KIBRIS, KIBRISLILIK VE ÖTESİ –I: TÜRKİYE’NİN YENİ JEOSTRATEJİK POZİSYONU

Söyleşi: Ruken Demirer
22 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz anlaşmazlığı ve Erdoğan’ın “Maraş bölgesini açacağız müjdesi” müzmin Kıbrıs sorununu tekrar harladı. Neredeyse elli yıldır kördüğüm haline gelen sorunu ve Kıbrıslı kimliğini Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Lefkoşa milletvekili, feminist, insan hakları aktivisti Doğuş Derya’dan dinliyoruz. Birinci bölüm: Doğu Akdeniz krizi ve Türkiye’nin müdahalesinin gölgelediği son cumhurbaşkanlığı seçiminin arka planı…
Seçimler öncesinde Kuzey Kıbrıs’taki Müdahale Değil İrade Yürüyüşü, Kasım 2020, Fotoğraf: AFP

2020’nin son aylarından başlayalım… Ekim ayında, Kuzey Kıbrıs’ta hükümetin yokluğunda cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Uzunca süren “hükümetsizliğin” ardından, 19 Aralık’ta üç partili koalisyon hükümeti güven oyu aldı. Şu anki siyasal durum nedir?

Doğuş Derya: 17 Aralık’ta hükümet programı okundu, 19 Aralık’ta güvenoyu aldıktan sonra, hükümet resmi olarak kuruldu. “Resmi olarak hükümet kuruldu” diyoruz, ama bir azınlık hükümeti bu. Koalisyonu oluşturan UBP (Ulusal Birlik Partisi), DP (Demokrat Parti) ve YDP’nin (Yeniden Doğuş Partisi) milletvekili sayısı hükümet kurmak için yeterli değil. Üç vekilin HP’den (Halkın Partisi) son dakikada istifa edip destek vermesiyle, yani koltuk değneğiyle kurulan bir azınlık hükümeti bu. İsterseniz, süreci biraz daha geriden alarak anlatayım ki, meselenin arka planı da oturmuş olsun. Her şeyden önce, şu anda içinden geçtiğimiz siyasal süreç Kıbrıs sorununun son üç yılda geldiği durumla alakalı. 2017’nin temmuz ayında Crans Montana’da iki toplum lideri arasındaki müzakereler akamete uğramıştı. Sürecin akamete uğrama nedenlerinden biri, Anastasiadis’in bir Birleşmiş Milletler (BM) parametresi olan “siyasi eşitlik” meselesini “güvenlik ve garantiler” konusunda pazarlık yaparken tartışmaya açması idi. Müzakere masası bu iki konu etrafında tıkanınca BM Genel Sekreteri António Guterres müzakerelerin devamı için, üzerinde çalışılması gereken dört-beş maddelik bir çerçeve sundu. Guterres Çerçevesi olarak adlandırdığımız bu çerçeve Kıbrıs sorununun nihai çözüme kavuşabilmesi için geriye kalan son dört-beş noktanın billurlaştırılmasıydı. Fakat 2017’nin temmuzundan sonra, Guterres Çerçevesi üzerinden müzakereyi yürütmek yerine müzakere süreci bir süre donduruldu, çünkü 2018’de hem kuzeyde hem güneyde hem de Türkiye’de seçimler vardı. Crans Montana görüşmeleri bittiğinde Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu çıkıp “BM parametreleri artık bitmiştir” diye bir beyanda bulundu. Bu Kıbrıs konusunda Türkiye’nin ray değiştireceğinin ilk işaretiydi. Türkiye BM parametreleri etrafında görüşülen federal çözüm modelinden BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla bağdaşmayan bir başka modele geçiş işareti veriyordu.

Bahsettiğiniz BM parametreleri neler?

Doğuş Derya

BM parametreleri dediğimiz, kurulacak Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nde federal devletin iki toplumdan ve iki bölgeden oluşacağını söyleyen, her iki toplumun siyasi eşitliğini güvence altına alan parametrelerdir. Denktaş’tan bugüne yürütülen tüm müzakerelerde “siyasi eşitlik”, “iki bölgelilik” ve “iki toplumluluk” kayıt altına alınmıştır ve bu parametreler Kıbrıslı Rum liderlikleri tarafından da müzakere masalarında kabul edilmiş zemindir. “BM parametreleri bitti” demek Kıbrıs sorununun çözümünü belirsiz bir geleceğe ertelemek ve üzerinde çok yol kat edilmiş federal çözüm ekseninden çıkarak, meseleyi Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji sorunuyla ilgili pazarlıkların rehini haline getirmek demekti. Halbuki uluslararası hukuk açısından, BM parametrelerinden vazgeçmek o kadar kolay değil. BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusunda ürettiği birçok karar var. Bugün BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi, başka birçok konuda ihtilaflı olsa da, Kıbrıs sorununun federal modelle çözülmesi konusunda mutabık. Bu ülkelerin şimdiye dek alınan tüm kararları silip yeni bir model üzerinde karar üreteceğini beklemek gerçekçi değil. Ayrıca biliyorsunuz, Kıbrıs Cumhuriyeti (güney) ve Yunanistan AB üyesi iki ülke… Brexit gibi ayrılıkçı hareketlere karşı birliği korumaya alışan AB’nin de birleşmeyi öngören federal tez yerine ayrılığı öngören iki devletli çözüm modelini benimsemesi pek olası değil. Fakat, Türkiye Doğu Akdeniz’deki doğalgaz arayışları dolayısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan’la yaşadığı gerilime karşı Kıbrıs sorununu pazarlık kozu olarak tuttuğu için 2017 sonrası paradigma değişikliğine gitti. Bundan dolayı da Türkiye adada federal çözüm tezini savunan ve bu bağlamda mücadele eden siyasi güçlere karşı, ayrılıkçı politikaları savunan sağ siyasetin öne çıkması için pozisyon aldı.

Nasıl bir pozisyon aldı Türkiye, bu pozisyon nasıl şekillendi?

Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelinceye kadar hükümetlerin oluşumunu belirlemeye çalışma, TC-KKTC arasında imzalanan protokollerin ertelenmesi gibi çok sayıda tutum sıralayabiliriz, ama en son örnek olarak Cumhurbaşkanlığı seçimini söyleyeyim. Ekim 2020’deki seçimlerde, o sırada Cumhurbaşkanı olan ve bağımsız olarak seçime giren Mustafa Akıncı ile CTP adayı Tufan Erhürman federal çözümü savunan adaylardı. Birçok kamuoyu araştırmasında, “Sizce Kıbrıs’taki en büyük sorun nedir?” sorusuna ada halkı yüzde 90’lara varan bir oranda “Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğü” cevabını veriyor. Buna mukabil, seçimleri “çözümsüzlük çözümdür” geleneğinden gelen, Kıbrıs sorununun iki ayrı devlet tezi etrafında çözülmesi ve KKTC’nin tanınması gerektiğini söyleyen UBP adayı Ersin Tatar “kazandı”. Kazandı kelimesini tırnak içinde kullanıyorum, çünkü tüm seçim süreci boyunca Türkiye’nin Tatar lehine yaptığı müdahalelere şahit olduk. Önce adada çalışma yapmak üzere çeşitli ekipler gönderdiler. Bunlar arasında TC Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın Basın Danışmanı Ali Genç liderliğinde 20 kişilik bir reklam ekibi de vardı, köy köy dolaşarak çalışma yapan MHP milletvekili Ahmet Erbaş da vardı.

Türkiye Akdeniz’deki doğalgaz arayışları dolayısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan’la yaşadığı gerilime karşı Kıbrıs sorununu pazarlık kozu olarak tuttuğu için paradigma değişikliğine gitti. Adada federal çözüm tezini savunan siyasi güçlere karşı ayrılıkçı politikaları savunan sağ siyasetin öne çıkması için pozisyon aldı.

Seçimden iki-üç gün önce, Yüksek Seçim Kurulu’nun belirlediği seçim yasakları ihlal edilerek Türkiye’de “Maraş’ı Açıyoruz” adı altında bir tören düzenlendi ve Tatar oraya davet edildi. Zaten seçim propaganda süreci henüz resmi olarak başlamadan, yaz aylarında su borularının tamiratı veya protokol imzalanması töreni gibi vesilelerle Tatar’ı ön plana çıkarma pozisyonları alınmıştı. Maraş meselesi bu sürecin son aşamasıydı. Öyle ki, Maraş’la ilgili törenden sonra, Halkın Partisi hükümetten çekildiğini duyurdu. Koalisyon bozuldu. Yeni hükümetin kurulması için UBP’nin kurultay yapması gerekiyordu, çünkü Tatar cumhurbaşkanı seçilince UBP’deki başkanlık koltuğu boşalmıştı. Bu kurultayın birinci turunda Faiz Sucuoğlu ile Hasan Taçoy en çok oyu alan iki aday olarak ikinci tura gitmeye hazırlanırken yine benzer bir müdahaleyle UBP kurultayı engellendi. Bu iki aday yerine UBP Genel Sekreteri Ersan Saner’in başkan olabilmesi, yani başbakan olabilmesi için yine bir müdahalede bulunuldu. Bugünkü azınlık hükümeti bu müdahaleler sonucunda, Türkiye’nin arzuladığı doğrultuda Ersan Saner’in başbakanlığında sağ koalisyon olarak kuruldu. Meselenin arka planını Kıbrıs sorununda ray değiştirmeye çalışan Türkiye’nin KKTC’deki yönetim şeklini bu ray değişikliği paralelinde yeniden dizayn etmeye çalışması olarak özetleyebilirim.

Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Kıbrıs’ı nasıl etkiliyor?

Özellikle son 10 yıldır, Ortadoğu-Doğu Akdeniz coğrafyasında giderek ısınan bir enerji denklemi var ve Türkiye de bu denklem içinde yerini almaya çalışıyor. Hem Kıbrıs’ta yürütülen sondaj çalışmaları sonucunda çıkarılacak gazın hem de İsrail ve Mısır gibi ülkelerden gelecek doğalgazın Avrupa’ya nakliyesiyle ilgili ülkeler pozisyon almaya çalışıyor. Kıbrıs Cumhuriyeti Mısır, İsrail ve Yunanistan’la Filistin ve Ürdün’ün de gözlemci olarak katıldığı EastMed (Eastern Mediterranean) projesi adı altında bir çalışma başlatmış durumda. Türkiye BM Deniz Hukuku Sözleşmesi‘ne taraf değil. Tıpkı Ege’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da bu bağlamda hak iddiaları ve talepleri var. Ayrıca KKTC ile imzaladığı bir anlaşma üzerinden Kuzey adına da Akdeniz’de sondaj çalışması yapıyor. Son yıllarda Mavi Vatan adı verilen bir paradigma tanımlandı. Bu sadece Doğu Akdeniz’i değil, Ege’yi de içine alan, dolayısıyla Kıbrıs sorunuyla ilgili müzakerelerde görüşülen daimi başlıkların da ötesinde, meseleyi genişleten bir paradigma… Şöyle ki, bir ekonomik işbirliği alanını veya bir münhasır ekonomik bölge tartışmasını “vatan” kavramı etrafında formüle ederseniz, konuyu ekonomiden ziyade bir devlet egemenliği tartışmasına çekersiniz. Yani münhasır ekonomik bölge, bir ekonomik iş birliği konusu olacak süreci bir egemenlik tartışmasına çektiğinizde, müzakere alanı da daralmış oluyor. Çünkü hiçbir devlet kendi egemenliğini tartışmaya açmaz. Bu paradigma değişiklikleri ekseninde, Türkiye bir federal devlet kurulması yerine iki devletli modeli savunmaya yönelerek, şu anda Doğu Akdeniz’de öne sürdüğü iddialardan geri adım atmak istemiyor. Çünkü federal devlet kurulursa, yeni kurulacak devletin kendi münhasır ekonomik bölgesi tanımlanacak, dolayısıyla Türkiye iddialarının bir kısmını geri çekmek zorunda kalacak. Türkiye bu bağlamda bir jeostratejik pozisyon örüyor diyebiliriz.

Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a müdahalesi esas olarak Doğu Akdeniz kriziyle bağlantılı, öyle mi?

Türkiye dış politikasındaki gelişmelerle Kıbrıs’taki siyasi süreç arasındaki bağlantılardan bahsediyorum, yoksa tek neden bu değil elbette. Başka nedenler de sayabiliriz, ama en önemli nedenin bu olduğunu söyleyebilirim.

Türkiye’nin UBP’nin lehine müdahalelerinden söz ettiniz. Sizce Doğu Akdeniz krizinde Kuzey Kıbrıs’ın hakları gözetiliyor mu? Yani, Türkiye bunu gözeterek mi hareket ediyor, yoksa tamamen kendi çıkarları doğrultusunda mı ilerliyor?

Türkiye’nin adada bulunma nedeni 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör devletlerinden biri olması. Diğer iki garantör devlet de Yunanistan ve İngiltere. 1960’ta kurulan ve bugün sadece Kıbrıslı Rumlar tarafından yönetilen Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların ortak devleti olarak kurulmuştur ve bu devletin geleceğini garanti eden üç ülke İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’dir. O dönemde yapılan Garanti Antlaşması‘na göre, adadaki statüko bozulacak olursa garantör ülkelerin müdahale hakkı vardır. Nitekim Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’te yapmış olduğu müdahale bu garanti antlaşmasına dayanan bir müdahaledir. Hatırlayacaksınız, 15 Temmuz 1974’te faşist Yunan cuntası Makarios’u devirmek için adaya bir darbe yapmıştı. Türkiye de bunun üzerine, adaya askeri müdahalede bulundu. Fakat, Garanti Antlaşması‘na göre garantör ülkelerin yapabileceği şey statükoyu onarmak ve geri dönmektir. Türkiye’nin bugün uluslararası hukuk açısından sıkıntılı durumda olmasının sebebi adaya gelmesi ve adada kalmasıdır.

Federal devlet kurulursa, yeni kurulacak devletin kendi münhasır ekonomik bölgesi tanımlanacak, dolayısıyla Türkiye iddialarının bir kısmını geri çekmek zorunda kalacak. Türkiye bu bağlamda bir jeostratejik pozisyon örüyor

“Türkiye Kuzey Kıbrıs halkının çıkarlarını gözetiyor mu, yoksa kendi çıkarları doğrultusunda mı ilerliyor?” sorunuza gelince… Ayrı bir devlet olarak Türkiye’nin kendi çıkarlarını gözeten politikalar üretmesinde ve bu eksende ilerlemesinde bir sorun yoktur. Ancak, bu politikalar Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanların çıkarlarıyla çelişmemeli ve adanın kuzeyine bir Türkiye vilayeti muamelesi yapmaya varmamalıdır. 1980’lerde ve 1990’lardaki Türkiye hükümetlerinde adanın kuzeyini Türkiye vilayeti olarak gören ve burayı çeşitli “Türkleştirme” politikalarıyla yönetmeye çalışan bir akıl vardı. Kıbrıslı Türklerin “yeterince Türk olmadığını” düşünen bu akıl eğitimde Türkiye müfredatının benimsetilmesinden tutun da köy isimlerinin değiştirilip Türkiye’deki bazı illerin isimlerinin verilmesine, siyasete çeşitli müdahaleler yapılmasından yönetenin kim olacağını belirlemeye kadar uzanıyordu.

Daha önce de seçimlere müdahaleler yapılmıştı. Örneğin, UBP başkanı Derviş Eroğlu 2000’de Rauf Denktaş’a karşı Cumhurbaşkanı adayı olduğunda “Peşimde 41 tane MİT ajanıyla geziyorum” diye demeç vermişti. Denktaş ile Eroğlu’nun yarıştığı o cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalmıştı ve Eroğlu’na seçimden çekilmesi yönünde telkinde bulunulmuştu. Eroğlu çekilmiş ve Denktaş tekrar cumhurbaşkanı olmuştu. Yani, Türkiye’nin kendi devlet çıkarları veya devlet politikası çerçevesinde adanın kuzeyini şekillendirmeye çalışması yeni bir şey değil.

Varosha (Maraş), Fotoğraf: Nedim Enginsoy

Eroğlu’nun “peşimde MİT ajanlarıyla dolaşıyorum” sözünü hatırlatmanız son cumhurbaşkanlığı seçiminde Akıncı’nın tehdit edildiğini söylediği açıklamayı akla getiriyor…

Türkiye’de zaman zaman, havuz medyasının oluşturduğu algının etkisiyle, sosyal medyadaki çeşitli troll hesaplardan bazı siyasilere ya da akademisyenlere yönelik linç kampanyası başlatılabiliyor. Bunun doğrudan birileri tarafından merkezi olarak yapıldığını iddia edemem. Elimde öyle bir delil yok. Fakat iktidarın sesi olan medya organları aracılığıyla lanse edilen “Türk düşmanı”, “vatan haini” imajı üzerinden sadece Akıncı değil, birçok kişi tehdit aldı. Benim de başıma defalarca geldi. Ben de 2014’te, ülkemizdeki savaş suçlarından bahsettiğim ve barışın neden gerekli olduğunu anlattığım dönemde, benzer ölüm ve tecavüz tehditlerine maruz kaldım. 22 Ocak 2018’de, mecliste milletvekili yemini ederken benzer bir şiddete uğradım. Maalesef, son dönemde totaliterleşen iktidar kendisi gibi düşünmeyen herkesi kriminalize eden bir tutum benimsediği için barış yanlısı, demokrasiyi savunan insanlar linç edilip baskı altına alınmaya çalışılıyor, hakaret ve tehdit yoluyla sindirilmek isteniyor.

Bugünkü azınlık hükümetinin seçim hükümeti olduğu konuşuluyor. Ufukta bir seçim mi var?

Hükümet programında Ekim 2021’de seçime gidileceği net bir ifadeyle belirtiliyor. Ersin Tatar cumhurbaşkanı “seçildiği” için ondan boşalan milletvekili sandalyesinin doldurulması için en geç Haziran 2021’de ara seçim yapılması zaten gerekiyordu. Dolayısıyla, Ekim 2021’de erken seçim kaçınılmaz. Ayrıca, şu anki meclis aritmetiğinde oluşan azınlık hükümetinin bir icraat hükümeti olması mümkün değil. Çünkü yasa yapabilmek için komitelerde sayıları yeterli değil. Demokrat Parti’nin ve Yeniden Doğuş Partisi’nin zaten mecliste grupları yok. Birinin üç, diğerinin iki milletvekili var. Dolayısıyla, komitelerde yasa geçirmeleri mümkün değil. Bir icraat hükümeti olamayacağı için de erken seçim hükümeti olarak kuruldu. Ekim 2021’deki seçimi erteletmek için çeşitli siyasi oyunlar veya manevralar yapılır mı, şu an bunu öngöremiyorum, ama bizim beklentimiz o tarihte erken seçim olması.

Mavi Vatan adı verilen bir paradigma tanımlandı. Bir münhasır ekonomik bölge tartışmasını “vatan” kavramı etrafında formüle ederseniz, konuyu devlet egemenliği tartışmasına çekersiniz. Ekonomik iş birliği konusu olacak süreci egemenlik tartışmasına çektiğinizde, müzakere alanı da daralmış oluyor. Çünkü hiçbir devlet kendi egemenliğini tartışmaya açmaz.

CTP şu an mecliste ana muhalefet partisi. Bir UBP-CTP koalisyonu ihtimal dışıydı, öyle mi?

Onca müdahale sonrasında mümkün değildi. Elbette ki, siyasetin gereğidir, hükümeti kurma görevini kim alırsa bütün partileri ziyaret eder ve istişarede bulunur. UBP’ye bu görev verildiğinde CTP’ye de geldiler. İlk turlamada UBP hükümet kuramayınca CTP başkanı Tufan Erhürman’a hükümet kurma yetkisi verildi. CTP de yedi maddelik bir ilkeler çerçevesiyle bütün partilere gitti ve o doğrultuda müzakere yaptı. Fakat bu müzakereler de sonuç vermeyince şu anki azınlık hükümeti ortaya çıktı. Biz zaten bu azınlık hükümetinin kurulması konusunda dışarıdan telkinler geldiğini biliyorduk. Çünkü 2020’nin ağustos ayında UBP, DP ve YDP başkanları Türkiye’ye davet edilmiş ve sağ hükümet kurmaları konusunda kendilerine telkinlerde bulunulmuştu. O yüzden, “müdahale” olarak adlandırdığımız bu tutumun böyle bir sonuç üreteceğini aşağı yukarı tahmin ediyorduk.

Yani, azınlık hükümetinin Doğu Akdeniz krizinde, Kuzey Kıbrıs’ın sorunlarının çözümünde etkili bir rol oynaması pek mümkün değil ve seçim beklenecek, öyle mi?

Evet. Bir de şöyle bir durum var. Daha önce Türkiye ile KKTC arasındaki ilişkilerde bir istişare ve diyalog kanalı vardı. Elbette, Türkiye kendi ulusal çıkarları ve gelecek öngörüleri etrafında bir siyaset ortaya koyuyor, ama diğer taraftan da buradaki yöneticiler KKTC halkının çıkarları doğrultusunda Türkiye yetkilileriyle ciddi istişare halindeydi. Zaman zaman ortak pozisyon alınarak birlikte tutum ortaya koyulabiliyordu. Bu bir süredir yok. Yani, Türkiye bir süredir sadece kendisinin söylediğini onaylayan ve kendisine hiçbir hal ve şartta itiraz etmeyen, biraz itaat ve biat kültürü içinden bir siyasetçi profili tercih ettiği için, maalesef şu anki siyaset de bu bağlamda şekillendiriliyor.

 

İkinci bölüm: Türkiye sallanınca KKTC alabora oluyor

https://birartibir.org/siyaset/1026-turkiye-sallaninca-kktc-alabora-oluyor

Üçüncü bölüm: Eşit, özgür, federal

https://birartibir.org/siyaset/1030-esit-ozgur-federal

 

 
^