KIVANÇ SEZER İLE 8X8 ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
10 Eylül 2024
İlk olarak 43. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan 8x8, 6 Eylül itibariyle Başka Sinema salonlarında gösterime girdi
SATIRBAŞLARI

İnşaatlarda çalışan bir işçinin öyküsünü anlatan Babamın Kanatları ve inşa edilen o binalarda yaşayan bir aileye odaklanan Küçük Şeyler sonrasında konut üçlemesinin son halkası olarak kapitalist müteahhidin öyküsünü çekeceğinizi söylemiştiniz. Ancak 8×8 neredeyse tek mekânda ve üç karakter arasında geçen bir ilişki dramasını konu ediniyor. Süreç nasıl gelişti?

Kıvanç Sezer: Müteahhidin hikâyesini anlatacak Tahtakuruları adlı projenin senaryosunu belli bir noktaya getirmiş, Kültür Bakanlığı’na yapılacak başvuru üzerinde çalışıyordum. Ancak birden bakanlığın yönetmelikte bir değişiklik yapıp başvuru kriterlerinin arasına bir eser işletme belgesi eklediğini fark ettim. Benim bu başvuru için açık tuttuğum bir firmam var, ancak bir önceki filmin eser işletme belgesini eski yapım şirketinden diğer ortak üzerine almıştık. Zira bu, filmin satışlarından elde edilecek gelirin kime ait olduğuna dair bir belge. Yeni durumda kendi firmam üzerinden başvuru yapamıyordum. O dönemki sinema genel müdürüyle irtibata geçtim, bir çözüm bulmaya çalıştım. Belgesel de olsa bir film çekip kendi üzerime bir eser işletme belgesi alırsam kendi firmam üzerinden başvuru yapabileceğimi söylediler. Bu benim için bardağı taşıran son damla oldu, zira pandemi dönemiydi ve birçok şey zaten akamete uğramıştı. O olduramama hali içerisinde, hiç aklımda olmayan bir belgesel çekeceğime, hiç aklımda olmayan bir kurmaca çekmek daha mantıklı geldi. Eski notlarıma, kafamda dönen şeylere odaklanarak 8×8’in fikrini oluşturdum. Fonlara başvurmadan, tamamen kendi özgücümüzle ve bugüne kadar etrafımda biriktirdiğim insanlarla birlikte bir iş yapmak istedim. Üç-dört ay içerisinde sete girip on günde çektik. Benim için üretmeye devam etmek anlamında önemli bir itici güç oldu.

Kıvanç Sezer

Bir önceki söyleşimizde Küçük Şeyler’in sinopsisini de bir ilişki draması olarak kurguladığınızı söylemiştiniz. O filmle 8×8 arasında bir paralellik var mı?

Çıkış noktam oradan ziyade daha gerilerden, gençlik zamanlarımda aklımı meşgul eden şeylerden geldi. Bir ilişkiden gitmek isteyen bir taraf ile onu ilişkide tutmak isteyen bir tarafın hikâyesini işlemek istedim. Öykünün temelini ilişkideki iki kişiyle o ilişkinin ötekisinin bir evin içinde toplanması oluşturuyor. Bu öteki bir terapist de olabilir, aldatan ya da aldatılan bir kişi de, bir tehdit de. Var olan bir ilişkide birtakım şeyleri tetikleyen üçüncü bir kişiyle bir üçgen kurmayı amaçladım. Christian Petzold’u çok severim, Jerichow (2008) filminde üç kişi arasında geçen bir dramaya odaklanıyordu, o da benim açımdan bazı şeyleri harekete geçirdi.

Bu ilişkinin içinde bir de satranç boyutu var. O fikir nasıl çıktı?

Satranç çocukluğumda çok hevesle oynadığım, sonra çok uzun yıllar ilgimi kaybettiğim, ama pandeminin hemen öncesinde yeniden ilgimi çekmeye başlayan bir oyun. Pandemi döneminde de hem satranç oynayarak hem de maç analizleri izleyip oyun üzerine düşünerek çok zaman geçirmeye başladım. Bu birçok konuya dair daha önce fark etmediğim bazı derin boyutların farkına varmamı sağladı. Satrancı filmin öyküsünün, hatta filmin ismini belirleyecek kadar temel bir unsuru yapmaya karar verdim. Satranç siyahla beyaz arasında bir savaş oyunu, iki kişi arasındaki ilişkinin de bir metaforu.

O zaman biraz bu karakterleri konuşalım. Can, Sarp ve Eda kimler?

Bülent Ortaçgil’in “Aşk bir dengesizlik işi” diye bir şarkı sözü var. Birçok ilişkide bir taraf daha fazla sever ve bağlanır, bu bir süre sonra ilişkinin kalıbına dönüşür, Sarp ve Eda arasında da böyle bir durum var. Eda ilişkinin içinden çıkıp özgür olmak istiyor, Sarp ise biraz da kötücül bir yerden onu kendine tabi tutup Türkiye’den gitmesini istemiyor. Bu dinamik birçok filmde mevcut, örneğin Farhadi’nin Bir Ayrılık (2011)filmindeki kadın karakter de artık ülkeyi terk etmek istiyordu. Aynı zamanda birçoğumuzun sıkça konuştuğu, benim de hâlâ bu yaşımda düşündüğüm bir durum. Birçok arkadaşımız gitti, çift olarak gidenler, ayrılıp ayrı ayrı gidenler oldu. Can ise pandemi halinin bir yansıması, sıkışmış kalmış, kendini kapatmış. Bir inzivanın içerisinde sanrılar yaşıyor. Asosyalliğin ve münzeviliğin verdiği bir patavatsızlığa sahip, ayrıca onun da geçmişinde benzer meseleler var. Bu üç kişi bir geceyi birlikte geçiriyor ve bu karşılaşma hayatlarındaki bazı şeyleri ufak da olsa değiştiriyor.

Ece Yüksel

Bundan önceki filmlerinizde kapitalizm eleştirisine yönelik bir tavrınız vardı. Bu filmde ise bir ilişki üzerinden biraz daha bireye odaklanıyorsunuz. Bu film ne açılardan yeni bir deneyim getirdi?

En nihayetinde senaryo yazıyorum ve film çekiyorum, hayatta dert ettiğim şeyler bir şekilde yaptığım işlerin içinde can buluyor. Bunlardan bir tanesi de içinde yaşadığımız kapitalist sistem. O üçleme bu sömürü sistemini kurcalıyor, ama o filmlere esas tadını amca-yeğen, karı-koca, baba-kız arasındaki ilişkiler veriyor. Tahtakuruları da bir aileyi merkeze alacak. Bir yazar olarak aile denen şeyi eşelemeye çalışmak, belirli toplumsal ve siyasal olgular üzerinden kesitler almak benim için de verimli. 8×8’de bir aile görmüyoruz, ama bu evin içindeki üç kişiyi benzer bir şekilde düşünebiliriz.

Margarethe von Trotta’nın Ingeborg Bachmann’ı anlatan Çölün Kalbine Yolculuk (2023) filminde “Faşizm erkekle kadın arasındaki ilişkinin ilk unsurudur” diye bir cümle geçiyor. Bugün toksik ilişki ya da eril tahakküm gibi tabirler günlük literatüre kadar girdi. Eda ve Sarp’ın ilişkisi bu bağlamda sizce nereye oturuyor?

Güzel bir sözmüş. Çünkü aslında ebeveyn-çocuk, karı-koca ya da sevgililik gibi yakın insani ilişkilerde manipülasyon kavramı çok temel bir yerde duruyor. Ezginin Günlüğü’nün “Oyun”şarkısında Bertolt Brecht’in bir sözü geçer: “Sen kazandın, ama ben haklıydım”. İlişkilerde de bu sıkça oluyor, kendini çok haklı gören bir taraf sonunda ilişkinin kaybedeni olabiliyor. Ya da aşk dediğimiz şey insanı çok farklı noktalara götürebiliyor. Sarp ve Eda’nın ilişkisi şu açıdan da ilginç: Tüm o ayrılığa dair tartışmaların, karşılıklı suçlamaların içerisinde araya çok hayati bir unsur girdiğinde o iki insan bir anda suç ortağına dönüşebiliyor. O yüzden bu ilişki özelinde topun bir o tarafa, bir bu tarafa gittiğini hissediyorum; insan ilişkilerinde bazen bir taraf, bazen diğer taraf ağırlık kazanıyor.

Biraz da koşulların dayatmasıyla bu filmi neredeyse tek mekânda ve küçük ekiple çektiğinizi söylediniz. Bu durumun hem olumlu hem de kısıtlayıcı yanları nelerdi?

Elbette zorlayıcı yanları mevcut. Örneğin bazı günler dokuz-on sayfa çekmek zorundasınız, bu yüzden de bazı planlardan ya da açılardan feragat etmeniz gerekiyor. Bir gece filmi bitiremeyeceğimiz endişesiyle oturup ağlamışlığım bile var. Bir filmi on günde çekmek bazı şeyleri daha pratik bir şekilde halledebilmek açısından öğreticiydi. Zaten kısa sürede çekmemiz gerektiği için tek mekân tercihinde bulunduk. O ev gerçekten Riva’daki bir Airbnb evi. Orada bir şeyler çekerken mevsime, mekânın iç sesine ya da evin bir köşesine dair yeni şeyler keşfedip karakterlerin ruh halini değiştirdiğimiz anlar da oldu. Küçük ekiple çalışmanın avantajları var, 60-70 kişiyle çalışmaktan farklı bir denklem. Küçük bir ekiple uzun zaman çalışabilmek yaptığınız işe farklı bir şekilde konsantre olabilmenizi mümkün kılıyor. Oyuncular için de benzer bir durum geçerli, birçok karaktere bölünmeden az sayıda karakterin iç dünyalarına odaklanmanın olumlu yönleri mevcut.

Bir ilişkiden gitmek isteyen bir taraf ile onu ilişkide tutmak isteyen bir tarafın hikâyesini işlemek istedim. Öykünün temelini, ilişkideki iki kişi ile o ilişkinin ötekisinin bir evin içinde toplanması oluşturuyor. Bu öteki bir terapist de olabilir, aldatan ya da aldatılan bir kişi de, bir tehdit de.

Oyuncularla çalışırken yapmayı en çok sevdiğiniz şeylerden birinin spekülasyon olduğunu söylüyorsunuz. Bu yöntem bu filme nasıl yansıdı?

Spekülasyondan kastım, oyuncularla provalar ya da ayrı ayrı çalışmalar esnasında karakterlerin yaptığı ya da söylediği şeylerin arkasındaki nedenleri tartışmak ve filme doğrudan yansımayacak bile olsa karakterlere dair arka planı detaylandırmak. Bunun bir yolu, bildiğimiz şeylerden ziyade, karakterlere dair bilmediğimiz şeylerin peşine düşmek. Sahnelere ve karakterlere sürekli bir merak ve keşif duygusuyla yaklaşmak. Henüz senaryoyu yazmadan Ali Can (Yücesoy), Halil (Babür) ve Ece (Yüksel) ile gitmek istediğim istikamete dair konuşmuştum. Onlar da prova sürecinde hikâyenin şekillenmesine katkıda bulundular, karakterleri canla başla ortaya çıkardılar. Daha önceki filmlerimde çok yapmadığım bir şey yapıp hemen her gün senaryoyla oynadım, replikleri ya da mizanseni bazen çekimin hemen öncesinde değiştirdim. Aslında bazı şeylerin belli olması setin düzgün bir şekilde işlemesi için önemli, ama bu filmde bu açıdan bir özgürlüğüm vardı.

8×8’in başrollerini Alican Yücesoy, Halil Babür ve Ece Yüksel (soldan sağa) üstleniyor

Bir karakter yaratıp onun duygularını tarif ederken, onların ruh hallerine ve davranışlarına şekil verirken mutlaka bir yerlere bakıyorsunuz. Karakterlere yaklaşımınız, onları yazarken çıkış noktanız nasıl?

Karakter yazarken kendi hayatımdan tanıdığım bazı referanslarım oluyor, süreç oradan başlayıp kendi içinde bir yol alıyor. Yazma sürecinde karakter ete kemiğe bürünürken son âna kadar dönüşüyor. Dediğim gibi, sette bile bir şeylerin ayırdına varabiliyorum. O yüzden kendimi farklı ihtimallere açık bırakıp çok kısıtlayıcı olmamaya çalışıyorum. Bir karakterin asla yapmayacağı ya da mutlaka yapacağı şeyler belirlemekten kaçınıyorum. Hikâyeyi seçerken de, karakteri seçerken de benzer bir tercih yaparız. Hikâye karakteri çağırır. Karakter o hikâyenin gerçekleşmesini mümkün kılacaktır.

Filmin geçtiği ev deniz kıyısında, denizin filme manzaranın ötesinde bir katkısı var. Ek olarak, filmin diğer metaforlarından biri fenerbalığı. Bu tuhaf canlı öyküye nasıl dahil oldu?

Senaryoyu yazarken Can’ın deniz kenarında yaşadığı için balık tutmayı sevdiğini hayal ediyordum, balık dünyasını biraz araştırırken fenerbalığının erkeğinin çiftleşme esnasında dişinin üzerine yapışıp onun üzerinde eridiği bilgisine ulaştım. Bu öykü filmin hikâyesine de uyuyordu. Ayrıca fenerbalığının tuhaf, korkunç bir şekli var, balıkla canavar arası bir şey, görsel olarak ilginç geldi.

Fenerbalığı biraz da Sarp karakterini imliyor. Sizce film Sarp ve Can üzerinden erkekliğe dair nasıl bir netlik ayarı yapıyor? Böyle bir arayışınız var mı?

İlişkiler üzerinden birtakım doneler var filmde, ama açıkçası erkeklik okuması yapmak gibi bir niyetim yoktu. Ayrıca bir filmde erkeklik ve kadınlık meselesini tartışmaya açmanın netameli bir iş olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şey yapacaksam tamamen bu işe soyunmam gerekiyor. 8×8’de bu meseleden ziyade bir ilişkiyi, birbirlerinin ne isteyip istemediğini tam olarak anlayamamış, ama birbirlerine karşı hâlâ kuvvetli bir çekim duyan bir çifti ve oraya kendi bagajıyla birlikte dahil olup dengeyi bozan üçüncü bir kişiyi odağıma almak istedim. Elbette erkeklik meselesi üzerinden de okumalar olabilir, ben de bunları duymayı arzu ederim.

Ebeveyn-çocuk, karı-koca ya da sevgililik gibi yakın insani ilişkilerde manipülasyon kavramı çok temel bir yerde duruyor. Ezginin Günlüğü’nün “Oyun” isimli şarkısında Bertolt Brecht’in bir sözü geçer: “Sen kazandın, ama ben haklıydım.” İlişkilerde de bu sıkça oluyor, kendini çok haklı gören bir taraf sonunda ilişkinin kaybedeni olabiliyor.

Sarp’ın ilişkideki pozisyonu, failliği çok ortadayken Can’ınkini hissetsek de tam olarak bilemiyoruz. Artık biraz özeleştirisini yapmış, daha metanetli, ama sanki eskiden o da Sarp gibiydi. Acaba ardında nasıl bir hikâye bıraktı, failliğini nasıl icra etti? Can ile mesafenizi nasıl ayarladınız?

Filmde toplam üç karakter olduğu için üçüne de bir mesafe koymamaya çalıştım, öyküye onların seviyesinden bakmaya çalıştım. Sonuçta her insan kendi seviyesinden baktığında haklıdır. Bulundukları durumlar içerisinde kendilerince haklı oldukları tarafları resmetmeye çalıştım. Bunlardan bir tanesi intihar meselesi, bundan önceki iki filmde de bu tema mevcuttu. Eda ile Sarp’ın arasındaki tartışmanın kızıştığı bir noktada Eda “Can kendini öldürmeye cesaret etti, senin götün yer mi?” diye soruyor. Sarp da Eda’yı ölü sevici diye niteliyor. Buradaki mesele insanların birbirlerini zayıf oldukları yerlerden vurmaları, bunu ikisi de yapıyor. Can’ın geçmişinde yaşadığı bir terk ediliş ve acı var belli ki, biraz da bu yüzden evden gitmek istemiyor, ortada röntgenci bir durum da mevcut. Bu aslında sinemanın ta kendisi gibi: Sinema bir nevi kafede yan masada oturan kişilere kulak misafiri olmaktır.

Eda’nın yurtdışı hikâyesine gelirsek, aslında kendini özgürleştirmenin yollarını arayıp bulmuş ve bunu eyleme geçirmesine ramak kala hayatındaki erkekle bir mücadele içinde. Küçük Şeyler’de Onur karakterine dair “geleceğe kaçmak” tabirini kullanmıştınız. Sizce bu tabir Eda’ya da sirayet eden bir şey mi?

Doğru. Eda bu ilişkiyi bitirmek istiyor, ama bitiremiyor. Bitirme zorluğuna katlanmaktansa, zaten gidiyor olduğu için meseleyi oluruna bırakmayı tercih ediyor. Burada içten pazarlıklı bir durum da mevcut. Orada belki daha iyi bir ilişki bulur, belki bulamaz. Belki bu ilişkiye dönmek ister, belki istemez. İkircikli bir durum söz konusu. Onur ve Eda bambaşka karakterler, ama karşılarındaki zorlukla yüzleşememek ve başa çıkamamak anlamında benzeşiyorlar. Eda ayrılık konuşmasını yapamıyor, buna onu Sarp zorluyor ve bir şekilde başarıyor. Bir şeylerin ortaya dökülüp saçılması bir yandan da iyi bir şey. Ertelemek, ötelemek, reddetmek gibi şeyler hepimizin bir ölçüde mağduru olduğu olgular.

Eda karakteri bizde muğlak bir his bıraktı, siz Eda’nın ne tür bir iz bırakmasını istediniz?

Eda’nın muğlak kalması kötü bir şey değil, zaten insan doğasının birçok muğlaklık ve tutarsızlık barındırdığını düşünüyorum. Eda belki şunu düşündürebilir: Kendi ilişkilerimizde kendimizin ve karşımızdakinin ne kadar farkındayız? Bazı şeyleri değiştirmeye gücümüz ne kadar yeter? Bence üzerinde düşünmeye değer sorular. Çünkü ilişkilerin nasıl sonuçlanacağını kolaylıkla kestirmek mümkün değil. Hepimiz sürekli kavga eden çiftlere şahit olmuşuzdur, her an ayrılacak gibilerdir, ama ilişki yıllarca devam eder. Bazen de çok sağlam görünen bir ilişki bir anda sönümlenir. Çünkü insan muğlak bir varlık. Eda birçok olumlu özelliği barındıran, zeki, yetenekli bir kadın. Bu coğrafyada tutunamayacağını ve başka yerlere gitmesi gerektiğini düşünen ve bunda da belli bir haklılık payı bulunan bir karakter olmakla birlikte, onu diğer iki karakterden ayıran yanı bence mutlu bir çocukluk geçirmiş olması. Onların sahip olmadığı bir hazineye sahip, ama bunu koruyacak gücü de kendinde tam olarak bulamamış ve o gücü kazanmaya çalışıyor. Filmde görmesek de yazarken karakterin geçmişine, Sarp ile tanışmasına dair konuştuklarımız bunlardı. Filmin içindeki tahmin oyununda da açığa çıkıyor biraz.

Üzerinden zaman geçti, ama 8×8 ilk defa bir önceki sonbahar Antalya’da görücüye çıkacakken Kanun Hükmü belgeseline dayatılan sansür sonrası bu mümkün olmadı. O süreçte yaşadıklarınız bağımsız sinemanın geleceğine dair size ne düşündürüyor?

Bağımsız sinema gerçekten zor durumda, işimizi yaparken özgün ve özgür olmak hepimizi çok zorluyor. Antalya’daki sansür krizi bunun zirvesiydi. Herkes planını ona göre yapmıştı, kimi film festival sonrasında vizyona girecekti, kimisi başka festivalleri gezecekti. Sansür sonrasında ortak bir karar alıp filmlerimizi çektik. Neredeyse başarıya da ulaşıyorduk, ama yukarıdan çok daha sert bir baskı gelince festival yönetimi direnemedi ve Kanun Hükmü festival programına alınmadı. Bu bizler açısından moral bozucu, çünkü sansürü kurumsallaştırıyor. Artık her festival, Türkiye’de mevcut yönetim aynı mantaliteyle devam ettiği sürece, bu sansürü daha baştan uygulayacaktır. Sürecin olumlu tarafı, bu tür durumlarda alınabilecek en doğru tutumun bir arada durup birlikte tavır almak olduğunu görmemiz. Başka bir olumsuz etkisi ise Ankara Film Festivali’ne dairdi. Antalya’daki mesele sonrası kimi oradan başvurusunu çekti, kimi çekmedi. O sırada Antalya’daki festivalin aralık ayında yapılması ihtimali mevcuttu. Ortadaki olağanüstü duruma denk düşmeyen bir şekilde kabul epostaları atıldıktan sonra bize hiç süre verilmedi. Biz de maalesef filmi çekmekte geç davranmış olduk. Ortaya çıkan durum benim de içime sinmiyor, mutsuzum. Ama neticede biz de filmlerimizi en çok insana ulaşabilecekleri bir şekilde sunmak ve film yapmaya devam edebilmek istiyoruz. Türkiye’de festivalciliğin geldiği durum, piyasanın yapısı ve diğer koşullar hepimizi zor durumda bıraktı.

Yazma sürecinde kendimi farklı ihtimallere açık bırakıp çok kısıtlayıcı olmamaya çalışıyorum. Bir karakterin asla yapmayacağı ya da mutlaka yapacağı şeyler belirlemekten kaçınıyorum. Hikâyeyi seçerken de, karakteri seçerken de benzer bir tercih yaparız. Hikâye karakteri çağırır. Karakter de o hikâyenin gerçekleşmesini mümkün kılacaktır.

2000’lerde sinema üreten bir Türkiyeli sinemacı olarak kendi kuşağını nasıl tanımlıyorsunuz? Türkiye sinemasının bugün uğraştığı meseleler size ne hissettiriyor?

Bazı takımlar vardır, takım oyunu oynamaz, ama çok yetenekli bazı oyuncularının bireysel çabalarıyla gol arar. Türkiye sinemasını biraz buna benzetiyorum. Türkiye’de 2000’den bu yana bir kuşak oluştuğunu düşünmüyorum. 90’larda ortaya çıkan, kimi sinema yazarlarının kurucu kuşak olarak tabir ettiği Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu ve Reha Erdem gibi isimlerden bu yana mesele bazı filmcilerin tekil çabalarıyla ortaya filmler çıkmasıyla şekilleniyor. Üslûp, teknik anlatı, hikâye etme açısından yeni Türkiye sineması olarak nitelenebilecek, bir kuşağın müşterek bir yerde buluştuğu bir manzara mevcut değil. Ortaya çıkan yeni sinemacılar kendi yollarında yürümeye çalışıyor, en fazla kendi kuşağından ya da bir üst kuşaktan bir sinemacıyla tanışıklığı varsa filmlerine dair onlardan fikir alınıyor. Özcan Alper de, Tolga Karaçelik de, Emin Alper de, Ümit Ünal da kendi yolunu yürüyor. Bu insanları tek bir havuzda toplamak mümkün değil. Romanya sineması ya da herkesin birbiriyle dirsek temasında olduğu İzlanda sineması gibi değil.

Peki yıllar içinde sinema adına sizi heyecanlandıran şeyler oldu mu?

Elbette. Bence Tolga Karaçelik’in sineması heyecan verici, özgün bir sinema. Devamı gelmese de Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm filmi çok ilginçti. Farklı üslûp denemeleri yapan ve komediyle temas eden filmler var. Tabii ki Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını da çok önemsiyorum, en çok tanınan Türkiyeli yönetmen ve bunun sinemasal açıdan bir sebebi var. Son dönemde Umut Subaşı’nın Sanki Her Şey Biraz Felaket filmi bana çok ilginç geldi, Miraç Atabey’in Zamanımızın Bir Kahramanı filmi de öyleydi. Türkiye sinemasından çok sağlam ilk filmler çıkıyor. Tabii bunu iyi anlamak lâzım, zira o yönetmenler yıllarını, bütün deneyimlerini ve birikimlerini, maddi manevi her şeylerini bu ilk filmlere adıyorlar. 

Türkiye’de 2000’den bu yana bir sinemacı kuşağı oluştuğunu düşünmüyorum. Üslûp, teknik anlatı, hikâye etme açısından yeni Türkiye sineması olarak nitelenebilecek, bir kuşağın müşterek bir yerde buluştuğu bir manzara mevcut değil. Ortaya çıkan yeni sinemacılar kendi yollarında yürümeye çalışıyor.

Küçük Şeyler’de absürt dozu yüksekti, bu filmde mizah geri planda kalmış gibi. Neden? O film için en büyük ilham kaynağı olarak Ionescu’nun Kel Şarkıcı oyununu anmıştınız. 8×8’de de benzer bir ilham kaynağınız var mı?

Bu gelecekteki filmlerime dair verdiğim bir karar değil, sadece 8×8’in hikâyesinde böyle bir alan yoktu, ben de filmi öyle bir yere doğru zorlamak istemedim. Ancak kara mizah ve absürdizm benim sevdiğim ve ihtiyaç duyduğumda kullanmak isteyeceğim aparatlar. Esin kaynağı olarak biraz önce Petzold’un ismini andım. Onun dışında filmde iç içe geçmiş imgeler ya da sağda solda eskizler görüyoruz, bunlar için bazı resimlerden ilham aldım. Ancak Kel Şarkıcı kadar doğrudan bir referans noktam yoktu. Loach, Dardenne Kardeşler, Leigh, Farhadi, Kiyarüstemi her zaman sevdiğim yönetmenler tabii. Bergman’ın Persona’sında bir fotoğraf çekme sekansı var, bu filmi çekerken ondan çok bahsettik. Hatta ev dekorasyonu konusunda da İskandinav filmlerindeki dünya ve renk tonları aklımızdaydı.

Aynı zamanda FilmKoop’un içindesiniz, bu kooperatif nasıl bir çalışma yürütüyor?

Orada bir araya gelen filmcilerin muradı filmlerinin üretim ve dağıtım süreçlerinde daha fazla inisiyatif almak. Adalar’da bir festival düzenliyoruz, Sinematek’le müşterek çalışmalarımız yapıyoruz, belediyelerle ortaklıklar mevcut. Bir de Türkiye’de sinemacıların bir arada durmadığı bir gerçek, mekânsal olarak bir arada değiliz. Festivallerde denk gelirsek görüşüyoruz, eskiden beri arkadaş olanlar görüşüyor, o kadar. Sinemacıların bir araya gelebileceği bir platform sunma hedefi de güdüyoruz.

^