JOHNNY CASH 90 YAŞINDA

25 Şubat 2022
SATIRBAŞLARI

Aynaya baktığınızda bir Amerikan ikonu görüyor musunuz?

Johnny Cash: Aynaya baktığımda, burnumun üstündeki sivilceyi görüyorum, apse yapan dişimin çenemde yarattığı şişliği görüyorum, saçımın seyreldiğini görüyorum. Ama ikon filan görmüyorum. Benim aynamda öyle bir şey yok.

1954’te yayınlanan ilk plağınızdan, “Hey Porter”dan bu yana yaklaşık yarım asırlık bir kariyeriniz var. Bugüne kadar yazdığınız şarkıların sayısı hakkında bir fikriniz var mı?

Hiçbir fikrim yok. Herhalde bir yerlerde bunun çetelesini tutan birisi vardır, ama şahsen beni alâkadar etmiyor.

Bunca yıldır sayısız habere, röportaja, makaleye konu oldunuz, hakkınızda söylenenler içinde en çok hoşunuza giden yorum neydi?

Country Music Magazine’de, Patrick Carr’ın yorumuydu: “Johnny Cash, hâlâ beyazların arasında kızılderili olmayı sürdürüyor” demişti. Bir de, Love, God, Murder’ın bukletinde Bono’nun söyledikleri: “Johnny Cash lanetlilere şarkı söylemiyor, lanetlilerle birlikte söylüyor.

Beyazların arasındaki kızılderili olmayı sürdürü­ yor musunuz gerçekten?

Bazen. Hâlâ takım elbise-kravatla rahat edemiyorum. Hâlâ uyum sağlayamadığım şeyler var.

Johnny Cash dendiğinde ilk akla gelen şeylerden biri hapishane konserleriniz. Bitter Tears’da (1964) kızılderililerin maruz kaldığı kıyımı anlatıyorsunuz, ama “Sold Out of Flag Poles” (1976) gibi şoven bir şarkı yazabiliyorsunuz. Country’ci müzisyenler içinde Vietnam savaşını ilk kınayan sizdiniz, ama öte yandan Beyaz Saray’da Nixon’a konser verdiniz. Gerçek Johnny Cash hangisi?

Kris Kristofferson, benim için yazdığı şarkıda durumu gayet güzel özetliyor: O ayaklı bir çelişki / Kısmen gerçek, kısmen fantezi. Patrick Carr, beyazların arasında bir kızılderili olduğumu söylüyor. Belki de gerçek o. Ya da belki de kızılderililerin arasındaki beyazım. Bilmiyorum… Nixon hikâyesini yeri gelirse anlatırım; Bitter Tears’a gelince, o albüm için yapımcıma epey baskı yaptım, ilk duyduğunda düşüp bayılıyordu. Bitter Tears’ın en iyi iki albümümden biri olduğunu düşünüyorum –diğeri Ride This Train (1960). Konserlerime kızılderililer gelirler ve öteki Amerika’dan birinin onlarla duygudaş olduğunu görmekten memnuniyet duyarlar. Ben de, birkaç dakikalığına olsa bile onların sözcülüğünü yaptığım için mutlu olurum. Aslında benim söylediklerim, beyaz adamın onlarla yaptığı anlaşmalarda, sözleşmelerde olan şeyler. Şarkılarım, onların haklarını dile getiriyor sadece.

Kariyeriniz boyunca verdiğiniz konserler içinde sizde en çok iz bırakanlar hangileriydi?

Biri Londra’da, Palladium’daki konserdi: Bir bomba ihbarı oldu, bina boşaltıldı, salona tekrar girdiğimizde herkes çok gergindi. Ama hep birlikte gayret ettik ve sonuçta harika bir gece geçirdik. En sıcak anılarımdan biri de Folsom hapishanesindeki konserdir, o da At Folsom Prison (1968) adıyla albüm oldu. Güney Dakota’da Rosebud rezervasyonundaki Sioux kızılderililerine verdiğim konseri de unutamam. Bir de Tennessee’de otistik çocuklar yararına verdiğim konseri… Televizyon konserlerim içinde de Washington’da Ford Tiyatrosu’ndakinin apayrı bir yeri var. Abraham Lincoln üzerine bir konuşma yapmıştım, Başkan da en önde, tam karşımda oturuyordu. Harika bir gündü.

Bob Dylan için düzenlenen tribute konserinde sahneye çıkmak nasıl bir duyguydu?

Dylan’ın o müthiş şarkılarını yorumlayan kalburüstü sanatçılarla sahne paylaşmak gurur vericiydi. Dylan fanları beni ve June’u (eşi June Carter Cash) çok sıcak karşıladı. “It Ain’t Me”yi söyledik, çok güzel bir geceydi.

Dylan’la eski dostsunuz, öyle değil mi?

Bob’la 1963’te tanıştık. O zamanlar bir televizyon programım vardı, Bob’u oraya davet etmiştim. Sonra ahbap olduk. Birbirimizin müziğini takdir ettik. Birlikte şarkı yazdık, kayıt yaptık, birbirimizi evlerimizde ağırladık.

TV programınız bir zamanlar bir numaraydı. İlk programdaki kadro müthişti: Bob Dylan, Joni Mitchell, The Statler Brothers, The Carters…

Ama başlangıçta televizyon yöneticileri epey homurdanmışlardı. Özellikle Pete Seeger’ın ismini duyduklarında. “Eğer haftalık bir program yaparsam, mutlaka Pete Seeger ve Bob Dylan’ı konuk etmek isterim” demiştim. Bu da onları rahatsız etmişti, toplantı üstüne toplantı yapıldı, sonunda “ya herrü, ya merrü”. Kabul ettiler. Ama Seeger’ı yakın takibe alacaklarını söylediler. Düzen aleyhtarı propaganda yapmasından çekiniyorlardı. Fakat baktılar, Pete banjo çalan bir folk şarkıcısı. Bir folk şarkıcısı nasıl takibe alınabilir ki? Ayrıca, program da onun sayesinde şenleniyordu.

Rock’n’Roll Hall Of Famee kabul edilmenizi nasıl karşıladınız? Bir country efsanesi olarak biliniyorsunuz, ancak kariyerinizin başlangıcında country’nin beşiği sayılan Nashville’de kabul görmemiştiniz. Müziğiniz kategorilere sığdırılamıyor pek. Son dönem albümleriniz country’den ziyade folk gibi…

Folk müziğini hep sevmişimdir. Folk, country’nin belkemiğidir, en azından eskiden öyleydi. Country, folk müziğinden doğdu, bugün de country yeniden yüzünü köklerine, folk geleneğine döndüğü takdirde güçlenecektir. Kariyerimin en büyük ödülü Country Hall Of Fame’de yer almaktı. Rock’n’Roll Hall Of Fame’le ödüllendirilmek de çok gurur vericiydi, bu ödül rock’n’roll’un kendi köklerinin bilincinde olduğunu gösteriyor. Dahası, belli bir müzik alanının bir başka müzik alanındaki müzisyenleri takdir etmesi, onlara saygı göstermesi çok sevindirici.

60’lı yılların sonlarına doğru bir country rönesansı yaşanmıştı. Bu yeniden doğuşun sizin evinizde gerçekleştiği doğru mu?

O sıralarda bir televizyon programım vardı; şarkıcıları, müzisyenleri evimize, akşam yemeğine davet ediyorduk, sohbet-muhabbet sonrasında, her misafir en az iki şarkı söylemekle mükellefti. 1969’da, bu programlardan birinde tarihi bir gece yaşadık. Kris Kristofferson “Me and Bobby McGee”yi, Dylan “Lay Lady Lay”i, Joni Mitchell “Both Sides”ı, Graham Nash “Marrakesh Express”i söyledi. Shel Silverstein da “A Boy Named Sue”yu… O güne kadar bu şarkıları kimse duymamıştı. Country rönesansının benim evimde doğduğu efsanesi, sanırım o geceden ötürü. O geceden bir hafta sonra, San Quentin hapishanesindeki konserimde “A Boy Named Sue”yu söyledim. O şarkı o günden sonra büyük olay oldu.

San Quentin konserinizde hapishanenin adını taşıyan şarkınız da büyük olay olmuştu. O konserden hafızanızda en çok yer eden ne oldu?

Mahkûmlar “San Quentin”i bir daha söylemem için tezahürata başlayınca gardiyanların beti benzi atmıştı. Mahkûmlar yemekhanede masaların üstüne çıkmış, ortalığı inletiyordu. Tam anlamıyla zıvanadan çıkmışlardı. Şarkıyı ikinci kez söylerken şunu hissettim: İsyan çıkması bir işaretime bakardı. İsyanın eşiğindeydiler. Extraordinary Popular Delusion and The Madness of Crowds (Olağandışı Toplumsal Sapmalar ve Kalabalıkların Çılgınlığı) yıllarca başucu kitabım oldu. Bu konuyla epey haşır neşir olduğumdan şuna emindim: “Hadi” demem yeterliydi. Bunu gardiyanlar da biliyordu. Şeytana uymamak için zor tuttum kendimi.

Hapishane konserleriniz nasıl başladı, ilki ne zamandı?

Mahkûmlar arasında onlardan biri olduğum söylentisi yayılmıştı. “Folsom Prison Blues”(1958), “Man in Stripes” (1959) gibi şarkılarımdan ötürü öyle bir intiba doğmuştu. Halbuki ben hiç içeri girmedim, bir sefer tutuklandım, sadece bir­ kaç gün gözaltında kaldım. Ama nedense adım “kader kurbanları”nın şarkıcısına çıkmıştı. Israrlı davetler almaya başlayınca, mecbur hissettim kendimi. İlk hapishane konserim San Quentin’deydi, yıl da sanırım 1958’di. Kesin tarihi Merle Haggard’dan öğrenebilirsiniz, en ön sırada oturuyordu.

Merle Haggard’la birçok defa birlikte sahneye çıktınız ama, Solitary Mane dek birlikte söylediğiniz şarkılardan hiçbirinin kaydı yoktu. “I’m Leaving Now”da düet yaparken, bunun tarihi bir an olduğunu düşünüyor muydunuz?

Unutulmaz bir andı. Merle’le San Quentin’deki o konserden beri canciğeriz. Kayıt günü sabahtan geldi, uzun bir kahvaltı yaptık, saatlerce konuştuk. Kendimizi hazır hissettiğimizde de gidip “I’m Leaving Now”ı söyledik.

Glen Sherley’i de hapishane konserlerinizden birinde keşfetmişsiniz, öyle mi?

Folsom hapishanesindeki konserimden bir gün önce, vaiz bir arkadaşım “Greystone Chapel” adlı bir şarkının bandını getirdi, “bunu Folsom’daki bir mahkûm yazdı” dedi. Dinledim, “tamam” dedim, “yarınki konserde bu şarkıyı da söyleyeceğim”. Oturdum, “Greystone Chapel”ı çalıştım. Konserde, vaiz arkadaşım Glen Sherley’yi en ön sıraya oturtmuştu. Bir yıl kadar sonra şartlı tahliye edildi. Güzel bir albüm çıkardı, ayrıca Eddy Arnold’un hit yaptığı “Portrait Of My Woman”ı yazdı.

Sonra ne oldu Sherley’ye?

İki hikâye var: Kanser veya intihar. Hangisi doğru, bilmiyorum. Bütün bildiğim, işin içinde tabancanın olduğu. Onu en son gördüğümde kamyonetten bozma bir kulübede yaşıyordu. Sosyal hayattan çekilmişti, baş edemiyordu.

1969’da “Man in Black” diye bir şarkı yazdım. Ülkemde birçok şeyin yanlış gittiğine işaret ettim, ikiyüzlülük, Vietnam savaşı ve diğer konular… Kararlar halka bırakılsa, bütün bunların düzeltilebileceğini söyledim. Ben de halktan biriyim ve kendime işaret ediyorum: Ben siyah giysili adamım, sorumlulardan biriyim.

Kris Kristofferson da el verdiğiniz şarkı yazarlarından…

Kris CBS’te hademeydi. Karımın çantasına şarkılarının bantlarını sokuşturur, tekrar karşılaştığımızda “şarkımı dinledin mi?” diye tuttururdu, ben de “henüz değil, ama mutlaka dinleyeceğim” diye savuştururdum. O zamanlar o kadar çok bant gönderilirdi ki, hiçbirini dinlemek gelmezdi içimden. Bir pazar günü, öğleden sonra, evimin bahçesine helikopterle indi.

Ciddi misiniz?

Tabii. Elinde bir şişe birayla helikopterden yuvarlanarak indi. “Şarkımı dinleyeceksin, hiç yolu yok” dedi. İçeri buyur ettim ve “Sunday Morning Corning Down” adlı şarkısını dinledim. O günden sonra, yazdığı bütün şarkılarını dinledim.

En çok beğendiğiniz country’ci kim?

Hank Snow.

Hank Snow, George Jones, Jim Reeves, Merle Haggard, Hank Williams gibi isimlere bakınca, sizin kuşağın bugünün country’cilerinden çok daha iyi olduğu farkediliyor, ne dersiniz?

Buna katılmıyorum. Bizim kuşağımızdan hiç aşağı kalmayan müzisyenler var bugünün country’sinde. Marty Stuart mesela. Sonra Travis Tritt, Trisha Yearwood… Belki şöyle bir zaaftan söz edilebilir: Yeni kuşak country’ciler, fazlasıyla Merle Haggard’ın, Lefty Frizzell’in etkisi altındlar. Dolayısıyla, o şahsi “şey”i kaybediyorlar biraz. Kendilerinden çok Merle’ü andırıyorlar. Ama, çok özgün sanatçılar da var. Dwight Yoakam mesela. O da Lefty’nin ve öteki ustaların etkisinde, ama Dwight, yine de Dwight. Dürüst, müzikal tutarlılığa sahip. Dwight gibileri oldukça, country emin ellerde demektir.

Savaşlara karışmaktan vazgeçsek… Daha doğrusu, savaş çıkarmaktan vazgeçsek. Bu beni çok rahatsız ediyor. Ait olmadığımız yerlere burnumuzu sokuyoruz. Birleşmiş Milletler’in bir parçası olsak sadece, onun önüne geçmeye, onu yönetmeye kalkışmasak…

Sizin ilk kayıtlarınızda bu klasik, standart müziğe getirdiğiniz kişisel yorum insanı çarpıyor. “O şahsi şey” sizde en baştan beri varmış gibi geliyor. Daha o zamandan nereye varmak istediğinizi bildiğinizi düşündürüyor…

Nashville kökenli plaklara tepki olarak öyle oldu. Orada herkes tıpatıp aynı şekilde çalıp söyler, aynı düz gitarlar, aynı uyduruk düzenlemeler. Daha en başından itibaren, bu fikir kafama takılmıştı: Kendi sesimi ve tamamen kendime ait tarzımı bulacaktım.

Ve o tarz o günden beri sizi bırakmadı galiba.

Bir dönem belki hizaya girmek istemiş olabilirim, ama Rick Rubin tam zamanında yetişti ve yaptıklarıma bir çekidüzen verdi. 1996’da, onun sayesinde, yeniden Johnny Cash’in başka kimseninkine benzemeyen bir sound’u olduğunu hissettim. Rubin benim kariyerimi kurtardı. 80’li yıllar benim için korkunçtu. O dönemdeki şarkılarımla eğlendim eğlenmesine ama, şimdi geriye baktığımda şahsiyetsiz ve korkak olduklarını düşünü­yorum. CBS’den kapı dışarı edildiğimde, Mercury tam bir sanatsal özgürlük sunarak bir sözleşme teklif etti. Bana yapılacak en kötü iyilik budur, çünkü ben motive edilmeye, bana bir çerçeve çizilmesine ihtiyaç duyarım, bana özgürlük mözgürlük tanımasınlar. Rick benim için bu vasilik rolünü oynayabileceğini çok iyi anladı. Beck’i, Spain’i, Red Hot Chili Peppers’ın basçısı Flea’yı keşfetmemi o sağladı. (Cash, 1996 tarihli “Unchained” albümünde Beck ve Spain cover’ları yaptı, Flea da albümde bas çaldı.) Rick benim eğitimimi üstlendi. Tanıştığımızda bana söylediği ilk şey, en iyi albümlerimin henüz yayınlanmadığını, sanatçı olarak önümde iyi bir gelecek olduğunu düşündüğü oldu. 60 yaşında bir adama bunları söylemek cesaret ister.

Beastie Boys, Slayer, Red Hot Chili Peppers gibi isimlerin prodüktörlüğünü yapan Rick Rubin’le nasıl oldu da bir araya geldiniz?

Mercury ile ilişiğimi kestiğimi duyunca, Rick menajerimi arayıp sözleşme yapmak istediğini söylemiş. Tanıştığımızda “benden nasıl bir plak bekliyorsun?” diye sordum, “Johnny Cash her neyse, plakta onun olmasını istiyorum” dedi. Bu bende tıpkı yıllar önce Sam Phillips’in yarattığı duyguyu yarattı.

Sun Records’ın efsanevi patronu Sam Phillips sizi nasıl keşfetmişti?

O beni keşfetmedi, ben onun kapısını çaldım ve üç kez reddedildim. Sonunda bir sabah, elimde gitarımla binanın merdivenlerine çöktüm, yolunu gözlemeye başladım. Geldiğinde, “merhaba, ben Johnny Cash, beni dinlediğinize memnun kalacaksınız” dedim. Belli ki iyi bir gece geçirmişti, “öyle mi, gel bakalım o zaman” dedi. Önce “Wide Open Road”u çaldım, sonra da “Folsom Prison Blues”u. Onun en çok hoşuna giden “Hey Porter” olmuştu. Ama, “git eve, ağlatıcı bir şarkı yaz” dedi. Ben de gittim “Cry, Cry, Cry”ı yazdım.

Million Dollar Quartet Sun Stüdyoları’nda, Memphis, 1956: Jerry Lee Lewis, Carl Perkins, Elvis Presley ve Johnny Cash

Stüdyodaki ilk günü hatırlıyor musunuz?

Dünmüş gibi hatırlıyorum. Müthiş gergindim. Gitarımı sarsak sarsak tutuyordum, avuçlarımın içi terlemişti. Ama 24 saat içinde ilk şarkılarımı kaydetmiştim. Başıma nelerin geldiğini kavramakta zorlanıyordum. Elvis’i lanse eden firmaya dahil olmuştum. Yıl 1954’tü, Elvis daha o zamandan megastar’dı, radyoda ondan başkası çalmıyordu. Ben kendi geleceğimi göremiyordum. Tek önemli olan, içinde bulunduğum andı. Ama yine de, zihnimin derinliklerinde bir yerlerde, ciddi, kalıcı bir işe giriştiğimin farkındaydım. Daha dört yaşından beri, hep şarkıcı olacağımı söylerdim. Bunun benim kaderimin bir parçası olduğuna, dünyaya şarkıcı olmak için geldiğime kaniydim.

Elvis’le daha çok gospel takılırdık. Birlikte verdiğimiz konserlerde, soyunma odasında gospel söylerdik, siyah gospelleri… Hamurumuzda aynı şarkılar vardı. 

Dinleyicilerin ne düşündüğü sizin için önemli miydi? Kabul görme, beğenilme ihtiyacı duyuyor muydunuz?

En başta, tek önemli şey Sam Philips’in beğenmesiydi, çünkü evin anahtarlarını o elinde tutuyordu. Ama kısa zaman içinde, dinleyicilerin tepkisini araştırmaya başladım. Bir plağı bitirdiğimde DJ’lerin ne diyeceğini öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Takdir görmek, yorum almak istiyordum. Buna karşılık, “başarı için başarı” fikri benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Hiç kimsenin benimle ilgilenmediği 80’li yıllarda ayakta kalmamı da bu sağladı zaten.

Sun Records günlerinde Elvis’le birlikte konserlere çıkıyordunuz, o günlerden Elvis’le ilgili neler var anılarınızda?

Cinsel karizmasından söz etmeme gerek yok herhalde. Elvis’le kızlardan da konuşurduk tabii, ama daha çok gospel takılırdık. Birlikte verdiğimiz konserlerde, soyunma odasında gospel söylerdik, siyah gospelleri… O Tupelo’da gospellerle büyümüştü, ben de Tupelo’dan 40 mil ötede Arkansas’ta. Hamurumuzda aynı şarkılar vardı. Bill Monroe’dan Chuck Wagon Gang’in siyah gospellerine. Elvis, Carl ve ben, soyunma odasında oturur, Blackwood Brothers’ın gospellerini söylerdik… Elvis, 1956’da benden bir şarkı istedi, ben de “Get The Rhythm’’ı yazdım. Hatta bir de demo hazırlamıştım. Evis, Sun Records’dan RCA’e transfer olduğunda Sam Phillips “Get The Rhythm”ı vermedi, o demoyu “I Walk The Line”ın B yüzü olarak yayınladı.

O yılları düşündüğünüzde, aklınıza gelen ilk görüntü ne?

Çok çok fazla çalıştığımı hatırlıyorum. Sun döneminde, hiçbir şey sanıldığı kadar kolay değildi. Birinci ya da ikinci denemede kaydettiğimiz şarkılar da oluyordu, ama genellikle saatlerce uğraşıyorduk. Bazen 15-20 deneme yapıyorduk. Teknik açıdan hiçbir zaman çok ileri düzeyde olmuyordu. “Cry, Cry, Cry” bize kök söktürmüştü. Kabul edilebilir bir sonuca ulaşıncaya kadar, bir haftayı aşkın bir süre her gün deneme yapmıştık. Bugün hâlâ o dönemin sound’una bayılıyorum. Sadece iki kanal vardı –kayıt cihazının markasını bile hatırlıyorum, bir Ampex 602. Overdub (kanal kanal kayıt yapma) diye bir şey yoktu, kendini tamamen vermen gerekiyordu. Sahtekârlar o dönemde etrafı uzun süre kandıramıyordu. Bugün her şeyi değiştiren, özellikle plak sanayiindeki parıltı oldu. Televizyon, partiler, kızlar… Sun zamanında, bütün bunlar erişilmez, dokunulmaz, sinema dünyasına ait şeyler gibi gelirdi. İlk plaklarımı kaydettiğim zamanlarda, televizyon aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hayatımda bir kez radyoda çalınmayı düşünmek benim için büyük motivasyondu. Bir şarkıcı olarak hayatta bundan daha fazla ne beklenebileceğini bilemiyordum.

İlk dönemlerinizin pek pırıltılı olmadığını söylüyorsunuz, ama yine de peşinizden koşan kızlar vardı herhalde…

Kızlar bana bayılıyordu… (gülüyor) Ben de onlara bayılıyordum. Elvis’le birlikte şov yaptığımızda, her tarafta kızlar oluyordu. Soyunma odaları cins-i latifle dolup taşıyordu. Maalesef çok genç yaşta evlendim, dolayısıyla müsait değildim. En azından resmi olarak.

“Understand Your Man”i ilk eşinize yazmıştınız, değil mi?

Evet. Boşanma arifesinde, Vivian’a meramımı anlatmak için yazdığım bir şarkıydı o.

Şimdiki eşiniz June Carter da size ithafen “Ring of Fire”ı yazmıştı ve galiba o sıralarda ikiniz de evliydiniz…

Evet. 1956’da bir konserde tanıştık. Birbirimize tutulduk. Fakat ikimiz de evliydik. Yine de dizlerimin üstüne çöküp onunla evlenmek istediğimi söylemiştim. Birlikte çalışıyorduk, turneye çıkıyorduk. Ama turneden sonra evli evine, köylü köyüne. Bu çok yıpratıcıydı. Sonra ikimiz de eşlerimizden ayrıldık ve evlendik, otuz yıldır evliyiz.

June Carter için hiç şarkı yazdınız mı?

“Flesh and Blood”ı June için yazmıştım. 1970’te, kırda, bir ırmağın kenarında… Benim için çok özel bir anıdır o şarkı.

Love, God, Murder üçlemesi nasıl doğdu?

Plak şirketi üç albüm düşünüyordu, aşk şarkıları, gospeller ve hapishane şarkıları. Bu banna­ hoş geldi. “Aşk, Tanrı ve Cinayet”e ne dersiniz dedim, hoşlarına gitti. Sonra ellerinde bir şarkı listesiyle geldiler. Bazılarını çizdim, bazı şarkıları ekledim ve ortaya Love, God, Murder çıktı.

O elemeleri, eklemeleri nasıl yaptınız, “ya şundadır ya bunda” metoduyla mı?

Hayır. Evet. Karayipler’deydim, yanımda diskografim vardı, şarkıların adlarına bakarak bir seçme yaptım. Hiçbirini tekrar dinlemedim. Şarkılarımı dinlemem, sadece yaparken dinlerim. Bir de bazen konserlerden önce… Ama birkaç şarkıyı yeniden dinledim. “Mr. Garfield” ve “Hardin Wouldn’t Run”ı. Bu ikisi Cinayet albümündeki favori şarkılarım. Solitary Man’deki Nick Cave şarkısı “Mercy Seat” de aslında Cina­yet şarkılarına yakışırdı.

“Mercy Seat” (Merhamet Sandalyesi), elektrikli sandalyeyi, ölüm cezasını anlatan bir şarkı. Ölüm cezası denince akla George W. Bush geliyor? Siz kimi desteklediniz seçimlerde, Bush’u mu, Gore’u mu?

Gore’u tabii ki. Televizyondaki tartışmalarda galip Gore’du. Bush’u resmen nakavt etti. Herkesin kendine göre bir fikri var, benimkisi de Gore’un çok daha iyi biri olduğu. June, Gore’un babasıyla ahbaptı, Al Gore’u ilk gördüğümde dokuz yaşındaydı. Öyle yakın bir dostluğumuz yok, ama yıllar içinde temasımız oldu.

ABD’nin dış politikasına ne diyorsunuz?

Savaşlara karışmaktan vazgeçsek… Daha doğrusu, savaş çıkarmaktan vazgeçsek. Bu beni çok rahatsız ediyor. Hakikaten rahatsız ediyor. Ait olmadığımız yerlere burnumuzu sokuyoruz. Kimsenin işine karışmamalıyız diye düşünüyorum. Birleşmiş Milletler’in bir parçası olsak sadece, onun önüne geçmeye, onu yönetmeye kalkışmasak…

Johnny Cash’in “Goin’ By The Book” şarkısının klibi 20. yüzyıl Amerikan savaş makinesinin özeti gibi; Youtube’a giderek izleyebilirsiniz.

Love, God, Murder üçlemesinden en çok satanı Cinayet Şarkıları; bu sizi şaşırtıyor mu?

Hayır. (gülüyor) Benim en çok satan albümlerim hep hapishane şarkıları olmuştur.

Hapishane şarkılarının cazibesi ne sizce?

Bilmem. Hepimizin içinde bir kriminel var galiba. Hepimiz kimsenin bilmesini istemeyeceğimiz şeyler yapmışızdır. Ya da kimseye söyleyemeyeceğimiz şeyleri aklımızdan geçirmişizdir, belki de ondandır.

Televizyondaki vaizlere bakıyorum, eğer bunlar cennete gidecekse, ben orada olmak istemiyorum. Lanetlenmişlerle birlikte olmayı tercih ederim. 

Sizin silah merakınız vardı galiba…

Antika silahlara merakım vardı, bir koleksiyoncu merakı daha çok. Sonra bir ara atıcılık talimi yaptım, spor olsun diye. Ama silah taşımadım… Silahlı gezdiğim oldu bir ara. Ama kullanmaya niyetlenmedim hiç. Yalnız bir kere, Sammy Davis’le Avustralya’da, kaldığımız otelin bahçesinde kuru sıkı tabancalarla düello yapmıştık, eğlence olsun diye. Başka bir insanın hayatına son vermeyi anlamıyorum. Nihai bir günah o. Fakat neticede Bono’nun sözlerine geliyoruz: “Lanetlenmişlerle birlikte şarkı söylemek” meselesine. Televizyondaki vaizlere bakıyorum, eğer bunlar cennete gidecekse, ben orada olmak istemiyorum. Lanetlenmişlerle birlikte olmayı tercih ederim. Yakacak bir ışığınız varsa, niye onu en karanlık vadilerde yakmıyorsunuz, insanların en çok ihtiyaç duyduğu yerlerde…

Bir vaiz olabileceğinizi düşündünüz mü hiç?

Hayır. Benim inanç dünyamda, vaaz vermeye çağrılırsınız. Ben öyle bir davet almadım.

Televizyon vaizleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir kere, pek fazla vaiz tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. Eğer vaiz olsaydım, hiç yapmayacağım şey televizyonda vaaz vermek olurdu. Bir köy kilisesini tercih ederdim. Televizyona çıkanları suçlamıyorum, ama tasvip de etmiyorum. Televaizler arasında tek sevdiğim isim Billy Graham’dır. Çünkü onu yakından tanıyorum. Billy’nin olayı para olmadı hiçbir zaman. Onunla çok uzun sohbetlerimiz oldu; göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen bir insan o.

Nixon’la yakınlığı için ne diyorsunuz? Sizi Başkan’a takdim eden Billy Graham değil miydi? “Yeri gelirse” demiştiniz, “Nixon meselesi”nin yeri geldi galiba…

Billy Graham’ın tanık olduğu bir olayı naklederek Nixon’la ilişkimizi anlatayım. Bir gün Billy’yle oturuyorduk, “Nixon’ı arayalım” dedi. “Hayır, aramayalım” dedim. “Sen çok istiyorsan ara, ama ben konuşmam” dedim, “beni sorarsa selam söylemediğimi söyle”. Billy, Nixon’ı aradı. “Johnny’le oturuyorduk, onun da selamı var” dedi. Billy öyledir işte. Bir insan ne kadar alçalırsa alçalsın, ilişkisini kesmez, görüşmeyi sürdürür. Hiç bana göre bir şey değil, ama Billy öyle işte.

Sizin inanç dünyanızı anlamak zor. Love, God, Murder üçlemesinin “Tanrı”lı kısmının mücadele şarkıları olduğunu söylüyorsunuz…

“Won’t Back Down”daki bir-iki mısrayla anlatabilirim: “Neyin doğru olduğunu biliyorum / Tek bir ömrüm var / Mevzimi korurum ölümüne / Geri adım atmam.” Benim inanç dünyam bu; bence bu din değil, maneviyat. Ben dinden söz etmem. O şarkıyı söylerken “Tanrıya inanç” başka bir mânâdadır. Ondan geri adım atmam. Tanrıya inanıyorum, benim şarkılarımın gücü, özü, ruhu odur. Hayatımdaki ve kalbimdeki olumlu gücün o olduğu inkâr edilemez. Partal düşünceler bulabilirsiniz şarkılarımda, ama o öz, o nüve, o çekirdek hep oradadır. Ondan geri adım atmam.

Goddaki şarkıların içinde, inancınızı temsil eden biri var mı?

Beni yüreklendiren şarkılar var. Mesela “What On Earth Will You Do (For Heaven’s Sake)”, hıristiyan kardeşlerime –ve kendime– bir meydan okuma. Mesele sözü söylemek değil, yolu yürümek. Ben “yol”u yürüyorum. Bir başka şarkı da “Were You There (When They Crucified My Lord)” –Orada mıydınız? (İsa’yı çarmıha gerdiklerinde). Galiba favorim o. 60’lı yıllar boyunca bütün konserlerimde söylediğim bir şarkıdır o, bana hep esin vermiştir.

Elvis’le gospel söylediğinizi anlatmıştınız. Gospellerin sizin için mâsı ne?

Gospel iliklerime, kemiklerime işlemiştir. Çocukken beni onlar esinlendirmiştir. Pamuk tarlalarında çalışırken gospel söylerdim. Beni çamurdan yukarı çeken o ilahiler olmuştur. Gospeller benim hayatımın bir parçasıdır. Dört yaşımdaken anneme eşlik ederdim. Sahnede ilk söylediğim şarkılar, kilise korosunda söylediğim ilahilerdir.

Solitary Mande U2’nun “One”ını söylüyorsunuz. Sizin için o sözler ne ifade ediyor?

Bence aşkı anlatıyor: “Birbirimizi incitiyoruz, bunu tekrar tekrar yapıyoruz.” Yanlış yollara sapan güzel bir aşkı hale yola sokmak emek ister, çaba ister, ihtimam ister. Tecrübeme dayanarak söylüyorum bunu. June ve ben bu yollardan beraber geçtik. Yıllar önce ilişkimiz yoldan çıkmıştı. Tekrar rayına oturtmak için çok emek sarfettik.

İlişkinizi bozan neydi?

Kötü günlerim oldu, bocaladığım, çıkmaz sokaklara daldığım bir dönem oldu. Ama oralara saplanıp kalmadım. Büyük sanatçıların düşüşünü gördüm, toza toprağa karıştıklarına tanık oldum. June’la birlikte savaştık, birbirimizle de savaştık ve birleştik. Yoldaş olduk ve ayakta kaldık.

Love albümündeki hangi şarkıların sizin için özel bir anlamı var?

June için yazdığım “Flesh and Blood”, bir de American Recordings’deki “The One Rose (That’s Left In My Heart)”ı çok severim. Aşk şarkıları içindeki bir numaram odur. Bir Jimmy Rodgers şarkısı, hayatım boyunca söylediğim bir şarkı, ama American Recordings’e kadar hiç kaydını yapmamıştım.

En çok sevdiğiniz Johnny Cash şarkısı hangisi mutlak anlamda bir numaranız olan?

“Sing It Pretty, Sue”. O şarkıyı yeniden kaydetmek istiyorum.

Bir daha hiç söylemek istemediğiniz bir şarkınız var mı?

Eğer gerçekten öğrenmek istiyorsanız, söyleyeyim: “A Boy Named Sue”. Zor bir şarkı, doğru yapması, icra etmesi zor bir şarkı. Biraz oyunculuk da gerektiriyor. Babayı ve oğulu oynamak gerekiyor. Bunun için de zihnen hazırlıklı olmak lâzım. İlk seferinde seyircili olarak kaydedilmişti. Çok yeniydi. Kahkahalar kendiliğindendi. Şimdi herkes neyin ardından neyin geleceğini ezbere biliyor. Dolayısıyla gerçek reaksiyon almak zor oluyor. Hâlâ, hemen her konserde söylüyorum ama.

Bunca zaman sonra, Johnny Cash olmak biraz ağır bir yük gibi geliyor mu?

Benim durumumdaki bazı kişilerin habire sızlandıklarını, kamusal şahsiyetleriyle mahrem, özel kimliklerini ayırmaya çabaladıklarını biliyorum. Ama benim için tek bir Johnny Cash var. Ben Johnny Cash’i takip ediyorum, ben oyum, çok uzun bir süreden beri bu adamla yaşamaya alıştım. Bütün bu coşku, ateşli sevgi beni hiçbir zaman rahatsız etmedi. Ayrıca, hakikaten arzu etsem, bundan pekâlâ kaçıp kurtulabilirim. Çok uzun bacaklarım var, tahmin edebileceğinizden çok daha hızlı yer değiştirebilirim… (gülümsüyor) Gayet normal bir hayat sürdürüyorum. Karımla birlikte sık sık sinemaya gidiyoruz. Tabii ki, kuyrukta yanıma gelip benimle muhabbet eden, bana hayatlarından bazı parçaları, sorunlarını anlatanlar oluyor, ama bunu rahatsız edici değil, dokunaklı, etkileyici buluyorum.

Hiç sıradan, adsız sansız biri olmayı, görünmez olmayı hayal etmediniz mi?

Zaman zaman, hatta bazı durumlarda kılık değiştirdiğim bile oldu.

Bembeyaz giyinerek mi?

Kesinlikle, koskoca gözlükler ve komik bir şapkayla, ama sökmedi. Tennessee’de küçük bir şehirdeydi, o gece orada sahneye çıkacaktım. Tebdil-i kıyafet girişimim tam mânâsıyla fiyasko oldu.

Yaşadığınız yer olarak Tennessee’nin gönlünüzde özel bir yeri var mı?

Ben hiçbir zaman toprağına, ağaçlarına, atlarına bağlı bir tip olmadım. Güneye bağlılık hissediyorum, çünkü burada hayatımdan memnunum, ama benim hakiki evim Amerika. Bu ülkede nereye gidersem gideyim, kendimi evimde hissederim. Florida’da, Virginia’da ve Jamaika’da da evlerim var. Gittiğim her yere çok çabuk uyum sağlarım, derhal kendimi rahat hissederim. Hayatım boyunca o kadar çok seyahat ettim ki, Paris’e geldiğimde, nerede bir akşam yemeği yemeyi, nerede kahve içmeyi arzu ettiğimi bilirim. Ama, Avrupa’da bir hafta geçirdikten sonra ABD’ye döndüğümde, gördüklerim hiç hoşuma gitmiyor: Hepsi birbirine tıpatıp benzeyen banliyöler, otoyollar, korkunç oteller. Avrupa’daki küçük köylere, geleneklerine gıpta ediyorum. Gözlerinizi bağlasalar ve sizi Amerika’da bir yerde yolun ortasına bıraksalar, nerede olduğunuzu kolay kolay tahmin edemezsiniz. Hep aynı fast-food’lar, aynı ışıklı tabelalar… Yıldan yıla gelişmesini gördüğüm bir şey bu, ama bir türlü alışamadım. Beni hâlâ kızdırıyor.

Bir pamuk rezervinde büyüdüm. Evimiz tahta bir kulübeydi. Oraya gittiğimde korkunç bir kâbusla karşılaştım. Boya moya kalmamış, panjurlar dökülmüş, pencerelere kartonlar çakılmış. Orada yaşayanlar çok fakir insanlar, bizim orada yaşarkenki halimizden daha da fakirler. 

Ama Güney’in kendine özgü bir kişiliği var.

Allaha şükür, evet, ben de zaten onun için zamanımın büyük kısmını orada geçiriyorum. Orada hakiki, bozulmamış insanlar, harika küçük lokantalar bulabilirsiniz. Güney’de yaşayan insanların ortak bir noktası var: Bizde her şeyi yaparken uzun uzun vakit ayrılır, hatta gerekenden daha fazla. İnsanları müzik yapmaya iten de, bu yavaşlık, bu gevşeklik.

Müzikten başka zamanı askıya alan bir faaliyet biliyor musunuz?

İnsan eline gitarını alıyor ve zaman duruyor. Güzel bir yemek, bira, eski bir gitar: Başka bir şeyin peşinden koşmanın ne âlemi var ki? Müzik konusunda Güney hâlâ en güvenilir tapınak. Orada, insanların yaşamak için müziğe ihtiyacı var, bu çok ciddi bir konu. Birisinin evine girerseniz, büyük ihtimalle radyonun açık olduğunu görürsünüz. Memphis’deki eski Sun stüdyoları bile inanılmaz bir ruhu korudu. Tabii ki orası öncelikle bir müze, ama benim için onun çok daha ötesinde bir anlamı var. Orada eski kokuları, gürültüleri, ayak seslerini yeniden duyuyorum. Birkaç yıl önce, bir akşam, ses mühendisinden mikrofonu çıkarmasını istedim ve birkaç şarkı söyledim, öylesine, zevk için. Biraz geçmişe kavuşmak için.

Çocukluğunuzun geçtiği yerleri ziyaret ettiniz mi hiç?

Uzun yıllar boyunca bu fikre direndikten sonra, kısa bir süre önce gittim. Bir pamuk rezervinde, dümdüz bir bölgede büyüdüm; etrafına baktığında, 15 kilometreden de ötesini görebilirsin. Büyüdüğüm ev tahta bir kulübeydi. Ben orada yaşarken beyaza boyalıydı; bu insanı yanıltıyor, evi daha güzel gösteriyor. Oraya gittiğimde korkunç bir kâbusla karşılaştım. Boya moya kalmamış, panjurlar dökülmüş, pencerelere kartonlar çakılmış. Orada yaşayanlar çok fakir insanlar, bizim orada yaşarkenki halimizden daha da fakirler. Yıkılmış olarak ayrıldım, orayla ilgili güzel hatıralara tutunmaya çalışıyorum. Ama sonuçta zihnimde kalanlar, daha çok yaralayıcı görüntüler.

Yaklaşık elli yıldır müzik yapıyorsunuz, albümler, turneler; “yetti artık” dediğiniz oldu mu hiç?

Mali açıdan, böyle bir şey mümkündü. Hatta hayatımı kolaylaştırmış olurdum: İçkiden ve bütün aptalca ayartmalardan uzakta, evimde sakin sakin, huzur içinde yaşardım. Bunu açıklayabilmem zor, ama her zaman içimde çok güçlü bir şey, aklımın ötesine geçen bir ihtiyaç oldu. Şarkı söylemeyi hiçbir zaman bırakmayacağım sanıyorum, bunu beceremem. En azından sağlığım daha da kötüleşip bir koltuğa mahkûm olmadığım sürece. Ama öyle bile olsa yerimde duramam, gidip insanlarla karşılaşmak, bir araya gelmek isterim. Hâlâ daha fazla gelişebileceğimi düşünmek gibi bir zaafım var, bunun için çalışıyorum. Geçenlerde, yeni bazı akorlar öğrenmek için gidip bir gitar metodu satın aldım. Tezgâhtar gözlerine inanamadı: Johnny Cash çaylaklar için yazılmış bir gitar metodu alıyor! Saçma görünüyor. Daha yeni başlıyorum, bunu duyanlar keçileri kaçırdığımı zannediyor, ama öyle: En güzel şarkılarımı daha yazmadım. Hiçbir zaman işe yaramaz bir moruk gibi evimde oturmak istemedim. Bir şeyleri başkalarıyla paylaşabilme mutluluğundan kendimi mahrum etmem, hayatta yapabileceğim en büyük hatalardan biri olurdu. Eğer bu ihsanı, bu iletişim gücünü kullanmasaydım, kendimi suçlu ve işe yaramaz hissederdim.

Hem kaosu hem de huzuru yaşamış bir sanatçı olarak, hangisinin yaratıcılık açısından daha elverişli olduğunu düşünüyorsunuz?

İkisi de bir şekilde gayet iyi işe yarıyor, ama aynı zamanda çok fazla sınırlayıcı da olabiliyorlar. Öyle sanıyorum ki, ben iki deneyimi de sonuna kadar yaşamış gayet iyi bir örneğim. Öyle bir noktaya kadar götürdüm ki, şimdi artık en iyi işimi çıkarmak için her ikisinden de biraz olmasına ihtiyacım var. İnsanın kendisini yeniden kurması gerektiğinde, fikirlerini yerli yerine oturtmak istediğinde, fırtınadan sonraki dinginlik hali hoşuma gidiyor.

Geçmişteki bazı aşırılıklarınız için pişmanlık duyuyor musunuz?

Benim yaşımda, benim kalıbımda bir herif için geçilmesi mecburi yollar var: Alkol ve uyuşturucular olmasaydı, şu anda karşınızdaki Johnny Cash olamazdım, siz de American Recordings’i, Unchainedi ya da Solitary Man’i dinleyemezdiniz. Birkaç yıldır özür dilemeyi bıraktım. Kimseye özür borçlu değilim, belki kendime olabilir –ama bu da özel bir sorun. Bir dönem sürekli af diliyordum, ailemden, dostlarımdan, plak sanayiinin mensuplarından. Tam mânâsıyla aptallıktı, insan hayat boyunca azap çekemez. Şimdi kendimle barış halindeyim, Tanrımla barış halindeyim. Suçluluğun hayaletini çok zaman önce ekintiye getirdim. Şimdi gittiğim yerde, artık sırtımda olmayacağını biliyorum.

Yılın belli zamanlarında Jamaika’yı mesken tuttuğunuz biliniyor, orada günleriniz nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz?

Genellikle verandada oturuyorum, gitarımı tımbırdatıyorum ya da dışardan gelen reggae’ye kulak kabartıyorum.

Derleyen: Yücel Göktürk

Roll, sayı 51, Mart 2001

JOHNNY CASH’LE SON MÜLÂKAT

İkiyüzlülük, savaş ve diğer konular

Cash, “Hurt” şarkısıyla MTV ödüllerine aday gösterilmesi üzerine Time dergisine 25 Temmuz 2003’te aşağıdaki mülâkatı vermişti… Daha sonra “Hurt”, ödülü kaptı.

Endüstriyel rock grubu Nine Inch Nailsin bir şarkısını, “Hurt”ü yorumlamak nereden aklınıza geldi?

Johnny Cash: Yapımcı Rick Rubin’in fikriydi. Etkisini hissedeceğimiz bir şarkı arıyorduk. Rubin “Hurt”ü dinletti, “ne diyorsun?” dedi. Duyduğum en güzel anti-uyuşturucu şarkılarından biri olduğunu söyledim, “ama” dedim, “bana göre değil”. Sebebini sordu, “çünkü” dedim, “benim tarzım değil, ben o şarkıyı böyle söylemem”. “Diyelim ki” dedi, “tam senlik bir şarkı”. “Peki” dedim, “bir deneyelim bakalım”. Şarkıyı söyledim, dinlediğimde hiç fena gelmedi.

Bir endüstriyel rock şarkısını nasıl oluyor da bir Johnny Cash şarkısına dönüştürebiliyorsunuz?

Duyarak söylediğime kani olana dek defalarca söylüyorum. Kaydedilene kadar herhalde en az yüz kere söylemişimdir. Benim şarkım diyebilene kadar söyledim.

Sonuçta kendi yazdığınız bir şarkı hissini verdi mi?

“Keşke ben yazmış olsaydım” dediğim bir şarkı oldu. 60’lı yıllarda böyle bir şarkı yazabilirdim herhalde.

Rock ve country’nin farklı şeyler olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, hayır. Hiç öyle düşünmüyorum. Kendimi bir kutuya kapatamam. Bağlı kalmak gereken kategoriler olmadığını kanıtlamaya çalıştım hep. Her şey dallanır, budaklanır. Yeterince uğraşırsanız, sizi dinlememiş olanlarla temas kurabilirsiniz.

Kendinizi hıristiyan bir sanatçı olarak mı görüyorsunuz?

Hayır, sanatçı olarak görüyorum, hıristiyan sanatçı değilim, sanatçı bir hıristiyanım.

“Siyah mantolu adam”, o siz misiniz?

Müziğe adım attığımdan beri siyah giysiler giyiyorum. Siyah giysiler içinde rahat ediyorum. Başlangıçta siyahın sahnede iyi durduğunu, çekici olduğunu düşünmüştüm. Siyah giysiler içindeydim hep. Sonra, 1969’da “Man in Black” diye bir şarkı yazdım. Ülkemde birçok şeyin yanlış gittiğine işaret ettim, ikiyüzlülük, Vietnam savaşı ve diğer konular… Kararlar halka bırakılsa, bütün bunların düzeltilebileceğini söyledim. Ben de halktan biriyim ve kendime işaret ediyorum: Ben siyah giysili adamım, sorumlulardan biriyim. Ve bu şarkı benim alâmet-i farikam oldu.

Ülkenin durumu için hâlâ aynı şeyleri düşünüyor musunuz?

Evet.

Haberleri seyrediyor musunuz?

Evet, sık sık.

Olup bitenler hakkında karamsar mısınız?

Keşke… Neyse, bunu konuya girmeyelim.

Şu sıralar nelerle uğraşıyorsunuz?

Karım vefat edince stüdyoya kapandım, kendimi meşgul etmek için. Elime geçen bütün şarkıları kaydediyorum, bana bir sürü şarkı gönderiliyor, bir süre onlarla uğraşacağım.

Roll, sayı 80, Kasım 2003

^