bilinen rap’çileri çıkacaktı sahneye. Ben de “beyaz pipilerin arasında siyah pipi”… Kuliste kimse benimle iletişim kurmadı. Girdiğim ortamı terk ettiler, göçebe gibi oldular. Yahu durun, yemeyeceğim sizi! Çok iyi beat’ler yapan DJ’ler var. Ama bizi görünce iki adım geriye gidiyorlar. Yahu zaten ben bir adım geriden geliyorum. Hele bir dur, sana ne oluyor?

Bir zamanlar sana o bakkalın dediğini der gibi… Öyle mi?

Olay tamamen o. Sahne zamanı geldi. Benden önce sahneye Jagged diye faşizan bir rap’çi çıktı. Ben sahneye çıkacakken salonu boşaltmak için “fotoğraf çektirmek isteyenler dışarı gelsin” demişti. Bu ayıptır. İçerledim, “bu kadar da olmaz” dedim… Allame o gün çok kral bir hareket yaptı. Kitlesini beni dinlemeye davet etti. Sahnenin arkasında da izlemişti beni… Bir Kürtçe rap yapmaya başladım, dışarı çıkanlar içeri gelmeye başladı. “Mezopotamya”yı söylerken Eminem’in 8 Mile filmindeki sahneler yaşandı. (gülüyor) Birbirimizden kaçarak bir yere varamayız. Korkarak nasıl rap’çi olabilirsiniz ki? Manav ol daha iyi…

2021’de İstanbul Newroz’unda sahneye çıktın. Serhado’yu bir Newroz sahnesinde tanıdığını da düşünürsek senin için nasıl bir anlamı vardı Newroz’da sahneye çıkmanın?

Dünya ne güzel dönüyor, değil mi? Galiba bundan ben değil, Serhado gurur duymalı. İstanbul Newroz’unda en iyi tepki alan müzisyenlerden biriydim. 60 yaşındaki teyzeler müziğimle halay çekiyordu. Bu da bir iletişimdir, güzeldir. Rejideki insanlar bile tempo tutuyordu. Binlerce insan vardı. Yakalayabildiğim bir kitle oldu. İstanbul Newroz’u gergindi, hava griydi. Griliği olabildiğince kırmaya çalıştım. Diyarbakır Newroz’u gökkuşağı gibidir. Diyarbakır Newroz’una gelenler eğlencenin hakkını verir.

Nasıl bir fark var iki Newroz arasında?

İstanbul Newroz’u semboliktir, Diyarbakır Newroz’u bayramdır. İstanbul Newroz’u kebapçıya gidip menüde makarnanın olduğunu bilmek gibidir. Ama kebabın yanında ciğer olduğunu bilmek Diyarbakır Newroz’udur. Tam tadında yani. (gülüyor)

1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022

^