LUSİN DİNK’LE “SAROYAN ÜLKESİ” ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
25 Nisan 2020
SATIRBAŞLARI

32. İstanbul Film Festivali (2013), Lusin Dink sayesinde dünyaca ünlü bir Bitlis kökenli yazara, William Saroyan’a selam durmuştu. Saroyan’ın 1964’te baba ocağına yaptığı yolculuğun izini süren Lusin Dink’in kamerası, ölümsüz yazarın gölgesini 2000’lerin Anadolu’sunda ve yüz yıldır sorulan soruların etrafında dolaştırıyordu. “Saroyan Ülkesi”, 24 Nisan 1915’in 105. yıldönümünde bir hafta boyunca online erişime açıldı. (vimeo.com/93049470) Bu yürek burkan yolculuğu ve filmi Lusin Dink ile Bir+Bir’de konuşmuştuk. Mayıs 2013 sayısından naklediyoruz.

 

İstanbul Film Festivali’nde filminin gösterimi ardından, Pangaltı Ermeni Lisesi’nden olduğunu söyleyen bir izleyici sana teşekkür etti. Okulda üç yıldır Saroyan’ın kitaplarını okuduklarını anlattı. Ne hissettin?

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Lusin Dink: Evet, özellikle 2000’lerle birlikte Saroyan okullarda daha fazla hayatımıza girdi. Saroyan’ın doğumunun 100. yılını kutladığımız 2008’den sonra, çocuklar artık Saroyan’ı tanıyor. Ama yine de ne kadar? Bu durum beni üzüyordu. Tedirginliğin gölgesinde yetiştirilen bir Ermeni çocuğun özgüvenle mikrofonu alması “işte budur” dememe neden oldu. Geçmiş geleceğe bir şeyler fısıldadı.

Sen hangi lisedensin?

Sahakyan Nunyan mezunuyum. Bizim lisede Ermeni edebiyat külliyatı okutulurdu. Saroyan’ı da elbette okuduk, ama dedim ya, ne kadar? Kısa bir süre öncesine kadar, yakın tarihe biraz uzak kaldık. Bu konuda, Aras Yayıncılık çok önemli işler yaptı.

Senin için Saroyan’ın ayrı bir yeri var mıydı? Neden Saroyan?

Kelimelere dökemediğim her şey Saroyan’ın hikâyelerindeydi. O kadar sinematografik anlatıyor ki, okurken her şeyi görüyorsunuz. Bitlis’i yazması 11 sene sürüyor. Nedenini şöyle açıklıyor: “Niye yazamadım, çünkü hikâyemiz hakkında öfkeli olacağımı biliyordum, böyle öfkeyle yazanlar o kadar çok ki.” Çok öfkeli olduğu yerler de var, ama öfkeyi dillendirme biçimi çok önemli. Saroyan’ın tarihini sırtlanışı karşısında şapka çıkarmak dışında bir şey yapılamaz.

Elli sene öncesinden bugüne taşısak Saroyan’ın hissedecekleri yine aynı olacaktı. Dönüp kendimize soralım: ‘64’ten bu yana ne değişti? Saroyan ‘64’te o geziyi yaptığında neler değişmişti? Film 2012’de çekildi, ama yüz yıllık bir zaman algısı var.

Okuduğun ilk Saroyan kitabı hangisi?

Ödlekler Cesurdur, sonra Yetmiş Bin Süryani. Üstüne de Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan incelemesini okudum. Amerika’dan Bitlis’e her şeyi özetliyor. Onu okurken biçimsel olarak ne yapacağıma karar vermiştim: Saroyan’ın cümlelerinden bir kolaj-metin ortaya çıkarmak. Filmde bir gölgeyi takip ediyoruz, o gölge fikri daha kitabı okurken zihnimde şekillenmişti. Dolayısıyla, içerik yapıyı doğurdu. Önce, kitaplarının Türkçelerini okudum, bana değen yerleri seçtim, sonra İngilizcelerini okudum. Saroyan’ın cümlelerini, hayatını filmde yolculuk edimiyle birleştirmeye çalıştım. Niyetim kendi hislerimi ve onunkileri buluşturmaktı.

Filminin temel sorusu ne?

“Neden?” Coğrafya sadece toprak, su, hava değil ki. Belleğin, kültürün, tarihin… Prömiyer günü şunu söyledim: Binaların da şehirlerin de hafızaları vardır. Coğrafya üzerinden, mimarinin değişimi üzerinden analiz ederek birçok şeyin sorusu çıkabilir. Bu filmin izleyicisinin de bir rolü var.

Bitlis’e girdiğinizde kamerayla dolaşıyorsunuz, Bitlisliler kameraya, oradaki “Ermeni”ye bakıyor…

Şehre yabancı gelmiş. Kim bu adam? ‘64’te Saroyan’ın da aynı bakışlarla karşılaştığı kesin.


O zamandan bu zamana, o bakış aynı mı? Bu, filmi zamansız kılıyor…

Zamansız, çünkü ‘64’te, ünlü bir yazar kalkıp Amerika’dan Bitlis’e geliyor. Bugün 2013’te, Ermeniler diasporadan bu yolculuk için geliyor. Arada elli yıl var. Demek ki, bir problem var.

Saroyan’lar Bitlis’ten ABD’ye giderken önce Trabzon’a geçiyor, oradan Marsilya, New York ve yolculuk Los Angeles’ta son buluyor. Filminse Trabzon’dan araba yolculuğuyla başlıyor, Bitlis’te son buluyor.

Saroyan ailesinin terk ettiği noktadan bir geri dönüş yapıyor. Aile 1903’te Bitlis’i terkediyor, Trabzon’a gidiyor. ‘64 gezisi aslında daha geniş kapsamlı. Bitlis’ten sonra da yola devam ediyor, Ermenistan’a geçiyor. Fakat bu filmde “yolculukta neler oldu?” sorusuna cevap aramadığımız için yolculuk Bitlis’te bitti.

‘64’teki yolculukta Saroyan’a kimler eşlik ediyor?

Ermenice yayınlanan Marmara gazetesinin yayın yönetmeni Bedros Zobyan, Zobyan’ın arkadaşı dişçi Ara Altunyan ve Fikret Otyam’la birlikte gidiyor. Gittikleri her yerde, dönemin birçok entelektüel ismiyle bir araya geliyorlar. Trabzon’dan Bitlis’e Van üzerinden 15 günlük bir seyahat. Yolculuğu mayısta yapıyorlar, biz de filmi mayısta çektik. Tüm zamanların içiçe geçmişliğiyle, değişime sebat ettiğimiz bir yüzyılda, elli sene öncesinden Saroyan’ı bugüne taşısak Saroyan’ın hissedecekleri yine aynı olacaktı. Biraz hayalet gibi, biraz geçmişten aramıza fırlamış gibi. Ama dönüp kendimize soralım: ‘64’ten bu yana ne değişti? Saroyan ‘64’te o geziyi yaptığında neler değişmişti? Çözemediğimiz, yanıtlayamadığımız sorular aynı. Film 2012’de çekildi, ama yüz yıllık bir zaman algısı var.

Filmin güzergâhındaki hemen hemen tüm kentler 1915 öncesi Ermeni nüfusun sadece yoğun olduğu kentler değil, aynı zamanda belli bir kent kültürünün, karakteristik mimarinin oluştuğu yerlerdi. Ama bugün, her biri darmadağınık, kimliğini yitirmiş şehirlere dönüşmüş.

Saroyan Bitlis’te Ermenilerle karşılaşıyor mu?

‘60 ihtilaliyle birlikte, Bitlis’te kalan az sayıdaki Ermeni de Müslümanlaştırılıyor. Saroyan onun üstüne gidiyor. Yolculuk boyunca, farklı şehirlerde karşısına Ermeniler çıkıyor, fakat isimleri Ermeni ismi değil. Şimdi de kimliğini ifşa etmekten korkan Ermeniler var.

Trabzon-Bitlis arasında geçtiğin tüm kentler bir zamanlar Ermeni nüfusunun yoğun olduğu yerler. Senin için bu yolculuk ne demekti?

Bu yolculuğu Saroyan’la yapmak nasıl bir deneyimdi, onu söyleyebiliyorum. Bitlis’e vardığımızda, Ermeni ailelerin olup olmadığını sordum. Yokmuş. Sadece Bitlis’e yarım saat uzaklıktaki Mutki’de hâlâ dört-beş aile varmış. Bitlis’te yanımıza bir genç geldi, oradaki üniversitede araştırma görevlisiymiş: “Bir arkadaşım var, sizinle tanışmayı çok ister” dedi. “Arkadaşım Ermeni olduğunu kabul ediyor.” “Bir şey deme, hoşlanmaz, tedirgin olur” dedim. “Yok, o sizinle tanıştığı için çok mutlu olur; yalnız, babası imam, o rahatsız olabilir” dedi. Ben de çekim için gittiğimiz bir yerde zaten herkes tedirginken, ardımda sorun bırakmak istemedim ve tanışmadım. Her şeyin bir sırası var. Filmin güzergâhındaki hemen hemen tüm kentler 1915 öncesi Ermeni nüfusun sadece yoğun olduğu kentler değil, aynı zamanda belli bir kent kültürünün, karakteristik mimarinin oluştuğu yerlerdi. Ama bugün, her biri darmadağınık, kimliğini yitirmiş şehirlere dönüşmüş.


Filme hazırlanırken John Berger’ın Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü kitabı senin için esinlendirici olmuş…

John Berger! Tanımlamak haddim değil ama, bence felsefenin şiirini yazıyor. O kitabında da zamanın zamansızlığı, sıkışmışlığımız, bu yüzyılın hastalığı göç, sürgün ve eve yaklaşımı zihnimi açtı. Zamanı birikme ve çözülme diye ele alıyor. Biz daha çözülmedik. Ev başka bir yerde oluşturacağınız dört duvar değil, biraz ana rahmi gibidir. Dolayısıyla, göç dünyanın anlamının yerle bir oluşudur. Bunlar ve daha birçok şey filmin katmanlarını perçinledi.

Saroyan’ı Türkçe, Ermenice ve İngilizce okumak nasıl bir his, diller arasında nasıl farklar var?

İngilizce okurken çok keyif aldım. Saroyan İngilizce yazıyor, yazı dilinde onu okumak daha iyi geldi. Filmde İngilizce ve Ermenice konuşuyor, ama Ermenice yazamıyor. Keşke anadilinde yazabilseydi dedim. Bu onun için de bir üzüntü olmuş hep. Amerika’dan Bitlis’e kitabının hem Ermenicesini hem Türkçesini okudum. Ermenicesi başka bir duygu oldu. Dil ortaklığı çok önemli. Başka bir bağ. Hele bizim gibi toplumlarda, aranızdaki bir sır gibi, sadece size özel. Tabii bu işin romantik tarafı. Dili devam ettirmek kimliğinizin sürmesi demek. Bardak, bardak olmaktan çıkar, bir anlam kazanır. Ve bu anlam sizi birbirinize bağlayan faktörlerin temelidir. Cem Yılmaz’ın esprisindeki, garsona “ortaya karışık” siparişi vermenin İngilizce karşılığının olmaması gibi. “Little little in the middle” çevirisini de ancak biz anlarız, biz güleriz.

“Amerika’dan Bitlis’e” kitabının hem Ermenicesini hem Türkçesini okudum. Ermenicesi başka bir duygu oldu. Dil ortaklığı çok önemli. Başka bir bağ. Dili devam ettirmek kimliğinizin sürmesi demek. Bardak, bardak olmaktan çıkar, bir anlam kazanır.

Ermeni edebiyatı profesörü Dikran Kuyumcuyan’ın ailesi de Türkiye’den mi gidiyor?

Anne tarafı Samsun, baba tarafı Kayserili. Annesinin neredeyse tüm ailesi soykırımda yok ediliyor. Uzun bir hayat yolculuğu onları Amerika’da birleştiriyor. Saroyan ve Dikran Kuyumcuyan’ın ortak noktası Paris-Amerika hattı. Saroyan ölmeden önceki on yılı çok yakın geçiriyorlar. Kuyumcuyan Amerika’da Saroyan dersleri veriyor.

Dikran Kuyumcuyan’ı film için davet ettiğinde ilk tepkisi ne oldu?

İnanılmaz yardımcı oldu. İlk olarak tretmanı gönderdim. O da bana kitap listesi gönderdi. Çok sıcak davrandı. Onunla üç buçuk-dört saat süren bir röportaj yaptık. Filmde Saroyan’ın yazar kişiliğini Kuyumcuyan’ın anlattıklarından öğreniyoruz.

Amerika’dan Bitlis’e’nin yazarlarından biri Dikran Kuyumcuyan. Orada şöyle diyor: “Mükemmele yakın hece bilgisinin yanı sıra, dilbilgisi ve söz dizimine özel bir yatkınlığı vardı.” 13 yaşında okulu terk etmiş, feleğin çemberinden geçmiş biri Saroyan.

Çok okuyor, her şeyi ama. Her gün mutlaka yazıyor; çocukluğundan edindiği bu alışkanlığı hiç terk etmiyor. Uzun yıllar eleştirmenler tarafından reddediliyor. Bir yapı içine girmek gibi bir derdi yok. Beğenilmek için, alkış için yazmıyor. Tek derdi insan hikâyesi anlatmak. Onu anlattığı için insanlara ulaşıyor.


Filmde konuşan Otyam’ın ve Kuyumcuyan’ın arkasında aynı resim var. O resmin hikâyesi nedir?

Filmin görsel dünyasını düşünmeye başladığımda resim kitapları karıştırdım. Resmin sinemayı ve genelde bütün sanatların birbirlerini beslediğini, insanı bir adım ileriye taşıdığını düşünüyorum. O resim André Derain’in 1906 tarihli Westminster köprüsü tablosu. Bir varoluş öyküsü. Oradaki insanlar da biraz gölge. Bence duygu ve görsel bütünlüğüyle filmle çok örtüşüyordu. O yüzden, siyah bir fon kullanmaktansa bu resmi tercih ettim.

Onlarca hikâyesi arasından bir kolaj yaparak ortaya bir Saroyan biyografisi çıkarıyorsun. Öyküleri nasıl seçtin? Saroyan’ın kişiliğini, yazarlığını etkilemiş kahramanlar da filme ekleniyor. Arap’ın hikâyesi gibi…

Filmde beş kitaptan 11 öykü var. Saroyan filmin karakteri de olduğu için “ne içer, ne yer”den başlayıp sevdiği müzisyenler ve ressamlara, her şeyi araştırdım. Arap hikâyesi, “Bağrı Yanık Arap” benim için çok önemliydi. Bir çocuk olarak diğer tarafa geçtiği nokta. Öyle ya da böyle, ötekiliğin seni bulduğu an. O yüzden de bu hikâye senaryoya dahil oldu. Ayrıca, Saroyan kendi içindeki çocuğu hiçbir zaman kaybetmiyor, edebiyatında çocuklar çok özel bir yer tutuyor. Onun çocukluğuna değinmeden, parçalardan en önemlisi eksik kalırdı. O çocuk hâlâ bir yerlerde yaşıyor.

Saroyan ailesinin göçtüğü Fresno 1900’lerin başında oraya göç edenlerin kurduğu bir yer. Bir kasaba bile değil o dönem. “Ötekilerin” yaşayacağı yer de orası. Hayatta nerede yaşayabileceğini tercih edebilirsin, ama sürgünlük başka. Düşünsenize, eviniz olan yerden gitmek zorunda bırakıldığınız yer “hiçbir yerin ortası”.

Bitlis’ten göçen bir Ermeni ailenin Amerika’da doğan ilk çocuğu Saroyan. Ama edebiyatında Amerikan hayatı neredeyse yok. Film için Los Angeles’a da gittin, Saroyan ailesinin yaşadığı Fresno nasıl bir yer?

Bugünkü Fresno çok farklı tabii. Bahsettiğimiz Fresno 1900’lerin başında oraya göç edenlerin kurduğu bir yer. Bir kasaba bile değil o dönem. “Ötekilerin” yaşayacağı yer de orası. Hayatta nerede yaşayabileceğini tercih edebilirsin, ama sürgünlük başka. Düşünsenize, evin olan yerden gitmek zorunda bırakıldığın yer “hiçbir yerin ortası”.

Bugün Fresno nasıl bir yer? İstanbullu genç bir Ermeni kadın olarak bu hikâyenin peşine düşmeni orada tanıştığın insanlar nasıl karşıladı?

Fresno çok küçük bir yer. Hâlâ çok sayıda Ermeni yaşıyor. Herkesin öğle vakti kafelerin olduğu meydanda buluştuğu sessiz bir yer. Herkes herkesi tanıyor. Kendi kurdukları bir yer. Ben bir evde kaldım. Orada doğup büyümüş elli yaşında bir kadınla oturduk puslu hatıralar arasında, dilinin döndüğünce telaffuz edebildiği Bolu’nun çevresindeki bir dağ köyünü aradık haritada. Ermenistan’dan da Fresno’ya gidenler olmuş. Ama hepsinin ata vatanı Anadolu. Birbirimize ilk sorduğumuz kimin nereli olduğu. Bana sorulan ilk şey, ailesi Sivaslıysa Sivas’ın, Vanlıysa Van’ın nasıl bir yer olduğu. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Ne olursa olsun temas etmek, insanlarla konuşmak her iki taraftan da bakabilmeni sağlıyor.

Kevork Malikyan Saroyan Ülkesi‘nde

Diasporayı anlamak gerektiğini düşünüyorum. Aradan kuşaklar geçti, yeni bir kuşak var. Burada hafıza meselesi işin içine giriyor. Çünkü yaşadığınız yer sadece toprak parçası değil, işin içinde size anlatılan hikâyeler var. Kimliğiniz bunların hepsiyle beraber oluşuyor, doğarken buna doğuyorsunuz. Onlar gelmek, görmek istiyorlar. Kimi dedesinin büyüdüğü, hikâyelerden ezberlediği masal ülkesine 15 günlük turlarla geliyor, kimi hiç gelmiyor. Pamuk prenses hikâyesiyle büyüyen çocuklar olduğu gibi, dedelerinin acı hikâyelerini dinleyenler de var. Bunlar bilerek anlatılıyor ve nesiller böyle yetiştiriliyor değil. Hafıza aktarılan bir şey! Günlük yaşamın pratiğinde anılardan kaçamazsınız. Saroyan’ın yolculuğunu yapan Ermeniler var.

Hikâyeler anlatıldıkça çoğalıyor, daha çok kişiye temas ediyor. Şimdi bu hikâyelere “Saroyan Ülkesi” de eklendi…

“Saroyan Ülkesi” adına benim bir vaadim yok. Herkesi kendi duygularıyla başbaşa bırakıyorum. Umarım izleyicisyle buluşur. O kadar çok hikâye var ki, paylaşmak ve dinlemek esas. Fikret Otyam filmde “dinleyin ulan, bizim hikâyemiz bu” diyor. İrini akıtırsan, o bir yara olmaktan çıkar. İzi kalır elbet. Ama bazı şeyler de “böyle”.

Filmin en önemli rengi Saroyan’ı seslendiren ses. Hikâyesini anlatır mısın?

Saroyan’ın sesi çok karakteristik, bir kere duysanız unutmayacağınız seslerden. Elimde Saroyan’a ait kayıtlar vardı. Ermenice ve İngilizce bilen, Saroyan’ı da anımsatacak bir ses olmalıydı. Aslolana sadık kalmaya çalıştım. Amerikan aksanıyla hem Ermenice hem İngilizce konuşacak birini bulamadım. Bu sesi aramak için Amerika’ya gitmem gerektiğini fark ettim. Ara Mgrdician’la tanışmamız da Amerika’da oldu. Amerikalı yönetmen arkadaşım Eric Nazarian Los Angeles’ta yaşıyor, bana çok yardım etti. Bu sesi ararken Ara ile görüştük. Ara oyuncu değil, öğretmenlik yapıyor, sanatsal çalışmaları da var. Bu seslendirme onun ilk denemesi oldu.

Ara Mgrdician Saroyan’ı daha önce okumuş mu?

Tabii, biliyordu. Fakat senaryoyu okuyununca Ara için de zorlu bir süreç başladı. Saroyan’a can verirken Ara da kendi yolculuğuna çıktı. Zaman zaman metinler ağır geldi, zaman zaman güldük, onun çocukluğuna döndük. Bu filmde Saroyan bir noktadan sonra temsilîdir. İnanıyorum ki Ara da çok yakın zamanda hiç gelmediği Anadolu’ya gelecek.

Kevork Malikyan’la çalışmaya karar vermen nasıl oldu?

Kevork Malikyan’la tanışmak istiyordum. O sırada Antonius ile Kleopatra’da oynuyordu. Ben de senaryoyu yazarken bir taraftan da kurmaca bölümlerin oyuncularını düşünüyordum. O dönemde, Oyun Atölyesi’nde buluştuk. Kevork Malikyan 1963’te gidiyor Türkiye’den. Uzakta olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Uzun sohbetlerimiz oldu. Filmden bahsettim. Bir süre sonra da rolü teklif ettim. Tabii film bizleri de buluşturduğu için Ara’yla Kevork’la filmden önce konuşacak çok şeyimiz vardı. Ben burada doğmuş, büyümüş ve burada yaşayan biriydim. Kevork ise burada doğup neredeyse kırk yıl Avrupa’da yaşayıp yeniden eve dönen biriydi. Ara ise diasporada doğup büyümüş ve burayı hiç ziyaret edememiş biri.

Arap’ı oynayan kim?

Oşin Çilingir. Sol kamuoyunda Yalçın Çilingir olarak da tanınıyor. ‘80 öncesi mimar ve mühendis örgütlenmelerinde aktif. Edebiyat ve sinemaya çok hâkim. Harika yazıları var. Yakın bir aile dostumuz. Uzun süre, Arap kim olacak diye düşündüm. Bir sabah uyandım ve “Oşin Abi” dedim. Kevork Malikyan’ın ardından da Oşin abiyle görüştüm. İkisi de Diyarbakırlı. Setten önce ikisi hem tanışsınlar, hem karakter çalışmaları yapılsın diye kuaför işlerini aynı güne koyduk. Bir kafenin önünde buluştuğumuzda birbirlerine “senin ne işin var burada” diyerek ikisi birden gülmeye başladı. İkisi de Diyarbakırlı ve İstanbul’da Tıbrevank okulunda birlikte okumuşlar. Birbirlerini çok iyi tanıyorlar, ama yıllar sonra ilk kez film için buluştuğumuzda bir araya geldiler.

Bir+Bir, sayı 22, Mayıs 2013

^