Felsefeyle adeta sanatsal bir ilişki kuran Ulus Baker’in yazdıklarını okuyanlar, siyasal tavrın doğurgan bir düşünceye dönüştüğü yaratıcı, bereketli ve tahrik edici çizgilerin bileşkesini bulurlar. Bu çizgiler, Marx’tan Spinoza’ya, Deleuze’den Dziga Vertov’a, Tarde’dan Godard’a uzanan geniş ve renkli bir zemini estetik bir kıvraklıkla kullanır. Tek bir disiplinin hapishanesinde devinmekten uzak olan Baker’in eserleri, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, felsefe ve sinema arasındaki ayrımı aşındıran bir dille yazılmıştır. Sosyal teoriye bakışı komplekssizdir; Marx’ı Foucault ve Deleuze’ün karşısına koyma kolaycılığının yerine, bu isimleri üretken bir diyaloğa sokar. Tartışmanın entelektüel zeminini daraltan bir anlayışa karşı bu zemini alabildiğine genişletmeye çalışan bir okuma stili gerçekleştirir ve metinler arasında adeta “flaneur” gibi gezinmeyi, şok etkisi yaratan fragmanlar yazmayı sever.
Bir aşındırma mekanizması olarak kapitalizmin eleştirisini mutlak çıkış noktası olarak tarif eden Baker, siyaset felsefesini bu çıkıştan hareketle üretir. Neoliberalizm eleştirisini ve yeni altüst edici pratikler yaratmayı otonomist düşüncenin başlıca hedefleri olarak tahayyül eder.
“Kullanışlı düşünceler”
Felsefe tarihini bir “alet edevat çantası” (Deleuze) olarak kullanan Baker, “kullanışlı” düşünceler üretmek peşindedir. Yüzeybilim Fragmanlar’da bir araya getirilen metinlerinde, çözümleme ve dönüştürme edimine “kullanışlı” araçlar bulmaya/vermeye çalışır. Kitap fragmanlar halinde, farklı zaman ve mekânlarda açığa çıkmış düşüncelerden oluşuyor; türleri (felsefe, sanat, siyaset, sosyoloji, edebiyat, hukuk) ve isimleri (başta Spinoza, Tarde, Deleuze, Negri, Nietzsche, Marx, Foucault, Lazzarato, Agamben) birbirine iliştirerek kat ediyor.
Baker’in düşüncesi, sürekli olarak olmakta ve değişmekte olan canlı yaşama dokunma arzusu içindedir. Örneğin “hayatın geometrisi”ni yapan Spinozacılığı “kullanışlı bir felsefe” olarak tarif etmesi manidardır: “Spinoza o kadar ‘günlük hayat’ içindedir ki, onu okuyup anlamadım demek, insanın düşünme gücünün ne kadar örselendiğini dışavuracak kadar büyük bir felâkettir.”
Spinoza’da yaşam ve düşünceler yaratmanın eşsiz mekânını bulan Baker’in bir başka kullanışlı filozofa, Deleuze’e olan ilgisini bu noktadan itibaren kavramak mümkün. Baker’in, majör dili minörleştirerek “egemen sistemden becerikli bir şekilde kaçış”la ilgilenen, “felsefe kavramlar yaratımıdır”, “hastalık, hayata bir bakış tarzıdır” diyen Deleuze’e odaklanması ilişkiseldir. Çünkü Baker, ilgilendiği diğer filozoflarla (özellikle Spinoza, Tarde, Nietzsche) ilişkisel olarak okur Deleuze’ü. Farklılaşmış bölgeler yaratmak gayesi, bizi, Baker’in otonom-düşünceye olan ilgisini anlamaya yönlendirir.
Bir aşındırma mekanizması olarak kapitalizmin eleştirisini mutlak çıkış noktası olarak tarif eden Baker, siyaset felsefesini bu çıkıştan hareketle üretir. Neoliberalizm eleştirisini ve yeni altüst edici pratikler yaratmayı otonomist düşüncenin başlıca hedefleri olarak tahayyül eder. Çünkü direniş eski usûllerle işleyemez artık ve eleştirinin ötesine geçebilmeyi gerektiren koşullarla karşı karşıyayızdır. Bu anlamda Baker’e göre direniş için otonomist bir tartışmanın yürütülmesi elzemdir. Bu tartışmanın hatları Yüzeybilim Fragmanlar’da şu ifadelerle resmedilir: “Otonomi, politik alanla epeydir aşınmış bir bağın yeniden üretilmesidir. Kendi kendini işleyen bir yoldur ve nereye varacağı henüz belli değildir. Mücadelenin teorik ve pratik olduğu kadar ‘deneyci’ de olması gerektiğini düşünüyoruz. Verilmiş öznelliklerimizi gözlerden kaybederek yeni öznellikler ve direniş biçimleri icat etmek, belki de sonsuzca tekrarlanacak, çoğu zaman başarısız bireysel ve kolektif deneyin yapılmasına bağlıdır.”
Duyguların eleştirisi
Sosyolojinin nesnesini (toplum) yitirdiğine dair tespitler 70’lerin ortalarından itibaren yükselen postmodern tartışmalar içinde önemli bir yer tutar. Jean Baudrillard’ın Sessiz Yığınların Gölgesinde –Toplumsalın Sonu’nda yığınların artık bir “gönderen” olmaktan çıktığını yazmasını “sosyolojinin sonu” olarak yorumlamakta tereddüt edebiliriz, ancak bir “kriz” içinde olduğunu söylememiz mümkün. Baker’in doktora tezi olarak sunduğu ve kitap olarak 2010’da basılan Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, sosyolojik düşüncenin içine girdiği durumun bir kritiğini yaparak alternatif bir sosyolojik tahayyül biçimi önerir: Duygular Sosyolojisi.
Sosyolojinin artık “yaşam deneyimine dayanmamakta” olduğunu belirten Baker, metinlerin etkileşimine yaslanan, gerçek failler ve fiiller yerine çözümlemelerini metinlerden türetmeye çalışan sosyolojik anlayıştan uzaklaşmamızın aciliyetine vurgu yapar.
Baker, sosyolojik bakışa üç temel eleştiri yöneltir. Baker’e göre, öncelikle sosyolojinin içine girdiği çıkmazın en büyük nedeni “kanaatler sosyolojisi”nin sınırları üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Sosyoloji sürekli olarak değişen kanaatleri toplama, filtreleme ve sınıflandırma işlevine indirgenerek adeta ruhsuzlaştırılmıştır. Baker’in bir diğer eleştirisi, sosyolojik eser ve eleştirinin “metinselleştiği” yönündedir. Sosyolojinin artık “yaşam deneyimine dayanmamakta” olduğunu belirten Baker, metinlerin etkileşimine yaslanan, gerçek failler ve fiiller yerine çözümlemelerini metinlerden türetmeye çalışan sosyolojik anlayıştan uzaklaşmamızın aciliyetine vurgu yapar. Sosyolojinin ortaya çıkışının “toplumsal tipler” tarif etme kapasitesinden ayrı tutulamamasına rağmen günümüz sosyoloji anlayışının toplumsal tipler yaratabilme yeteneğinden uzaklaşması, Baker’in bir diğer tespitidir. Çünkü toplumsal tipler yaratmak, hem toplumsal alandaki mikro süreçleri açıklamak açısından, hem de sosyolojinin kendini yenileyebilmesi açısından önemlidir.
Peki alternatif bir sosyolojik yöntem nasıl geliştirilebilir? Kanaatlerden İmajlara, bu soruya yanıt arama çabaları ekseninde hazırlanmıştır. Baker’e göre, toplumsal bilimler ile belgesel filmcilik arasında bir “evlilik” kurmak, toplumsal, yazınsal ve görsel malzeme arasındaki ayrımı geçersizleştirerek bu alanlar arasında bağlantılar sağlamak, alternatif çözümleme araçları yaratmak açısından başlıca çıkış noktalarıdır. Çünkü görsel olanın toplumsal bilimlere dahil edilmesi, bizi, toplumsal araştırmanın “yöntemsel alet kutusunu genişletebilecek bir duygular sosyolojine” götürebilir.
Peki, “duygular” neden bu denli önemlidir? Öncelikle duygular ile onları görselleştirebilme ihtimali ve bu ihtimal üzerinden oluşmuş bir arşiv vardır ve Baker’in çalışması, duyguların çözümlenişinin etik ve siyasi olan bütün pratik meseleler hakkında bize çok fazla şey anlatabileceği tespiti üstüne temellenir. İmajlar yoluyla çözümlenecek duygular ve bu duyguların okunmasından yaratılacak yeni duyarlılıklar önümüzde durmaktadır. Çünkü: “Klişeler ve kanaatler her yerdedir, bizi bir uzam olarak kuşatırlar, ama insanlar tarafından ya ‘anlamsızca’ ya da bakılıp kayıtsızca zihinden geçirilen bir şey olarak görülürler. Castoriadis’in ileri sürdüğü üzere, bu durum ‘önem-dışılığın yükselişi’dir. Yalnızca televizyon eleştirisi yoluyla, ama aynı zamanda onunla kendi araçlarıyla savaşarak, duygulara, imajlara ve Deleuze’ün deyimiyle, ‘duygulandıran-imajlara’ dair ‘yeni Vertovcu’ bir duyarlılık geliştirilebilir.”
Express, sayı 113, Ekim 2010