Tek Meyve Portakal Değildir’den Tutku’ya, Bedende Yazılı’dan Vişne’nin Cinsiyeti’ne, birçok kitabıyla Türkiyeli okurla da kalıcı bir ilişki kuran Jeanette Winterson’ın, geçtiğimiz günlerde yeniden basılan Atlas’ın Yükü adlı romanı, mitolojiyle bugünü, edebiyatla felsefeyi, kahramanla yazarı iç içe geçiriyor, okuru kritik sorular yolculuğuna çıkarıyor.
Jeanette Winterson öyküleri eğip büküp kendi hikâyesinin peşine düşen bir yazar. Dünyanın bir ânını alıp kendi hikâyesini yazabilir veya bir mitolojik figürü alıp kendi kahramanını yaratabilir. Haliyle, Winterson okuru olmak, türlü türlü sürprizlerle, bozulan yapılarla, kendi kendini yadsıyan bir anlatıyla karşı karşıya kalmayı içeriyor.
Örneğin Tutku’da (2016), Napolyon Bonaparte dönemi savaşlarını konu ediyor, ancak anlatısını savaşın kahramanları olarak hep adı anılanlardan değil, savaşın yükünü taşıyanlardan seçiyor. Ve savaş, militarizm gibi konular üzerine düşündürürken, aklımıza şöyle bir soru bırakıyor: Düşman kim? Yok etmek için koşullandırıldığımız insanları düşman yapan ne? Böylece, tarihin bir dönemini alıp bugüne dair hale getiriyor ve tarihsel olarak anılan, sadece ölü sayılarından ve kronolojiden ibaret olan anlatıyı içinde bulunduğumuz ânı düşünme vasıtası kılıyor.
Winterson’ın en önemli kaygılarından biri kendisini anlatının dışında tutmamak; yaşamının anlarını, çocukken kafasında kurduklarını herhangi bir öyküyle harmanlayarak devam etmek. Samimi ve cesur bir şekilde kendisinden bahsettiği Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın (2015) bunun göstergelerinden. Evlat edinilmenin, kendisini ait hissetmediği bir ortamda büyümenin ve dışarıdan olmak duygusuyla başa çıkmanın yolunu nasıl bulduğunun cevabı metinde gizli.
Winterson Atlas’ın Yükü’nde de bilinen anlamı parçalıyor, gerçekliği eğip büküyor ve kesinlikleri yıkıyor, kendi kişisel hikâyesiyle de kesiştirerek, Atlas’ın öyküsünü tüm insanlığın öyküsü haline getiriyor.
Hayal gücüne güzelleme
Winterson’ın konu ne olursa olsun anlatılarında kendisinden izler bulmak, hayal ettiği, kurguladığı metinlerde kendi sesini ortaya koymak gibi bir derdi var. Çünkü yazdığı kitaplar, onun için dünyayı ve kendisini verili olanın dışına çıkarmak, hayal gücüne dayalı bir anlatıya dönüştürmek, başka olanı mümkün kılmak gibi bir anlam taşıyor. Bu nedenle onun metinleri “hayal gücüne yazılmış güzellemeler” olarak çıkıyor karşımıza ve böylece Winterson hem okuru hem de kendisini büyülü dünyalarda dolaştırabiliyor.
Öykü anlatmak biraz da çare gibi görünüyor Winterson’a. Dünyanın yaşayanları devamlı yara aldıkları bir hayatı sürdürmeye çalışırken, öyküyü devam ettirmek, iyiye dair umudu devam ettirmek, “öteki sesleri” duyurmak gibi bir anlam ifade ediyor: “Elimizden tek gelen, birilerinin bizi duyacağını umut ederek öykü anlatmayı sürdürmek. Bitmek bilmeyen son dakika ve magazin haberlerinin gümbür gümbür yankılandığı karabasanlar görürken, öteki seslerin de duyulabileceği umuduyla, aklın ve ruhun yolculuğundan söz etmek.”
Öyküyü yeniden anlatmak
Winterson geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık tarafından yeniden basılan Atlas’ın Yükü’nde, dünyanın yükünü tanrılar tarafından omuzlarında taşıma cezasına çarptırılan Atlas’ın hikâyesini anlatıyor. Elbette Atlas’ın Yükü’nde de bilinen anlamı parçalıyor, gerçekliği eğip büküyor ve kesinlikleri yıkıyor, kendi kişisel hikâyesiyle de kesiştirerek, Atlas’ın öyküsünü tüm insanlığın öyküsü haline getiriyor. Ve ısrarla şu cümleyi kurarak her defasında adeta anlatıyı yeniden kurguluyor: “Öyküyü yeniden anlatmak istiyorum.”
Bilindik hikâyede Atlas dünyanın yükünü taşımakla cezalandırılır, Winterson’ın anlatısında da bunu görüyoruz ve okurken başlangıçta aklımıza dünyanın yükünü taşımanın ağırlığı geliyor. Ancak yazar bunun anlamını biraz değiştirerek soruyu şu hâle getiriyor: Kendi yükümüzü mü taşıyoruz, dünyanın yükü mü bu sırtımızdaki ağırlık?
Adına dünya dediğimiz bu sınırsız oluşun değil, kendimizin yükünü taşıyoruz Atlas gibi, “ben olmanın” yükü ağır, sınırlar ve arzular arasında gidip gelen bir yaşamın sonu ise hiçlik.
Atlas cezasını şöyle yorumluyor Winterson’ın öyküsünde: “Kendime ceza olmama göz yumulmuştu bir anlamda.” O, güçlüydü, dünyanın toprağını seviyordu, sularını, ağaçlarını insanlarını taşıyabilirdi, ama tek bir sorun vardı: Tüm bunlar kendi denetiminde değildi ve bu durum onun varoluşuna sınır çiziyordu.
Winterson bize şöyle bir şey söylemeye çalışıyordu belki de: Dünya, biz insanlar ne yaparsak yapalım kendi oluşu içinde varlığını devam ettiriyor, insan türü devamlı icatlar yapıyor, dünyanın çivisini çıkarmak için elinden geleni ardına koymuyor, ancak onun kendi ritmini devam ettirmesine engel olamıyor. İnsanın dünyaya müdahilliği sınırlı, onun dışında akıp giden bir yaşam var ve gücü her yere (neyse ki) yetmiyor.
İnsan sınırını aştıkça da varlık sıkıntısı bitmiyor, çünkü onun arzularının önünde, dünyanın olması gereken, kendi gizemini ve büyüsünü devam ettirmek için inşa ettiği duvarlar var. Bu nedenle işte, adına dünya dediğimiz bu sınırsız oluşun değil, kendimizin yükünü taşıyoruz Atlas gibi, “ben olmanın” yükü ağır, sınırlar ve arzular arasında gidip gelen bir yaşamın sonu ise hiçlik.
Winterson, Atlas’ın öyküsünü yeniden yazarken bunlara benzer, varlığımıza dair pek çok soru düşürüyor akla ve böylece onun hikâyesiyle kendimize dönüp yüzleşme imkânı buluyoruz.
Hiçliğe çıkan yolda
Hiçliğe çıkan yolun başka nedenleri de var elbette ve Winterson’ın anlatısından buna dair ipuçları yakalamak mümkün. Atlas tanrılar tarafından dünyayı taşımakla cezalandırıldığında şöyle söylüyor: “Belimi büktüm, sol dizimin üstüne çöküp sağ bacağımdan destek aldım. Başımı eğerek ellerimi kaldırdım teslim olurcasına, avuçlarım yukarıdaydı. Teslimiyet buydu galiba. Yazgısından kaçacak kadar güçlü biri var mıdır? Kaderin istediği kişiye dönüşmekten kim kurtulabilir?”
İşte bu kabulleniş, teslimiyet duygusu değil mi biraz da dünyanın yükünü ağırlaştıran? Kader dediğimiz şey bir anlamda iplerimizi tanrılara, yeryüzünde kendisine tanrılık misyonu biçmiş otoritelere teslim etmek, itiraz etmemek, ceza olarak biçileni alıp sineye çekmek değil mi?
“Çok geçmedi Atlas Dağı koydular adımı, gücümden değil suskunluğumdan ötürü” diyor sonrasında Atlas, o ki güçlü bir tiran, tanrılara kafa tutan, ama suskun kalıyor ve bu varoluşunu sınırlayan cezayı da beraberinde getiriyor. Omuzlarına ömür boyu taşıyacağı dünyanın yükünü bindiriyor, ama dünyanın yükünden çok kendisinin yükü taşıdığı.
Biz insanlara gelirsek, belki tiran değiliz ama, suskun kaldığımız sürece daha da güçsüz hâle gelmiyor muyuz? Ve dünyayı cehenneme çeviren kendi türümüz olduğu hâlde, suçu gezegene yüklemek haksızlık olmuyor mu biraz? Winterson, Atlas’ın öyküsünü yeniden yazarken bunlara benzer, varlığımıza dair pek çok soru düşürüyor akla ve böylece onun hikâyesiyle kendimize dönüp yüzleşme imkânı buluyoruz.
Yükü taşımak
Atlas’ın Yükü’nde, Winterson insanın yazgısının kendi elinde olup olmadığına da odaklanıyor. Tercihlerimiz yaşamımızı belirleyen yerde duruyor ve bu nedenle onlar bizim yazgımızı da etkiliyor. Kitapta Herakles tarafından kandırılan Atlas yükünden kurtulamazken, onu kandıran Herakles de ömür boyu Atlas’ı kandırmanın vicdani yükünü taşıyor.
Yazgımız kendi elimizde, vicdani yükünü taşıyacağımız yaşanmışlıklara engel olmak tercihlerimizle ilgili demeye çalışıyor belki de yazar. Mesela Atlas, Herakles için bahçesinden kopardığı üç elma ile belirliyor kaderini, şöyle bahsediliyor bundan: “Ortada tılsım falan yok Atlas. Ağacı olduğu gibi göremedin. Dünyanın değişkenliğini görmedin. Bütün bu geçmiş sana ait, bütün bu gelecek senin, bugün de. Farklı bir seçim yapabilirdin. Yapmadın.”
Atlas ağacı tam olarak göremiyor, toprağın ona sunduğu armağanı fark edemiyor ve ilk görünene aldanıyor, gözüne ilk ilişen üç elmayı koparması onun yaşamını belirliyor.
Atlas gibi bizim de yazgımız dünyayı algılayış biçimimizle ilgilidir belki de. İlk gördüğümüzü hakikat bilip ona sığınırsak, görünüşlere kapılıp esası kaybetmiş oluruz ve bu ömür boyu taşıyacağımız bir yüke dönüşebilir. Bu “dünya yükü” olarak algıladığımız ise kendimizin belirlediğidir, tercihlerimizle ilgilidir.
“Kendi yükümü taşımayı öğrendim”
Başta da vurguladığımız üzere, Winterson metinlerinde kendisine döner. Çünkü anlatmayı seçtiği hikâyeler kendi yaşamının parçalarına dokunan bir yerde durur. Atlas’ın Yükü’nde de buna işaret eden bir taraf var. “Kendi Sınırlarıma Dayanışım” adlı bölümde bize bunun ipuçlarını gösteriyor ve şöyle söylüyor:
“Doğduğum zaman annem beni bir yabancıya vermiş. Benim bu konuda hiç söz hakkım yoktu. Annemin kararı, benim kaderimdi. Daha sonra evlat edinen annem de reddetti beni. Ondan olmadığımı söyledi bana, haklıydı da. Beni taşıyacak kimse olmadığından kendi yükümü taşımayı öğrendim. Kız arkadaşım bende Atlas kompleksi olduğunu söyler.”
Böylece hikâye Winterson’ın kişisel deneyimi ile kesişiyor. Ve bir anlamda yazarın Atlas’ın öyküsünü anlatırken vurguladığı yük kimin sorusu da yerini buluyor. Dünyada ilk önce taşıdığımız kendi yükümüz, tercihlerimizle belirlenen, verili olan veya doğuştan sırtımıza yüklenen. Bu nedenle belki de önce bununla yüzleşmek gerekiyor ve Winterson bize bu hikâye ile biraz da bunu anlatmaya çalışıyor.
Dönüşen hikâye
Atlas’ın Yükü parçalı bir anlatı ile örülüyor. Winterson, kendisinin “kronoloji yalnızca bir yöntem” anlayışına da uygun olarak, mitolojinin verdiği imkânı şimdinin dünyasını sorgulatan bir anlatıya dönüştürüyor. Bu nedenle başı sonu belli düz bir hikâyeden çok her bölümde öyküyü dönüştüren bir anlatı ile karşılaşıyoruz.
Winterson’ın amacı mitlerden, tarihin bir ânından ve kendi yaşamından yola çıkıp bir hikâye kurgulamak, bir zamanlar anlatılmış olanı bugüne taşıyarak cümle kurmaya devam etmek. Böylece, başta bahsettiğimiz gibi, öykünün devam etmesini sağlamak. Atlas’ın Yükü’nde Winterson kendi hikâyesini yazarken insanı, dünyayı, doğayı, hayvanı, evreni, yıldızları, toprağı yeniden yorumlamamızı sağlıyor. Ve elbette Atlas’a ve hikâyesini anlattığı diğer kahramanlarına kendince bir son hazırlamayı ihmal etmiyor. Çünkü yaşamda tek bir son yok, her öykü için başka bir son olduğu gibi, dünya için de başka bir son mümkün olabilir.
En azından bunu düşleyebilir, öykümüzün sonunu kendimiz yazabiliriz, çünkü yazgımız ve dünyada taşıdığımız yük bizimle, yani bireyin kendisiyle de ilgili ve yükümüzün farkında olmak, onu taşımak, onunla yüzleşmek bize başka sonlar yazma imkânı verebilir. Winterson’ın hikâyelerinde böyle bir mesaj saklı.