KENDİ AĞZINDAN KURT COBAIN

5 Nisan 2022
SATIRBAŞLARI

Kurt Cobain: Ağaç sanayiinde çalışan beyaz proleter bir aileden geliyorum. Tam olarak fakir değildik, ama yine de toplumsal merdivenin alt basamaklarındaydık. En azından, şimdikinden daha fazla uyuyabiliyordum… Harika bir çocukluğum oldu, dayaksız, azarsız… Televizyon şovu Susam Sokağı’ndaki gibiydi. O kuklalar benim kuşağımdan çocukları çok derinden etkilemiştir, çok masum ve çok öğreticiydi: İnsanı kendine bağlayan sıcak karakterli o kuklalar aracılığıyla okumayı, sayı saymayı öğrenmiştik. Ayrıca, şahane anlaştığım bir sürü arkadaşım vardı, aile ortamı birbirine çok bağlıydı. Tam mânâsıyla Tanrı’nın lütfuydu, sanki her sabah güneş ışığıyla uyanmak gibi…

Tam Amerikan rüyasıydı yani…

Kesinlikle. Sonra birden, huzursuz, sorunlu bir ergen oluverdim ve orman işletmesinde, ağaç sanayiinde çalışmaya şartlandırılmış insanlarla kuşatılmış olduğumu farkettim. Sanatı seven kimse yoktu, müziği seven kimse yoktu. Kimseye dayanamayacağımı hissediyordum… Ortaokulda, sonra da lisede münzevileştim. Evden pek çıkmıyordum, müzik dinliyor, gitar çalıyordum.

Radyoda çalınanları mı dinliyordun, yoksa MC5 gibi daha sert Amerikan müziklerini mi?

İlk başlarda, sırf Beatles ve Monkees dinliyordum, 10 yaşıma kadar başka bir şey dinlemedim. Bizim oradan çekebildiğimiz radyo istasyonlarının çaldıkları şeylerden hiç hoşlanmıyordum, Carpenters ya da onun gibi şeyler… Sonra, babamla birlikte daha da küçük bir orman şehrine gittik. Orada, esrar içen ve Aerosmith, Black Sabbath, Led Zeppelin dinleyen abiler vardı. Babam olmadığı zamanlarda, kaldığımız karavan kampında beni görmeye gelirlerdi. Babamın yatağında sevgilileriyle düzüşmek, kafa çekmek ve cigaralık içebilmek için benimle arkadaşlık ediyorlardı aslında. (gülümsüyor) Ama, daha 10 yaşımdayken Black Sabbath’ı onlar sayesinde keşfettim ve 15 yaşıma kadar neredeyse ibadet eder gibi Black Sabbath dinledim. 15 yaşımdan 18’e kadar, lise yıllarımda, babamın memleketi Montesano’yla Aberdeen arasında mekik dokudum. Hiç kıymeti bilinmeyen Melvins’in gitaristi Buzz’la arkadaştık, bana punk rock kasetleri çekiyordu. Benden yaşça daha büyük olduğu için arabayla Seattle’a gidip plakçıları altüst edebiliyordu. Yeni grupları keşfetme açısından tamamen ona bağımlıydım. Annemin uzaklaşmama asla izin vermediği o gözden ırak kasabaya tıkılmıştım. Seattle’a arabayla üç saat mesafedeydik. Ama ancak, lise sonda, Melvins’cilerle birlikte, Black Flag’in falan konserlerine gidebilmek için izin alabiliyordum. 1984-85 yıllarıydı.

Yani Ramones gibi gruplarla bir temasın yoktu, öyle mi?

Hayır, Ramones Aberdeen’de küçük bir barda çalmaya gelmişti, iki bilet satabildiler… 1985’ten itibaren sadece punk rock dinler oldum. Beatles’ı ve hard rock’çuları bıraktım. Bu yeni punk rock’çu kimliğimle başıma çorap örmüş oldum. Okulu ve annemin evini terk ettim, sağda solda kalıyordum, punk rock dinliyordum, kafayı çekiyordum. Ve gidebildiğim bütün konserlere gitmeye çalışıyordum.

Daha ergenlik çağındayken hayatını müziğe vermeyi arzu ediyor muydun?

Her zaman müziği her şeyden çok sevdim. Doğru dürüst çalmayı bilmeden, ilk defa 15 yaşımda elime gitar aldım… Ne olduğu, neye benzediği hakkında en ufak bir fikir sahibi değilken dahi punk rock yapmak istiyordum. Gitar çalmayı bilmeden, sadece sonuna kadar kökleyip bağırıp çağırarak, elektro gitarımla punk rock şarkılar yapmaya kalkıyordum. Yaptığımın punk rock olduğunu umuyordum. Ama, kütüphaneden Clash’ın Sandinista albümünü ödünç aldığımda, güya punk rock olan bu albümden hiç de etkilenmediğimi itiraf etmem gerek. “Ne biçim şey bu, aşırı uzun, üstelik reggae dolu. Tanrım, eğer punk rock buysa, sevdiğime emin değilim” diye geçirmiştim içimden. Sonraki aylarda, yeniden heavy metal, Iron Maiden, Motörhead filan dinlemeye başladım, (gülümsüyor) Ta grubu kurduktan sonra, eski şeyler de dahil, müziği çok derinden sevdiğimin bilincine vardım. Ve yeniden Beatles dinlemeye koyuldum, ama Aerosmith ve bütün o boktan heavy metalleri de dinliyordum.

Örneğin Clash’la birlikte, punk rock’un isyanının gürültü ve gücün dışında başka şeylerle de iletilebileceğinin bilincine varmış miydin?

Amerika’da tam bir Nirvanamania varmış. Turne dönüşü bunun biraz durulmuş olmasını istiyorum, her gün radyoda şarkılarımızı dinlemekten içimiz dönmez umarım.

Punk rock’la ilgimi tam olarak değiştiren, gittiğim ilk Black Flag konseri oldu. İnanılmazdı. Felç olmuş gibi donup kalmıştım, aynı zamanda bütün varlığımla beni içine çekmişti. O güne kadar gördüğüm en olağanüstü şeydi. Öylesine bir tutku, nefret, enerji yüklüydü ki, asla başka türde müzik yapamayacağımı o anda anladım. 1984 yılıydı. Sonra, hakiki bir punk rock’çu oldum. Bazen bu son on yıl yaptıklarımı unutuyorum, ama bu beni çok etkilemiş, gerçekten sarsmıştı. O dönemde, Meivins’in basçısıyla ev arkadaşıydım ve onunla birlikte bir demo kaydetmiştim. Sonra, bundan yedi yıl önce Chris’le tanıştım. O demoyu dinledi ve bana birlikte grup kurmayı teklif etti. İşte o şekilde birkaç şarkı bir araya geldi, yeniden kaydettik ve sonradan Nirvana olan grubumuzun ilk albümünü oluşturdu o şarkılar… Nirvana’yı kurduktan sonra, yaşamak için Olympia’ya gittik Chris’le. Orada Black Flag ve Butthole Surfers sayesinde birkaç yıldır bir müzik ortamı vardı. Biz de çalabilirdik. Çok çeşitli müzikleri sevdiğimize karar vermiştik: Beatles, Patsy Cline, R.E.M., kısacası iyi olan her şey… Her türde iyi grupların olduğunu kabul etmek sonuçta çok olumlu bir şeydi. İlk albümümüzün kaydından hemen öncesinden bahsediyorum. Ayrıca, her zaman favori gruplarımdan olan Melvins’in de çalacak, prova yapacak yer bulmakta çok yardımları dokundu.

Daniel Johnston’dan etkilendin mi?

Üç-dört yıldır albümlerini biliyorum, ama hakkında hiçbir bilgim yok. Kafayı yemiş ve çok mutlu olduğunu duydum… (gülüyor) Beş yıldır, sırf Daniel Johnston’un tarzında müziğe yönelen K plak şirketinin kurucusu Beat Happening’den Calvin’i tanıyorum. Bütün bu grupların yaptıklarını gayet yakından takip ediyorum ve üç yıldır en çok etkilendiğim gruplar bunlar: Half Japanese, Vaselines, Pastels, Beat Happening…

Bu grupların hepsinin müziğe yaklaşımı amatörce, daha yeniyetme tarzda. Sen kendini de öyle mi görüyorsun?

Kesinlikle. Rock, çok ergen bir şey. Mühim olan, kendini rahat, halinden memnun, kendi dünyanda hissetmen. Sen kendin için yaptığın sürece, insanların yaptığını takdir edip etmemesi o kadar önemli değil. işte bu nedenle bu gruplara saygı duyuyorum: Dış etkenlere kapalılar, dolayısıyla da, başta gitarlı rock yapanlar olmak üzere, diğer gruplara göre daha sanatsallar. Hakiki punk rock’çular onlar.

Yine de, ilk albümünüzü o çevrenin dışından Sub Pop plak şirketiyle yaptınız…

Demolarımızı kaydederken, Sub Pop diye bir plak şirketinin varlığından bile haberdar değildik. Bir şekilde bizim kayıtlarımız dolaylı olarak Sub Pop’a ulaşmış; bize albüm yapmayı teklif ettiler. Aslında, bir plak şirketi arayışında değildik. Bize ilk teklifte bulunanla albümü yaptık. Ve bizim albüm hemen Mudhoney’ninkinin ardından çıktı.

İyi ve sağlam bir sözleşmeniz var mıydı?

Bleach’te sözleşme yoktu. O dönemde, öyle bir derdimiz de yoktu, sonra Avrupa’da başarılı olunca ve Sub Pop işin “business” yanıyla ilgilenmeye başlayınca oldu. Derken, bağımsız rock ölçeğinde öylesine önemli hale geldik ki, kimse çok fazla para talep eden Sub Pop’tan hakları alamaz oldu. Büyük bir şirkete geçmekten başka seçeneğimiz yoktu. Ama Geffen inanılmaz bir şirket, ne yaptıklarını biliyorlar. Ve şirketin bazı menajerleri underground müzik ortamını çok iyi tanıyor.

Bleachle Nevermind arasındaki temel farklılık ikinci albümün ses kalitesinde. Sizi büyük şirket tarafından kabul edilebilir kılan bu muydu?

Kesinlikle. Plak şirketi değiştirmeden önce albümün tamamını aşağı yukarı yazmıştık, çünkü niyetimiz Bleach’ten bir yıl sonra kaydetmekti. Ama plak şirketini değiştirmeyi istediğimizden, o kayıtları bir kenara bıraktık. Bleach altı günden kısa bir sürede tamamlanmıştı, çünkü daha uzun süre stüdyoda kalacak imkândan yoksunduk. Oysa Geffen’la istediğimiz kadar zamanımız ve harcayabilecek 1 milyon dolarımız vardı. Üç hafta kayıt yaptık, ki büyük şirketlerin bütçelerini göz önünde bulundurursak, bu komik bir süre. Nevermind 24 kanalda kaydedildi, Bleach ise 8 kanalda kaydedilmişti.

Yakaladığınız başarıyı, özellikle ABD’dekini nasıl değerlendiriyorsun?

Açıkçası, hiçbir fikrim yok. Geffen yoğun bir promosyon kampanyası öngörmemişti, bize pek bir para yatırmadılar. “Smells Like Teen Spirit”i 45’lik olarak çıkarmakla yetindiler. Ve nasıl olduysa, ticari radyolardaki pek çok programcı bu parçayı playlist’lerine aldı. İşin sürpriz yanı, daha albüm çıkmadan ve klip gösterilmeden bu single’ın onlarca büyük radyoda çalınır olmasıydı. Sonra, MTV durmadan klibi gösterir oldu ve patlama yaptı. Başarının tek açıklaması bu.

İlk esas hayranlarınız bu başarıdan ötürü size kızgın ya da kırgın mı?

Çok net ve kesin politik fikirlerim var, grupların yeniden kafalarının içindekileri rahatça ifade edebilecekleri ve can sıkıcı bulunmayacakları dönemin gelmesini umut ediyorum.

Dinleyicilerden olumsuz bir tepki almadık. Muhtemelen bizim gibi oldukları içindir, müziği seviyorlar ve “punk rock bir grubun büyük plak şirketiyle işi olmaz” ya da ‘‘Nirvana pop bir şarkı yaparsa, bir daha onları dinlemem’’ gibi klişeleri iplemiyorlardır. Bu küt, dar kafalı anlayışın, gayet zeki olduğunu düşündüğüm bizim dinleyicimiz için geçerli olduğunu sanmıyorum. Tabii ki, bazı gençler bize satılmış muamelesi yaptı. Bu da anlaşılır bir şey: 16-17 yaşında punk rock dinliyorsun ve çok güçlü bir idealin oluyor, hatta kimlik haline geliyor bu. Ama iki albümümüz arasında radikal bir değişim olmadığı ve sürekli turnede olduğumuz için bu tepki çok marjinal kaldı. Hâlâ çok saldırganız, hâlâ sert çalıyoruz… Ayrıca, ABD ile İngiltere arasında çok büyük bir fark olduğunu söylemek lazım. Bazı İngiliz gruplarının bağımsız plak şirketlerinde çok da masumane nedenlerle kaldıklarını düşünmüyorum: NME’ye ve Melody Maker’a fazla güveniyorlar ve bu dergilerin yazarları da müzikten çok kendi kariyerleri ya da şöhretlerinin derdinde. ABD öylesine geniş ki, en önemli bağımsız şirketlerle dahi geniş ölçekte sesini duyurman mümkün değil. Bunun için büyük bir şirkete ihtiyacımız var… Eşin dostun söylediğine göre, Amerika’da tam bir Nirvanamania varmış. Turneden döndüğümüzde, bunun biraz durulmuş olmasını istiyorum, her gün radyolarda şarkılarımızı dinlemekten içimiz dönmez, hastalanmayız umarım. (gülümsüyor) Bu Nirvanamania’yla yüzleşmeye, baş etmeye kendimi hazırlamam gerek. Zaten yapabileceğim tek şey de bu. (gülümsüyor) Tanınmak, ünlü olmak gibi en ufak bir niyetimiz yoktu, Top 10’e girmek çok komik geliyordu. Öte yandan, bu başarı insanlara olan güvenimi pekiştiriyor. Tek istedikleri kendilerine iyi müziğin sunulması diyorum. Eğer medyalar daha fazla iyi müzik yayınlasalar, insanların da daha iyi zevkleri olur.

Bu yeni rock-star kimliğinde kendini rahat hissediyor musun, halinden memnun musun?

Tabii ki kendimi suçlu hissediyorum, çünkü yıllarca, çok satan ya da büyük şirketlerden albüm yapan gruplara itibar etmemek gibi punk rock idealleriyle koşullandım. Underground camianın insanlarının tanınmamış bir grup keşfettiklerinde neredeyse ırkçı bir tavırları var: Bu grubu küçücük bir ölçekte “patlatmayı” bir misyon olarak görüyorlar. Daniel Johnston’u tanımak gurur verici, oysa kimse kim olduğunu bilmiyor, bu çok üzücü. Dolayısıyla, iki tavır arasında gidip geliyorum…

Sürekli kafası iyi olan ve turnelerde binbir halt yiyen punk rock’çu klişesiyle aran nasıl?

Sürekli kafa çekmiyorum ama, senden her akşam kendini bütün varlığınla vermen beklendiğinde alkolün yardımı oluyor. Turnedeyken, hiçbir şey görmüyorsun. Konser verdiğimiz şehirlerin hiçbirini görmedim. Turnelerin mecburiyetleri çok tatsız, saatlerce bir otobüsün içinde bulunmak zorundasın, o kadar çok sallanıyor ki, ne okuyabiliyorsun, ne uyuyabiliyorsun… Gevşemek için saat başı bir tek atmaktan, biraz eğlenmeye çalışmaktan başka çaren yok. Çok fazla sıkarsan kendini aptallaştırıyorsun, saldırgan oluyorsun, onu bunu kırıyorsun…

Okumaktan söz ettin, sen de kitaplardan esinlenen yeni entelektüel hardcore kuşaktan mısın?

Eskiden şimdikinden çok daha fazla okurdum. Bazı kitaplar beni dönüştürmüştür, ama kendi tecrübelerimi temel alıyorum, başıma gelen hikâyeleri ya da uydurduklarımı anlatıyorum. Kendimi daha ziyade bir yazar olarak, kendi tarzımda ve kendi ölçeğimde, müziğin hizmetinde bir yazar olarak görüyorum.

Sizin tarzınızda bir grup için romantik aşk şarkıları yazmak pek alışıldık bir durum değil. Hardcore gruplarda aşk sapkınlıkla, kötülükle, sefahatle birlikte anılıyor genelde…

Aşka dair şarkılar yazdım, ama bu karmaşık ve negatif enerji olmadan. Bu unsur başka şarkılar­ da ortaya çıkıyor. “Polly” mesela, çok şahsi bir aşk şarkısı, tecavüzle ilgili. Arkadaşlarımdan birinin başına gelmişti: Adamın biri kızı kaçırıp günlerce tecavüz etmişti. Bu şarkıyı ona borçluydum. Aradan bir zaman geçmesi, olayın travmasını atlatmam gerekti. Müzik sözlerden önce vardı ve o kadar melodik, o kadar yakalayıcıydı ki, güzelliğini telafi etmek için buruk, keskin sözler gerektiğini düşündüm. Tecavüzü desteklemekle suçlandık, halbuki tam tersiydi. Grubunun adı Rapeman yüzünden saldırılara maruz kalan Steve Albini’nin durumunu andırıyor biraz. Halbuki hiçbir zaman tecavüz övgüsü yapmadı. Bu ismi şoke ediciliği yüzünden seçmişti. Bunun insanı kavrayan, tecavüz üzerine düşünmeye zorlayan bir isim olduğunu hemen kavramıştım.

Seri katiller, psikopatlar gibi Amerikan tarzı şiddet ilgini çekiyor mu?

Birkaç sene öncesine kadar, bu tür şiddet, seri katiller kafamı kurcalıyordu, ilgimi çekiyordu. Ama bugün daha çok ilgimi çeken, sıradan Amerikalının tecavüzcü tavrı olan, maço şiddeti; sözlerim ona yönelik: Birahanelerin tipik müdavimleri, onların kadınlardan söz ediş tarzları. Tuhaflıkları ya da ilginçlikleri nedeniyle öne çıkarılan klasik seri katillerden ziyade, bu sıradan maşizme saldırıyorum. “Territorial Pissings”, maçoların sıradan şiddetine karşı, beraber kafa çeken, dövüşen ve sınırlarını belirlemek için hayvanlar gibi işeyen bu heriflere karşı cepheden bir saldırı. Hep bu tür heriflerle kuşatılmıştım. Onlardan kaçmak imkânsızdır, her yerde karşınıza çıkarlar. Bu yüzden dost edinmem çok uzun zaman aldı. Ergenlik çağım bu yüzden sorunlu geçti. Maşist eğilimlerim olmadığını biliyordum, halbuki benden öyle davranmam bekleniyordu… Bu nedenle çoğu zaman odama kapanıyordum.

Bazı kitaplar beni dönüştürdü, ama kendi tecrübelerimi temel alıyorum, başıma gelen hikâyeleri anlatıyorum. Kendimi müziğin hizmetinde bir yazar gibi görüyorum.

Başarıyla birlikte bir kukla haline gelmekten, saf bir rock’n’roll klişesine dönüşmekten kork­ muyor musun?

Bütün samimiyetimle, üçümüzün de götlek olarak görülebileceğimize inanmıyorum, Guns N’ Roses gibi davranmıyoruz. Guns N’ Roses’a karşı savaş açmış değilim, müzikleri de, kendileri de hiç ipimde değil. Sadece maşizme ve rock’n’roll klişesine mükemmel bir örnekler, o kadar.

Kuşağınla aran nasıl?

Evet, kuşağıma büyük bir empati besliyorum, çünkü benimkiyle benzer bir atmosferde büyüdüklerini biliyorum. Benim kuşağımdan insanların bugünün çocukları kadar şiddetle karşı karşıya olduklarını sanmıyorum. Bar filozofu gibi gözükmek istemem ama, bana öyle geliyor ki, biz anne-babalarımızın kuşağı karşısında utanma ve suçluluk duygusu içinde yaşıyoruz, çünkü onlar 80’lerin başlarında ikiyüzlü yuppie’ler olmazdan önce hippiydiler ve büyük fikirleri savunuyorlardı. Bugün, onlara karşı bu utanç duygusundan kaçmaya ve kendi kimliğimizi bulmaya çalışıyoruz. Benim kuşağım, anne-babalarımızın ikiyüzlülüğüne karşı bir tepki tavrı geliştirdi. Zaman değişiyor.

Bir yandan da dünyanın önemli meseleleriyle yeterince ilgilenmeyen kendi kuşağından ve kendinden şikâyet ediyordun…

Angaje punk rock grupların söyleşilerde siyasiigörüşlerini ifade ettikleri 70’li yılların sonlarından çok farklı bugünkü ortam. Birkaç yıldır bu tabu haline geldi. Siyasetle ilgili konuşma hakkını kendimde görmüyorum, çünkü bu konularda çok yazan biri olmadığım için, derhal saldırıya uğrarım, oportünist olmakla suçlanırım. Ama çok net ve kesin politik fikirlerim var, bu konularda arkadaşlarımla sohbet ediyorum, tartışıyorum. Grupların yeniden kafalarının içindekileri rahatça ifade edebilecekleri ve can sıkıcı bulunmayacakları dönemin gelmesini umut ediyorum. Öte yandan, grupların söylediklerinin etkisi hiçbir zaman o kadar büyük olmadı. Hakikaten sözcü olan insan­lara, Abbie Hoffman gibi liderlere ihtiyacımız var. 60’lı yıllarda müzik grupları politikti, çünkü fikirler öne süren, bunları geliştiren güçlü siyasi liderler vardı. Gruplardan beklenen, bu taleplere, muhalefete fon müziği yapmalarıydı. Bugün çok daha zor. Bu nedenle Fugazi gibi grupları çok takdir ediyorum, yaptıkları çok saygıdeğer. Ama Nirvana o kadar angaje değil, biz sadece punk rock’çuyuz.

Çeviren: Siren İdemen

Roll, sayı 87, Haziran 2004

^