ALEVİLER VE ALEVİLİK –VI

Söyleşi: Tuba Çameli
7 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Alevilik-Bektaşilik ilişkisi, Alevi “diasporası”, Dede ekonomisi, seçici Alevilik, “şehitlik” meselesi, Fuat Köprülü’den Şerif Mardin’e “folk-Alevilik”, devletin Alevilere “kendinizi tanımlayın” dayatması… Dizinin altıncı ve son bölümünde, Alevi Enstitüsü kurucularından SBF eski öğretim Ayhan Yalçınkaya’yı dinliyoruz…
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu 30. yıl kutlaması (29 Eylül 2019)

Bektaşilikle başlayalım isterseniz. Yakın geçmişe dek Alevilik Bektaşilikle birlikte anılırdı, “Alevi-Bektaşi” tamlaması kullanılırdı. Giderek bu tamlamanın “Bektaşi”si gölgede kaldı, hatta silinir gibi oldu. Evet, örneğin, 36 bileşeni olan çatı örgütünün adı Alevi Bektaşi Federasyonu, ama genel söylemde “Bektaşi”nin pek esamisi okunmuyor. O tireli ifadeden “Bektaşi”nin düşmesi nasıl yorumlanmalı? Alevilik ile Bektaşilik arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz? 

Ayhan Yalçınkaya: Yine isterseniz önce bir sadeleştirme yapalım. O “Alevi-Bektaşi” ibaresindeki “Bektaşi” kimleri kapsıyordu ki, şimdi artık kapsamadığını filan düşünmeye başlayalım? Sonda söyleyeceğimi başta söylemiş olayım: Benim için zaten o ifade sorunluydu. Çünkü şu açık: Her Bektaşi Alevidir, ama her Alevi Bektaşi değildir ve sanırım o yüzden ikili bir biçimde anılıyordu. Peki ama bu durumda şu da doğru olmaz mı? Her Sıraç Alevidir, ama her Alevi Sıraç değildir. Her Tahtacı Alevidir, ama her Alevi Tahtacı değildir, her Çepni Alevidir, ama her Alevi Çepni değildir… Böyle sürer gider. Bunları tek tek saymaya gerek var mı? Alevi sözü hepsini kapsıyor zaten, onlar kendilerini nasıl ifade ederse etsin ve dahası, hatta “Alevi” sözünün modern yüklenimleri ne olursa olsun ya da ne kadar modern olduğu iddia edilirse edilsin.

Çalıştay sürecinde rejim bu Alevi-Bektaşi ikiliğini çok kötüye kullandı. Bektaşileri özel olarak ayırdı ve Alevi saymadı, tıpkı Arap etnisitesine ait Antakyalı toplulukları Alevi saymadığı gibi. Oysa, bu iki topluluk da Alevi, sorunları da ortak, çünkü devlet ortak. Bektaşi nitelemesine yönelirsek, bu nitelemenin aslında ikili bir kullanıma sahip olduğu görürüz, tarihsel macerası şimdilik paranteze alınarak. Bektaşilik dendiğinde, öncelikle elbette Babagan Bektaşiliği anlaşılmalıdır. Bugün kimi Balkan ülkelerinde hâlâ yoğun olarak izleri bulunan, Türkiye’de de Babalık kurumuyla mevcudiyetini sürdüren, diğer Alevi topluluklardan farklı olarak, bir tür tarikat gibi örgütlenmiş, belirli mertebelerden geçmeyi şart koşan bir kol.

Bu topluluğun ve örgütlenmenin tarihi aynı zamanda Aleviliğin yazılı birikiminin, inceliğinin, yoğunluğunun, eleştirelliğinin, norm-dışılığının da tarihidir. Ancak, aynı zamanda karşımızda ocak örgütlenmesinden biraz daha farklı bir örgütlenme olduğu ölçüde, özellikle siyasal tarih içinde oynadıkları roller ve devletle girdikleri ilişkiler de bir bütün olarak Alevilik tarihinin de gerilimli bir parçasıdır.

Yurtdışında yaşayıp da Alevilik gibi bir sorunu olan Aleviler bir diaspora olmaktan çok uzak. Diasporanın belirleyici özelliği iflah olmaz bir daüssılayla malûl olması değildir. Onu diaspora kılan yurduna dönüşe ilişkin arzunun, iradenin ve dahası, yaşadığı yere ilişkin geliştirmesi beklenen kimi ilişkilere yönelik direnci ya da yokluğudur. Alevi topluluklarınsa yaşadıkları yere kök salma arzusuyla hareket ettikleri çok açık.

Alevi-Bektaşi nitelemesi bu grubu mu işaret ediyordu, şimdi neden işaret etmiyor?

Bu grup Türkiye siyasi tarihinde önemli roller üstlenmiş figürleri de içerir. Bunu biliyoruz. Ayrıca bir de Bektaşi dendiğinde bugünkü Çelebiler’e bağlı, Babagan olmayıp Dedegan olan, ocak örgütlenmesi içinde sayabileceğimiz büyük bir grup var. Örneğin, Çorum, Amasya, Merzifon, Tokat, yani Kızılırmak-Yeşilırmak arasında kalan bölgenin büyük çoğunluğu bugün Çelebiler’e bağlı. Aynı şekilde Afyon, Eskişehir, Isparta, Burdur havalisi. Burada görgü-sorgu hizmetini yürüten Dedeler Hacı Bektaş Dergâhı ve Çelebiler’den icazetle bunu yürütürler.

Tahmin edebileceğiniz gibi, Babagan Bektaşilik ile Dedegan Bektaşilik arasında, Hacı Bektaş Dergâhı ve postnişinlik konusu başta gelmek üzere, tarihsel kökleri olan bir gerilim vardır. Aynı şekilde Hacı Bektaş Dergâhı postnişinliği ile diğer ocaklar arasında da bir gerilim vardır. Bu gerilim bugün postnişin olan ve gerçekten de Aleviler için bir şans diye kabul ettiğim Veliyettin Hürrem Ulusoy sayesinde stabilize haldedir. Ama Ulusoy ailesi (Çelebiler) içinde elbette bu gerilimi canlı tutmak isteyen, bundan nemalanmaya kalkan, özellikle ırkçı yaklaşımlarıyla öne çıkan bazı isimler yok değil.

Ayhan Yalçınkaya

İşte Alevi-Bektaşi kullanımı, baştan beri, görebildiğim kadarıyla Çelebiler’e bağlı (Babagan değil) Alevi toplulukları işaretlemek için kullanıyordu. Ancak, Alevi hareketi içinde giderek bu topluluklar ve onların örgütleriyle diğerleri arasındaki mesafe artık ortadan kayboldu. Zaten Çelebiler’e bağlı toplulukların çoğunun geçmişinde başka bir ocak bulabilirsiniz. Hatta bundan ötürü, bu topluluklara diğer topluluklar “dönek-dönük” gibi sıfatlar verirler, yani kendi ocağını bırakıp Çelebiler’e bağlı bir Dede tarafından görülüp sorulmayı seçtikleri için.

O halde özetle, Alevi Bektaşi Federasyonu’nun adında görülen şey, baştan beri buradaki “Bektaşi”nin Babagan Bektaşiliği içermediği, ama yine baştan beri Dedegan Bektaşiliği işaret ettiğidir. Babagan Bektaşiler bir bütün olarak kendileri dışındaki Alevi toplulukları kendi kardeşleri sayar; “yolları farklıdır, ama kardeşlerimizdir.” ABF’nin temsil etme iddiasında olduğu toplulukların da hislerinin benzer olduğunu söylemeye gerek bile yok.

Bu haliyle, sorunuzdaki “Bektaşiliğin esamisinin okunmadığı” kapsamı nedeniyle yanlış bir iddia. Dün de okunuyordu, bugün de okunuyor. Ama kastınız Babagan Bektaşilik ise, o kendi geleneksel örgütlenmesi içinde yolunu sürmeye çalışıyor, tarihi farklı deneyimlediği için. Teolojik olarak bunları birbirinden ayırt etmek bence çok zor. Ama bu ayrıma oynayanlar, her iki topluluk grubunda da elbette var, buradan nemalanmak isteyenler var. Örneğin, ayin-i cem sırasında dem olarak alkollü içkinin alınıp alınamayacağı meselesi bile böylesi “oyunlar” için çok elverişli bir zemin oluşturuyor. Bir de buraya girmeyelim isterseniz. Özetle, bugün bu kısaltmanın yalnızca Alevilik terimiyle yetinmesi, aslında baştan olan bir yanlışın, en azından sahada düzeltilmesinden ibaret, ki onu da hayat düzeltti.

Yurtdışındaki Alevilerle devam edelim. Diasporanın Alevilerin dinsel/dünyevi yaşayışları üzerindeki etkileri neler?

Aleviliğin dinsel/dünyevi ayrımını ilga eden anlayışına ilişkin bir anıştırmayla soruyorsanız bu soruyu, hemen en başta, yurtdışındaki Aleviler için bu ayrımın yurtiçindeki Alevilerden daha fazla geçerli olduğunu saptayarak söze girebilirim elbette. Ama belki de buraya gelmeden önce, neyin/kimin üstüne konuştuğumuz hakkında anlaşmalıyız sanırım. Kim bu yurtdışında yaşayan Aleviler? Şimdilik iç ayrımlara girmeden, bir bütün olarak diaspora Alevilerinden mi söz ediyoruz? Belirli bir döneme kadar, gerçekten de bir Alevi diasporasından belki söz edebilirdik, ki onların da Alevilik gibi bir sorunu yoktu. Bugün yurtdışında yaşayıp da Alevilik gibi bir sorunu olan Aleviler ise bir Alevi diasporası olmaktan çok uzak.

Yurtdışı Alevi örgütlenmelerinin tarihine bakıldığında, köklerinde Alevilik temelli bir örgütlenmenin değil, işçi dayanışmasını esas alan örgütsel formların olduğu görülür. Alevi topluluklar buraya dönme fikrini terk ettikçe, oradaki Sünni formları hissettikçe, sınıf mücadelesi anlayışı ve değerleri geriletildikçe ve daha birçok nedenle Aleviliğe yeniden şiddetli bir biçimde ihtiyaç duydular.

Diasporanın belirleyici özelliği, iflah olmaz bir daüssılayla malûl olması değildir. Bir topluluk bilmem kaç yüz senedir kendisine yurt saydığı topraktan uzakta yaşasa bile, hiç gitmediği, görmediği, hakkında hiçbir şey bilmediği o toprağa daüssılayla bağlı kalmayı başarabilir, bu onu diaspora yapmaz. Onu diaspora kılan şey, ana yurduna dönüşe ilişkin gerçek bir arzunun, beklentinin, hatta iradenin ve buna bağlı olarak somut girişimin varlığı ve dahası, halihazırda yaşadığı yere ilişkin geliştirmesi beklenen/istenen kimi ilişkilerin geliştirilmesine yönelik direnci ya da yokluğudur.

Bu anlamda Alevi topluluklara baktığımızda, böyle bir direncin çoktandır yokluğunu apaçık gördüğümüz gibi, tersine, yaşadıkları yere kök salma arzusuyla hareket ettikleri çok açık. Hatta, yurtdışındaki Alevi topluluklar bulundukları ülkenin toplumuyla en iyi bütünleşen topluluklar olmak için başkalarıyla, özellikle de Sünni topluluklarla yarışıyorlar. O ülkelerin otoriteleri tarafından da alkışlanıyor bu tutumları zaten. Demek ki bir diasporadan söz etmek pek anlamlı olmayacak.

Sözünü ettiğiniz yarışın başlangıcı hangi yıllara dayanıyor? Bundan önceki durum neydi?

Aslında bunun yanıtı biraz da en başta Federal Almanya gelmek üzere, Alevilerin bulunduğu ülkelerin vatandaşlık politikalarıyla, yabancı işçileri artık bir gün geri dönecek misafir işçiler değil, kalıcı ve ilgili toplumun bir parçası, ama mevcut koşullarla bütünleşmeleri sağlanması gereken bir topluluk olarak görmeleriyle ilgili. Bu politikalar dünyadaki gelişmelere paralel, özellikle Sovyet Bloku’nun çöküşünden sonra evrimleştikçe geri dönüşsüz bir ânı işaretlemiş oldu kanımca.

Aynı anda bir etkeni daha gözetmeliyiz. Bu ülkelerin Aleviler için çekiciliği ile aynı topluluklar için Türkiye’nin iticiliği. Bu üst üste bindikçe yurtdışındaki Alevi topluluklar haklı olarak bulundukları yerde köklenmeyi tercih ettiler. Türkiye’nin iticiliği dediğimiz anda, 12 Eylül askeri faşizmini hatırlamak yeter de artar bile, ki bununla kalmadı, karanlık ‘90’lı yıllara kadar uzatın bunu. Ancak, bunlar bir yana, şunu da ihmal etmemeliyiz başlangıç bahsinde: Türkiye’deki Alevi topluluklarla Sünni toplulukların buradaki ilişkileri ve birbirlerine ilişkin yaklaşımlarını, yurtdışına gittikleri için “vay benim ülkemden gelmiş” diye birbirlerinin boynuna sarılacaklarını ve birbirlerine el uzatacaklarını da düşünmemek gerekiyor.

Son olarak, bir Alevinin yabancı bir topluma entegrasyonu, tahmin edersiniz ki bir Sünniye göre, bir görelilikten bahsettiğim lütfen ihmal edilmesin, daha avantajlı. Ama, örneğin şimdiki genç kuşaklar için bunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Genç kuşak Aleviler, Aleviliklerini başka yerden, başka ihtiyaçlarla, başka amaçlarla “devşirdikçe” edindikleri şey entegrasyonu kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyor. Hatta bu Alevi gençler arasında da Türk ırkçılığının, Sünni olduğunu bile fark etmedikleri dinsel fanatizmin yükseldiğini biliyoruz.

Bu gelişmeleri paranteze alıp devam edersek, önceden, kendisini bulunduğu yerde geçici olarak gören bir Alevi için, bulunduğu yerde, konuşmak zorunda kaldığı dilde Alevilik gibi bir ihtiyaç yoktu, çünkü aklının bir köşesinde hep yurduna dönmek zaten vardı, bütün yatırımını da buna dönük olarak yapıyordu. Dolayısıyla da, örneğin yurtdışı Alevi örgütlenmelerinin en genel tarihine bakıldığında, bunların köklerinde Alevilik temelli bir örgütlenmenin değil, işçi dayanışmasını esas alan çeşitli örgütsel formların olduğu görülür, elbette çeşitli hemşericilik dayanışma biçimlerini de ihmal etmeden. Alevi topluluklar artık buraya dönme fikrini ister istemez terk ettikçe, “buralı da değil, ama oralı da değil” sürecine girip yol aldıkça, bir yandan orada doğup büyüyen kuşaklar adına endişelenirken, bir yandan da oralı olmak için aşmak zorunda kaldıkları engellerin en başında İslâm’ın oradaki Sünni formlarının geldiğini hissettikçe, sınıf mücadelesi anlayışı ve değerleri geriletildikçe, Alevilerin Türkiye’deki canlanmasıyla temasa geldikçe ve daha sayabileceğimiz birçok nedenle, Aleviliğe yeniden şiddetli bir biçimde ihtiyaç duydular. En başta Alevi olmak, yabancı toplulukların İslâm’a ilişkin önyargılarını alt üst etmek gibi bir avantaj sağlıyordu.

En temel ihtiyaçlardan biri şöyle okundu: “Müslümanız diyoruz ve farklılığımızı ne kadar öne çıkarırsak çıkaralım, hem Türk devletinin operasyon sahası içinde kalıyoruz hem de Müslümanlara yönelik her önyargıdan, her engelden payımıza bir şey düşüyor. Dahası, Müslümanlara sunulan olanaklardan Sünni örgütlenmeler yararlanıyor. Öyleyse, Müslümanlık yerine Alevilik teriminin geçirilmesi bir şart.”

Nasıl?

Düşünsenize, Müslümansınız, ama namaz kılmıyorsunuz, camiye gitmiyorsunuz, oruç tutmuyorsunuz, evlerin banyosunda kurban kesmiyorsunuz. Dahası, çocuklarınızı okula gönderiyorsunuz, kız çocuklarının başı açık, kadınlar görece daha serbest davranabiliyor, vb. Yani yurtdışında Alevi olmak Sünni olmaya göre daha baştan bir avantajdı. Dahası, bu ülkelerin siyasal otoriteleri yükselen Sünni radikal tehdide karşı, yavaş yavaş Alevilerin farkını ve önemini, hem kendi ülkeleri, hem Türkiye için fark etti, ki bu da Aleviliğe olan siyasal ilgiyi artırdı.

Elbette Alevilerden de onlara yönelik ilginin artışını kaydetmemiz gerekir. Ancak, tüm bunlar elbette Aleviler açısından yeterli değildi. Onların çocukları da herkes gibi uyuşturucu bağımlısı olabiliyor, onların çocukları içinde de suç oranı yükselme eğilimi gösteriyordu. Dahası, oralı oldukça, yani kuşakların yaşı ilerledikçe başka bir sorun daha beliriyordu: Nasıl öleceğiz ve gömüleceğiz? Dinsiz mi? “Oysa bizim bir dinimiz var, Aleviyiz, değil mi?

Yani, nasıl ki Türkiye’deki Alevi hareketinin ve örgütlenmesinin ivmelenmesinde cenaze bir itki oluşturmuşsa, yurtdışında da benzer bir durumla karşı karşıya kalındı. Tüm bunlara bir de Türkiye’nin özellikle Almanya’da yürüttüğü politik İslâmizasyon faaliyetleri ve bunun yarattığı basınç eklenince, Aleviler için Alevilik hayati bir ihtiyaç haline geldi. Bu ihtiyaç da zaten yurtdışı Alevi örgütlenmesine can suyu oldu. Ortaya çıkan etmenler ihtiyacı şekillendiriyordu. Yani ihtiyaç duyulan Alevilik bunların oluşturduğu bir koordinat ekseninde tedrici bir biçimde şekillenmeye başladı. Burada özellikle bulunulan ülkenin toplumuyla bütünleşmek için gerekli olan unsurlar, ilgili devletin ihtiyaçları, ilgili siyasal rejimin, en başta siyasal partiler ve eyalet/yerel yönetimleriyle ilişkiler, Türkiye’nin izlediği politikalar, bulunulan ülkenin hukuksal ve mali olarak sunduğu olanaklar, bu ihtiyacın nasıl karşılanacağına ilişkin yanıtları çeşitlendirdi.

Bu çeşitliliğe ilişkin birazdan iki cümle kurmak isterim, ama şimdilik bu en genel fotoğrafta görülen en temel ihtiyaçlardan biri şöyle okundu: “Biz Müslümanız diyoruz ve farklılığımızı ne kadar öne çıkarırsak çıkaralım, bunu beyan ettiğimiz ölçüde hem Türk devletinin operasyon sahası içinde kalıyoruz hem de bulunduğumuz ülkede Müslümanlara yönelik her önyargıdan, her operasyondan, her engelden payımıza bir şey düşüyor. Dahası, bu ülkelerin Müslümanlara sunduğu olanaklardan baskın bir biçimde Sünni örgütlenmeler yararlanıyor, hem de o bizim de payımız olduğu halde. Öyleyse, Müslümanlık yerine Alevilik teriminin açık seçik geçirilmesi bir şart.”

Alevilik bir yaşam biçimiyse, bir felsefe, bir bilim ise, bir inanç değilse niçin ona ihtiyacınız var? Ritüele niçin ihtiyacınız var? Batıl dediğiniz inançları reddederken, niçin inatla, birçok batıl sayabileceğiniz inancı ve sembolü içeren cem-cenaze erkânında ısrar ediyorsunuz? “Ali’siz Alevilik” söylemi üzerinden yurtdışındaki Alevileri düşmanlaştıran Türk siyasal rejimi bu Aleviliği kendi elleriyle inşa ediyor.

Buradaki her saptama doğruydu gerçekten. Çıkarılan sonuç da anlaşılabilir. Ama bu sonuç üzerinden tüm enerjinizi buraya yöneltmeniz ancak farkınızı, örgütlülüğünüzü daha da yükseltmek için kullanılıyorsa yerindedir. Bu yapılmakla birlikte, ne yazık ki en kötüsü de yapıldı: Bu enerjinin kendisi bu ihtiyaca uygun bir Alevilik inşasına, yani Alevilerin kendi üzerine yöneltildi. Yani Aleviliğin dini literatürünün, mirasının, tarihsel deneyimlerinin, sembolizminin bu ihtiyaca göre şekillendirilmesi, esasen tasfiyesi.

Hal böyle olunca, giderek Alevilik bir dini çerçeve olarak ele alınmak yerine, sözüm ona modern, sözüm ona bilime ve akla uygun, sözüm ona laik bir yaşam biçimi, olmadı bir felsefe, olmadı hatta bir bilimmiş gibi ele alınmaya başlandı. Yani Aleviler, tıpkı aslında Türkiye’de daha geç bir dönemde olacağı/olduğu gibi, sorunları bırakıp kendileriyle uğraşmaya, kendilerini yeniden şekillendirmeye ve ihtiyaca uygun hale getirmeye çalıştılar.

Oysa sorun kendilerinden değil, içinde bulundukları dünyadan kaynaklanıyordu ve bu yurtdışındakiler için özellikle dramatikti, çünkü Türkiye’dekiler onların sahip olduğu nefes alma, mücadele etme olanaklarına hiç sahip değilken ve buna karşı direnmeye çalışırken, onlar kat be kat avantajlı oldukları halde, bununla uğraşmak yoluna gittiler. Bugünden geriye baktığımızda da bunda son derece başarılı olduklarını, yurtdışı Alevi topluluklarında Aleviliğin dini çerçevesinin gitgide solgunlaştığını ve yepyeni, tuhaf, ama din olduğu asla kabul edilmeyen bir Alevilik anlayışının yaygınlaştığını görüyoruz. Bu da o günden bugüne ortaya bıraktığı trajik soru asla yanıtlanmaksızın devam ediyor.

Hangi soru?

Eğer Alevilik bir yaşam biçimiyse, bir felsefe, bir bilim ise, bir inanç değilse –ki bunların birbirinden nasıl soyutlandığı meselesine ve buradaki tam da Sünni reflekslere ve hastalıklara hiç girmiyorum– özetle, eğer Alevilik dinsel bir soruya ve ihtiyaca yanıt vermiyor ya da karşılık gelmiyorsa, niçin ona ihtiyacınız var? Yaşam biçiminizin bulunduğunuz ülkenin ekonomisi, kültürü, koşulları çerçevesinde düşünülebileceği, sizin de zaten bu yaşam biçimine uyum göstermek için ciddi adımlar attığınız ortadayken, felsefe diye bir disiplinin zaten var olduğu, bilimin ise sizin hayati ihtiyaçlarınızla zaten uzak ara ilgisiz olduğu bir düzlemde, Aleviliğe niçin ihtiyacınız var? Ritüele niçin ihtiyacınız var? Batıl dediğiniz inançları bir yandan kör bir bilimcilikle ve modern yaşam adına reddederken, hâlâ niçin inatla, birçok batıl sayabileceğiniz inancı ve sembolü içeren cem-cenaze erkânında ısrar ediyorsunuz?

Hemen not edeyim: Bu soru/lar bu yaklaşımın Türkiye ayağını oluşturan Alevi kesimler için de yanıtı verilemeyen, en azından verilmekten kaçılan sorular. Bu soru ortada durdukça süreç tamamlanmış sayılmaz. Zaten ilerliyor da, bekleyip göreceğiz. Ama bir notu düşmeden geçmeyelim: Bu sürecin en önemli amillerinden biri de Türkiye’deki siyasal rejimin ta kendisi. “Ali’siz Alevilik” söylemi üzerinden yurtdışındaki Alevileri düşmanlaştıran, hatta kriminalize etmeye girişen Türk siyasal rejimi bu Aleviliği kendi elleriyle inşa ediyor.

Bu, rejimin çıkarlarına çok uygun kuşkusuz, ama tam da bu rejime tepkiyle ve sözüm ona ondan kopmak adına, bu değirmene su taşıyan her Alevi bir kez daha düşünmek zorundadır. Devletin bu söylemi yüzünden Ali’yi onlara terk mi edeceksiniz, yoksa tersine, Ali’yi onlara terk etmemek için dinsel/siyasal saf bir kavgaya mı gireceksiniz? Bu genel çerçeve içinde, öncelikle yurtdışındaki Alevi toplulukları, ben her ne kadar burada belirli bir genellikten hareket ediyorsam da, homojen bir topluluk saymak kesinlikle yanıltıcı olacaktır. Alevilik deneyimleri, Aleviliğe duydukları ihtiyaç, nasıl bir Alevilik peşinde oldukları da farklılaşır.

Yurtdışı Alevi topluluklarını üç ana grup altında toplayabiliriz: destekleyiciler, sahipleniciler ve üstleniciler. Destekleyiciler, Kürt kimliği Alevi kimliğine öncel topluluklar içinde karşımıza çıkıyor. Sahipleniciler, Dersimlilik bilinci ve kimliğiyle öne çıkıyor. Üstleniciler, baskın bir biçimde Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu çevresinde örgütlenmiş topluluklardan oluşuyor.

Nasıl bir tasnif yapıyorsunuz?

Bugün yurtdışı Alevi topluluklarını –örgütlenmelerini de gözeterek– üç ana grup altında toplayabiliriz kanısındayım: destekleyiciler, sahipleniciler ve üstleniciler.

Destekleyiciler, daha çok etnik olarak Kürt olan, etnik bilinci ve kimliği Alevi kimliğine öncel Alevi topluluklar içinde karşımıza çıkıyor. Bu gruplarda Alevilik asli olarak Kürt hareketinin Türkiye’deki ve yurtdışındaki ihtiyaçları ve hareketleri doğrultusunda ivmeleniyor. Gündemleri, deneyimleri ona göre şekilleniyor. Elbette Alevilik anlayışları da. Örneğin, bu anlamda Alevilik onlar için ancak Mezopotamya adı verilen sihirli anahtarla açılabilecek bir kilit.

Sahipleniciler adını verdiğim grup Dersimlilik bilinci –bugünkü Tunceli vilayetiyle sınırlamamak kaydıyla–ve kimliğiyle öne çıkıyor. Onlar için Alevilik, tarihten tümüyle kaçırılmış, kadim mi kadim ve adeta Dersim Kızılbaşlığının tüm vasıfları Alevi hakikatinin tam da özü ve ta kendisi. Onun dışındakilerin hepsi bir sapma oluşturuyor. Bunun ciddi bir düşmanlık algısı yaratmaya uygun bir zemini döşediği de çok açık. Siz biricik hakikat oldunuz mu, sizin gibi olduğunu iddia eden, ama her durumda sizin sapma saydığınız düşmanlarla çevrelemiş oluyorsunuz kendinizi.

Bunun bir örneğini yakın zamanda –ki yurtdışı örgütleri de müdahil oldu– Nazımiye Cemevi’ndeki Hasret Gültekin heykeli kriziyle yaşadık.. Heykeli önce oraya diken, sonra da sözüm ona kendi inançları doğrultusunda, ona referansla kaldıran zihniyet, üstünden üç gün geçmeden, aynı cemevinden buldozerli fotoğraf paylaşıyordu. “Bu ne yaman çelişki” demeyelim, daha vahimi bu tartışma süreci içinde Alevi oldukları iddiasıyla ortaya çıkan Türk ırkçıları az daha Hacı Bektaş Dergâhı ile Dersim Ocakları arasında bir iç savaş tezgâhlayacaktı. Neyse ki, bu tartışma şimdilik küllendi, ama herkes biliyor ki, köz orada duruyor.

Sahiplenici bu toplulukların gündemini Dersim ve Dersim Aleviliği belirliyor. “Dersim’den/Dersimli olsun, çamurdan olsun.” En zor durumda olan da aslında bu kesim, hem yurtdışında hem yurtiçinde. En az iki yönlü bir basınçla ve aynı anda, çok yönlü kayıplarla karşı karşıyalar.

“Dede ekonomisi” ve “selektif” ya da “seçici” Alevilik, ikisi birden pop-Aleviliğin hem nedeni hem sonucu hem de tezahürü. Her Alevi topluluk kendi birikimi, deneyimi, hafızası doğrultusunda dünyayla kavgaya girmek yerine, kendi diniyle kavgaya girişti ve “seçici” Aleviliğe yöneldi. Mevcut ihtiyaçlarıyla çeliştiğini ya da artık gereksiz olduğunu düşündüğü unsurları tasfiye etti.

Üstlenicilere gelince, bu grup kendi içinde de pek homojen olmamakla birlikte, baskın bir biçimde Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) çevresinde örgütlenmiş topluluklardan oluşuyor. Türk rejiminin hedef aldığı ve kriminalize etmeye çalıştığı esas grup da bu. Diğerlerini çoktandır zaten “terörist” sayıyor. Bu çevre Avrupa Alevi hareketinde önemli roller üstlendi ve üstlenmeye de devam ediyor. Özellikle Almanya’da kazanılan kimi haklar, bu çevreyi iyice popülarize ederken eleştiriden muaf hale getirdi. Bu çevreye söz söylemek neredeyse imkânsız hale geldi.

Avrupa ülkelerinin ihtiyaçlarına göre, Aleviliği şekillendirmeye çalışan her aktör ya bu grupla temas halinde ya da bu grup gibi davranma yolunu seçiyor, bu grubun başvurduğu taktiklere başvuruyor. Dolayısıyla, bu çevre giderek Türkiye’deki Alevi hareketinin de, amiyane tabirle, “ağabeyliğine, akıl hocalığına, referansı olmaya” soyundu. Aleviliği bir bütün olarak üstlenmeye ve üstünde hak iddia etmeye girişti. Öyle ki, Alman hukuk ve siyasal sisteminin özellikleriyle Türk hukuk ve siyasal sisteminin özellikleri arasındaki farkları dümdüz ederek, Türkiye’deki Alevi hareketinin önüne kendisini model olarak dayatan bu anlayış, bu modelin Türkiye’de kendisini kriminalize eden rejimin tam da arzuladığı şey olduğunu bile görmekten aciz. 

Yurtdışındaki Alevilerin Aleviliğe dönük ihtiyacı nasıl sonuçlar doğurdu?

Bunlardan ilki benim “Dede ekonomisi” adını verdiğim şey. İkincisini ise “selektif” ya da “seçici” Alevilik olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Bu ikisi birden, karmaşık ve çok boyutlu bir düzlemde anlaşılmak kaydıyla, pop-Aleviliğin hem nedeni hem sonucu hem de tezahürü. Yurtdışında yaşayan Alevi grupların ortaklaştığı ihtiyaç, kendi iç farklılaşmalarına göre değişkenlik gösteriyordu.

Yani, ihtiyaç ortaktı, ama bunun nasıl, hangi biçimlerde karşılanacağı sorusu ortak bir biçimde yanıtlanamıyordu. Zaten Aleviliğin tarihinde de buna uygun bir birikim olduğu gözetilirse, burada hiçbir sorun yoktu. Sorun, ihtiyaçların mahiyetinde, özellikle sosyo-kültürel ve siyasal mahiyetindeydi. Buna göre de her Alevi topluluk, kendi Alevilik anlayışı, birikimi, deneyimi, hafızası doğrultusunda dünyayla kavgaya girmek yerine, kendi diniyle kavgaya girişti ve “seçici” Aleviliğe yöneldi en başta. Mevcut ihtiyaçlarıyla çeliştiğini ya da artık gereksiz olduğunu düşündüğü unsurları tasfiye etti ve bu unsurlara sıkı sıkıya bağlı gördüğü Dedeleri, Pirleri, Rayberleri (rehberleri), sanatçıları, akademisyenleri de kendi zemininden uzaklaştırmaya başladı.

Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu’nun 15. yıl kutlaması (2014)

Artık hangi Dedenin hangi cemi nasıl yürüttüğü, cemde neleri, nasıl anlattığı, anlattıklarının ve anlatım biçiminin o toplulukların ihtiyacına karşılık gelip gelmediği önemliydi. Aynı şey cenaze erkânlarında da geçerliydi. Hangi Dede, hangi cemevi cenazeyi nasıl kaldırıyordu? Aynı şey konserlerde, panellerde, konferanslarda ve söyleşilerde de elbette hâkim oldu. Tercih edilenler ve edilmeyenler, asla tercih edilmeyeceklerle ilgili listeler oluşturuldu. Yani, Alevi gruplar, özellikle örgütlendikleri yapılar aracılığıyla kendi seçtikleri bir Alevilik dışındaki her Aleviliğe kapılarını kapattılar, ki bu da beraberinde müthiş bir yoksulluğu, homojenleşmeyi, standartlaşmayı, sürekli yinelemeyi ve bıkkınlığı getirdi, ama ne yazık ki bu eğilim devam ediyor.

Bu gelişme sayesinde kimi Dedeler pop ikonu haline geldi adeta. Dedeler geçmişten bugüne zaten yurtdışına gidip geliyorlardı; cem yürütüyor, görülüp sorulmak isteyenin görgüsünü sorgusunu yapıyorlardı elbette. Yurtdışındaki Aleviler de haklarını teslim etmek lâzım, bu Dedeleri şöyle ya da böyle besliyordu; her anlamda.

Seçici Alevilikle birlikte hem Dedeler ve hem de andığım diğer çevreler için bu alan bir yandan önemli bir gelir kapısı haline gelirken, aynı anda keskin bir rekabet alanı haline de geldi. Seçici Aleviliğin beklentilerini kendince iyi okuyanlar yıldızlaştı. Ama elbette kendi bildikleri Aleviliği grubun istediğine uydurma pahasına. Grubun isteğini kendi bildiğinin diline dönüştürmeyi başaranlar müstesna, Dedelerin ve diğer çevrelerin hemen tümü bu baskı altında ezildi. Ancak, bunun bir önemi yoktu. Çark dönüyor, ekonomi işliyordu.

Bunun da ötesinde, yurtdışındaki Aleviler Dedelerin geleneksel kaybını, gelenekten bir unsuru onlara vererek taltif etmeyi de ihmal etmediler. Artık herkes Pirdi. Dün yalnızca Dede olarak bilinenler, birden bire Pirliğe terfi ettirildi. Dersim Kızılbaşlığının yaygınlıkla kullandığı bu terim yurtdışından başlayarak yurtiçine yayıldı. Daha acısı, geçenlerde sosyal medyada, muharrem orucu günlerindeydik, belki bilirsiniz, Hüseyin’in de Pirlikle taltif edildiğine tanık oldum! Şah-ı şehid-i Kerbela olan Hüseyin, Pir ilan edildi mi Dedelerle –soy iddiası dışında da– aynı düzlemde kavranılır hale geliyor.

Bu, Hüseyin’i küçültmez, ama Dedeleri devasa boyutlara çıkardığı açık, hem de hiç bedel ödemeden. Sorun burada değil. Daha ciddi ve vahim bir boyutu var bunun: Alevilik, Sünnilik ve benzeri Ortodoks dinlerden farklı olarak, topluluk üyelerine Hüseyin ve Kerbela üzerinden şehitlik yolunu kapatmıştır. Şehitliği nasıl anlamlandırırsanız anlamlandırın, şehitlik Alevilikte yalnızca Hüseyin’e ve yoldaşlarına hasredilmiştir ve topluluğun elinden alınmıştır.

Alevilik Sünnilik ve benzeri Ortodoks dinlerden farklı olarak, topluluk üyelerine Hüseyin ve Kerbela üzerinden şehitlik yolunu kapatmıştır. Şehitlik Alevilikte yalnızca Hüseyin’e ve yoldaşlarına hasredilmiştir ve topluluğun elinden alınmıştır. Aleviyseniz şehit olamazsınız.

Aleviyseniz şehit olamazsınız. Dedeleri Pir ilan etmekle yetinmeyip Hüseyin’i de Pirleştirmek, inatla ve ısrarla topluluğun elinden alınan şehitliğin Hüseyin’in elinden alınıp Alevi topluluğun üyelerine de verilmesine giden kapıyı açar, ki bu çok, çok tehlikeli bir gelişmedir. Bu yaklaşımın kopkoyu bir Sünniliğin ifadesi, hem de devletin uydurduğu Sünniliğin ifadesi olduğunu söylemeye bile gerek görmüyorum.

Özellikle yurtdışında Alevi cenaze işlerinin şirketleşmesiyle birlikte, bu alanın Dedeler açısından ne kadar büyük bir kaynağın döndüğü alanlar haline geldiği açık. Bu şirketlerin elbette yurtiçinde de bağlantılı olduğu Dedeler vardı. Dolayısıyla, aynı alan Türkiye’yi de besliyordu. Kaldı ki zaten Türkiye’de de yine başta cenazeler olmak üzere, bir Dede ekonomisi filizlenmişti.

O hale geldi ki, Türkiye’de Dedeler cemevlerini kontrol eden derneğin iradesine teslim olmak zorunda kalırken –aksi halde ilgili ekonomiden dışlanacaktı– yurtdışında apaçık şirketleşmeye teslim oldu. Ama bu teslimiyeti bir kayıp olarak değil, tersine, Dedeler bakımından bir zafer saymak gerekir. Çünkü bu sayede Dedelik güçlendi ve kendisinin vazgeçilmezliğini, her anlamda gücünü dayatarak toplulukların siyasal iradeleri üstünde de söz sahibi olmaktan öteye pay sahibi olmaya girişti.

Özetle, Aleviliğin tarihsel mirası gereği, hiçbir zaman söz sahibi olmadıkları bir alana çağırılan Dedeler, bu alanı kullanarak son derece güçlü bir konum elde etti ve bu gelişme nihayet her örgütlenmenin bir inanç kurulu ya da Dedeler-Analar Kurulu oluşturmasıyla taçlandı. Şu anda açıkça söylemeliyim ki, gerek yurtdışında, gerek yurtiçinde Alevi hareketinin en önemli sorunlarının başında bu kurullar gelmektedir.

Yaklaşık 600 yıllık bir Türkmen köyü olan Şehitler Köyü (eski adı Doma), Cemevi, İnegöl.

Türk Siyasetinin fonksiyonu nedir bu süreçte?

Türk siyasal rejimi de bu gelişmeleri yakından izliyordu ve siyasal hedefleri doğrultusunda o da koçbaşı olarak yine dedeleri kullanmaya girişti. Gri pasaportlu “Diyanet dedeleri”ni sanırım duymayan kalmadı. Özetle, seçici Alevilikle dedelik ekonomisinin iç içe geçişi özellikle yurtdışında pop-Aleviliğin inşasına ve yaygınlaşmasına yol açtı.

Herhangi bir talip-mürşit ilişkisi, buna bağlı olarak ikrar gerektirmeyen, görgü-sorgunun içinin tümüyle boşaldığı, anlık bir boşalmayı getiren geçici, uçucu, ferahlatıcı, portmantodaki herhangi bir başka aidiyetten pek de farklı olmayan bir aidiyet duygusuyla şekillenip kendini gösteren bir Alevilik.

Buna folk-Alevilik demiyorum, çünkü Sünni Müslümanlık biçimlerinden farklı olarak, folk-Alevilik zaten üst-Aleviliktir derdim, ille de hiyerarşik bir dizilim içeren bir açıklama yapmaya zorlanırsam. Ama folku asla gelenek tapıncına indirgemeden, geleneği eleştiriden ve tarihten kaçırmadan, daha çok eleştirel, kolektif yaratıcı gücüne vurgu yaparak.

Folk-Alevilik kavramını açar mısınız?

Hemen bir yanlış anlamayı düzelteyim: Ben asla “folk-Alevilik” terimini kullanmıyorum. Hatta, bırakın Aleviliği, Sünnilik için de bu terimselleştirmeye karşıyım. Birilerinin bunu böyle adlandırabileceği ihtimaline karşı, şimdiden bu terime itiraz ediyorum ve pop-Alevilik terimini kullanıyorum.

Folk-Alevilik terimleştirmesinin bizdeki yayıcısı tarikatperver Şerif Mardin’dir. Ama kökleri Fuat Köprülü’nün Alevilik çalışmalarına kadar uzatılabilir. Buna göre, bir yanda üst-İslâm vardır, bir yanda folk ya da halk İslâm’ı. Bunların Alevilikteki izdüşümü kent Aleviliği-kır Aleviliği, biraz daha zorlanırsa Bektaşilik-Kızılbaşlık.

Üst-İslâm sözüm ona kaynaklara, elbette yine sözüm ona sahih olduğu kabul edilen yazılı kaynaklara dayanan elitlerin, yine sözüm ona kitabi İslâm’ıdır. Diğeri, adı üstünde, halkın İslâm’ı deneyimleme biçimini ifade eder, ki buna göre, örneğin elitlerin İslâm’ında batıl inançlar, hurafeler, eski dinlerden gelmiş unsurlar bulunmazken halkın deneyimleri bunlarla tıka basa doludur. Bu ikisinin arasında hiyerarşik bir sıralama olduğu zaten açık. Burada Nakşibendi Mardin’le bir tartışmaya girmeyi konumuza haksızlık sayıyorum.

Burada dikkat çekmeye çalıştığım şey başka: Alevilik çalışmalarında, Alevi hareketinde, Alevi topluluklar içinde giderek yükselen bir eğilim var: “Alevilik halkın geleneksel olarak yaşattığı ve yaşadığıdır!” Sözüm ona hayali bir halk yaratılarak –sanki tarihten bugüne tek bir erkân ve tek bir Alevi topluluk varmış gibi–, bir yandan bir hayale tapınmamız ve sorgusuz sualsiz kabullenmemiz bekleniyor, aynı anda da gelenek denen sihirli bir tarikten –tarik görgü sorgu için kullanılan ağaç-tahta asa ya da sopadır– geçmemiz isteniyor. “Tarikten geçmek” niyaz olmuş canın, üstünden o asanın belirli sayıda geçirilmesi ve gülbenkleriyle bir tür hem arınması hem kutsanması demektir.

Gelenek dendi mi herkesin hizaya geçmesi bekleniyor adeta. Elbette bu geleneğin sahipleri, onun bilgisine, deneyimine sahip olduğu kabul edilenler ve elbette artık Alevi kökleriyle övünmeyi bir marifet sayan Alevilik çalışmalarıyla ünlenmiş akademisyenler filan var. Böylece, gelenek gelenek denerek bir tür üst-elitist-Alevilik inşa edildiği gibi, bunun karşısındaki her tür şey de gelenekten kovuluyor.

Yani, aslında gelenek –her zaman olduğu gibi– icat ve inşa ediliyor! Oysa ne halkın yaşadığı iddia edilen Alevilik ne sözüm ona hayali bir gelenek olarak Alevilik statik. Dahası, dogmatik hiç değil, inanılmaz yaratıcı, inanılmaz norm-dışı ve inanılmaz değişken, akışkan! En önemlisi, kolektif bir inşa, hiç bitmeyen bir yaratım süreci. İşte kesilmek, durdurulmak, engellenmek istenen bu. Sahi, Türkiye Cumhuriyeti ne istiyordu “kendinizi tanımlayın” diye dayatırken?

Çorlu, Çeşmeli Köyü, âşıklık hizmeti sonrası dem alma (solda), Yunanistan-Dimetoka, dem sunan sâki. (Kaynak: Mehmet Ersal)

Ne istiyordu? Aslında bunu söyleşimiz boyunca çeşitli biçimlerde anlattınız. Yine de, bir-iki cümleyle tekrar edersek…

Tek sözcükle yineleyeyim: Sınır. Bizdeki devlet etme pratiği her zaman akışkanlığı yönetme acziyle malûldür. Bu acziyetini uzunca bir zaman, ilgili akışkanlık kendisine yönelik bir tehdit oluşturmadığı ya da sırtını dayadığı güçlerden yoğun bir basınçla karşılaşmadığı sürece, ilgili çevreleri görmezden gelmeyi seçerek gizlemiştir. Ama modern bir devletin, bir ulus-devletin böyle bir şeye katlanamayacağı açıktır. Onu var eden, hayali ya da değil, kurgusal ya da değil, sınırdır.

Sınır ve akışkanlık dediğimizde akla hemen Foucault’dan Bauman’a bir dizi ismin, ultra modernliğin ve yeni iktidar teknolojilerinin gelmesi son derece doğal. Buradan hareketle, söylediğimin aksine, devletin akışkanlığı kışkırttığını, her köşe başına bir portmanto koyduğunu filan düşünebiliriz, ki buna hak da verilebilir.

Şimdi paradoksal bir şey söyleyeceğim: Tam da işte bu yüzden, örneğin devlet artık bir Alevinin Alevi olmakla yetinemeyeceğini, kendi sınırlarının dışına çıkması gerektiğini, örneğin Sünniyle Sünni olabilmesini talep ediyor. Yani hayali ya da değil, cari ya da değil, Aleviliğin kendi bentlerini aşmasını talep ediyor bir yandan, ama aynı anda, Aleviliğin bunu yapabilmesi için kendisini yeniden tanımlamasını, yani kendisine yeni sınırlar çizmesi gerektiğini dayatıyor. Örneğin, “kendinizi tanımlayın, kim olduğunuzu, nice olduğunuzu bilelim”, “karşıma tek bir topluluk, tek bir örgüt olarak gelin, ki muhatabımın kim olduğunu bileyim” diye dayatıyor.

Devlet artık bir Alevinin Alevi olmakla yetinemeyeceğini, kendi sınırlarının dışına çıkması gerektiğini, örneğin Sünniyle Sünni olabilmesini talep ediyor. Aleviliğin bunu yapabilmesi için kendisini yeniden tanımlamasını, kendisine yeni sınırlar çizmesi gerektiğini dayatıyor. “Kendinizi tanımlayın, kim olduğunuzu bilelim”, “karşıma tek bir topluluk, tek bir örgüt olarak gelin, ki muhatabımın kim olduğunu bileyim.

Böylece yeni talep edilen sınırlar sayesinde zaten önemli bir Alevi topluluk Alevilikten tasfiye edilmiş olacaktır. Bu haliyle, bu projenin peşinde koşan her Alevi topluluk ya da örgüt –yurtiçinde Cem Vakfı bunun tipik örneği ve yurtdışındaki modeli Türkiye’ye dayatan her aktör– esasen her yöne akabilmek, her kabı doldurabilmek için, kabı dolduracak şeyi yeniden tanımlamaya ve akışa uygun hale getirmeye çalışıyor.

Dolayısıyla, halihazırda genel olarak modern devletin –Türkiye’de bu anlamda ne kadar modern bir devlet vardır, yoktur tartışması bir yana– yönetmek istediği akışkanlık kapların çoğulluğudur, gardırobun zenginliği, ayakkabılarınızın çeşitliliği; Aleviliğin teo-politik, Alevi toplulukların toplumsal akışkanlığı ise, akacak olanın dolduracağı kaba göre değil, o kabı dolduracak olana göredir. Bu yüzden artık eskimiş bir kitabımın, Pas’ın son sözlerini yeniden anmak isterim:

Belki de Aleviliğin en küçük ayrıntılarıyla didik didik edilerek ve sürekli baskı altında olduğuna dair devasa bir söylem üretilerek yapılmak istenen şey, Aleviliğin şimdiye değin olduğu yerde, ‘baskı altında ve yer altında’ kalması, şimdiki zamanımıza müdahil olmasını engellemek içindir. Buna ilişkin yanıtı ancak Alevi hareketi ve Aleviler verecektir, ne şüphe… Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Bizatihi iktidar sıvılaştıkça ve Aleviliğe sıvandıkça, İktidar’ın katı hali karşısında kendisini olabildiğince sıvılaştırarak var eden Alevilik, adeta bataklık çamuruna düşmüş gibi giderek hareketsizleşmekte, üstünde kuruyan çamurla katılaşmaktadır.”

Sanırım bu kadarı yeterlidir. Dahasını merak eden bir Alevi olursa analarının, atalarının Seyyit Gazi Dergâhı’nda, yetmez, Abdal Musa Dergâhı’nda nasıl bir hayat sürdüklerine yeniden bir baksın derim. 

^